soL "Köşebaşı+Gündem" -15 Nisan 2025 -

 


Kuşaklararası isyan -Nevzat Evrim Önal-

Bu enerji üniversite kampüslerinden ve liselerden çağlarken oturduğumuz yerden birkaç günlüğüne umutlanmak ama kalkıp destek vermemek vampirliktir. Sadece kendileri için değil, hepimiz için direnen o gençlere borçluyuz.

İnsanlık gelişimini, ilerlemesini, uygarlıklar kurabilmesini bir ölçüde her kuşağın tecrübelerini bilgiye dönüştürüp sonraki kuşaklara aktarabilme becerisine borçlu. Bu yüzden “tecrübe” de, “bilgi” de biraz sihirli, zaman zaman taşıyabileceğinden fazla anlam ve değer yüklenen kelimeler. 

Ne var ki, bazı şeyler başkalarından öğrenilemiyor, ancak yaşanarak tecrübe edilebiliyor. “İsyan” böyle bir şey.

İçinde yaşadığımız uygarlığın, hatta son birkaç bin yıldır kurulmuş neredeyse tüm uygarlıkların temelinde insanın insanı ezmesi var. Dolayısıyla isyan da bu uygarlıkların doğal bir parçası olageldi, hatta bazılarının sonu oldu. Uygarlık yıkan ve yenisini kuran isyanlara devrim diyoruz.

İsyanlar ve devrimler, zaman zaman kendilerine tarihsel köken aradılar. Örneğin İttihatçılar ve devamında Kemalistler de, Bolşevikler de kendileriyle Fransız Jakobenleri arasında güçlü bir yakınlık kuruyordu. Jakobenlerin öncülü olan ideologlardan Voltaire ise tarihe bakıp Spartaküs isyanını gördüğünde bunun “tarihteki tek haklı savaş” olduğunu söylemişti.

Ama Spartaküs ve yoldaşları ne kendi kökenlerini tarihte aramaya çalışmış ne de kölesi oldukları Roma uygarlığını yıkmayı hedeflemişti. Tek istedikleri çekip gitmek, mal değil insan yerine konacakları, yük hayvanı ya da dövüş horozu muamelesi görmeyecekleri vatanlarına geri dönmekti. Geçmişin tecrübesine ihtiyaç duymadılar ve yenildilerse de bunun sebebi geçmiş isyanların bilgisine sahip olmamaları değildi.
İsyan ve devrimin kuşkusuz siyasi ve stratejik tarafları vardır; ama bunları yapan kitleler kendi biricik koşullarına isyan eder ve bu koşulların da sonucu olan, özgün, güçlü ve karmaşık bir psikolojiyle hareket ederler.

90’lıların isyanı Gezi’ydi, 19 Marttan bu yana ise 2000’liler kendi gençliklerinin kitlesel isyanını gerçekleştiriyor ve “yaparak öğreniyorlar.” Hemen öğüt vermeye, akıl öğretmeye başlamak yerine öncelikle onların şu an içinde olduğu güçlü duygulara ve onurlu duruşlarına saygı göstermemiz gerekiyor.

Bu yazıyı, bu saygıyı derinden hissederek ve yaşananlardan büyük heyecan duyarak yazıyorum.

***

Birkaç not düşerek devam edelim.

Kuşaklar ne öncüllerini ne ardıllarını beğenir. Daha basit ifade edersek, herhangi bir verili anda gençlerin yaşlılardan ve aynı anda yaşlıların da gençlerden şikâyet etmesi, saçma olmakla beraber olağandır. Saçmadır, çünkü her kuşak kendi koşullarından yola çıkarak başka koşullarda yaşanmış ve yaşanıyor olan tarihsel tecrübeleri değerlendirmektedir. Ama arada önemli bir fark var. Geçmiş kuşakların tecrübesini ve bıraktıkları mirası beğenmeyen bir genç kuşak bu mirası reddedebilir ve aşabilir, bunun için hem zamanı hem enerjisi vardır. Kendi kıstaslarına göre yeni kuşağı beğenmeyen ve burun kıvıran eski kuşak ise sırasını savmıştır ve artık ikisine de sahip değildir; dolayısıyla yaptığının adı huysuzluktur ve şevk kırmaktan, umutsuzluk yaymaktan başka bir sonucu yoktur.

Dahası, tarihte anlamlı bir ilerleme niteliği taşıyan her toplumsal atılım geçmişin ya bir bütün olarak ya da en azından kimi unsurlarının reddine dayanır. Kendisini salt geçmişin devamcısı olarak tanımlayanlar, Doğan Avcıoğlu’nun Mustafa Kemal’den alıntıladığı sözlerle ifade edersek, “esaslı devrim yapamazlar.” Bu yüzden gençliğin eskiyi beğenmemesi, ilerlemenin olmazsa olmaz bir unsurudur.

İnsanlık son elli yılda dünyada ve Türkiye’de üst üste birkaç yenilgi yaşadı. Kapitalizmin savaşlar başta olmak üzere tüm kötülüklerine başkaldıran 68 ve 78 kuşakları savundukları değerlerin düzen tarafından liberalizm ile yozlaştırılıp kapsanmasına yenildi. Bu yenilginin Türkiye’deki kırılma anı 12 Eylül darbesiydi. Ardından, 1991’de emperyalizmin önündeki en büyük engel olan, kapitalizmin alternatifsiz ve aşılamaz olmadığını gösteren Sovyetler Birliği dağıldı ve tüm sosyalist ülkelerde kapitalist sisteme geri dönüş bu ülkelerle sınırlı kalmayan korkunç bir yoksullaşma ve ahlaki yozlaşma dalgası getirdi. 90’lar boyunca süren bu yıkımı Türkiye’de, kuruluşu Sovyetler Birliği’nin kuruluşuyla iç içe olan Cumhuriyetimizin islamcılar ve liberaller tarafından yıkılması izledi. 90’lı yıllarda doğanların ilk isyan deneyimi olan Gezi, halkın Cumhuriyete son sahip çıkma çabasıydı.

Dolayısıyla, bugün lise ya da üniversite öğrencisi olan bir genç dünyanın ve Türkiye’nin haline bakıp isyan ediyor, bu isyanının bir parçası olarak da kendinden önceki tüm kuşaklara öfke duyuyor, onları içinde yaşadığımız mezbelelikten sorumlu tutuyorsa; ona hak verip saygı duymak yerine öfkesini yadsımak ve “biz elimizden gelen her şeyi yaptık, yine de böyle oldu” diye savunmaya geçmek, en kibar tabirle, olgun davranmamaktır.

***

Kapitalizm fazla zenginleşmiş, köhnemiş ve çürümüş bir düzen. Kendisini zenginleştiren dinamikleri yitirmedi ama insanlığı ilerletme becerisini tamamen yitirdi. Teşbihte hata olmaz; içinde yaşadığımız düzen konakta oturan, çocuklarını ve torunlarını kendisine koşulsuz itaat etmezlerse mirasından mahrum bırakmakla tehdit eden ama isimlerini birbirine karıştıran, bastonsuz yürüyemeyen ama kendisini hala sülalenin reisi zanneden zengin ve bunamış bir soyluya benziyor. Bu yüzden dünyanın her yerinde düzen bu hale uygun despotlar tarafından yönetilir hale geldi. ABD, Rusya, Hindistan, Türkiye ve başka pek çok ülke, birbirlerini hayli andıran, benzer ideolojilere ve ruh hallerine sahip, halkının baba figürü olmaya soyunan ve sürekli kendisine itaat etmeyenlere parmak sallayan tipler tarafından idare ediliyor.

Ama düzen iktidardan ibaret değil ve isyan eden gençlere “kes sesini, otur aşağı, yoksa yersin sopayı!” diye bağırıp duran bu tiplerin dışında, konak yanarsa sokakta kalacağını düşünen, bu yüzden halden anlar görünüp tatlı dille gençlerin öfkesini dindirmeye çalışan teyzeler ve amcalar da var. Baba bağırıp duruyor, bunlar gençlere “sabret, nasılsa ölecek, konak sana kalacak” diye nasihat veriyor, hep bir ağızdan, sinsice, “kırıp dökmeyelim çocuklar, devrim değil, reform reform…” diye fısıldıyorlar.

Oysa gençlerin derdi mirasa konmak, konağın yeni sahibi olup kendi çocuklarına aynı eziyetleri etmek değil. Ayrıcalıklı değil özgür olmak, başkalarını ezmek değil ezilmemek, eşit bir insan gibi davranılmak istiyorlar ve tüm bunları sadece kendileri için değil, herkes için istiyorlar.

Bunun için konağı yakmaya hazırlar.

***

Eğer derdimiz konaktan oda kapmak değil de üzerimize çökmüş, ülkemize ve dünyaya musallat olmuş karanlıktan kurtulmaksa; bugün işimiz gençlere nasihat vermek, sonra başlarına bir şey geldiğinde de “ben demiştim” demek değil. Görevimiz onların koluna girmek, isyanlarına destek olmak. Onlardan yayılan umut ve enerji, toplumsal bir kurtuluş için eksikliğini en fazla hissettiğimiz, en fazla ihtiyacımız olan şey.

Bu enerji üniversite kampüslerinden ve liselerden çağlarken oturduğumuz yerden birkaç günlüğüne umutlanmak ama kalkıp destek vermemek vampirliktir. Sadece kendileri için değil, hepimiz için direnen o gençlere borçluyuz.

Üstümüze düşeni yapmak istiyorsak, ilk işimiz onları savunmak olmalı. Gerici iktidarın ilk aklına gelen ve en iyi becereceği şey çocukları polis sopasıyla ve geleceklerini karartma tehdidiyle korkutmak. Ne kadar iktidar borazanı şerefsiz varsa ekranlardan bu tehdidi savuruyor ve Yılmaz Özdil gibi riyakârlar da “delikanlıdır hata yapar” diye sözde destek olurken çanak tutuyor. Buna izin vermemeliyiz. Gençlere kalkan olmalı, onları düzenin sopası karşısında yalnız bırakmamalı; mecazen de, gerekirse fiziken de araya girmeliyiz.

İkincisi; isyanda ya da devrimde kıdeme bakılmaz, hepimiz eşitiz. Bunu unutmamalı, büyük bir cesaretle mücadeleye atılan gençlere çocuk muamelesi yapmamalıyız. 

Sonuncusu ve en önemlisi, mücadelenin ufku konusunda onların hayallerinden ilham almalıyız.

Nasıl mı?

1917’de iktidara el koyduklarında, Bolşevikler sadece Rusya’nın değil dünyanın en genç partisiydi. Devrimden önce yaptıkları son kongrede delegelerin yaş ortalaması 29’du. 47 yaşında devrime önderlik eden Lenin’in lakabı ise Starik’ti: İhtiyar. Birlikte dünyayı değiştirdiler.

Ya da, Mustafa Kemal Voltaire’in Çin’in Yetimi piyesini okurken, “Je n'en veux qu'a des rois; mes sujets doivent vivre” mısraının altını çizip, yanına Arap alfabesiyle “Yalnız krallar ölsün istiyorum, tebaaları yaşamalı” biçiminde tercümesini not düştüğünde tam olarak kaç yaşındaydı bilmiyoruz, ama gencecikti. Bu gençliği hiç eksilmedi. Milyonları bu heyecana ikna etti. Birlikte dünyayı değiştirdiler.

Bugün işimiz, birlikte dünyayı değiştirmek için gençlerin koluna girmek, kuşakları aşacak bir isyanın köprülerini kurmaktır.

Gençlik, amansızca dünyanın değişmesini arzulamaktır. Eğer gerekiyorsa, bunun için dünyanın yanıp kül olmasını isteme, bir Zümrüdüanka gibi küllerinden yeniden, gençleşerek doğacağına güvenme coşkunluğudur. Bu coşkunluk, köhnemiş kapitalizmin yüzlerce yaşındaki uzlaşmacı, pazarlıkçı, ne şiş yansın ne kebapçı “bilgeliğinden” bin kat değerlidir.

Bu heyecanla, başta yedi yılımı geçirdiğim Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi’nin üst bahçe parmaklıklarından “Boyun Eğme, hocana sahip çık” pankartı sallandıran genç sıra arkadaşlarım olmak üzere, direnen, mücadele eden tüm gençlerin önünde saygıyla eğiliyorum. Yanlarındayım.

Siz de yanlarında olun.

                                                     /././

Almanya Kültür Bakanı Roth: 19 Mart'tan sonra Erdoğan AB'yle el sıkışamaz, İmralı barış sürecine hizmet etmiyor.

Almanya Kültür ve Medya Bakanı Roth, 19 Mart'ta yaşananların ardından Türkiye'yle AB arasındaki müzakerelerin zora gireceğini belirtti, İmralı görüşmelerinin Kürt sorununa dair bir çözüm getireceğini düşünmediğini ifade etti.

Almanya'da kısa süre sonra görevi tamamlanacak olan Yeşiller Partisi'nden Kültür ve Medya Bakanı Claudia Roth, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması ve Ankara'yla İmralı arasındaki görüşmelere dair değerlendirmelerde bulundu.

T24'ten Cansu Çamlıbel'e verdiği röportajda, 19 Mart'ta yaşananların ardından Türkiye'yle Avrupa Birliği (AB) arasındaki müzakerelerin zora gireceğini belirtti. 

AKP'yi iktidara geldiği ilk yıllarda açıkça destekleyen isimlerden biri olan Roth, İmralı görüşmelerinin de Kürt sorununa dair bir çözüm getireceğini düşünmediğini ifade etti.

'Bu koşullar altında AB hiçbir şey olmamış gibi Erdoğan ile el sıkışamaz'

Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması ve sonrasında eylemlere yapılan müdahalelerin ardından AB'nin Erdoğan'la anlaşmasının mümkün olmadığını dile getiren Roth, Erdoğan'ın Kürt açılımının asıl amacının muhalefeti bölmek olduğunu savundu.

Roth, olası AB-Türkiye müzakerelerine ilişkin şu değerlendirmede bulundu:

"Bu koşullar altında, gerçekten hayal edilemez. Son zamanlarda olan biten her şey ortadayken bunu yapamazsınız. Ve bir nokta daha eklemek istiyorum. Tıpkı AB'nin bu koşullar altında hiçbir şey olmamış gibi Erdoğan'la el sıkışmaması gerektiği gibi, Kürt halkının da Erdoğan'ın Kürt girişiminin arkasındaki gerçek stratejiyi görmesini umuyorum. Ben bunu muhalefeti bölme girişimi olarak görüyorum."

'Erdoğan, Kürtlerin CHP'ye oy desteğini bölmek istiyor'

İmralı'yla yapılan görüşmelerin bir "barış süreci" olup olmadığına dair şüphesini dile getiren Roth, şunları söyledi:

"Eğer bir barış süreci olsaydı, tüm siyasi tutuklular derhal serbest bırakılmalıydı ya da yarın hemen serbest bırakılmalılar. Ahmet Türk ve diğerleri derhal tekrar belediye başkanı olarak görevlerine dönmeli. Biliyorsunuz, demokratik olarak seçilen çok sayıda Kürt belediye başkanı görevlerinden alındı, hatta tutuklananlar oldu. Dolayısıyla ben diyorum ki; bu gerçekten bir barış süreciyse, bunu göstermenin hızlı ve basit yolları var. Bu kişilerin serbest bırakılması ve atanan kayyımların görevden alınması kuvvetli bir işaret olurdu. Selahattin Demirtaş neredeyse 9 yıldır hapiste. Bu tabloya bakınca, bu son hamlenin CHP adaylarına oy veren Kürtlerin desteğini bölmek için Erdoğan’ın devreye soktuğu bir oyun olmasından endişe ediyorum. Çünkü Kürt halkının bir CHP adayını desteklemesi durumunda, o CHP adayının oyların çoğunluğunu alacağını biliyor. Ama muhalefeti bölebilirse, belki yine de çoğunluğu elde edebilir. Ben onun böyle baktığını düşünüyorum."

'Kritik anlarda İmralı’dan çözüme hizmet etmeyen tuhaf açıklamalar geldi'

PKK lideri Abdullah Öcalan'ı hiç desteklemediğini belirten Roth, şu ifadeleri kullandı:

"Öcalan'la hiç tanışmadım ve tanışmak da istemedim. Öcalan'ı hiç de desteklemedim. DEP’in, HADEP'in, BDP’nin… Yani DEM Parti öncüllerinin siyasi olarak kazanımlar elde etme ihtimali olan pek çok durumda İmralı Adası’dan tuhaf açıklamalar geldiğini izledik. Ve bu açıklamalar nihayetinde Kürt sorununun çözümüne hizmet etmedi. Bugün gerçekten bir barış süreci olsaydı ne kadar da iyi olurdu. Ama barış dediğiniz şey her şeyden önce demokrasiye dayanır. Barış demokrasi olmadan olmaz. Ve bugün Türkiye’de öğrencilere, gazetecilere, üniversitelere ve Ekrem İmamoğlu'na yapılan şey demokrasiyle izah edilemez."

                                                    ***

Şehrin hafızası ayaktadır!-Kaya Tokmakçıoğlu-

Hasip Akgül ve Hüseyin Ortak’ın kaleme aldığı Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi, şehrin bastırılmış öykülerini, mücadeleyle yoğrulmuş mekânlarını ve unutturulmak istenen toplumsal belleğini sokak sokak yeniden hatırlıyor. İstanbul’un görünmeyen tarihini artık yürünebilir bir direniş atlasına dönüştürüyor.

İstanbul, sadece bir şehir değil, sınıf mücadelelerinin katman katman üst üste bindiği tarihsel bir coğrafyadır. Onu sadece bir metropol, bir kültür başkenti, turistik bir silüet olarak görenler; grev çadırlarının, cezaevlerinin, üniversite amfilerinin, miting meydanlarının ve duvar yazılarının üzerine kalın bir sis perdesi çekmek ister. Bu sis, egemenlerin tarihidir. Ve bu tarih, susturulanların, unutturulanların, ezilenlerin üzerine kuruludur.

İstanbul, hep anlatıldığı gibi “medeniyetlerin buluşma noktası” değildir. O, daha çok sınıfsal çelişkilerin, bastırılmış öfkenin üst üste yığıldığı bir bellektir. Her kaldırım taşı, her köprü ayağı, her yıkılmış bina; toplumsal belleğin, direnişin ve yeniden yazılan tarihin bir parçasıdır. Fakat bu parçalar, çoğu zaman turistik rehberlerin, kültür bakanlığı afişlerinin ve belediye tanıtım broşürlerinin dışında tutulur. Çünkü bu şehir, yalnızca güzellikleriyle değil; mücadeleleriyle de konuşur.

İstanbul’a dair anlatıların çoğu, sarayların görkemi, camilerin kubbeleri, köprülerindeki mühendislik dehası ya da kulelerin göğe uzanan taşları etrafında döner. Tarih burada egemenlerce yazılmış, turizm broşürlerinde parlatılmış, belleği cilalanmış bir metaya dönüştürülmüştür. Oysa bu şehir, halkın ayak sesleriyle, toplumsal mücadelenin şiddetiyle, gözaltı merkezlerinden yükselen çığlıklarıyla, gecekondu sokaklarının ıslak taşlarıyla da yazılmıştır.

İstanbul’da yürümek, çoğu zaman yalnızca bir yerden bir yere gitmek değildir. Bazen geçmişin bastırılmış bir anısını, kimi zaman bugünün sessiz öfkesini taşır adımlar. Birkaç hafta önce korku duvarını aşıp Saraçhane’ye doğru yürüyen on binlerce insan, bunu çok iyi biliyor. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınıp tutuklanmasının ardından başlayan ve ülke genelinde etkisini gösteren protesto dalgası, kentin mücadele tarihine yeni bir sayfa daha ekliyor.

Böyle anlarda bazı kitaplar sessizce raflara girer. Hasip Akgül ve Hüseyin Ortak’ın birlikte kaleme aldığı Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi işte o kitaplardan biri. Bir gezi rehberi gibi görünse de aslında başka türden bir harita: bastırılanların, ezilenlerin, görünmez kılınanların haritası. Kitap, klasik İstanbul güzellemelerini altüst ediyor. Anlatı, Boğaz'ın serin sularından değil, Haliç’in kokuşmuş kıyısından başlıyor; Topkapı’nın altın yaldızlı kapılarından değil, Tarlabaşı’nın sökülmüş kapı pervazlarından söz ederek devam ediyor. Turistlerin “kaçılması gereken” mahallelerinde soluklanıyor, polis baskınlarından sonra parçalanmış evleri anlatıyor. Ama hepsinden önemlisi “umut mekânlarını” işaretliyor. Kitabın sayfalarını çeviren okuru, geçmişin grev çadırları, yıkılmış gecekondu mahalleleri, sokak çatışmaları ve mahalle komiteleri selamlıyor.

Direnişin rotaları: Ezilenlerin haritası

Rehber dört ana rotada ilerliyor ve ardından bağımsız duraklar öneriyor. Her rota, bir başka çatışma alanını, bir başka direniş uğrağını işaretliyor. Sirkeci’den Sultanahmet’e, Beyazıt’tan Fatih’e, Gedikpaşa’dan Yedikule’ye, Galata Köprüsü’nden Taksim’e ve ardından Gazi Mahallesi’nden Tophane’ye, Maçka’dan Kavel’e yayılan bir anlatı zinciri ekseninde yürümeye davet edilen okur, yalnızca fiziksel bir yolculuk yapmıyor; devrimci mücadelelerin izini, ezilenlerin tarihini ve sınıf çatışmasının yankılarını takip ediyor.
Tabutluktan lükse otele San(a)saryan Han

Sirkeci’den başlayıp San(a)saryan Hanı’na, Tan Baskını’na, Mekteb-i Mülkiye’deki ilk öğrenci eylemine uzanan birinci rotada her biri İstanbul’un eşitlik ve özgürlük mücadelesine damga vurmuş duraklarda soluklanıyor. İkinci rotada Beyazıt Meydanı çıkıyor okurun karşısına; Talebe Yurtları’ndan 1940’ların Fatih’ine kadar öğrencilerin, gençliğin sesi duyuluyor. Akgül ve Durak, mekânı sadece fiziksel bir kategori olarak değil; politik bir anlatı ve sınıfsal bir mücadele düzlemi olarak okumayı önerirken, birer güzergâhtan çok, emekçilerin tarihsel sürekliliğini de kanıtlıyorlar. Üçüncü rota Gedikpaşa’dan Yedikule’ye işçi sınıfının izlerini sürerken, dördüncü rota Galata Köprüsü’nden İstiklal Caddesi’ne, Hasan Fehmi suikastından 15-16 Haziran’a, Celile Hanım’ın imza kampanyasından Kamondo Merdivenleri’ne kadar uzanıyor. Bu son rotada İstanbul’un merkezlerinden biri olan Beyoğlu, başka bir suretle okurun karşısına çıkıyor. Eğlence endüstrisinin merkezi olarak pazarlanan bu alan; aslında 6-7 Eylül’ün linç kalabalıklarıyla, Şişli Meydanı’nda vurulan devrimcilerle, Nur-u Ziya’da komşu olan Ruhi Su ve Franz Liszt ile, Troçki’nin sürgün izleriyle dolu. Dikkat çekici bağımsız rotalarda ise Tophane’nin kaybolmuş işçi anıtındaki, Gazi Mahallesi’ndeki, Kavel kablo fabrikasındaki, Maçka’daki Abidin Dino’nun tasarladığı anıttaki bu şehrin görünmeyen alt metni yazılıyor. Rehber bizi İstanbul’un “beyaz yaka” rotaları dışında, bir de “göçmen işçilerin”, “gecekondu mahallelerinin”, “direniş sanatının” rotasını yürümeye çağırıyor.

Edebî bir bellek, politik bir atlas

Hasip Akgül ve Hüseyin Ortak’ın kaleme aldığı çalışma, sıradan bir gezi kitabı değil; İstanbul’un haritasını tepetaklak eden, mekâna sınıfın belleğini kazıyan, politik bir anlatı örgüsü. Kitap, turistlerin değil, eşit ve özgür bir ülke için mücadele edenlerin, kayıplarını arayanların, taş üstünde taş bırakmayanların rehberi. İstanbul’u sadece gözle değil, vicdanla, bellekle, mücadeleyle gezmeyi öneren politik bir atlas. Kitabın dili sade ama güçlü. Her durağa eşlik eden anlatılar, tarihsel belgelerle ve kısa öyküsel pasajlarla beslenmiş. Bu yönüyle kitap, düz bir rehber olmaktan çok, edebî bir topografya çalışması gibi de okunabilir. Bir yandan Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i gibi Çukurova’daki isyanın dili, diğer yandan Nâzım’ın şiirlerindeki gibi kentli bir mücadele sesi yankılanıyor satırlarda. Kimi bölümlerde sokağın taşına sinmiş bir başkaldırı; kimi bölümlerde unutulmuş bir öğrencinin gözaltı hikâyesi; kimi bölümlerde 1970’ler TKP’sinin Marangoz Halturin’i çıkıyor karşımıza. Bu çokkatmanlılık, kitabın edebî gücünü de oluşturuyor.

taksim
                                        1 Mayıs 1977 Taksim Meydanı

Unutmak, iktidarın armağanıdır; geleceğimiz için hatırlayalım…

Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi, klasik bir kent rehberi gibi okunamaz. O, bir yürüyüş çağrısı, bir işaret fişeğidir. 1970’te Galata Köprüsü’nün ayağından karşı yakaya seslenen bir işçiyle Gazi Mahallesi’nde duvar yazılaması yapan bir genç arasında köprü kurar. Kentin toplumsal belleğini geri çağırır. Ezileni görünür, silineni okunur kılar. Tarihle bağ kuran, kendini geçmişin direniş geleneğiyle ilintilendiren bir şehir haritası sunar. Ve belki tam da bu yüzden, bugünün eylemlerinde yeniden anlam kazanır. Saraçhane’den bakınca, İstanbul’un gerçek yüzü görünür hale gelir. Geçtiğimiz haftalarda Saraçhane yeniden dolmuşsa, bu yalnızca bugünün öfkesiyle değil, geçmişin bastırılmış seslerinin de yükselişiyle gerçekleşir. Ezilenler İçin İstanbul Gezi Rehberi, bu sesi yankılamakla kalmıyor; egemenlerin İstanbulu’na karşı, halkın İstanbulu’nu kurma çağrısına davet ediyor. Çünkü biliyoruz, bu kentin tarihi, yalnızca saraylarda değil, terk edilmiş fabrikaların, üniversite amfilerinin ve yıkılmış gecekonduların duvarlarına da yazılıyor.

                                                      /././

‘Proje okul’ dayatmasıyla ilk sürülen öğretmenlerdendi: ‘Onu bu karanlık öldürdü’

AKP’nin “proje okul” dayatmasıyla ilk sürülen öğretmenlerden Mustafa Turgut, sürgünden üç ay sonra geçirdiği kalp krizi nedeniyle yaşamını yitirmişti. Turgut’un kızı bugünkü eylemlerin ardından babasını hatırlattı ve “Onu bu karanlık, proje okul silahıyla öldürdü” dedi.

Milli Eğitim Bakanlığı’nca on yıl önce “proje okul” olarak sınıflandırılan birçok köklü okulda geçtiğimiz günlerde atama sonuçları açıklandı, binlerce öğretmenin kadro dışı kaldığı ortaya çıktı.

Eğitim sendikaları “proje okullar”ın bir siyasi kadrolaşma alanı olarak kullanıldığına, ilerici ve solcu öğretmenlerin tasfiye edildiğine dikkat çekerken, pek çok lisede öğrenciler derslere girmeyerek öğretmenlerine sahip çıktı, eylemler yaptı.

“Proje okul” sistemi ilk hayata geçtiğinde sürgün edilen öğretmenlerden Cağaloğlu Anadolu Lisesi edebiyat öğretmeni Mustafa Turgut sürgün edilmesinden üç ay sonra Şubat 2017’de kalp krizi geçirerek yaşamını yitirmişti.

Eğitim-Sen İstanbul 8 Nolu Şube’de başkanlık ve yöneticilik görevlerinde bulunan Mustafa Turgut uzun yıllar öğretmenlik yaptığı Cağaloğlu Anadolu Lisesi öğrencileri ve mezunları tarafından düzenlenen törenle uğurlanmıştı.

Turgut’un kızı Dilan Turgut bugünkü lise eylemlerinin ardından sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlarla babasının “proje okul” sisteminde ilk sürülen öğretmenlerden olduğunu hatırlattı. 

Dilan Turgut “Onun geleceğini sadece muhalif ses çıkmasın diye çaldılar. Onu bu karanlık, proje okul silahıyla öldürdü. Bu silahı şimdi tekrar çıkartıp öğrenci ve öğretmenlere doğrultuyorlar” diye yazdı.

'Bu sistem muhalif öğretmenlere sopa olarak kullanıldı'

Dilan Turgut X hesabından yaptığı paylaşımda babasını ve ölümünü şöyle anlattı:

Köklü liselerdeki eylemler gündeme tekrar gelmişken size babam öğretmen Mustafa Turgut’un ölümünü hatırlatmak isterim. Kendisi 20 sene öğretmenlik yaptığı Cağaloğlu Anadolu Lisesi’nden Proje okul sistemi çıktığında ilk sürülen öğretmenlerdendi. 

Proje okul sistemi dediğimiz, Türkiye’de köklü liselerde yani geleneği ve tarihi olan okullarda 8 seneden fazla öğretmenlik yapanları, sözde tercih ettikleri başka bir okula rotasyonla göndermek. Sözde diyorum çünkü muhalif öğretmenler AKP’li atanmış müdürlerle fişlenip evlerine uzak imam hatiplere meslek liselerine sürüldü. Yanlış anlamayın bu okullardaki çocuklar iyi öğretmenleri haketmiyor demek istemiyorum. Ama devlet bu sistemi muhalif öğretmenlere sopa olarak kullandı. Ya biat edeceksin, ya şehrin ücra köşesinde bir okula gönderileceksin.”

AKP'li müdürlere sırt çevirme eylemleri sonrası getirildi

2016 yılında liselerde AKP’li müdürlere karanlığa karşı sırt çevirme eylemleri yapıldığını hatırlatan Dilan Turgut “Çok kısa bir süre sonra da proje okul sistemi yürürlüğe girdi. Aynı liselerde şimdi yine aynı cezayı kesiyorlar. Amaç köklü liselerdeki öğretmenlerle aktarılan gelenekleri hafızadan silmek” diye yazdı.

Babası Mustafa Turgut’un evinden 2,5 saat uzakta bir imam hatip okuluna sürüldüğünü kaydeden Dilan Turgut şu ifadeleri kullandı:

Mücadelesini bırakmadı ama o okula da her gün gidip aynı özveriyle çalıştı. 3 ay sonra evine dönerken otobüste kalp krizi geçirerek vefat etti.

'Onu bu karanlık, proje okul silahıyla öldürdü'

Onu omuzlarında okuldan uğurlayan öğrenciler cenazesini yine omuzlarında taşıdı. 3 ay öğretmenlik yaptığı imam hatipten öğrencileri bile okuldan izin alamamasına rağmen okuldan kaçıp geldi. Çoğu Sultanahmet’i hayatında ilk kez görüyordu. Başında hem dua okudular hem slogan attılar.

Vefat ettiğinde 57 yaşındaydı. Emekli olup bir köy evinde bahçesinde kedileriyle yaşamak istiyordu. Onun geleceğini sadece muhalif ses çıkmasın diye çaldılar. Onu bu karanlık, proje okul silahıyla öldürdü. Bu silahı şimdi tekrar çıkartıp öğrenci ve öğretmenlere doğrultuyorlar.”(https://twitter.com/i/status/1911740746035519548)

                                                             ***

BM danışmanı Sachs: Suriye'deki savaşı ABD başlattı, CIA operasyonları bitmeden barış gelmez

BM Genel Sekreteri'nin danışmanı Sachs, Suriye'deki savaşla ilgili dönemin ABD Başkanı Obama'yı işaret ederek, "Suriye savaşı, Esad'ın baskıları nedeniyle değil, Amerikan başkanının emriyle başladı" dedi. Sachs, "CIA operasyonu sona ermediği Orta Doğu'ya barış gelmez" diye ekledi.

Antalya'da düzenlenen Siyasi Forum'da konuşan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin danışmanı Jeffrey Sachs, Orta Doğu'daki savaşların nedeninin ABD olduğunu belirterek, dönemin ABD Başkanı Barrack Obama'yı işaret etti ve "Suriye savaşı, dönemin Amerikan başkanının emriyle başladı" dedi.

Sachs, Türkiye'nin de doğrudan dahil olduğu Suriye iç savaşının asıl sorumlularının ABD ve İsrail olduğuna işaret etti.

Aynı zamanda ekonomist, siyasi analist ve Columbia Üniversitesi profesörü olan Jeffrey Sachs, önceki gün düzenlenen Antalya Diplomasi Forumu'nun 4. turunda ABD'yi eleştirerek, "Amerikan savaş kışkırtıcılığı bölgede barışın gerçekleşmesini engelledi ve bölge, yüz yıldan fazla bir süre önce imzalanan Versay Antlaşması'ndan bu yana Batılı güçler tarafından yönlendiriliyor" dedi.

'CIA operasyonu sona ermediği sürece barış gelmez'

Sachs, ABD'yi bölgedeki savaşların motoru olarak adlandırdı ve ekledi: "Bölgede gerçek diplomasi yürütülmediği ve CIA operasyonu sona ermediği sürece, bölgede barış sağlanamayacak."

BM yetkilisi, ABD ve İsrail'in Orta Doğu politikalarını sert bir şekilde eleştirerek, her iki ülkenin de Suriye'deki savaşı istismar etmeye devam ettiğini belirtti. "CIA operasyonlarına değil, gerçek diplomasiye dayanan kamu diplomasisi olmadan bu bölgede barışa sahip olmayacağız" diyen Sachs, ABD istihbarat teşkilatlarının Beşar Esad'ı devirme kararını İsrail istihbarat örgütü Mossad'ın talimatları doğrultusunda aldığını doğruladı.

'İsrail, ABD desteği olmadan bir gün bile savaşamaz'

Sachs, ABD ve İsrail'in askeri müdahaleler ve rejim değişikliği savaşları yoluyla Orta Doğu'yu yeniden şekillendirmek için uzun vadeli bir strateji izlediğini vurguladı. BM yetkilisi, "Suriye savaşı; Lübnan, Irak, Libya, Somali ve Sudan'dakiler de dahil olmak üzere İsrail tarafından desteklenen altı savaştan sadece biridir" dedi.

Bu savaşları "zorunluluk savaşları" değil "isteğe bağlı savaşlar" olarak adlandıran Sachs, bölgenin kaderini belirlemede emperyal güçlerin rolünü kınadı.

Sachs, "Bu bölge 100 yıldır bölünmüş durumda, önce Britanya İmparatorluğu, sonra da Amerikan İmparatorluğu tarafından" dedi ve ekledi: "İsrail bu savaşları asla tek başına veremez. Bunlar Amerikan savaşları... İsrail, ABD desteği olmadan bir gün bile savaşamaz."

Sachs, Orta Doğu'daki savaşları durdurmak için çözümünü şöyle sundu: "Bence tek gereken, ABD'nin Filistin'in Birleşmiş Milletler'deki 194. üye devlet olarak üyeliğine ilişkin veto kararını değiştirmesi... ve bölgedeki savaşlar sona erecek. O zamana kadar barışa kavuşamayacağız."

'Suriye'deki savaşın Esad'ın baskılarıyla alakası yoktu, ABD ve İsrail doğrudan sorumlu'

"ABD hükümeti ve müttefiki İsrail, bölgedeki birçok krizden ve savaştan sorumludur ve aldıkları tedbirler kasıtlıdır" diye açıkça belirten Sachs, şöyle devam etti: "ABD Filistin'i tanırsa, bu savaşlar sona erebilir."

Sachs, konuşmasının devamında "ABD, İsrail'in Gazze'ye karşı yürüttüğü savaşı askeri ve denizde destekliyor ve istihbarat operasyonlarını yönetiyor. Bugün Gazze'de yaşanan soykırımda olan biten her şey Washington'ın suç ortaklığıyla yapılıyor" ifadelerini kullandı.

Sachs, Suriye krizi ve buna yönelik Amerikan müdahalesine atıfta bulunarak, "Suriye savaşı 2011'de Barack Obama'nın doğrudan emriyle başladı. Beşar Esad'ın baskıları nedeniyle değil" diye açıkladı.

'ABD'nin bölge ülkelerinin çıkarlarını düşündüğüne inanan herkes hayalperesttir'

BM Danışmanı, "ABD'nin Arap ülkelerinin, Türkiye'nin veya İran'ın çıkarlarını gerçekleştireceğini düşünen herkes hayalperesttir. İmparatorluklar bölerek yönetir" diye ekledi.

Sachs, konuşmasının sonunda bölgenin kaderini dış müdahalelere kapılmadan şekillendirmesi gerektiğini belirterek, gerçek çözümlerin ancak emperyalist güçlerin yüzyıldır sürdürdüğü bölücü politikalardan vazgeçilmesiyle işe yarayacağını vurguladı.

Türkiye'nin Suriye'deki rolünden bahsetmedi

Sachs, Antalya'da düzenlenen forumda Suriye'deki iç savaşa doğrudan dahil olan Türkiye'nin bölgedeki rolündense hiç söz etmedi.

AKP iktidarı, Suriye'ye savaşın ilk gününden bu yana müdahil oluyor. Savaş döneminde ülkenin kuzeyinde kendi paralı askerlerini konuşlandıran Ankara hükümeti, bugün de ülkedeki nüfuzunu paylaşmak üzere İsrailli yetkililerle görüşmelerini sürdürüyor.

                                                      ***

Turan’ı delen pirzola!-Engin Solakoğlu-

Kıbrıs’ı haritada ilk kez gören bir çok kişi kuzu pirzolasına benzetir. Bu benzetme Ada’nın yemek kültürüyle de uyumludur. Şimdi o pirzola kemiği Turan hayalinde tam gerçekleşmek üzereyken delik açmış gibi haykırmak iki açıdan yersizdir. Birincisi Turan diye bir şey yoktur. İkincisi Kıbrıs bir pirzola kemiği değildir.

Türkiye siyasi tarihinin acı ve gülünçlüğün yan yana yaşandığı dönemlerinden birinde çıkmıştı “davulu delen jaguar” simgeli bir parti. Maksat Turgut Özal’ın baterist damadının pek ehven koşullarla edindiği söylenen lüks bir araca dikkat çekerek ülkeye hâkim olan nepotizmi eleştirmekti. Özal’a karşı bu haklı nepotizm eleştirisini yönelten siyasi akımın ağababası, maddi/manevi lideri, “bir bilen”i  Süleyman Demirel’di. Aynı Demirel’in abisinin oğlu yani yeğeni Yahya Demirel’in Türkiye literatürüne hayali ihracatı sokan “iş insanı” olması, 25 yaşında  o dönem için büyük sayılan bir servete sahip olması da talihin bir garip cilvesi filan değil, “din, iman, aile, ahlak” sözcükleriyle yurttaşı silkeleyen Türkiye sağcılığının iktidardan faydalanma yöntemleri konusunda hiç değişmediğinin ve değişmeyeceğinin  somut kanıtıydı. Devletin malı denizdi. Babalar gibi satılırdı. Satıştan elde edilen kaynaklar da ahbap çavuş ilişkileriyle dağıtılır ve afiyetle yenirdi.

Yeğen Demirel’in öyküsü hayali ihracatla sınırlı değildi. “Suntacı” yeğen 1997’de askere gitti. Askerden kaçtığı bir seferde bir gazinoda garson bıçakladı. Hakkında yakalama kararı varken yurtdışına tüydü. Firari durumundayken 1981’de vatandaşlıktan çıkartıldı. 1985’te ülkeye geri döndü ve yargılandığı davalar zaman aşımı gerekçesiyle düşürüldü. Acar “suntacı” Türkiye’de işlediği suçlar yetmiyormuş gibi bu kez Kıbrıs’ın kuzeyine sıçradı. Amcası Süleyman Demirel’in Türkiye’de yeniden Başbakan olmasıyla neredeyse eşzamanlı olarak 1992’de KKTC’de banka satın aldığı söylendi. Bankanın da ihraç ettiği mobilyalar gibi hayali olduğunun ortaya çıkması uzun sürmedi. Hakkında yeniden başlatılan adli süreç tamamlanmadan yine Türkiye siyasetinin Ankara’daki uzun yıllar  değişmeyen sağlık adresi olan bir hastanede ölüp gitti. 

Yahya Demirel’in yeni suçlar işlemek için Kuzey Kıbrıs’ı tercih etmesi de rastlantı değildi. “Yavru vatan” zaten bir süredir milliyetçilik nutuklarının kumarhane ve fuhuş yuvalarını meşrulaştırdığı, mafyanın cirit attığı, attırıldığı, siyasi cinayetlerde de tetikçi olarak kullanıldığı bir ardiyeye dönüştürülmekteydi.

Amcaydı yeğendi derken sözü getirip Kıbrıs’a bağladım işte. 20 Temmuz değil, 15 Kasım değil Kıbrıs da nereden çıktı diye soracaklar olabilir. Anlatalım.

Geçen hafta üç Orta Asya Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni “tanıdıkları” şeklinde haberler ve bu haberler üzerine çok sayıda “sattılar, hançerlediler” nitelemeleriyle  bezenmiş “dış politika” yorumları çıktı.

Bu “hainane” eylemi gerçekleştiren ülkeler Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan. Hepsi de bir kesimin pek sevdiği isimle “Türk Keneşi”nin üyesi. Bu “keneş”in daha çok bilinen adı Türk Devletleri Teşkilatı (Organization of Turkic States). Yukarıda sayılan üç ülke dışında Türkiye ve Azerbaycan da örgütün tam üyeleri. Macaristan ve Türkmenistan gözlemci üyeler. KKTC’nin statüsü ise gözlemci ile “yancı” veya “fasülye” arasında bir şey diye tanımlansa daha gerçekçi olur. Kimse alınmasın! Gerçek bu. KKTC’nin katılımı özellikle Türkiye dışında düzenlenen her toplantıda küçük çaplı diplomatik krizler ve değişen temsil seviyeleriyle gerçekleşiyor. Benzer bir durum İslam İşbirliği Teşkilatı için de geçerli ama şimdi konumuz o değil. Önce şu “ihanet” meselesine dair düzeltilmesi gereken hususlar var.

Şimdi bu TDT bölgesel nitelikli bir uluslararası örgüt. Buna bakıp Turan görenler var elbette ama bunu söyleyenlerin  yarıdan fazlasının kendilerinin de inanmadıkları açık. Kaldı ki Turan dediğimiz geniş bölgede yaşayan Türkçe dil ailesine mensup toplulukların gerçek anlamda ve istisnasız bir araya geldikleri bir dönem yok tarihte. Aman Cengizhan filan demeyin, orada çarşı daha da karışır. Kültürel yakınlık ile siyasi bütünlük arasında dağlar kadar fark var.

Bu ülkelerle Türkiye arasında ortak bir kültürel mirasın varlığından söz edebiliriz. Bana kalırsa da korunması, güçlendirilmesi gereken bir zenginlik. Aslında çatı etnik kimlikten ziyade Ana Türkçe. Gelin görün ki yetmiyor, illa anakronik imparatorluk hayalleri zerk ediliyor boş beyinlere. Yoksa halkların kardeşliğini savunan bir ideolojinin Kazakla, Kırgızla, Özbekle kardeşliği savunmaması akla aykırı düşer.

Türk Konseyi türünün tek örneği değil. Bir sürü böyle dil temelli uluslararası örgütlenme var. Portekizce Konuşan Ülkeler Topluluğu, Frankofoni Örgütü gibi. Bunlar her konuda ortak siyasi tavır belirleme gibi ahmakça beklentiler yaratmıyorlar izleyebildiğim kadarıyla. O yüzden birinci düzeltmeyin yapalım. Türk Devletleri Teşkilatı’na üye olmak sizi diğer ülkelerle her konuda aynı politikaları uygulamaya zorunlu kılmıyor. Sonuçta bu ülkeleri yöneten sermaye sınıflarının kendilerine özgü tercih ve öncelikleri belirliyor dış politikayı. TDT’yi oluşturan ülkelerin oluşturduğu toplamı mahalle çetesi, yakın arkadaş grubu veya halı saha takımıyla karıştırmayalım. 

İkinci konumuz şu tanıma meselesi. Elbette diplomasinin teknik yönlerini herkes bilmek zorunda değil ama düzeltmezsek “galat-ı meşhur” haline geliyor. İki ülke arasındaki ilişkilerin seviyesini tanımlayan kurallar var. Bunları basamaklar gibi düşünün. Birincisi yokmuş gibi yapmak. Böyle örnekler var. Laz fıkrası gibi “ben de seni tanımayrum” deyip geçiyorsunuz. Bizim dersimiz ikinci aşamadan başlıyor. O aşamada “tanıma” var. Hukukisine (de jure) fiilîsine (de facto) girip dikkatleri dağıtmayalım. Tanıma resmi bir deklarasyonla yapılıyor. Yeni bir devlet kuruluyor, siz de onu tanıdığınızı cümle aleme ilan ediyorsunuz. Bunu yaptığınız için  doğrudan diplomatik ilişki kurmak zorunda değilsiniz. O ülkedeki “çıkarlarınızı korumak üzere” üçüncü bir ülkenin yardımına başvurabilirsiniz. Örnek verelim. Küba ile ABD arasında tanıma vardır, diplomatik ilişki ise yoktur. Küba’daki ABD çıkarlarını yanlış anımsamıyorsam İsviçre temsil eder. Üçüncü aşama, tanıdığınız o devletle diplomatik ilişki tesis etmektir. Bunun için illa gidip de orada bir büyükelçilik açmanız gerekmez. Başka ve tercihan yakın bir ülkede görev yapan Büyükelçinizi oraya akredite edersiniz. Dördüncü ve son aşama ise o ülkede görev yapacak bir diplomat atamak ve orada bir diplomatik temsilcilik açmaktır.

Şimdi bakalım TDT üyeleri olan Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan bizim resmî belgelerimize göre GKRY, Birleşmiş Milletler’e göre ise “Kıbrıs Cumhuriyeti” adını taşıyan ülkeyi ne zaman tanımışlar? “Geçen hafta” diyenler, dikkatli okusun ve bilmeyenlere anlatsın lütfen!

Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Kırgızistan 20 Şubat 1992, Kazakistan 2 Nisan 1992, Özbekistan ise 30 Mayıs 1997’de tanımışlar. Yani tanımanın üzerinden 28 ila 33 yıl arasında bir süre geçmiş.

Tek tek anlatıp uzatmayacağım ama örneğin Kıbrıs Cumhuriyeti daha 2005 yılında Kazakistan’da Büyükelçilik açmış. Kazakistan’ın Tel Aviv Büyükelçiliği 2012 yılından beri Kıbrıs’a akredite.  2005”ten 2022’ye kadar Kazakistan’a yapılan Kıbrıs kaynaklı yatırımın tutarı 3 milyar ABD dolarının üzerinde. İki ülke arasındaki ticaret hacmi yıllık 200 milyon ABD doları civarında.

Öyleyse geçen hafta yaşadığımız mesele nedir? İkinci düzeltmeyi hemen yapalım. Tanıma değildir. Her üç ülkenin de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başkenti  Güney Lefkoşa’da Büyükelçilik açma kararıdır. Yukarıda yaptığım uzun, biraz teknik ve birçoklarının okumadan geçeceği izahattan da anlaşılacağı üzere ikili ilişkileri diplomatik anlamda en üst düzeye taşımaktır.

“Eee peki bu da ihanet değil mi?”. Değildir. Birincisi, BM Güvenlik Konseyi’nin 186 sayılı kararına göre Kıbrıs Adası’ndaki tek meşru hükümet Kıbrıs Cumhuriyeti’dir. Bu arada, bu karar Ada’ya BM Barış Gücü gönderilmesi için Türkiye tarafından da zamanında kabul edilmiştir. Dünyada Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıyan ülke sayısı 183’tür. Bunların arasında çok sayıda “dost ve kardeş” ülke de bulunmaktadır.

İkincisi, ilan edildiği 1983 yılında KKTC’yi resmen tanıyan Türkiye, Akepe döneminde de öncesinde de fiilen bu tanımaya uygun davranmadığı gibi, diplomatik anlamda hiçbir ülkeyi de KKTC’yi tanımaya ikna etme yönünde herhangi bir somut çaba göstermemiştir.  Daha önce bin kez yazıldığı, söylendiği ve KKTC’nin kurucu belgelerinde de yer aldığı gibi “KKTC” bir müzakere pozisyonudur. Varlık sebebi Rum tarafınca bana göre de haksız bir şekilde gasp edilen Kıbrıs Cumhuriyeti’ni iki halklı/toplumlu olarak yeniden tesis etmek için baskı oluşturmaktır.

Bunların hepsini unutup KKTC savunusu yapmanın içi boştur. Muhalefet yapıyorum sanıp buradan “Akepe eleştirisi” yapmak da birkaç bakımdan yersizdir. Öncelikle, kendi ülkesine kupon arazi, kendi halkına maraba muamelesi yapan bir zihniyet başkasının da gözünün yaşına bakacak değildir. Kuzey Kıbrıs halihazırda başta daimî iktidar olmak üzere, daha önemli görülen “yüksek çıkarlar” uğruna her an masaya sürülebilecek bir kumarhane jetonundan ibarettir. Dolayısıyla üçüncü ülkelerden sizin ülkenizin göstermediği  bir “duyarlığı” göstermeleri beklenemez.

İkincisi Kıbrıs’ta “satıştan, ihanetten” dem vuran -büyük bir kısmı iyiniyetli de olsa- genişçe bir kesim, çok uzun yıllardır, Kıbrıs Türkü’nün kimliğine, kültürüne, yaşam biçimine, bunu korumak için verdiği mücadeleye zerre kadar sahip çıkmamakta, bu anlamda Akepe’den hiç de farklı davranmamaktadır. Kıbrıs Türkü’nü tanımamak ya da sevmemek, kaderiyle ilgilenmemek tercih meselesidir.  Yalnız varlığının önemini idrak etmemek Kıbrıs bağlamında ciddi bir eksikliktir. Neden mi?  Güçlü, küresel anlamda hegemonik  bir devlet değilseniz  diplomasiniz  kimi ileri kazanımlarını koruyabilmek için meşruiyet kaynaklarına ihtiyaç duyar.  Meşruiyet devşireceğiniz birincil kaynak ise halk iradesidir. “İşgalcilik” ile “kurtarıcılık” arasındaki çizgiyi o irade çizer. Kıbrıs Türk halkının iradesini yok farz ederek yapılan sözde yurtseverlik “genişleme” savunuculuğundan ibaret kalacağı gibi, uluslararası planda da meşruiyet sağlamaz. Oturduğunuz yerde teneke çalıp kafa şişirdiğinizle kalırsınız.

Samimiyetle ve ikna edici bir biçimde “Kıbrıs’ı sattırmam” diyecekseniz, şu veya bu ülkenin GKRY ile kurduğu ilişkilerdeki gelişmelerden  değil, milli dava dediğiniz meseleyi zayıflatan hatalarınızdan arınmakla  başlayacaksınız. 3300 km2’lik bir toprak parçasının, kölelik koşullarında faaliyet gösteren fuhuş sektörünün, bulunduğu her ülkede çürütücü etkisi tartışılamayacak kumarın, yasadışı bahsin (ki bunun yasalı da olmamalıdır), insan kaçakçılığının bölgesel merkezi haline getirilmesine karşı durarak başlayacaksınız.  Kıbrıs Türkleri’nin kendilerini temsil edecek kişiyi kendilerinin seçme hakkına sahip çıkarak başlayacaksınız. Türkiye’de 25 yıl önce şimdi emekliliğini ilan eden elverişli ahmakların yardımıyla ilerletilen  dincileştirme/marabalaştırma oyununun Kuzey Kıbrıs’ta da dayatılmasına  ses çıkartarak başlayacaksınız.

Ancak bunları yaptıktan sonra “çözüm, çözümsüzlük, ihanet, alma, satma” edebiyatınızın ciddiye alınması mümkündür.

Kıbrıs’ı haritada ilk kez gören bir çok kişi kuzu pirzolasına benzetir. Bu benzetme Ada’nın yemek kültürüyle de uyumludur. Şimdi o pirzola kemiği Turan hayalinde tam gerçekleşmek üzereyken delik açmış gibi haykırmak iki açıdan yersizdir.

Birincisi Turan diye bir şey yoktur. İkincisi Kıbrıs bir pirzola kemiği değildir.

                                                          /././

İşçinin canı bir tahlil parası etmedi: Özel hastane işçisini 'tetkikler pahalı' diyerek ölüme yolladı

Serkan Temelci, vale olarak işe başladığı özel hastanede ilk iş günü beyin kanaması geçirdi. Hastane "tetkikler pahalı" deyince işçi, patron tarafından evine gönderildi. Tetkik yapılmadan çıkışı verilen Temelci hayatını kaybetti.

Ankara'da Güven Hastanesi'ne hizmet veren Elit Vale'de çalışan 47 yaşındaki Serkan Temelci, ilk iş günü fenalaşıp, yere düştü. İlk müdahale, vale olarak hizmet verdiği özel Güven Hastanesi'nde yapıldı.

Güven Hastanesi'nde tedavi altına alınan Temelci, tetkik masrafları nedeniyle tedavisi tamamlanmadan patron tarafından eve gönderildi. İmza ile evine yollanan ancak durumunun fenalaşması üzerine Mamak Devlet Hastanesi'ne oradan da Etlik Şehir Hastanesi'ne ulaştırılan Temel, geçirdiği beyin kanamasının ardından yaşamını yitirdi. 

'Bir işçinin hayatı böylesine ucuz olmamalı'

Evrensel'den Kübra Kırımlı'nın aktardığına göre Temelci'nin ailesi, olayın yaşandığı gün Temelci'nin hastane hastane dolaştırıldığını belirterek ölümünde ihmali olanların hesap vermesini istiyor.

7 Nisan Pazartesi ilk iş gününde, mesai bitimine yakın Temel'in yere düştüğünü ve Güven Hastanesi'nde müdahale edildiğini anlatan aile üyesi “Ancak hastaneden kendisine ‘Burada tetkikler pahalı’ denilmiş. Serkan da bunun üzerine ‘İşe yeni girdim, param yok’ demiş. Ve önüne konulan kağıda ‘Kendi rızamla hastaneden ayrılıyorum’ imzası atarak hastaneden çıkmış” dedi.

Serkan’ın vale olarak görev yapan arkadaşına kendisini eve götürmesini rica ettiğini ancak yolda yine fenalaşınca arkadaşının kendilerini aradığını anlatan aile üyesi “Hemen ambulansı da aramışlar. Biz de taksiyle arkalarından Mamak Devlet Hastanesine gittik. Biz hastaneye vardığımızda Serkan’a serum takılıydı, bilinci yerindeydi. Kardeşine ‘Beni tuvalete götür’ dedi, o sırada yere yığıldı. Serkan’ın ağzından köpük çıkıyordu ve kusuyordu. Tahmini 1 saat kadar geçti ve doktor MR istedi” dedi.  

Doktorun Serkan’ın durumunun ağır olduğunu, beyin kanaması geçirdiğini ancak Mamak’ta bu duruma müdahale edemeyeceklerini söylediğini aktaran aile üyesi “Bizi Etlik’e sevk ettiler. Orada ameliyata alındı. Ancak ameliyat ardından durumu ağırlaştı ve 8 Nisan Salı günü hayatını kaybetti. Burada ihmal var, kimin ihmali varsa yargılansın istiyoruz. Geride 3 çocuk kaldı. Bir işçinin, bir insanın hayatı böylesine ucuz olmamalı” tepkisini gösterdi.

'Para istenmeseydi hayatta olabilirdi'

Güven Hastanesi'nde çalışan bir sağlık emekçisi, Serkan Temelci’nin yaşamını yitirmesine neden olan süreç nedeniyle oldukça üzgün ve öfkeli olduğunu dile getirerek “Biz de çalıştığımız, emek verdiğimiz hastaneden yüksek maliyetler nedeniyle sağlık hizmeti alamıyoruz” dedi. 

Serkan Temelci’nin işinin başındayken bayılarak düştüğünü durumu acil olmasına rağmen hastanelerinin kendisinden ücret talep etmesi nedeniyle hastaneden apar topar ayrılmak zorunda kaldığını anlatan sağlık emekçisi “Sonrasında da hastane hastane dolaştırılıp, beyin kanamasından öldüğü tespit edilmiş. İlk başvurduğu hastane olan bizim hastanemizde kendisinden ücret istenmese ve bu hastanede kalabilseydi belki bugün Serkan Temelci hayatta olabilirdi” diye konuştu.

'Sağlık masrafı işçi canının önüne konulmuş'

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi Ankara Temsilcisi Pınar Abdal, AKP’nin Türkiye’yi güvencesiz ve esnek çalışmanın normalleştirildiği, emeğin değersizleştirildiği bir üretim modeline hapsettiğini dikkat çekerek “Bu modelde artık hiçbir emekçi güvende değil. Ülke emekçiler için cehennem, patronlar içinse cennet haline getirildi” dedi. 

Bu ortamda işçi sağlığında bahsetmenin de olanaksız olduğunu dile getiren Abdal “Bu iş cinayetinde de sağlık masrafları bile tasarruf kalemi olarak görülerek işçinin hayatının önüne konulmuş. Her yıl ortalama 1800, her gün ortalama 5 emekçinin çalışırken ölüyor” bilgisini vererek iş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçilerin yüzde 98’inin sendikasız olduğunu söyledi.  

                                                        *** 

Saray’da son randevu -Aydemir Güler-

AKP ülkeyi böyle bir kurumsal mekanizma üstünden yönetebileceğini zannediyorsa, doğrusu çok yanılır. Bileşim, iktidarın meşruiyet kaybını giderebilecek bir enerji kaynağı içermemektedir. 

Murat Ağırel’in, Timur Soykan’ın ve TİP’in park buluşmasına katılan onlarca gencin gözaltına alındığı gün İmralı heyeti Saray’daydı. Cumhurbaşkanı, MİT Başkanı ve AKP Başkanvekili tarafından ağırlanan iki DEM temsilcisi, o gün, bir gün öncekinden daha umutlu olduklarını söylediler. Umut algılarını memlekette diğer olup biten şeyler etkilememişti belli ki… 

Öcalan’ın avukatı sola “bir Bahçeli kadar olamadınız” derken, sadece -hukuk mekanizmaları söz konusu olduğunda- temsil ettiği hareket ile sol arasında açılan mesafeyi değil, Kürt siyasetinin Türkiye toplumundan kopuşunu da ilan etmiş oldu. Mezopotamya Ajansına tam ne gün konuştuğunu araştırmadım, ama o sırada ya gençler dövülüyor, ya savcılar aydınlar hakkında suç uyduruyor, polisse birilerinin evini basmaya hazırlanıyor olmalıdır… 

Bu fiiller şu anda Kürt halkı dâhil olmak üzere toplumun büyük çoğunluğunun tepkisini çekiyor. Son haftalarda Türkiye “Erdoğancılar ve diğerleri” biçiminde ikiye bölünmüş değil. Yoksulluktan, adaletsizlikten veya geleceksizlikten çeken on milyonlar, neden şikâyet ediyorlarsa 19 Mart’ı öyle yaşadılar.

Kürt siyaseti bu tabloyu görmezden gelerek kendi eksenini temel alan bir başka saflaşmaya çağırıyor ülkeyi. Bırakalım bunun yanlış olmasını veya siyaseten gerici bir karakter taşımasını, gerçekçi olmadığı da açık. Türkiye’yi belirleyen olgu, AKP iktidarının muhalefeti yok etme operasyonunun kışkırttığı gerilim ve mücadeledir. Kürt siyaseti bunun yerine kendi gündemini ikame edemez. Böyle bir işlemi kimse yapamaz… 

Kuşkusuz bütün siyasal akımların verili gündeme, öne çıkan saflaşma üstünden eklemlenmesi söz konusu değil; ve zaten öyle de olmadı. Dedik ya, 19 Mart aynasında bütün kesimler kendi sorunlarının yansısını buldular. 

Veya öne çıkan saflaşma CHP ile AKP arasında olduysa da, yine her akım bu saflaşmaya müdahale etmeyi denedi. Örneğin Kemalizm bir militan gençlik mücadelesi olarak yeniden şekillendi. Biz, sınıfsallığın belirleyiciliğini, krizin egemen güçlerin yönetme yeteneğini yitirmesiyle bağını işaret ettik; seçme-seçilme hakkı için ayağa kalktık. 

Ama toplumsal yaşamda ve siyasette, gündemi beğenmeyip başka sahaya çıkmak saçmadır. Bunu yapan marjinalleşir. O maçı kimse izlemez! Birinci nokta, bu.

İkinci olarak, İmralı heyetini kabul eden bileşime dikkat: Bütün meyveler aynı sepette! Cumhurbaşkanı “seçilmiş”tir. MİT yüksek güvenlik bürokrasisidir. Yönetici partinin tepesi ise başka bir şey… Bu fotoğraf bir tercih. Toplantıya katılanların istedikleri kurumları, kişileri bilgilendirmeleri her durumda mümkünken, bu bileşimin ilan edilmesi, iktidarın yola nasıl devam etmek istediğini gösterir.

AKP ülkeyi böyle bir kurumsal mekanizma üstünden yönetebileceğini zannediyorsa, doğrusu çok yanılır. Bileşim, iktidarın meşruiyet kaybını giderebilecek bir enerji kaynağı içermemektedir. 

Enerji, olsa olsa, görüşenlerin neden bir gün öncesine göre umutlu olduklarının topluma yansıtılmasından türetilebilir. Elde, suratlara yapıştırılan gülücüklerden öte bir şey yok! Üçüncü nokta da budur. 

Bahçeli’nin aceleciliğinde de yansıdığı gibi, Kürt sorununa ilişkin açık bir tartışma yapmaksızın yol alınabileceği zannediliyor. Bu mümkün değildir. İşin acayip tarafı, tahmin edebildiğimiz içeriğin kamuoyuyla paylaşılabilme olasılığının sıfır olmasıdır. 

İmamoğlu hakkında terör soruşturması yürürken Öcalan’ın nasıl özgürleşeceğini anlatabilmek, değil, sola ders vermeye yeltenen avukatın, kimsenin harcı değildir. “İstanbul ittifakı”nda yerini aldı diye sopa yiyen Kürt siyasetçileri Cumhur ittifakına meyledecekse bunun, iyi kötü, bir açıklaması olmak zorundadır. “Süreç” ile ABD’nin yeni büyükelçisinin sözleri veya İsrail füzeleri arasında birtakım bağlar olabilir; ama bu bağlar, ancak gündemin kamuoyundan neden kaçırıldığını açıklar ve sorunu katmerli hale getirir. AKP’nin kaybettiği oyları DEM’le telafi etmesi halinde CHP’nin seçim hesabı elbette tutmaz; ama bu dönüşüm “terörsüz Türkiye” demagojisi ile açıklanmış olmayacaktır…

İktidar, devasa Kürt sorununu dişe dokunur bir şey konuşmadan bir çırpıda çözemeyeceğini idrak edip tartışmanın kapılarını açtığında ise çıkış yolu tümden kapanacaktır. AKP’nin bir kez daha demokrasi havarisi ilan edilmesini Türkiye toplumu yemez. Son haftaların deneyimi bir şeyi gösterdiyse, o da AKP’nin “yemezseniz yediririz” diyerek kılıç çekme gücünün olmadığıdır. 

Son randevu, sıkıntılı süreçte bir ferahlama vaat etmiyor. 

                                                           /././

Avrupa’da 'Güvenlik Mimarisi İnşası' ne anlama geliyor?-Erhan Nalçacı-

Bu halk düşmanı planların nereye varacağını göreceğiz. Trump yönetimde kalabilecek mi veya ne kadar sürecek bu eğilim bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz şey, 16. yüzyıldan itibaren bütün dünyayı sömürerek sivrilmiş, dünya tarihini kendi ırkçılıklarına göre yazmış Avrupa hızla geriliyor.

Emperyalist merkezlerin ideologları emekçi halk düşmanlığını saklamak ve güzellemek için yaratıcı icatlarda bulunurlar. Örneğin, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrası dünyadaki bütün emekçi halklara karşı başlattıkları intikam saldırısına “Küreselleşme” demişlerdi.

Şimdi Avrupa’daki merkezlerde başka bir laf konuşulmuyor, “Avrupa Güvenlik Mimarisi İnşası” nasıl sağlanacakmış? Bu mesele Türkiye ile de ilgili, çünkü inşaya katkı konusunda ricacılar!

Bu yazıda “Avrupa Güvenlik Mimarisi İnşası”nın içinden geçtiğimiz kriz ortamında bir emperyalist paylaşım savaşına hazırlıktan başka bir şey ifade etmediğini kısaca irdeleyeceğiz.

Kriz İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD liderliğinde davranma alışkanlığı ve konforunun duvara toslamasından kaynaklanıyor.

1990 sonrası Sovyet Cumhuriyetlerini ve eski sosyalist ülkeleri emperyalizmin hegemonyasına almak için sinsi bir siyaset ve saldırganlık ABD liderliğinde ve AB’nin katkısıyla gerçekleşti. NATO ve AB adım adım doğuya ve güneye doğru genişledi. Yeri gelince Sırbistan’ın bombalanması gibi yöntemlere başvursalar da çoğu kez sermaye yatırımlarını, sivil toplum kuruluşlarını, renkli “devrimleri” vb. kullanarak hegemonyalarını kurdular. Ukrayna’da da aynı şey yaşandı. Batı emperyalizmi 2014 Maydan Komplosu ile Ukrayna’da Rus yanlılarını öteledi ve kendi hegemonyasını kurdu.

ABD’nin Pasifik’te Rusya’yı Çin’in yanında savaşamayacak hale getirme kurgusu nedeniyle Ukrayna Savaşı tetiklendi. Ukrayna’nın NATO’ya alınması demek Rusya’nın güvenliğinin çöküşü anlamına geliyordu ve bu kışkırtmanın savaşa neden olacağını biliyorlardı.

ABD başta Almanya olmak üzere Avrupa sermayesine Ukrayna ve belki sonra Belarus ve hatta Rusya’nın bir kısmını vaat etmiş olmalıdır diye tahmin ediyoruz. Sadece Ukrayna uçsuz bucaksız tarım alanlarıyla, nadir metaller içinde olmak üzere madenleriyle, enerji tesisleriyle, su rezervleriyle, Karadeniz kıyısına sahip olmasıyla, hatırı sayılır emek gücü potansiyeliyle müthiş bir pastaydı emperyalistler için. Üstelik savaşmayacaklar, Avrupalı şirketler adına Ukraynalı emekçiler savaşacaktı. Ama kesenin ağzını açacaklardı tabi, para ve silah yardımı, kiralık asker gönderme ve bir miktar savaşı yönetecek NATO subayı...

Ancak Trump’ın seçilmesiyle tablo bir anda değişti. Bu yöntemle ne Rusya çökertilebilmişti ne de Pasifik’te bir savaşı kazanma olasılığı vardı. Ukrayna savaşı esnasında Avrupa’nın ithal ettiği silahların %64’ü ABD tarafından temin edilmişti. Üstelik Avrupa devletlerinin cephaneleri bu vekâlet savaşına yetmemiş ve tükenmiş, Avrupa’daki askeri zafiyet ortaya çıkmıştı.

Trump nezdinde ABD sermaye sınıfı Ukrayna savaşını bitirip Rusya’yı yanlarına çekme politikasını benimsedi. Sadece açgözlülüğünden değil, ABD sermayesi çok sıkışık durumda olduğu için, Ukrayna madenlerine ve enerji tesislerine tek başına çökme kararı aldı. Nadir elementlerde bugün büyük ölçüde bir Çin tekeli bulunuyor ve günümüz sanayisi için vazgeçilmez hale gelen bu metaller geçen yüzyılın petrolü gibi bir emperyalist rekabet konusu. 

Sonuçta Avrupa ABD’siz ve kandırılmış olarak kaldı. Ukrayna’dan vaat edilen paylarını istemeliydiler. Bu tek dişi kalmış canavarın çapsız ideologları yardıma yetişti: “Ukrayna’ya Barış Gücü! gönderelim.” Bu planın anlamsızlığı çok çabuk anlaşıldı, hem uzlaşma masasında yoktular, hem barış olmadan emperyalist amaçlarla da olsa Barış Gücü gönderilemezdi.

Bunun üzerine vekâlet savaşını kendi başlarına sürdürmeye karar verdiler. AB Ukrayna’ya 6 milyar dolar civarında askeri bir yardım kararı aldı. Ukrayna muhtemelen bu sayede hala her gün Rusya’ya SİHA’larla saldırıyor.

Öte yandan ABD’siz kalınca dönüp kendi askeri güçlerine bir baktılar. Durum fena, askeri donanım yetersiz, asker yok.

Alman Genel Kurmay Başkanı General Breuer ortalığa düştü, nerdeyse kahveleri bile ziyaret ederek beş yıla kadar Putin’in Avrupa’ya saldıracağını anlatmaya başladı. Savaşa ayrılan bütçe katlanmalıydı. Bunu yapmaya başladılar zaten. Almanya sanayi gücünü esnek bir şekilde silah üretimine kaydırıyor.

Ancak hiçbir savaş piyadesiz kazanılmaz. NAZİ Almanya’sının 1943’te 6,5 milyon askeri vardı. 2011’de zorunlu askerliği kaldıran Almanya’nın zorlamalara rağmen bugün asker sayısı 180 bin kadar. Askerliği özendirme bürolarına ancak günde bir iki kişi uğruyormuş. General Breuer zorunlu askerlik istiyor. Ancak askerlik yapacak nüfus hızla azalıyor, nüfus piramidi 45 yaş sonrasında şişiyor, öncesinde daralıyor her yıl. Daha önemlisi yıl 1914 veya 1939 değil, askerliğe kimsenin motivasyonu yok. 

Şimdi ABD’nin dost mu, düşman mı olduğu belli değil. Yeni ittifaklar zorunlu hale geliyor. Mart ayında Paris’te Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya ve Polonya Savunma (Saldırı) Bakanları bir araya geldiler.

AB “2030’a Hazırlık Planı” çevresinde 800 milyar Avroluk bir bütçeyi savaş hazırlıklarına ayırmayı planlıyor.

Bu halk düşmanı planların nereye varacağını göreceğiz. Trump yönetimde kalabilecek mi veya ne kadar sürecek bu eğilim bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz şey, 16. yüzyıldan itibaren bütün dünyayı sömürerek sivrilmiş, dünya tarihini kendi ırkçılıklarına göre yazmış Avrupa hızla geriliyor. Aşağıdaki grafik 2018’e kadar Batı Avrupa’nın dünya üretimine yaptığı katkının nasıl düşüşe geçtiğini gösteriyor.

grafik
Grafik 1: Grafik bize özellikle 1990 sonrası Avrupa ve ABD’nin dünya üretimine yaptığı katkı yüzdesinin satın alma paritesi açısından değerlendirildiğinde nasıl düşüşe geçtiğini gösteriyor. 2015 civarında Çin her iki siyasi coğrafyayı da üretim açısından geçiyor. Ayrıca Hindistan’ın yükselişi dikkat çekiyor.

Bu değerleri güncellersek 2024’te Çin’in dünya üretimine katkısı %19,3 iken, ABD’nin %14,8, AB’nin %14,2 civarında. Ancak AB ayrı ayrı devletlerden oluşuyor ve örneğin Almanya’nın katkısı %3 kadar.

Üstelik sadece göreceli olarak üretime katkı düşmüyor, AB’nin büyüme hızı da düşüyor.  AB 2000’lerde %3 büyürken, şimdi bu oran %1’lere düşmüş durumda. Almanya ise 2 yıldır sıfırın hemen altında büyüyor, daha doğrusu küçülüyor.

Bu koşullarda bir paylaşım savaşına hazırlıktan başka bir şey olmayan Avrupa Güvenlik Mimarisine Türkiye’nin katkısına bakabiliriz.

Daha önce Türkiye’nin Avrupa Çöp Mimarisine katkısı nedeniyle bir çöplüğe döndüğünü biliyoruz veya Avrupa Göçmen Mimarisinin Türkiye’yi bir toplama kampına çevirdiğini.

Ayrıca şunu da biliyoruz; Türkiyeli emekçi çocuklarının hiçbir emperyalist projenin ve savaşın hizmetine verilmesine izin vermeyecek halkımız.

                                                      /././

Cumhuriyetçi Cephe’de emeğin önemi -Atilla Özsever-

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi, Cumhuriyetçi bir cephenin oluşumu için 25 Mayıs’ta Ankara’da bir kurultay düzenliyor. Laiklik ve bağımsızlık ilkelerinin ön plana alındığı bu girişimde emeğin ağırlığının da bulunması üzerinde duruldu.

Cumhuriyetçiler, siyasal İslamcı “Tek adam rejimi”nin baskıyı giderek artırdığı bu ortamda belli ilkeler ve bir program çerçevesinde harekete geçiyor. Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM), mevcut rejime karşı siyasal bir yol haritasının belirlenmesi ve Cumhuriyetçi bir cephenin yaratılması amacıyla Ankara’da bir kurultay düzenliyor.

25 Mayıs 2025 tarihinde Ankara’da düzenlenecek Cumhuriyetçiler Kurultayı’nda, 1923 Devrimi’nden hareketle bugünlere nasıl gelindiği, ekonomide halkın egemenliğinin nasıl kurulacağı, antiemperyalist mücadele ve laikliğin yeniden nasıl inşa edileceği konu başlıkları tartışılacak.

THTM Yürütme Kurulu Üyesi Aydemir Güler ile birlikte meclisin kurucu üyeleri gazeteci Zülal Kalkandelen ve akademisyen Kaan Arslan, önceki gün (10 Nisan 2025) İstanbul Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde konuya ilişkin bir toplantı düzenledi.

Bu toplantıda Cumhuriyetçiler Kurultayı’nın amacı, nasıl bir yol izleneceği, özellikle laiklik ve bağımsızlık konularında nasıl bir mücadele verilmesi gerektiği konuları üzerinde duruldu. Ayrıca bu kurultay süreci sonunda oluşturulmak istenen Cumhuriyetçi Cephe’de emek kesiminin de ağırlığının bulunmasına vurgu yapıldı.

İlkeler ve program

THTM Yürütme Kurulu Üyesi Aydemir Güler, siyasal iktidarın Cumhuriyeti tasfiye etmeye kalktığı, toplumda bu sürece karşı konmaya çalışıldığı ancak Cumhuriyeti savunmak için bir programa da ihtiyaç bulunduğunu söyledi.

Aydemir Güler, laikliğin bir halk aydınlanması olarak güncellenmesi gerektiğini, bağımsızlığın da önemli bir Cumhuriyet ilkesi olduğunu belirtti. Güler, oluşturulacak bir Cumhuriyetçi Cephe’de ilkelerin önemli olduğunu, politik bir türdeşlik yerine farklı politik kesimlerin ilkeler zemininde bir araya gelmesinin amaçlandığını ifade etti.

Gazeteci Zülal Kalkandelen de, liberal “İkinci Cumhuriyetçilerin” katkısıyla bir istibdat rejiminin kurulmak istendiğine dikkat çekerek laikliğin yeniden toplumca benimsenmesinin önemi üzerinde durdu.

Akademisyen Kaan Arslan da, laiklik ve bağımsızlıkla birlikte emekten yana bir Cumhuriyeti savunmanın gereğine işaret etti. Arslan, Türkiye’nin bir yol ayrımında bulunduğunu, ülkenin ya daha karanlık bir sürece evrileceğini ya da Cumhuriyetin yeniden ayağa kaldırılabileceğini söyledi. 

Emeğin ağırlığı

Toplantıda daha sonra gazetecilerin ve katılımcıların soru ve katkılarına geçildi. Emek kesiminin, daha doğrusu işçi sınıfının bu sürece daha etkin bir şekilde katılımının nasıl sağlanabileceği tartışmaya açıldı.

Cumhuriyetçi bir cephenin oluşumunda laiklik ve bağımsızlık kadar emek faktörünün de önemine değinilerek bunun nasıl gerçekleştirilebileceği, işçi örgütlerinin, sendikaların bu süreçte ne gibi işlevlerinin olabileceği üzerinde görüş alışverişinde bulunuldu.

THTM Yürütme Kurulu Üyesi Aydemir Güler, bu konuda görüşünü açıklarken sosyal devlet anlayışının önemine değindi ve emekçilerin mutlaka Cumhuriyetçilerin içinde olması gerektiğine vurgu yaptı. Güler, “Günümüzde işçi sınıfının mücadelesi parçalı bir düzeyde devam ediyor. Ne yazık ki bu süreçte toplu bir işçi hareketi mücadelesi oluşamıyor. Bunun için çaba harcamalıyız” diye konuştu.

Zülal Kalkandelen de, Cumhuriyetçiler Kurultayı’ndaki ekonomi konulu tartışmaya sendikaların da katılması gerektiğini belirtti. Kalkandelen, emeğin sınıf siyasetinin öne çıkarılmasını, işçi sınıfını bölmeyi amaçlayan kimlik politikasından kaçınılması gerektiğini savundu.

Kaan Arslan da, Cumhuriyeti savunmanın sadece laiklik mücadelesine indirgenemeyeceğini, emek mücadelesinin de son derece önemli olduğuna değindi.

Kurultay programı

İstanbul’daki toplantıda, 25 Mayıs’taki Cumhuriyetçiler Kurultayı’nın program taslağı da katılımcılara dağıtıldı. Taslak programda, dört oturum halinde Cumhuriyetin tarihsel süreci ve kayıpları, ekonomi, laiklik ve bağımsızlık konu başlıkları bulunuyor.

Ekonomi başlığında, “Ekonomide halk egemenliği nasıl kurulur? Merkezi planlamanın önemi nedir? Holdinglerin yarattığı tahribatı nasıl ortadan kaldıracağız” ara başlıkları yer alıyor. Bu konu başlığında emek faktörüne, işçi sınıfının mücadelesine doğrudan doğruya bir atıf yapılmadığı görülüyor.

Taslak olan bu programda, emeğin konumuna da bir ara başlıkla yer verilmesi uygun olabilir. Emek örgütü temsilcilerinin konuşmacı olarak bulunması, böyle bir cephe girişimine nasıl baktıkları dikkati çekebilir.

Cumhuriyetçi Cephe’de işçi sınıfının hem nitel, hem nicel anlamda varlığının yer alması, emeğin sorunlarının ve çözüm yollarının da böyle bir programa dahil edilmesi, faşizan bir sürece karşı mücadelede son derece önemli olabilecektir…

                                                            /././

soL




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -23 Nisan 2025"

İlericilik mücadelemizin önemli bir basamağı: 23 Nisan       -Orhan Gökdemir- Çocuk saflığında ve tazeliğinde bir yeni Cumhuriyet heyecanıyl...