Birgün "Köşebaşı + Gündem" -15 Nisan 2025 -

Durduğunda düşecek -Yaşar Aydın-

Tek adam rejimi, durduğunda düşeceğinin ve bir daha kalkamayacağının farkında olarak ilerliyor. Kısa süre içerisinde sonuç almak için tam gaz muhalif kesimlere yükleniyor. Öte yandan Saray rejimi, iktidar olanaklarına ve Trump’a güveniyor. Ancak sokak testinden geçen muhalefet güçleri, AKP’ye bu araçların artık yeterli olmadığını gösterdi.

Tek adam rejimi için iktidarda kalmanın tek yolu, baskı ve zorla ülkeyi yönetmek. ABD'nin aktif desteğine güvense de bu durum, ülke içinde yeterli etkiyi yaratmıyor. Üstelik muhalefet, tüm baskı ve tutuklamalara rağmen daha önce olmadığı kadar canlı. Bu durum, iktidarın beklediği gibi kolay kolay sönümlenecek gibi görünmüyor.

Eğer Erdoğan’ın tek derdi muhalefet olsaydı, belki bu durumu aşardı. Ancak başka dertleri de var.

Öncelikle Bahçeli’nin sağlık sorunları Erdoğan’ı çok zor durumda bıraktı. Ne zaman dara düşse, ikili yan yana gelir; ortak mesaj vererek bürokraside ve tabanlarında yaşanan kafa karışıklığını giderirdi. Ancak Bahçeli’nin yalnızca telefon görüşmeleri ve sosyal medya paylaşımlarıyla sınırlı siyasal aktivitesi, aynı etkiyi yaratmıyor.

Bölgede ve ülkede siyasetin ateşi yüksek; kimsenin beklemeye zamanı yok. Erdoğan, mahiyetiyle birlikte şimdi bu boşluğu doldurmaya çalışıyor. Közden kestaneyi kendi elleriyle almak zorunda kalıyor.

BİRDEN FAZLA ENGELİ VAR

Ekonomideki kötü gidişat durdurulamıyor. Üstelik Trump’la birlikte dünya ekonomisi de diken üstünde. Ülkeye ne doğrudan yatırım ne de sıcak para gelecek gibi duruyor. Şimşek’in politikaları iflas etmiş gibi görünüyor.

Halkın çok önemli bir bölümü değişim talebinde ısrarlı. Erdoğan’ın

“İBB’de yolsuzluk var” açıklamalarına, kendi tabanında bile yüzde 40 oranında itiraz geldi.

Muhalefetin acemiliklerine rağmen halkın tek adam rejimine karşı duruşu değişmedi. Bir anlamda inisiyatifi aldı ve iktidarı, hiç bilmediği bir alanda siyaset yapmaya zorladı.

Artık Erdoğan’ın karşısında, alışık olduğu gibi tek bir insan yok; bir irade ve onun “rejim değişmeli” sözünde özetlenen talepleri var. Üstelik bu irade, artık yüzde 50’nin çok üzerinde.

Suriye’de işler Ankara’nın istediği gibi gitmedi. Artık İsrail ve ABD’nin sözü geçerli. Trump’ın tüm yanıltma girişimlerine rağmen Colani, aslında kimin “adamı” olduğunu gösterdi.

Normal bir ülkede, normal bir iktidar bu manzaraya bakar, biraz nefes almak ve durumu anlamak için durur. Ama ne AKP normal bir iktidar ne de tek adam rejimiyle yönetilen Türkiye normal bir ülke. Bu yüzden iktidar, işin sonunun nereye varacağını bilmeden körlemesine ilerlemek zorunda. Ya da ilerlediğini sanıyor.

MUHALEFETİN GÜCÜ

İktidarın 19 Mart’taki siyasi darbe girişiminin muhalefet açısından birden fazla sonucu oldu. İlk ve en önemli sonucu, halkın iktidar uygulamalarına karşı aktif bir tutum alarak siyasete müdahale etmesi oldu.

Diğer önemli sonuç ise CHP’deki dağınıklığın ve iç gerilimin giderilmesiydi. Artık iktidara karşı mücadelenin önemli merkezlerinden biri ana muhalefet partisi CHP olacak.

Sadece ana muhalefet partisi olmasıyla değil, en güçlü cumhurbaşkanı adayının da varlığıyla bu durum pekişiyor. Bu, bir anlamda avantaj gibi görünse de muhalefet için dezavantaja da dönüşebilir.

Sadece CHP’ye ve İmamoğlu’na sıkışan bir muhalefet, kısa sürede zemini tekrar Erdoğan’ın en iyi bildiği alana çekebilir.

Milyonlar siyasete yeniden ısınmış ve devreye girmişken, “Saray’a karşı halk” en doğru yaklaşım olacaktır. Muhalefetin açığa çıkan ve iktidarın ezberini bozacak gücü de burada yatıyor.

“Duran düşer” gerçeği sadece iktidar için değil, muhalefet için de geçerli.

İktidarın yolu ve menzili belli. Muhalefet 19 Mart sonrası açılan güzergahtan çoğalarak ilerlemeyi başarırsa sadece ezber bozmayacak dengeyi de değiştirecek. Bu da aslında çok önce gerçekleşmesi gereken rejimin yenilgisi, iktidar değişiminin ön anahtarı olacaktır.

∗∗∗

YOLUN BAŞINDAYIZ

Arkadaşımız Timur Soykan, gözaltı sırasında gazetemize yolladığı mesajında “Patronumuz yok ama sahipsiz değiliz” yazıyordu. Bugün 21. yaşını dolduran BirGün sanırım bu sözle daha iyi anlatılamazdı.

Sabahın kör karanlığında eviniz basıldığında ve gözaltına alındığınızda bile içinizde böyle bir duygu oluşuyorsa, çok ciddi bir eşik atlanmış demektir.

BirGün’ün 20. yaş belgeselinde Oğuzhan Müftüoğlu, öncülümüz Demokrat Gazetesi’yle ilgili o dönem Cumhuriyet’te çalışan Uğur Mumcu’nun bir anısını anlatmıştı:

Uğur Mumcu, Ankara’da Cumhuriyet’in üst katında bulunan Demokrat’ı ziyarete gider. Ziyaret sırasında üzeri gazete serili bir masada kavun-karpuz, domates-zeytin yiyen çalışanları görür.

Cumhuriyet’e döndüğünde arkadaşlarına şöyle der:

“Boşuna beklemeyin, bu gazete batmaz.”

Timur’un mesajı elimize ulaştığında bende de tam böyle bir duygu uyandırdı.

Yarattığı hava, oluşturduğu dayanışma ağı ve büyük sahiplenme duygusu, BirGün’ü yalnızca bir gazeteden öteye taşıyor.

Gazetemiz, 14 Nisan 2004’ten bu yana AKP’li iktidar döneminde çok sayıda değişime tanıklık etti. Son yıllarda ise dozajı sürekli artan baskı dönemlerinden geçti.

Her etapta mukavemetini artırarak, baskıya karşı güçlenerek çıktı.

Bunda kuşkusuz en önemli etken, okurla kurduğu güçlü ilişkidir. Her koşulda desteğini esirgemeyen toplumsal muhalefet güçlerinin varlığı ve kökü Anadolu’nun derinliklerine uzanan devrimci siyasal geleneğin yol açıcılığı, çok önemli bir fark yaratıyor.

Ancak bir parantez de genç yaşlarında büyük zorlukların altına giren, deyim yerindeyse BirGün’le büyüyen arkadaşlarımız için açmak gerekiyor.

Onların dirayetli duruşu, bu güzel öykünün ortaya çıkmasında çok büyük rol oynadı.

Bir gün AKP’li yıllara ilişkin medya tarihi yazıldığında, mutlaka her biri onlarca davadan yargılanan bu arkadaşlarımıza genişçe yer ayrılacak ve “yüz akları” olarak anılacaklardır.

İyi ki BirGün var.

İyi ki onu yaratan okurları, dostları var.

Ve iyi ki yolu BirGün’le kesişen ya da kesişmeyen tüm onurlu gazeteciler var.

Doğum günün kutlu olsun.

                                                          /././

“Adam endokrinci kiralamış”-Osman Öztürk-

“Sağlıkta Ortak Gelecek” başlıklı OHSAD Kurultayı’nda konuşan dernek başkanı Bahat “Adam endokrinci kiralamış, hizmet veriyor” dedi. Endokrinci olabilmek için 19 yılını vermiş ve özel hastane patronları tarafından kiralanan, alınıp satılan bir nesneye dönüşmüş.

Türkiye’de eskiden de özel hastaneler vardı. Bir kısmı Osmanlı’dan kalma azınlık hastaneleri, bir kısmı daha çok doktorların bir araya gelip kurdukları özel hastanelerdi. Özel sağlık kurumlarının daha yaygın biçimi ise mahalle arasındaki özel dispanserler, polikliniklerdi.

AKP iktidara geldiğinde önce “Bütün hastanelerin kapılarını sigortalılara açtık” diyerek Sosyal Güvenlik Kurumu, SGK’nin kasasını özel hastanelere açtı. Sonra eskiden bıçak parası denilen yasadışı ödeme biçimini ilave ücret adıyla yasallaştırdı.

∗∗∗

“Yasallaştırdı” demem lafın gelişi. Güya “Özel hastaneler SGK’nin belirlediği fiyatın iki katına kadar ilave ücret alabilir” diye sınırlama getirdi ama özel hastanelerin bu sınıra uymayacağı, SGK’nın da özel hastanelerde yıllık yetmiş milyona yaklaşan hasta başvurularını denetleyemeyeceği zaten baştan belliydi.

Nitekim de öyle oldu.

Geçenlerde yazmıştım. Misal; özel hastanelerin kardiyoloji muayenesi için en fazla 336 TL alabilmesi gerekiyor. Oysa benim aradığım özel hastaneler 2 bin TL’den başlayıp 5 bin 500 TL’ye kadar fiyat vermişlerdi.

O yazımda kabaca bir hesap da yapmıştım. İlave ücret soygununun yıllık miktarı yüzlerce milyar TL çıkmıştı.

Neticede özel sağlık sektörü AKP’yle birlikte şaha kalktı. Bir elini SGK’nın kasasına, bir elini hastaların cebine daldırıp büyüdükçe büyüdü. AKP’nin iktidara geldiği yıl 271 olan özel hastane sayısı 565’e, 12 bin 387 olan hasta yatağı sayısı da 43 bin 878’e çıktı.

∗∗∗

AKP döneminde özel sağlık sektörü sadece büyümekle kalmadı, aynı zamanda tekelleşti. Mahalle aralarındaki dispanserler, poliklinikler ortadan silindi, yerlerini beş yıldızlı hastaneler aldı. Eskisi gibi doktorların bir araya gelip hastane kurma işi de hayal oldu. Özel hastanecilik büyük sermaye gerektirir hale geldi.

Sermaye sınıfı her ne kadar işçilerin örgütlenmesini bastırmak için elinden geleni ardına koymasa da kendisi örgütlenmeden durmaz.

Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Derneği, OHSAD işte böyle doğdu.

Adının “dernek” olmasına bakmayın; Mehmet Müezzinoğlu, Fahrettin Koca örneklerinde gördük, doğrudan Sağlık Bakanlarını belirleyecek güce sahipler.

∗∗∗

“Sağlıkta Ortak Gelecek” başlıklı 14. OHSAD Kurultayı geçtiğimiz hafta sonu Antalya’da, dört gecelik konaklama ücretinin 1.775 Avrocuk olduğu otelde yapılmış.

Sağlık Bakanı, Çalışma Bakanı, Sağlık Bakan Yardımcısı, SGK Başkanı, Cumhurbaşkanlığı Sağlık ve Gıda Politikaları Başkan Vekili, Genel Sağlık Sigortası Müdürü, Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdürü, Bilgi Sistemleri Genel Müdürü, Uluslararası Sağlık Hizmetleri Genel Müdürü, Mevzuat İşleri Daire Başkanı, sağlıkla ilgili ne kadar bürokrat varsa hastane patronlarının karşısında arzı endam eylemişler.

Önce birlikte Ortak Akıl Toplantısı yapmışlar. Sonra diğer oturumlara geçmişler.

Bu arada “Özel Sağlık Kuruluşlarında Pazarlama ve Marka Yönetimi”, “Sağlık Alanında PR Çalışmaları Nasıl Olmalı?”, “Sağlık Sektöründe Kamuoyu Yönetimi” gibi memleket sağlığı için fevkalade lüzumlu ve faideli konuları da ihmal etmemişler.

∗∗∗

Kurultayın açılış konuşmasını OHSAD Başkanı Reşat Bahat yapmış. Hani, şu salgın döneminde “Biz COVID hastalarına bakamayız. Devlet bizim hastanelerimize el koysun, salgından sonra geri versin” diye ağlayan arkadaş.

Her hatır sorana “İşler kesat” cevabı veren Mahmutpaşa esnafı gibi açılışta gene ağlamış. Ertesi günkü konuşmasında da ağlamaya devam etmiş.

“Ağlamış” derken benim yakıştırmam değil, kendi sözleri; “Derdimiz var, nasırımız var, acıyor, ağlıyoruz!”

Peki dertleri neymiş?

Zaten itibar erozyonu yaşıyorlarmış, skandal haberler morallerini çok bozuyormuş, SGK’nın fiyatları yükselmezse bu yılı çıkaramazlarmış. Sağlık Bakanı’nın kendilerinin avukatı olması gerekiyormuş.

Ne yapsalar ceza yiyorlarmış. Sağlık Bakanlığı ayrı ceza, SGK ayrı ceza yazıyormuş. Cezalardan bıkmışlarmış. Her denetlemede savunma mı istenirmiş? Bütün üyeleri dehşet içindeymiş.

Çok orijinal bir modelimiz varmış ama model çatır çatır sesler veriyormuş. “Artık bu pantolon yama tutmaz”mış!

∗∗∗

Bahat’ın konuşmasında en dikkatimi çeken özel hastanelerin nasıl çalıştığını anlatırken kurduğu “Adam endokrinci kiralamış, hizmet veriyor” cümlesi oldu.

Endokrinci dediği altı yıl tıp okumuş, üzerine dört yıl dahiliye ihtisası, üç yıl yan dal ihtisası, bu arada altı yıl da mecburi hizmet yapmış bir hekim.

Yani endokrinci olabilmek için hayatının toplam on dokuz yılını vermiş. Ve şimdi özel hastane patronları tarafından kiralanan, alınıp satılan bir nesneye dönüşmüş.

∗∗∗

Marx ve Engels Komünist Manifesto’da “Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi haline getirdi.” demişti.

Bahat da aslında AKP’nin sağlık politikalarının doktorları getirdiği yeri tanımlamış.

Sebep olanlar gün yüzü görmesin.

                                                              /././

Liseler isyanda: ‘Öğretmenime dokunma!’-Gözde Bedeloğlu-

Gündemin ateşi hız kesmeden, üniversitelerden liselere doğru yayılmaya devam ediyor. Peki neler oluyor? Tarihi on yıl öncesine geri saralım. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), 2015’te ‘özel proje okul’ uygulamasını başlatarak, aralarında Kadıköy Anadolu Lisesi, İzmir Atatürk Lisesi, Çanakkale Fen Lisesi ve Kabataş Erkek Lisesi gibi Türkiye’nin en başarılı okulların olduğu 155 eğitim kurumunu ‘özel proje’ kapsamına almıştı. Güncel MEB verilerine göre bu sayı 2 bin 300’ü bulmuş durumda. Uygulama ile, MEB tarafından belirli kriterlerle seçilen ve özel eğitim modellerinin uygulanacağı söylenen bu okullara yapılacak öğretmen atamaları ve yönetici görevlendirmeleri doğrudan bakanlığa bağlanmıştı.

***

Öğrenciler atamalara tepki göstermiş, liselerden yüze yakın bildiri yayınlanmış ve mezuniyet törenlerinde öğrenciler okul yöneticilerine sırtlarını dönmüştü. MEB, sekiz yıldan fazla görev yapan öğretmen ve yöneticilerin başka okullara tayin edilmesine karar vermiş ve öğrenciler hocalarını gözyaşlarıyla uğurlamak zorunda kalmıştı. 2016 yılında Kabataş Erkek Lisesi’ne atanan müdür yardımcısı Şakir Voyvot’un, 2014 yılında Anadolu Gençlik Derneği’nin bir toplantısında söylemiş olduğu, “Artık bütün okullarımızın imam hatip lisesi gibi olma zamanı geldi” cümlesi de ‘proje okul’ uygulamasıyla ilgili şüpheleri ve gerilimi artırmıştı.

***

Uygulamaya dair endişelerin başında kadrolaşma geliyordu. Ayrıca atamaların şeffaflıktan uzak ve nesnel kriterlerden yoksun oluşu sürecin tamamen siyasi ve idari takdirle şekilleneceğini düşündürüyordu. On yıl öncesinden bugüne bakıldığında her ikisinde de ne kadar haklı olunduğu ortada. Tartışmalı mülâkat sistemi hâlâ yürürlükte. Öğretmenlerin yandaş sendika üyeliklerinin atamalardaki pozitif etkisi biliniyor. Konunun yeniden gündeme taşınması, 2025 yılı öğretmen ve yönetici görevlendirme sonuçlarının 8 Nisan’da açıklanmasıyla oldu. Buna göre, İstanbul başta olmak üzere birçok ildeki proje okul öğretmenlerinin, göreve kendi okullarında devam etme talepleri reddedilerek, başka yerlere tayin, bir bakıma sürgün, edildiler.

***

‘Proje okul’ kapsamındaki kurumlara görevlendirmeyle gelen öğretmenler dört yılın sonunda MEB’e başvurarak, görev yaptıkları okulda devam etme ya da başka okula geçme talebinde bulunuyordu. Ancak bu yıl, bazı öğretmenlerin talepleri dışında tayin edildiği ve sayının önceki yıllara göre daha fazla olduğuna dair iddialar var. Eğitim-Sen bu atamalarda muhalif görüşlü öğretmenlerin görev yerlerinin değiştirildiğini savunarak, öğretmenlerin büyük bölümünün, daha önce boykot ve iş bırakma eylemlerine katılan isimler olduğuna dikkat çekti.

BirGün’den Kayhan Ayhan’a konuşan Eğitim Sen Genel Başkanı Kemal Irmak, “Bakanlık, herhangi bir kriter ilânı yapmadan; kıdem, hizmet puanı ya da mesleki yeterlilik gibi objektif göstergelere bakmadan, istediği öğretmeni ya da eğitim yöneticisini proje okullarına atayabilmektedir. Emek, birikim ve mesleki yetkinlik yok, adalet yok, hakkaniyet yok” dedi. Tüm eğitim emekçilerini birlikte mücadeleye çağırdı. Şehremini Anadolu Lisesi’ne sınavla yerleşen ve 25 yılın üstünde çalışan Eğitim-Sen üyesi bir öğretmen de, atama listelerinin tamamına yakınının, yandaş sendika temsilcileri ve üye müdürleri tarafından hazırlanan listelere göre yapıldığının bilindiğini ama dedikodu denilerek geçiştirildiğini anlattı.

Ekrem İmamoğlu’nın otuz yıllık diplomasının iptal edilmesinin özellikle gençler üzerindeki olumsuz etkisini bizzat kendi anlattıklarından biliyoruz. Milyonlarcası, iktidarın ayrıcalıklılar kulübüne üye olmadıkça, okuyarak ve çok çalışarak bir yerlere gelinebileceğine dair inancını yitirmiş durumda. Hem okusa ne olacak ki, İmamoğlu’nun bile diplomasını elinden almadılar mı? Gençler, eğitimin kalitesizliğinden işsizliğe, ekonomik çöküşten baskı ve yasaklara kadar pek çok kaygı verici sorunu bir arada yaşıyor. “Her şey çok güzel olacak” diyen tutuklanıyor, henüz hayatının başındayken, hakkında siyasi yasak talep ediliyor. Eskiden üniversite öğrencileri harçlığını çıkarmak için saatlik işlerde çalışırken, şimdi mesai arasına derslerini, sınavlarını denk getirmeye çalışıyor. O da, bu yaşadıklarının hesabını sorarken tutuklanmazlarsa tabii..

İktidar, gençlerin mutlu ve umutlu kalabilmek için tutunduğu her dalı kırmak için azami çaba içinde. Ancak ne kayyım rektörler üniversite öğrencilerini, ne de atama projeci yöneticiler liseleri dizginleyebilmişe benziyor. İmamoğlu’nun tutuklanmasından bu yana geçen üç haftalık sürede Merkez Bankası rezervlerindeki düşüş devam ediyor. Buna karşın, 2024 KPSS ile yapılacak atamalar için 30 bin öğretmen konuşulurken, tasarruf tedbirleri yüzünden sayının 13 bini geçmesi de beklenmiyor. Kaosa para harcamaktan, eğitime öğrenciye sıra gelmiyor.

                                                                    /././

Okul müdüründen eylemlere engel: Okul 5 gün tatil edildi

Fotoğraf: Eyüpsultan Anadolu Lisesi müdürü Serkan Akgöl


Proje okullarında görev yapan öğretmenlerin kadro dışı bırakılması nedeniyle başlayan öğrenci eylemleri sürerken Eyüpsultan Anadolu Lisesi müdürü Serkan Akgöl, 12. sınıf temsilcilerine WhatsApp’tan ses kaydı atarak, "Bir hafta boyunca izinlisiniz okula gelmeyeceksiniz" dedi. Derse giden 12. sınıf öğrencileri okula alınmazken bir öğretmen ise öğrencilere destek vermesi nedeniyle görevden uzaklaştırıldı.(https://www.birgun.net/haber/okul-mudurunden-eylemlere-engel-okul-5-gun-tatil-edildi-615455)

                                                                  ***

Trump’ın zikzakları -Hayri Kozanoğlu-

Donald Trump üç ayı dolmadan güvenilmez, aklına eseni yapan, çok iddialı biçimde sunduğu politikalarda dahi sağlam duramayan bir imaj verdi. Trump’ın asıl amacının ABD’nin hegemonyasını restore etmek olduğu açık. Ancak bu saldırganlığın ters tepmesi, Pekin’in işine gelmesi olasılığı da var.

Trump devrinde ekonomi ile ilgili bir yazı yazmak, giderek daha dinamik, heyecanlı, bir o kadar da stresli bir uğraş haline geldi. Çünkü siz tam yazı başına oturuyorsunuz; ya hazret yeni bir demeç patlatıyor, ya da bir devlet kurumundan beklenmedik bir açıklama geliyor, tüm denklemler değişiyor. Bunun en son örneği 12 Nisan Cuma akşamı yaşandı ve bilgisayarlar, akıllı telefonlar, çipler, çip üretiminde kullanılan makineler, işlemciler, modemler, güneş panelleri gibi teknoloji ürünlerinin ek tarifelerden muaf tutulacağı bildirildi. Bu mallar sadece ilk hamlede ilan edilen %20 gümrük vergisine tabi olacak dendi. Derken bu adımların geçici  olduğu, “ulusal  güvenlik “ soruşturmalarından sonra tekrar yürürlüğe gireceği haberi geldi. Bilinmez siz bu yazıyı okurken belki de tablo tamamen değişmiş olur!

Düşünün bir kere %145’e varan vergiler açıklanmış, birçok siparişler iptal edilmiş, bazı gemiler yoldan çevrilmiş, panikle birtakım ithalat öne çekilmiş, ABD’ye varan bir kısmına yüksek vergiler ödenmiş. Böyle bir kargaşa ortamı belirsizlikten hazzetmeyen kapitalizmin işleyiş mantığına da aykırı. Bu koşullarda bırakın uzun vadeli yatırım kararı almayı, sipariş vermek dahi riskli. Tüm bu gelişmeler ekonominin çarklarını yavaşlatarak, yaratacağı bir arz şoku sonrası üretim ve istihdamı aşağı çekecek ölçüde önemli.

PERDE ARKASI LOBİ FAALİYETLERİ

Trump sürekli kameraların önünde, o anda aklına geleni söyleyerek meddahlık icra ediyor gibi bir izlenim veriyor. Ama belli ki perde arkasında lobi faaliyetleri, pazarlıklar sürüyor. Zaten kabinesi servet sahiplerinin vekillerinden değil bizzat kendilerinden oluşuyor. Trump 2.0 dönemi başladığında bakanlarının toplam serveti 340 milyar doları buluyor, Biden’ın ekibinin 118 milyon dolarlık mal varlığının 2.881 katına ulaşıyordu. Yani tarihin gördüğü en plütokratik yönetimiyle karşı karşıyayız. Ancak yine de çıkarı zarar gören, yeterince gözetilmediğini düşünen patronlar gerektiğinde hemen devreye giriveriyor, tavizler koparmaya gayret ediyor.

Bunların başında Apple geliyor. İPhone üreticisi dev şirketin piyasa değeri gümrük vergilerinin keskince artışıyla 640 milyar dolar gerilemişti. Bu planda ısrar edilmesi halinde, bir akıllı telefonun 3.500 dolardan daha ucuza satılması olanaklı görünmüyordu. Çünkü şirket üretiminin %80’ini Çin’de gerçekleştiriyor. ABD’ye yönelik ihracatın ikinci büyük üretim üssü Hindistan’a yıkılması halinde bile toplam ABD talebinin sadece %40’ının karışlanabileceği bildiriliyordu. Ayrıca Çin’in uzman mühendislerini ve ilgili yedek parçalarını Hindistan’a kaydırarak üretimi hızlandırmak konusunda istekli davranmadığı görülüyordu.

ABD’nin akıllı telefon, elektronik eşyalar, video oyunları gibi önemli ithalat kalemlerinin dörtte üçü Çin’den geliyor. Listeye dahil edilmeyenler ise oyuncaklar, hazır giyim, örneğin Trump figürlü beyzbol şapkaları, mutfak gereçleri gibi daha az hayati ürünler. Buna karşın Çin’in mısır, soya gibi tarım ürünlerine koyduğu vergiler yerinde duruyor. Bu durum Amerikalı çiftçilerin ciddi tepkisine yol açabilir.

TRUMP’IN İNANDIRICILIĞI KALMADI

Trump ikinci döneminde daha üç ayı dolmadan güvenilmez, aklına eseni yapan, çok iddialı biçimde sunduğu politikalarda dahi sağlam duramayan bir imaj verdi. Uyguladığı ekonomi politikaları neoliberaller dahil, kamuoyunda belirli bir etkisi bulunan hiçbir iktisatçının desteğini alamadı. Kendi avenesi dışında ne ekonomik ne politik ne de kültürel elitler nezdinde itibar kazanamadı. Ancak ayırt edici bir özelliği var; aynı Ronald Reagan örneğindeki gibi sade yurttaşlarla doğrudan diyalog kurabiliyor. Demagojik söylemleriyle en azından onların bir kısmı üzerinde etki yaratabiliyor.

Zaten ortalama Amerikan ailesi Biden döneminde, ara ara tekrarlanan nakit ödemeleri dışında, ekonomik koşullarını düzelten, ev alma, çocuklarının üniversite taksitlerini ödeyebilme, yavaş ama sürekli refah artışları sağlayan “Amerikan rüyasının” uzağında kalmıştı. Başta sağlık programı Medicaid sosyal programların budanması, özellikle gıda ve temel ihtiyaç maddelerinde enflasyonun alt edilememesi Demokrat Parti’nin seçim hezimetini getirmişti. Trump’la birlikte enflasyonun daha da yükselmesi, Elon Musk’ın başında bulunduğu DOGE programıyla kamusal hizmetlerin, sosyal programların yerle bir edilmesi geniş kitlelerin ciddi tepkisini çekmeye aday görünüyor.

FAŞİST YÜZÜ DAHA FAZLA ORTAYA ÇIKACAK

Bu durum yüksek olasılıkla Trump’ın ırkçı, cinsiyetçi, iklim değişikliği inkarcısı, yabancı düşmanı politikalarına hız vermesine; Erdoğan’a  benzer biçimde  kuvvetler ayrılığı ilkelerini tamamen çiğnemesine; baskıcı bir rejimi yerleştirme gayretlerini sıkılaştırmasına yol açacak. Az eğitimli, reaksiyoner kitleleri, faşist örgütlenmelerle seferber etmesi olasılığı dahi gündeme gelebilecek.

Trump’ın 90 gün süreyle gümrük vergilerini hafifletmesiyle borsalardaki panik duruldu gibi. Ancak hem hisse senedi endeksleri ciddi düşüş kaydetti, hem de Amerikan tahvil faizleri ciddi yükseldi. Normalde borsalar düşerken; hem güvenli liman olarak tahvillere sarılınır, hem de endekslerin toparlanması için faizlerin düşürülmesi beklenir, dolayısıyla faiz oranlarıyla ters yönde seyreden tahvil fiyatları yükselirdi. Bu kez tam tersi oldu. Buradan, Trump’ın politikalarının finansal sisteme olan güveni zedelediği, dolardan kalıcı bir kaçışı tetiklediği, 36 trilyon dolarlık ABD kamu kağıtlarından çıkışın gerçekleştiği sonucunu  çıkarmak olanaklı. Ayrıca söz konusu politikaların öngörülenden de yüksek bir enflasyona yol açması, o nedenle faizlerin tırmanması, tahvil fiyatlarının düşmesi, ABD ekonomisinin stagflasyona sürüklenmesi tehlikesi de öngörülüyor olabilir.

ÇİN SÜRECE DAHA HAZIRLIKLI

ABD’nin küresel hegemonya mücadelesinde Çin’i başlıca rakip gördüğü, bu nedenle Pekin’e karşı hasmane ticaret savaşları başlattığı söylenebilir. Gelgelelim bu saldırganlığın ters tepmesi, gelişmelerin Çin Komünist Partisi yöneticilerinin işine gelmesi olasılığı da var. Şöyle ki, Çin uzun süredir büyüme hızının yavaşlaması ve konut piyasalarındaki krizin atlatılamaması sorunlarıyla karşı karşıya. ABD’nin Çin’in ihraç ürünlerine engeller koyması, Xi Jinping’in iç talebi canlandırmaya, geniş kitlelerin satın alma gücünü artırmaya dönük politikalara yönelmesini sağlayabilir.

Çinliler zaten ulusal duyguları güçlü, emperyalizm karşısında yek vücut olmaya hazırlıklı bir millet. Bu duygularla, zorluklara Amerikalılardan daha dirençli olmaları beklenir. Son zamanlarda medyada Mao Zedong’un “asla teslim olmayacağız, zafere kadar savaşacağız” yollu Büyük Yürüyüş, Çin Devrimi, Kore Savaşı gibi önemli tarihsel olaylardaki sözlerine bolca yer veriliyor. Çin’in “çok taraflılık, kurallara bağlı uluslararası düzen, serbest ticaret” gibi ABD’nin terk ettiği temalara sahip çıkması da diplomatik gücünü, uluslararası zeminlerdeki etki kabiliyetini artırabilir. Zaten Çin’in ihracatında ABD’nin 2018’de %20 dolaylarında gezinen ağırlığı bugün %15’e gerilemiş durumda.

ABD’NİN GERİLEYEN HEGEMONYASI

Açıkça görülen bir olgu, 90’larda kapitalist küreselleşme rüzgarlarının estiği dönemdeki “sınırları olmayan dünya”, “ulus devletin sönümlenişi” gibi beklentilerin boşa çıktığı; Trump’ın politikalarının, her ne kadar kendisi toprak ilhakı hülyaları kuruyorsa da, mevcut sınırları ve ulus devletleri temel alan bir zeminde belirlendiği, jeopolitiğin etkisini giderek daha fazla hissettirdiği. ABD’nin kendi kurduğu ve ayakta tuttuğu neoliberalizmin sembol kurumları Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası mali kuruluşları artık muhatap almadığı, tek tek ülkelerle Trump’ın emlak simsarlığında edindiği deneyimler rehberliğinde görüşme masasına oturduğu, bilek bükmeye dayalı bir strateji çerçevesinde pazarlıklar yürüttüğü…

Trump ve ekibinin asıl amacının ABD’nin gerileyen hegemonyasını imalat sanayini güçlendirerek restore etmek olduğu açık. Marksist iktisatçı Michael Roberts’a göre, ABD’nin hegemonyası 1971’de Richard Nixon’un altın standardına son vermesiyle doları altın bağı bulunmayan itibari bir para haline getirmesi, 1985’te Plaza Anlaşması ile Japonya, Almanya, Fransa ve Birleşik Krallığı paralarını güçlendirerek Amerikan imalat sanayinin önünü açmaya zorlaması gibi dönüm noktalarından bu yana gerilemeye devam ediyor. Trump’ın son çırpınışları da bu tarihsel eğilimi geri çevirmeye yetmeyecek gibi görünüyor.

                                                             /././

Yaşamını yitiren gencin ailesi açıkladı: "Fatma Zehra Kınık bize para teklif etti"-İsmail Arı-

Önceki Kızılay Başkanı Kerem Kınık’ın kızı Fatma Zehra Kınık, ölümüne neden olduğu 17 yaşındaki Batın Barlasçeki'nin ailesine “Para teklif edip uzlaşmak istedi.” Barlasçeki’nin ailesi ise “Kamuoyu bilsin, bu teklifi kabul etmiyoruz. Davamızdan vazgeçmeyeceğiz, bize destek olun” dedi.(https://www.birgun.net/haber/yasamini-yitiren-gencin-ailesi-acikladi-fatma-zehra-kinik-bize-para-teklif-etti-615486)

                                                                  ***

Şakanın büyüğü -Ayça Söylemez-

Saraçhane’deki eylem/mitingi haberleştirmek üzere orada bulunan gazetecilere açılan davada, gazeteci olduklarının kanıtlanması istendi.

Şaka yapmıyorum. Yani, ortada bir şaka var ama yapan ben değilim.

Gazeteci oldukları hem meslektaşları hem kamuoyu hem de yüce yargımızca gayet iyi bilinen Zeynep Kuray, Bülent Kılıç, Kurtuluş Arı, Yasin Akgül, Gökhan Kam, Ali Onur Tosun ve Hayri Tunç önce gözaltına alınıp tutuklandı, neyse ki kısa süre sonra tahliye edildiler.

Ardından da haklarında takipsizlik verilmedi ve beklendiği üzere dava açıldı. 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 32/1. maddesiyle suçlanıyorlar: “Kanuna aykırı toplantı veya gösteri yürüyüşlerine katılanlar, ihtara ve zor kullanmaya rağmen dağılmamakta ısrar ederlerse, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Peki, gazeteci değil “eylemci” olduklarına kim karar verdi? (Yürüyüşün kanuna aykırılığı ve eylemcilerin suç işlediği iddiası da ayrı bir tartışma ama konumuz bu değil.)

İddianameye göre, kolluk kuvvetleri… (Hala şaka yapmıyorum)

Aynen alıntılıyorum: “Şüphelilerin üzerine atılı suçlamayı kabul etmedikleri, şüphelilerden Bülent KILIÇ, Kurtuluş ARI, Yasin AKGÜL, Zeynep KURAY, Gökhan KAM, Ali Onur TOSUN ve Hayri TUNÇ'un alınan ifadelerinde gazetecilik ve foto muhabirliği faaliyeti kapsamında olay yerinde bulunduklarını beyan ettikleri ancak yapılan dosya tetkikinde şüphelilerin beyanlarını doğrulayacak nitelikte olay yerinde gazetecilik faaliyetini ifa ettiklerine dair kollukça herhangi bir tespit yapılmadığı, bu kapsamda şüphelilerin beyanlarını doğrulayacak nitelikte delil veya emare elde edilememesi karşında Cumhuriyet Başsavcılığımızca beyanlarına itibar edilmediği…”

Kolluğun, yani polislerin bu konudaki yetkinliklerini - moda deyimle liyakatlerini - geçtim, burada daha önemli bir sorun var. Gazeteci olduklarına ikna olmadınız da gazeteci olmadıklarına karşın ne gibi bir deliliniz var? İddia makamısınız ya hani…

Bülent Kılıç, davanın açılmasının ardından X’te şöyle bir paylaşım yaptı: “Sevgili dostlar, kişisel bir mesele için yardımınıza ihtiyacım var, 18 Nisan’da davam var, komik ve absürt biliyorum ancak gazeteci, foto muhabiri olduğumu kanıtlamamı istiyorlar. Elinde Saraçhane’de çekilmiş görüntüm olan varsa lütfen paylaşsın, teşekkür ederim.”

Ben de bunun üzerine, “Hukukta kaybolan değerlerimizden: Müddei iddiasını ispatla mükelleftir... Gazeteci arkadaşlarımızdan, gazeteci olmadıklarına dair iddialarının aksini kanıtlamalarını istiyorlar.”

Arkadaşlarımızın çoğu kamera veya fotoğraf makinesiyle alanda bulunuyordu. Ama gazetecilik faaliyeti sadece fotoğraf çekerek icra edilmez, sadece orada bulunup ortamı gözlemlemek, katılımcılarla konuşmak veya pankartları okumakla bile yapılabilir. Ayrıca orada mesleğinin ilk gününde haber yapmak için bulunan bir gazeteci arkadaşımız da olabilirdi, yani mevzubahis kişileri tanıyıp tanımadığımız da önemsiz.

Zaten konu bu da değil.

Konu (ya da şakanın büyüğü) şu: İddia makamı, suçlamasına delil olarak, sanıkların o suçu işlediğine dair mahkemeye delil sunmak zorunda. Ceza yargılaması 101… Ancak bu davada sanıklara, kendilerine yöneltilen suçu işlemediklerine dair delil sunması isteniyor.

Evet, ortada bir şaka var ama komik değil. Ha, “Bu hale de zaten hukuku fetişleştirerek geldik ve şimdi çıkışı da aynı hukukla arıyoruz, bizim büyük çelişkimiz” derseniz, sonuna kadar haklısınız. Ama toplumsal ilişkileri ve hayatı mevcut kanunlara göre düzenliyorsak, 21. Yüzyıl’da Engizisyon hukukuna bu hızla adapte olunmasının bizi biraz şaşırtması, en azından ciddiyetsiz gelmesi normal. Malum, 80 yıllık “demokrasi” arasında sona geldik, bildiğimiz hayat değişiyor, Yeni Ortaçağ’a uyum sürecimiz sancılı geçecek.

Neyse konumuza dönersek, iddia sahibi (burada savcılık makamı oluyor), iddiasını kanıtlamak zorundadır. Tersi değil. Yani mesnetsiz bir suçlamayı yöneltip suçsuz olduğunu kanıtla, demek, bizi (insanlığı) 5-6 yüzyıl geriye, bambaşka bir hukukun hüküm sürdüğü bir geçmişe götürür. Bakın, hukuksuzluk demiyorum, başka bir hukuk… Dolayısıyla bugün yaşadığımızın hukuksuzluk olduğunu savunup, gerçekte varolmayan bir kurtarıcıyı çağırır gibi ‘hukuka uygunluk’ çağrısı yapmak yerine, hem insanlığın yüzlerce yıllık ortak mücadelesi sonucu elde ettiği haklarımızı savunmak hem de kanun veya hukuk yerine adaleti talep etmek daha mantıklı görünüyor.

Çünkü komik olmayan şakalardan bıktık, artık gülmek istiyoruz.

                                                                /././

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Nisan 2025-

Öğrenciler, ‘İmamoğlu’ protestolarının 1. ayında Beyazıt Meydanı’nda toplandı; basın açıklaması polis ablukasında okundu, 1 Mayıs için Taksi...