soL "Köşebaşı + Gündem" -19 Nisan 2025-

Ali Koç'un Erdoğan ziyareti bunun için miydi? Tofaş'ın Stellantis'i devralması onayladı-19/04/2025-

Koç Holding'e ait TOFAŞ Türk Otomobil AŞ'nin, Stellantis N.V.'ye ait olan Stellantis Otomotiv Pazarlama AŞ'yi devralma işlemine onay verildi. İşlemin, Ali Koç'un AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'a ziyaretinden sonra onaylanması dikkat çekti.(Altı ay önce reddedilmişti)Tarafların Ekim 2024'te sundukları ilk taahhüt paketi Rekabet Kurulu tarafından yeterli görülmeyerek reddedilmişti.(https://haber.sol.org.tr/haber/ali-kocun-erdogan-ziyareti-bunun-icin-miydi-tofasin-stellantisi-devralmasi-onayladi-397630

Ali Koç bu sefer de Emine Erdoğan'ın derneğinin etkinliğini ziyaret etti -18/04/2025-

Dün AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı ziyaret eden Ali Koç, bugün de Acun Ilıcalı'yla birlikte Emine Erdoğan'ın Onursal Başkanı olduğu TOGEMDER'in Cemre Çarşısı'na katıldı.(
https://haber.sol.org.tr/haber/ali-koc-bu-sefer-de-emine-erdoganin-derneginin-etkinligini-ziyaret-etti-397617)

Ali Koç'tan Erdoğan'a ziyaret -17/04/2025-

Kamuoyunda "cumhuriyetçi" ve "laik" bir imaj çizmeye çalışan Koç Holding, AKP'yle ilişkisini de sıkı tutmaya devam ediyor. Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı ziyaret etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/ali-koctan-erdogana-ziyaret-397590)

                                                        ***

1 Mayıs'ta ses yükseltmesi gerekenler: Kadınlar -Tülin Tankut-

Toplumsal kurtuluş ve cinsiyetlerin kurtuluşu mücadelelerine ivme kazandıracak olan toplumsal muhalefetin güçlendirilmesi olduğuna göre umudumuz kadın örgütleri, emek örgütleri ve solun bu konuda yapacakları ortak çalışmalardadır.

Dünya kaynıyor. Hemen her ülkede neoliberal politikaların mağdurları, demokrasiden uzaklaşan yönetimlere şiddet içermeyen protesto eylemleriyle seslerini duyurmaya çalışıyorlar. İlk bakışta bunlar farklı nedenlere dayandığı izlenimi verse de son tahlilde sınıfsal taleplerin dışa vurumu olduğu düşüncesi ağırlık kazanıyor. “Büyük anlatılar devri kapandı” propagandalarıyla başlayıp günümüzde algoritmik tahakkümle sürdürülen sınıf siyaseti çalışmalarının tasfiye edilmesi girişimlerinin yaratacağı sonuç haliyle bu olacaktır.

Henüz ses yükseltemeyen kesimse neoliberalizmin aralıksız sürdürdüğü “evkadınlaştırma” ve işsizlik, ekonomik kriz gibi etkenlerle toplumbilim araştırmalarına, “yoksulluk kadınlaştı” ibaresiyle geçen politikalarıyla, “özel alan”a (ev işi ve bakım emeğiyle tanımlanıyor) yazgılı kıldığı kadınlardır. Çalışma hakkını kullanamadıkları için bu kesimin geleceği evlilik kurumuna bağlıdır. Bu arada hatırlatmakta yarar var; günümüz koşullarında artık “tam istihdam” olası gibi görünmemekte, örneği kendi ülkemizden verirsek, kadın istihdamı da yüzde 30’ların altında seyretmektedir.

Sistem kadını hem ucuz iş gücü olarak sömürmekte, hem de ev içi emeğinden yararlanmaktadır. (Türkiye’de 11 milyonun üzerinde kadın evdeki işleri ücretsiz yapıyor, Mart 2019 TÜİK verilerine göre.) Sömürü ve kapitalizmin yarattığı her tür ayrımcılığa karşı çıkan ve mücadele eden, soldur. Cinsiyet ayrımcılığıysa bunların içinde en yaygın olanıdır. Yine ülkemize dönersek; serbest piyasacı siyasi oluşumlardan umudu kesen emekçi halkın soldan yana bir tercihe yakınlaştığını özlemliyoruz. Liberal eşitlik söyleminin gerçek anlamda bir eşitliği ifade etmediği, soyut olduğu ortaya çıkmıştır. Bağımsız uzmanlarca da belirtildiği gibi sözgelimi, özel alan ve kamusal alan ayrımı cinsiyet ayrımına, (kadın ve erkeğin fıtratlarına,”doğal farklılığına”) dayandırılır. Soyut eşitlik söylemi; somut ekonomik, toplumsal, kültürel eşitsizliğin gözden kaçırılmasını sağlar. İşin içyüzünü ortaya koyan, halkı aydınlatan da soldur. Muhalif güçlerle birlikte laikliği, demokratik değerleri, yargı bağımsızlığını, sosyal hakları ısrarlı bir biçimde ve sürekli olarak savunan yine soldur. Örgütlü çalışmalarıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarmaktadır. Ancak toplumcu bir örgütlenmenin güçlendirilmesinin önündeki engeller herkesin malûmudur; ki hemen akla her yönüyle eğitim sistemini getirir. Buna karşın kırsal kesim;  işçi, emekçi, öğretmen, öğrenci, emekli ve diğer kesimlerde bu yönde olumlu gelişmeler kaydedilirken günümüz koşullarında altta kalanın canı çıksın hesabı, toplumsal muhalefetin sesinin en gür çıkması gereken ev kadınları için iyimser olamıyoruz. 

Ev kadını olarak kalmaya koşullandırılmış; işyeri, dernek, siyasi parti, sendika, kitle örgütleri, kadın örgütü v.b. kurumların yolunu bilmeyen, kamusal alandan uzak tutulmuş, aile içinde gördüğü baskı ve sırasında gördüğü şiddetle yüzleşmesine olanak tanınmamış kadın; yalnızca özel alandaki mağduriyeti nedeniyle sisteme baş kaldırabilir mi? Üstelik örgütsüz. Muhafazakâr dindar ya da seküler, çok sayıda kadın benzer yaşantıları paylaşıyorlar. Sonlandırılamayan kadına şiddet tehdidiyle karşı karşıya, ama geçim sıkıntısıyla baş edebilmek için DEVLET ANA kesiliyorlar! Ayrıca haklarını yemeyelim;  kadın cinayetlerinden, kentsel dönüşüme, iklim, çevre, deprem ve doğal afet sorunlarına karşı tepki gösterenlerin sayısı hızla artıyor. 

Cinsiyet eşitliğinin sağlanması, kadının kamusal alana girmesinin olmazsa olmaz koşuludur. İnsan hakları, bireyin hak ve özgürlükleri, demokrasi kavramı “yurttaşlık” tanımını oluşturur. Bugün için kapitalizme, emperyalizme karşı çıkmak için yurttaş kimliğini sahiplenmekten başka seçeneğimiz yoktur. Ancak, kapitalist üretim ilişkilerinin ataerkillikle örtüşmesi, Cumhuriyet’le birlikte kadınların geleneksel rollerini modern biçimlerde sürdürmeleri, var olan yasalardaki cinsiyetçiliği sorgulamayı gerektiriyor. Toplumsal kurtuluş ve cinsiyetlerin kurtuluşu mücadelelerine ivme kazandıracak olan toplumsal muhalefetin güçlendirilmesi olduğuna göre umudumuz kadın örgütleri, emek örgütleri ve solun bu konuda yapacakları ortak çalışmalardadır.

1 Mayıs’ta alanların dolup taşması dileğiyle.

                                                        /././

Bu yol nereye çıkar?-Aydemir Güler-

Madem öyle, zaman siyaset zamanıdır. 2025 Mart-Nisan döneminin görkemli mücadelesi bir hoş hatıra olarak kalmayacak, geleceğe taşınacaksa bu zorunludur.

Kitle hareketi, toplumsal mücadele sürecinin bileşenlerinden biridir. Seçim de bir bileşendir. İktidar yani karar alıcı konumundakiler, bir başkasıdır. Yargı; yerine ve dönemine göre başka kurumlar… “Sonuç” bunların tamamından çıkar. 

Kitle hareketi, içerisinde halkın karar sürecine katılma talebini barındırdığı için, kuşkusuz ayrıcalıklı bir yere sahip. Ancak bu hareketin etkisinin ne düzeyde olacağını belirleyecek bir ek unsur daha vardır: Kitle hareketinin siyasete nasıl taşındığı…

Bir aydır süren hareket açısından bu sorunun yanıtı CHP. Kitle hareketi siyasete esas olarak CHP tarafından taşınmakta, onun tarafından temsil edilmekte. 

Bu durum, kitleleri CHP’li, CHP’ye tabi vb. hale getirmez. Nitekim öne çıkan kesim olarak öğrenci gençlik, motivasyonunu AKP’nin İBB ve CHP’ye yaptığı operasyona tepkiden ziyade kabaca “geleceksizlikten”, geleceksizliğinin iktidar tarafından ilan edilmiş olmasından almaktadır. Gençlik dışındaki kesimlerin alanlara akmasını ise yoksullaşma olgusu, en azından kolaylaştırdı... 

Düzenin bugünkü görüngüleri kitlelerin öfkesini kışkırtıyor. CHP bu çeşitli toplumsal motivasyon kaynaklarının siyasette başat temsilcisi durumunda. Kuşkusuz “başat” olanın dışında başka temsilciler de var…

CHP’nin kendi motivasyonunun ise, bir varlık-yokluk ikileminden doğduğu anlaşıldı. Siyasi iktidar, dağınık biçimde karşısında duran nüfusun çoğunluğunun, gelecek seçimde ana muhalefette toplanmasını önlemek için radikal bir hamleye kalkıştı. CHP, yok olmasa da, parçalanacak ölçüde ağır bir basınç altına alınacaktı. Yıllardır sokaktan kaçanların alanları doldurması bundandır.

CHP’nin hizipsiz hale gelmek anlamında tahkim olması ise olanaksız. CHP siyasette ancak adı konmamış bir cephe olarak varlığını sürdürebilir. Bugün, deyim yerindeyse asgari bir eylem birliği sağlayan bu “muhalefet koalisyonu” daha ileri bir niteliğe -içinde isteyen var mı bilmem- ulaşamaz. 

Çünkü daha ileri bir nitelik, ideolojik netleşme ve programatik pozisyon gerektirir. Kılıçdaroğlu’nun altılı masası “güçlendirilmiş parlamenter sistem” lafzından öteye gidemedi, gidemezdi. Örneğin laiklik, bağımsızlık, ekonomi politikaları başlıklarını inceltme şansı olamazdı... Denebilir ki, o masada farklı partiler yan yanaydı. Ama farklılıklar CHP’ye dışarıdan yapılan eklemeler olarak kalmadılar, içselleştirildiler. CHP uzun zamandır o karmaşanın ta kendisidir.  

Kitlelerin kendiliğinden eğilimi, bana sorarsanız, belli. Türkiye’nin bugünkü kitle hareketinin dokularına inebilsek, laikliğin bir “halk aydınlanması” olarak tanımlanmasını açığa çıkartabiliriz. Dış politikada yeni-Osmanlıcılığın reddedilmesinin yerine ne konacağı konusunda rivayet muhtelif kalacaktır, ama NATO ve ABD’nin dışlanacağı tam bir kesinlikle söylenebilir. Ekonomi politikasına gelince, eşitsizlik uçurumunun karşı yakasındaki yüzsüz zenginlerden hesap sorulmasına çok büyük çoğunluk onay verecektir. Hatta özelleştirmeler hırsızlık sayılacak, bunlardan geri dönülmesi destek alacaktır. 

Temel konulardaki bu örnekler bir “parti programı” olmak için fazla genel ve belirsiz. CHP içinse bunlar fazladır. Kitle hareketinin siyasi temsilcisi, bu konularda herhangi bir açıklığa yönelemez. 

Geriye “tek adam” eleştirisi kalıyor. Peki, tek adamın yerine kaç adam geçmelidir? Bu değiştiğinde yerine temel sorunlarda ne konulması doğru olur? Ya, bugünün tek adamı, Türkiye’nin üstünden sapır sapır dökülen şeflik sistemi yerine Batılı kostümlere bürünmüş bir denetimli ama –güncel tabirlerle söylersem- basbayağı otoriter/totaliter başkanlığa göz kırparsa ne olacaktır?

Bunlar gündemimize çoktan girmiş durumdadır. Kitle enerjisi, başlangıç aşamasında sadece tepkiden de türeyebilir. Ama eğer sürecin devamında, siyasete taşınacağı kanallarla donanmazsa, enerji kaynakları da kurumaya başlar. 

Siyasi iktidar, hareketin gençlik yoğunluklu olması nedeniyle öğrenim tatiline güveniyormuş gibi duruyor. Dalganın yükselmesini engelleyecek kadar karşı şiddet uygulamakla yetinilmesi, örneğin 2013’teki gibi “öldürme emri” verilmemesi buna yorulabilir. Öte yandan ana muhalefetin parçalanması veya yok edilmesini amaçlayan “çılgın projeden” caymış gibi duruyorlar. Erdoğan, dayattığı “İmamoğlu’suz CHP” oldubittisini cebine koyup seçime kadarki zamanı değerlendirmeye bakabilir. 

Kitle hareketi temel toplumsal taleplerini bugünkü CHP’nin kısıtlarının ötesine geçiremediği ölçüde, süreklilik kazansa bile, siyasete etkili biçimde taşınamayacaktır. AKP bundan fazlasını hedefleyemeyecek kadar gerilemiş durumdadır, mühendislik faaliyetleri akamete uğramıştır ve bu kısmi başarı kitlelerin eseridir. 

Peki daha fazlası mümkün müdür? 

Örneğin ülkenin, bu kızışmış zeminde, AKP’nin yenilgisinin neredeyse kaçınılmaz olacağı bir erken seçime taşınması güç görünüyor. Böylesi bir sonuç için, tek adamdan ibaret olmayan iktidar mekanizmalarında sert bir çözülme veya çöküş gerekir. MHP şimdilik, fazla detaya girmeksizin bu seçeneğe karşı duracağını dışa vurmaktadır. Uluslararası dinamikler ise iktidara açık çek değilse de, minik krediler açmaktadırlar.

Madem öyle, zaman siyaset zamanıdır. 

2025 Mart-Nisan döneminin görkemli mücadelesi bir hoş hatıra olarak kalmayacak, geleceğe taşınacaksa bu zorunludur.

                                                       /././

İsrail ile 'normal doğum' mu?-Erhan Nalçacı-

Şimdi İsrail tarafı, nasıl yani, yayla haline gelmiş Suriye hava sahasına girdiğimizde Türkiye’ye mi haber vereceğiz diyor.

Türkiye ve İsrail arasında doğrudan görüşmelerin Azerbaycan’da başladığı her taraftan sızdı. Görüşmelere ev sahipliği yapan Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev sürecin “normalleşme”ye dönmesini dilemiş.

Bu noktaya geleceğiz yazının sonunda ama biz önce İsrail’in nasıl “normal” bir doğumla dünyaya geldiğinden başlayalım.

İsrail en başından beri anormal bir devletti. İkinci Dünya Savaşı sonrası stratejik önemi artan Ortadoğu’ya İngiliz emperyalizmi tarafından ekilmiş bir kanser dokusu gibiydi. Modern gözüken ama ırkçı ve dinci bir devlet olan İsrail her türlü ahlaki ilkeden yoksun olarak yayılmayı amaçladı ve hedefleri önünde hiçbir engel tanımadı.

Örneğin, 1963’teki John Kennedy suikastı ile ilgili dosyaları Trump sansürsüz bir şekilde kamuoyunun bilgisine açacağını bildirdiğinde bundan bir şey çıkmaz diye düşünmüştük. Devletin içinden bir çıkar grubunun işlediği bir suikast olduğunu ve Miami’deki Küba karşıtı çeteyle ilişkilendirildiğini biliyorduk.

Ancak şimdiye kadar erişilmesi engellenmiş satır aralarından bir sürpriz çıktı: Cinayetin baş şüphelisinin Kennedy’nin nükleer silah sahibi olmasını engellemeye çalıştığı İsrail olduğu anlaşıldı. Belki Miami çetelerini aracı olarak kullanmış olabilirler vb. bunun bir önemi yok artık.

Bugüne kadar saklı kalmasını ise ABD devletinin içinde ciddi bir yönlendirici gücü olan Yahudi sermayesine borçluyuz muhtemelen.

Hatta Netanyahu’nun geçenlerde Trump’a yolladığı eski İsrail Başbakanı Ben Gurion ve Kennedy’nin birlikte çekilmiş fotoğrafının bir çeşit tehdit olduğu ileri sürüldü. Malum İran ile ABD arasında yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalmasından ve İran’a imha edici bir saldırı yapılmasından yana İsrail.

Yıllanmış suç listesini bir kenara bırakırsak son olarak İsrail 6 ay içinde 50 binden fazla Filistinliyi katletti, Gazze’yi yaşanır bir yer olmaktan çıkardı. Bu sayıya Lübnan’da ve diğer ülkelerde katlettikleri dâhil değil. Eğer dünya normal bir yer olsaydı, yani sermayenin tahakkümünde olmasaydı uluslar, bu katliama göz yumulmazdı. Zaten İsrail buna cesaret edemezdi veya dünya halkları tarafından ekonomik veya askeri bir ablukaya alınırdı. 

Emperyalist dünyada diplomatik ilişkiler, ister Trump’ın yaptığı gibi mağara insanı tarzında olsun, ister diplomatlar ikram edilen çay fincanının sapını serçe parmaklarını ayırarak tutan bir burjuva inceliği göstersin, fark etmez, tümüyle ahlaksızlığa, ilkesizliğe ve bu mafya düzeninin kurallarını baştan kabul etmeye dayanıyor.

İsrail’in katliamlarının baş destekçisi olan ABD ile herkes iş görüşmesi yapıyor. Trump’ın Türkiye’de çok sevdiği insanlar olmasına tuhaf bakılmıyor. Veya İsrail’in destekçisi Azerbaycan sermayesi ile kol kola olmak kimseyi rahatsız etmiyor.

Suriye komplosunun İsrail-ABD-İngiltere yapımı olduğu biliniyor. Suriye’yi beğenelim, beğenmeyelim, bir bütün egemen devletti ve kendini askeri gücüyle koruyacak bir öz güvene sahipti.

İsrail’in böyle bir iradeyi istemediği, bir bütün egemen devlet yerine küçük parçalara bölünmüş, hiç birinin askeri gücünün olmadığı ve her birinin Batı emperyalizminin kontrolünde olduğu bir siyası coğrafya istediği saklı değil. Böyle bir Suriye’yi bugün olduğu gibi istediği yerinden kemirebilir, hava sahasını istediği gibi kullanabilir, yeni atlama tahtaları icat edebilirdi. Şimdi ne kadar yakınız bu duruma.

Türkiye sermayesi AKP nezdinde göstermelik olarak İsrail karşıtı gibi durabilir, ancak başından beri komplonun bir oyuncusu oldu. Dünyanın her yerinden cihatçı çetelerin toplanması, sınırdan geçirilmesi, onlara lojistik destek sağlanması Türkiye’nin payına düştü. İdlib’teki uru Suriye ve Rusya temizleyebilirdi zamanında, buna engel olan Türkiye’nin hamiliği oldu.

Dolayısıyla Türkiye şu veya bu şekilde İsrail’in kirli rüyasının gerçekleştirilmesine büyük bir katkı yaptı.

Şimdi Suriye’nin düştüğü duruma bakın, ordusu bütün uluslararası kurallara rağmen tamamen yok edildi İsrail tarafından. İsrail ordusu Şam’ın çok yakınlarına kadar ulaşarak Suriye’nin güneyini işgal etti.

Suriye devlet başkanı Eş Şara’nın cihatçı olduğundan yakınan çok ama İngiliz ajanı olduğu dile getirilmiyor. O kafa kesici El Nusra’dan, kravatlı, ceketli dönüşüm, Batılı kabinelere benzetilmeye çalışılan hükümetin İngiliz İstihbaratının işi olduğuna şüphe yok. Bu işleri planlayan dairenin başkanı muhtemelen akşam mesai bitiminde Londra’daki ofisinden çıkıp “normal” bir insan olarak bara bir kadeh içki içmeye gidiyor.

Suriye’de bir devlet ve askeri gücünün varlığından bahsedilemez, 20 bin kadar HTŞ militanı, ayrı ayrı yabancı kökenli cihatçı çete, Milli Suriye Ordusu denilen Türkiye’nin kiralık ordusu, SDG, yerel milisler… 

Şimdi komploya katılanlar paylarını arıyor. Suriye’de nadir metaller olsaydı, ABD çıkıp gitmezdi Suriye’den. Hallettim burayı, artık masraf yapmama gerek yok diye bakıyor.

Sonunda aynı ekibin içinden iki oyuncu İsrail ve Türkiye baş başa kaldılar. Nasıl paylaşılacak ve ne kadar birbirlerinin ayaklarına dolanacaklar diye anlaşmaya çalışıyorlar.

Aşağıdaki harita işin nereye gelebileceğini gösteriyor. Türkiye resmi olarak söylenmese de Suriye içindeki askeri üslerini güneye kaydırmak istiyor. Suriye’den kalma Palmira antik kenti yakınlarındaki üsse Türkiye’nin yerleşmesi ihtimali çıkınca, İsrail burayı 2 Nisan’da bombaladı. Sonrada resmi olmayan ağızlardan Türkiye’yi tehdit etti.

skl
Şekil 1: Suriye haritasında T4 Askeri Hava Üssünün yeri görülüyor. Eğer gerçekten Türkiye buraya yerleşmeyi planladıysa Suriye içine ne kadar yayılanacağına ilişkin hedefler hakkında fikir veriyor. İsrail bunu engellemek için söz konusu üssü hava bombardımanı ile imha etti.

İsrail daha önce Suriye’de hava savunma sistemi kurmuş Rusya’ya hava saldırılarından önce haber veriyordu ve Rusya füzelerini İsrail uçaklarına kilitlemiyordu. Bunun ne kadar ahlaki olduğunu okuyucuya bırakalım.

Şimdi İsrail tarafı, nasıl yani, yayla haline gelmiş Suriye hava sahasına girdiğimizde Türkiye’ye mi haber vereceğiz diyor.

Anlaşılan Azerbaycan’da bunun için toplanıldı ve görüşmeler muhtemelen devam edecek. Çatışmasızlık hali mi, bir paylaşım mı belli değil. Her zaman yayılmacılığın bir ulusa felaketler getirebileceğini söyledik. Şimdi çeşit çeşit beladan hangisini alırsınız diye soruluyor.

Bir kez daha bıkmadan söyleyelim, normal bir dünya emekçi sınıfların iktidarında.

                                                              /././

AB Türkiye Delegasyonu Başkanı: İlişkilerin tekrar kalibre edilmesi zaman alacak

Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Ossowski, İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra Türkiye-AB ilişkilerinin "tekrar kalibre edilmesinin zaman alacağını" söyledi.

Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Thomas Ossowski, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması üzerinden Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerine dair konuştu.

Gazete Oksijen'den Metin Kaan Kurtuluş'a konuşan Ossowski, Türkiye - AB ilişkilerindeki mevcut durumu, vize serbestisi gündemini değerlendirdi.

Ossowski, vize serbestisi konusunda, "Bu iş Türkiye’ye bağlı, her şeyden AB sorumlu tutulmamalı. Vizesiz seyahat bedavaya elde edilmiyor, kriterleri karşılamalısınız. Türkiye’nin bu sorunu yaşamasının nedeni kıstasları karşılamaması" ifadesini kullandı. 

Ossowski, ayrıca İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra ilişkilerin "tekrar kalibre edilmesinin zaman alacağını" söyledi.

Ossowski, şunları kaydetti:

"Türkiye’de sonunda demokrasinin galip geleceğine inanıyoruz. Bu krizden çıkış bulunacağına inanıyoruz. O yüzden kapıyı kapamak istemiyoruz, ama Türkiye’nin bir aday ülke olarak Kopenhag Kriterleri gibi taahhüt ettiği değerlere uyması gerektiğine inanıyoruz."

                                                       ***

Alman hükümeti Türkiye'ye Eurofighter satışını veto etti: 'Gerekçe İmamoğlu'nun tutuklanması'

Almanya hükümetinin, Türkiye'ye Eurofighter tipi savaş uçaklarının satışını engellediği belirtildi. Alman basını bu satışın durdurulmasının nedeninin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması olarak açıkladı.

Alman basını, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması nedeniyle Alman hükümetinin Türkiye’ye Eurofighter tipi savaş uçaklarının satışını engellediğini yazdı.

Berlin’in bahse konu kararı “Türk demokrasisine yönelik saldırıya karşı duruş” olarak nitelendirdiği aktarıldı.

Görevini devretmeye hazırlanan hükümetten engel

Handelsblatt gazetesi Almanya'da görevini yeni hükümete devretmeye hazırlanan Sosyal Demokrat Parti (SPD)-Yeşiller koalisyonunun Türkiye'ye Eurofighter Typoon tipi savaş uçaklarının satışını engellediğini yazdı. 

Gazete, haberini, hükümet üyeleri arasında yapılan gizli görüşmeleri bilen çok sayıda kaynağa dayandırdı. Handelsblatt'ın Alman hükümet çevrelerinden edindiği bilgilere göre, CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması Türkiye'ye Eurofighter satışına onayverilmemesi kararına gerekçe olarak gösterildi.

Haberde, İmamoğlu'nun tutuklanması nedeniyle hükümetin, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı sert bir şekilde eleştirdiği, bunu "Türk demokrasisine saldırı" olarak nitelendirdiği kaydedildi. Bu nedenle de hükümetin silah ticaretini durdurmayı doğru bulduğu ifade edildi.

Satış sürecinde ilerleme kaydedilmişti

Görevini Mayıs ayında Friedrich Merz'e devretmeye hazırlanan Almanya Başbakanı Olaf Scholz, 19 Ekim 2024 tarihinde gerçekleştirdiği İstanbul ziyaretinde Eurofighter satış sürecinin başlatılması için ilk onayı verdiklerini resmen açıklamıştı. Scholz, İngiltere'nin öncülüğünde yürütülen sürecin başında olunduğunu, müzakerelerle sürecin ileriye taşınacağını söylemişti. Scholz, "Türkiye bir NATO üyesi ve bu nedenle de somut teslimatlarla sonuçlanan kararlar alıyoruz" ifadelerini kullanmıştı.

Scholz’un, Türkiye'ye Eurofighter satışı için koalisyon içindeki endişeleri gidermek üzere bizzat çaba gösterdiği belirtilmişti. Scholz'un Erdoğan ile yaptığı görüşmelerde ilerleme kaydedilmiş ve satış için gereken onay sürecinin "yolunda" olduğu belirtilmişti. Hatta satışa dair çekinceleri olan Yeşiller partisinin yönetimindeki Dışişleri Bakanlığı ile Ekonomi Bakanlığı da satışa onay vermişti. 

Konsorsiyum içinde de anlaşmazlık yaşanıyor: Türkiye, İngiltere’yle görüşüyor

DW Türkçe’nin aktardığına göre Türkiye'ye Eurofighter ihracatının Hristiyan Birlik (CDU/CSU) ile SPD tarafından kurulacak yeni koalisyon hükümetini de zorlayacağı tahmin ediliyor. Silah ihracatında yaşanan iç tartışmaları daha kolay bir şekilde aşmayı öngören CDU/CSU ile SPD, koalisyon sözleşmesinde "İhracat kontrol izinleri daha hızlı ve koordineli bir şekilde incelenmeli" ifadesine yer verdi. Amacın da "Avrupa ihracat kuralları ile uyum" olduğu kaydedildi.

Bu ifadeler özellikle Eurofighter satışı açısından önem taşıyor. Eurofighter savaş uçakları, Almanya, İtalya, İspanya ve İngiltere'nin oluşturduğu bir konsorsiyum tarafından üretiliyor. Berlin'in silah satışındaki kısıtlayıcı yaklaşımı nedeniyle konsorsiyum içinde de anlaşmazlık yaşanıyor.

Öte yandan 40 Eurofighter Typoon tipi savaş uçağı satın almayı hedefleyen Türkiye ise satışa onay veren İngiltere ile görüşmeleri sürdürüyor. Milli Savunma Bakanlığı, Mart ayında yaptığı açıklamada İngiltere'nin satış için teklifini sunduğu belirtilmişti.

                                                      ***

soL

Burjuva demokrasilerinde neler oluyor? + Oidipus’un yazgısı: Kötülük ve sonrası - BİRGÜN(Felsefe)

Burjuva demokrasilerinde neler oluyor?-Önder KULAK / Kurtul GÜLENÇ-

Belli ki Trump piyasa manipülasyonuna ilişkin yasalar çok net olmasına rağmen, kendisine burada bir muafiyet sağlamaya çalışmaktadır. Bu konuda arkasına almak istediği destek ise Hazine Bakanı Bessent’in açıklamalarında saklı. Bessent sık sık artık “Wall Street”in değil, halkın kazanacağını ifade ediyor.

Geçmişin Batı burjuva demokrasilerinde vitrin, çoğunlukla, merkez sağ ve solun sürekli yer değiştirdiği bir döngüden ibaretti. Bugünse demokratik sınırların içine hapsedilmiş otoriter veya faşist figür ve partilerin iktidarları gündemde. Bunlardan bir kısmı içinde bulunduğu sınırları halihazırda dikkate değer ölçüde aşındırmış olsa da aslında kendisine çizilen bu sınırlardan kurtulmak da istemiyor. Zira ehlileşmiş bir sırtlandan farklı değiller. Bu sınırlar olmadan ne yapacaklarını pek bilmiyorlar. Bir bakıma, verili demokratik çerçeveye yönelik çatışmadan besleniyorlar. Ne var ki toplumda ve devlet yapısında kontrolleri dışında bir değişim çoktan tetiklenmiş durumda.

Bahsedilen siyasi partilerin içinde, çoğunluğun aksine sınırları aşmak isteyen pek çok kadro yetişiyor. Bu kadrolar kendi partisinin yanı sıra şimdiden devletin de her noktasında. Bununla birlikte, sert söylemleriyle ideolojik açıdan sürekli pekiştirilen kitle tabanları, onları sürekli daha fazlası için ileriye itiyor. İlerlemediklerinde ise, iç muhalefet ya da daha radikal hareketler, eleştirileriyle tabanı harekete geçirmeye ve fazlasını vaat ederek kalabalıkları arkasına almaya çalışıyor. Polonya örneği burada bilhassa değerlendirilebilir. PiS muhalefetin güçlenmesiyle son zamanlarda adımlarını yavaşlatıp daha sınır içlerine çekilirken, tabanının hayal kırıklığıyla ve Konfederacja gibi hareketlerin sert eleştirisiyle karşılaşıyor.

Bu gibi görece ehil örneklere karşılık, burjuva demokratik sınırları daha baştan reddeden ve devlet yapısını kısmen ve mümkünse tümden değiştirmek isteyen özneler de var. Trump bunların başında geliyor.

TRUMP 1.0

Daha ilk döneminde Trump, ABD’nin devlet yapısını değiştirmek istediğini hemen her fırsatta belirtiyordu. Fakat bu konudaki çabaları başta pek önemsenmemişti. Ta ki Meksika Duvarı tartışmalarına kadar. Bu tartışmalarda mesele duvarın inşası değil, Trump’ın o güne kadar kullandığı bir yöntemi, “acil durum” yetkisiyle birleştirmesiydi. Bahsedilen yöntem, ilgili yasanın zorlama yorumlarla fiilen işlevsiz kılınması ve böylece alınan kararın serbestçe uygulanmasıydı.

Trump seçim vaadi olan Meksika Duvarı için Kongre’ye ihtiyaç duyduğu bütçeyi onaylatamamış ve sonucunda 2018 sonlarından 2019 başlarına kadar hükümetin otuz beş gün kadar kapanmasına neden olmuştu. Bunun üzerine, sadece afet ve savaş durumlarında etkinleştirilen başkanın acil durum yetkisine başvurdu. Gerekçe, ABD’nin Meksika sınırında ulusal güvenlik ve insani kriz olduğuydu. Trump bu yetkiyi kullanarak istediği bütçeyi bizzat kendi eliyle onayladı ve Meksika Duvarı’nın yıllardır bekleyen inşasını tekrar başlattı.

Trump’ın acil durum yetkisini kullanması, Demokratlar kadar Cumhuriyetçileri de rahatsız etti. Sunduğu gerekçenin geçersizliği ve bu gerekçeyi destekleyecek herhangi bir maddi kanıt bulunmaması eleştiri konusuydu. Dolayısıyla çeşitli isimler tarafından mahkemelere başvuruldu ancak sonuç değişmedi. Trump göçmen karşıtı fikir etrafında resmi ve sivil bir destek elde ederek kararı önemli bir engelle karşılaşmadan uyguladı. Bu destekle demokratik çerçeveyi nasıl aşabildiğini açıkça sergiledi.

TRUMP 2.0

Bir dönemlik aranın ardından Trump, başkanlık koltuğuna çok daha güçlü oturdu. Bunun bilinciyle, şimdilerde yasayı fiilen işlevsiz kılmanın da ötesinde, kendisine alenen belirli muafiyetler tanımaya çalışıyor. Trump’ın açıkladığı gümrük vergileri etrafında yürütülen piyasa manipülasyonu tartışmaları bu bağlamda önemli bir örnektir.

Trump’ın gümrük vergilerine ilişkin beklenenden yüksek rakamlar açıklaması, ABD-merkezli tüm finans piyasalarında belirli bir yıkıma neden oldu. Bu yıkım sürerken CNBC’nin vergilerin doksan gün ertelendiği haberi, piyasaların yüzde on kadar yükselmesi, sonrasında kararın yalanlanmasıyla sert şekilde yeniden düşmesi, piyasa manipülasyonu tartışmalarının başlamasına neden oldu. Bu iddiaların en hararetli noktasında Trump’ın Truth Social hesabından “This is a great time to buy!!! DJT” paylaşımında bulunarak şirket hissesine ve dolayısıyla piyasalara dair alenen bir yönlendirme yapması ise tepkileri arttırdı. Kaldı ki birkaç saat içinde aynı mecrada bizzat vergilerin ertelendiğini açıkladı ve piyasalar süratle yükseldi. Birçok kişi vergi oranlarının açıklanması ve ertelemesi öncesi, gelişmelerle uyumlu biçimde piyasalarda açılan hacimli vadeli işlemlere dikkat çekerken, Trump’ın oval ofiste insider işlemlerle para kazananları kutladığı düşünülen bir video da sosyal medyaya sızdırıldı. Konu Trump’ın alenen piyasa manipülasyonu yaptığı iddiasıyla Kongre’ye taşındı.

Belli ki Trump piyasa manipülasyonuna ilişkin yasalar çok net olmasına rağmen, kendisine burada bir muafiyet sağlamaya çalışmaktadır. Bu konuda arkasına almak istediği destek ise Hazine Bakanı Bessent’in açıklamalarında saklı. Bessent sık sık artık “Wall Street”in değil, halkın kazanacağını ifade ediyor. Lakin insider işlemlere bakıldığında, kazananın hiç de halk olmadığı, halkın Wall Street’e olan öfkesinin istismar edildiği ve kaybedenin yine halk olduğu açıkça görülüyor.

Başta Trump olmak üzere Batılı pek çok örneğin, önümüzdeki günlerde çok daha fazlasını hedeflemesi beklenebilir. Bunun önünde durabilecek yegane güç ise, sınıf hareketleri ve anti-otoriter, anti-faşist güç birlikleridir.

Bkz. Slavoj Zizek, Adını Söylemeye Cesaret Eden Bir Sol, Ayrıntı, 2021, s. 91-92.

Bkz. Steven Horsford

                                                              /././

Oidipus’un yazgısı: Kötülük ve sonrası -Önder KULAK / Kurtul GÜLENÇ-

Dünyada kötü şeyler olmaktadır ve bunun her şeye gücü yeten ve sevgi dolu bir tanrının varlığıyla nasıl uyumlu olduğu açık değildir. Bu yüzden pek çok filozof ateizm adına hakkaniyetli olmadığı düşünülen derin acıların varlığına dayanan güçlü argümanlar formüle etmiştir.

Yunan tragedyasının tartışmasız en etkileyici örneklerinden biri Sofokles'in Kral Oidipus eseridir. Eserle tanışan sıradan bir kişi Aristoteles'in ileri sürdüğü estetik amaca uygun şekilde Sofokles'in kurguladığı olay örgüsü karşısında biraz acıma biraz da korku duygusuna kapılır. Oidipus Thebai kralı Laios ile kraliçe İokaste'nin çocuğudur. Dünyaya gelmeden hemen önce Tanrı Apollon Oidipus’un lanet getireceğini ve büyüdüğünde babasını öldüreceğini söyler. Bunun üzerine kral ve kraliçe Oidipus’u bir dağın yamacına bırakır. Bir çoban Oidipus’u bulur ve çocuğu olmayan Korinthos kralına armağan eder. Aradan yıllar geçer ve artık bir yetişkin olan Oidipus bir kahine giderek geçmişi hakkında sorular sorar. Kahin Oidipus’a geçmişte tam olarak ne yaşandığını anlatmaz ama babasını öldüreceğini ve annesiyle evleneceğini haber verir. Bunu duyan Oidipus anne ve babası olarak bildiği kişilere zarar vermemek için saraydan ayrılır. Kendisini tehlikelerden uzaklaştırdığını sanan Oidipus yolculuk sırasında karşılaştığı bir grup askeri bir tartışma sonrasında öldürür. Öldürdükleri arasında gerçek babası da vardır ama kendisi bunu bilmez. Ardından yolu Thebai'ye düşer, kenti Sfenks’ten kurtardığı için halkın sevgisi ve güvenini kazanarak kral olur. Evlendiği kişi ise İokaste, yani annesidir. Kehanet gerçek olmuştur. Tragedyanın sonunda tüm bu olan biteni öğrenen Oidipus yaşadıklarının acısına dayanamayarak gözlerini kör eder.

Eserin estetik kaygısının yanı sıra alımlayıcısına sordurduğu başka bir soru daha vardır: Oidipus'un hatası nedir? Başına bunca kötülük neden gelmiştir? Olup bitenler adil midir? Sofokles’in kurgusundaki önemli detay şudur: zaten daha en başından, henüz daha bebekken Oidipus’un bunları yapacağı bellidir, dolayısıyla aslında kaderinden kaçmak için verdiği her karar ve yaptığı her hamle kaderinin bir parçasıdır. Örneğin kahinle konuştuğu için mi yaşadığı şehri terk etmiş, babasını öldürmüş ve sonrasında annesiyle evlenmiştir yoksa kahin söylediklerini söylememiş olsaydı bile Oidipus’un başına yine bunlar gelecek midir?

KÖTÜLÜK PROBLEMİ

Bu sorular bizi daha kapsamlı felsefi sorulara bağlar. Oidipus örneğinde beliren felsefi sorulardan en önemlisi kötülük problemi hakkında olandır. Günümüzde gündelik sohbetlerden sosyal medyada herhangi bir olay hakkında yapılan yorumlara, bireysel ya da toplumsal bir eyleme ilişkin analizlerden kişilerin kimi zaman kendi konfor alanlarını yaratmak için başvurduğu ahlaki değerlendirmelere kadar sıkça kullanılan bir kavram kötülük. Özellikle 20. yüzyılda yaşanan savaşlar, soykırımlar ve felaketlerden sonra kavram hakkında çağdaş felsefede kayda değer bir literatür de oluştu: Kötülüğün Sıradanlığı (Hannah Arendt), Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme (Alain Badiou), Kötülüğün Şeffaflığı (Jean Baudrillard) ilk anda akla gelen eserler. Ama kötülük probleminin kökleri bir hayli eskiye dayanıyor. Özellikle teodise tartışmalarıyla düşünce tarihindeki yerini alan bu problem esas olarak her şeye gücü yeten Tanrı’nın sınırsız iyilik ve adaleti ile evrendeki kötülüğün varlığı arasındaki gerilimle ilgili. Tanrı inancına yönelik en güçlü felsefi itirazlar da bu gerilimden kaynaklanıyor. Bu sebeple kötülük problemine ilişkin tartışma teizm içindeki başka tartışmalara pek benzemiyor çünkü bu problem teizmin temel öncüllerini sarsma potansiyeline sahip. Dünyada kötü şeyler olmaktadır ve bunun her şeye gücü yeten ve mükemmel, sevgi dolu bir tanrının varlığıyla nasıl uyumlu olduğu açık değildir. Bu yüzden pek çok filozof ateizm adına hakkaniyetli olmadığı düşünülen derin acıların varlığına dayanan güçlü argümanlar formüle etmiştir. Oidipus örneğinde açığa çıkan mesele tam da budur. Oidipus niçin bu acıları yaşamak zorunda kalmıştır? Dahası Oidipus’un başına gelen acılar Tanrı’nın bilgisi dahilinde olduğu halde Tanrı neden bu acıları önlememiştir?

Tanrı’nın her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve mutlak anlamda iyi bir varlık olduğu iddiasına dayanan teistik argümanlara karşı bir itiraz olarak yükselen bu soru esasen 18. yüzyıl filozofu David Hume tarafından sorulmuştur. Filozofun amacı kötülük probleminin içerdiği mantıksal çelişkiyi ortaya koymak ve evrenin belirli bir düzene sahip olduğu, bu düzenin ise bir yaratıcısının olması gerektiğini iddia eden teleolojik Tanrı delilini çürütmektir. Hume Epikouros’tan esinle şunları sorar: “Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da, gücü mü yetmiyor? O halde güçsüzdür. Gücü yetiyor da önlemek mi istemiyor? O halde kötücüldür. Hem gücü yetiyor hem de önlemek istiyorsa, o halde kötülük nereden geliyor?”

Bu sorular çağımızda yeniden gündemdedir. Kötülük problemi tanrının varlığı ve sıfatları konusunda derin çelişkiler barındırsa da probleme yönelik teistik çözüm önerileri hala sunulmaya devam etmektedir. Teistik argümanlardan bazıları şunlardır: a) kötülüğün ontolojik gerçekliği yoktur, b) bu dünya içerdiği tüm kötülüğe rağmen mümkün dünyaların en iyisidir, c) kötülük insanın özgür iradesinden kaynaklanır, d) özgür iradeye yer vermek için Tanrı kendini (sıfatlarını) sınırlandırabilir, e) kötülük insanın olgunlaşması için gereklidir, f) Tanrı insanların kötü olarak gördüğü şeyleri esasen iyinin bir uzantısı olarak yaratmıştır.

Zaman zaman sönümlense de dinin bireysel ve toplumsal işlevinin konumuna bağlı olarak kötülük problemi her daim tartışılmaya devam edecek gibi görünüyor. Kötülük probleminin altından salt teolojik bir sorgulama kalkabilir mi? Bilinmez. En azından şu ana kadar bunun becerilemediği söylenebilir. Adorno’nun da dediği gibi hiçbir kötülük, kötülük olarak tarif edilmekle aşılamamıştır.

David Hume, Dialogues Concerning Natural Religion and other Writings, ed. Dorothy Coleman Cambridge University Press, 2007, s. 74.

                                                            /././

BİRGÜN

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -19 Nisan 2025 -

Kanal adıyla rant projesi -Mustafa Bildircin-

Kanal İstanbul Projesi 17 Mart-15 Nisan 2025 döneminde 45,2 milyar TL’lik konut ihalesi yapıldı. Projenin bağlantı yollarının yatırım bütçesi 25 milyar TL’ye fırladı. Uzmanlar emlak rantına dikkat çekti.

2018’de tarla ve orman alanlarında ibaret olan Kanal İstanbul güzergâhı yıllar içinde adeta ‘Beton İstanbul’a dönüştürüldü.(Fotoğraf: Depo Photos-İHA)

Kanal İstanbul Projesi, ilk olarak 2011 yılında gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Hayalim" dediği ve “Cumhuriyet tarihinin en önemli projelerinden biri" olarak nitelendirdiği projenin, "İklim dostu bir şehircilik örneği olacağını" öne sürdü. Muhalefet ise projeyi, “Cinayet ve ihanet” olarak nitelendirdi.

Muhalefetin tüm itirazlarına rağmen yapımına devam edilen proje, imar planı değişiklikleri ve arazi satışları ile gündeme geldi. Projenin yaratacağı ekolojik tahribatı ortaya koyan raporların yanı sıra yargı da Kanal İstanbul Projesi’nin rezerv alan ilanı ve çevre düzeni planı kararlarını Aralık 2024’te iptal etti.

TOKİ’DEN 45,2 MİLYAR TL

İstanbul’un felaketi olacağı belirtilen Kanal İstanbul projesinde, TBB ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından yeniden düğmeye basıldı. TOKİ, Kanal İstanbul güzergâhında onlarca yeni ihale düzenledi. İhaleler kapsamında, Sazlıdere Barajı’nın kıyısına toplam 24 bin 160 konut, bin 121 işyeri, yedi cami ve altı okul yapılacağı belirtildi. 17 Mart 2025 ile 15 Nisan 2025 tarihleri arasında sözleşmeleri imzalanan 23 ihale kapsamında harcanan para, 45 milyar 242 milyon TL olarak kayıtlara geçti.

PARA YUTAN YOLLAR

Kamuoyunun tepkisini çeken Kanal İstanbul Projesi’ne yönelik tartışmaların ardından gözlerin çevrildiği konu başlıklarından biri de projenin bağlantı yolları oldu. BirGün, Kanal İstanbul Projesi’ne yönelik Cumhurbaşkanlığı Yatırım Programı’nda yer alan yatırım kalemlerine mercek tuttu.

Proje kapsamındaki bağlantı yollarının yapımı ve etüt projeleri için ilk yatırım ödeneği, 2016 yılında verildi. 2016’da proje tutarı, 5 milyar 380 milyon TL ile ifade edildi. Kanal İstanbul Projesi’nin bağlantı yollarının yatırım bütçesi, 2017 yılında ise 5 milyar 767 milyon TL’ye yükseltildi. Proje kapsamında 2017 yılının sonunda yalnızca 2 milyon 724 milyon TL’lik harcamaya imza atıldı.

Tüm tepkilere karşın iktidarın yapımı için adeta inat ettiği projenin bağlantı yollarının maliyeti, 2018 yılında 6 milyar 205 milyon TL’ye çıktı. Projenin yatırım bütçesinde, 2019 yılı itibarıyla ise çarpıcı artış kaydedildi. Cumhurbaşkanlığı Yatırım Programı verilerine göre, Kanal İstanbul Projesi’nin bağlantı yollarının proje tutarı, 2019-2025 döneminde yıllara göre şöyle sıralandı:

• 2019: 7 milyar 217 milyon TL

• 2020: 7 milyar 845 milyon TL

• 2021: 8 milyar 629 milyon TL

• 2022: 9 milyar 751 milyon TL

• 2023: 12 milyar 871 milyon TL

• 2024: 19 milyar 50 milyon TL

• 2025: 24 milyar 896 milyon TL

BAKANLIĞIN ISRARI

TOKİ ihaleleri ve Cumhurbaşkanlığı Yatırım Programı’nın yanı sıra, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın stratejik planları da Kanal İstanbul Projesi’ne yönelik ısrarı ortaya koydu.

Projenin yargı süreçlerinde de yıllar itibarıyla dikkati çeken gelişmeler yaşandı. İstanbul 5’inci İdare Mahkemesi, yurttaşların yanı sıra çok sayıda bilim insanının da karşı çıktığı projenin çevre düzeni planının, “Hukuka aykırılık” gerekçesiyle Ekim 2024’te iptaline hükmetti. İptal kararında, rezerv yapı alanı kararının gerekli bilimsel ve teknik analizler yapılmadan alındığının altı çizildi. Mahkeme, rezerv yapı alanı ilan edilen bölgelerin, İstanbul’un orman, tarım ve su havzaları gibi korunması gereken doğal alanlarını içerdiğini da kararı ile kayda geçirdi.

İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Profesör Doktor Pelin Pınar Giritlioğlu, Kanal İstanbul Projesi’nin, “Su yolu” ve “Gayrimenkul” olarak iyi ayağı bulunduğunu söyledi. Su yolu projesinin kaynak temin edilememesi nedeniyle ağır ilerlediğinin altını çizen Giritlioğlu, şunları dile getirdi: “TMMOB olarak en baştan beri işaret ettiğimiz, bu projenin bir rant projesi olduğuydu. Bunda da haklı olduğumuzu yapılan ihaleler ile gördük. Öte yandan, 2011 yılından beri kapalı kapılar ardında tapuların el değiştirmesi de haklılığımızı tasdikledi. Buralarda yapılan konut projelerinin niteliğine baktığımız zaman da bunun bir rant projesi olduğunu görüyoruz. Milyonlarca metrekare alan yapılaşmaya açıldı şu ana kadar. Yapılaşmaya açılan alanlar, hassas ekolojik alanlarımız…

   Bölgede iş makineleri dün de çalışmaya devam etti.

“SİYASİ PROJE”

“Projeye ilişkin planlar askıya çıktığı andan itibaren davalar açtık. Bunlar, jet hızıyla kaybedildi. Bu da çok siyasi bir proje olduğunu açık bir şekilde bize gösterdi. Yürütmeyi durdurma kararları da verilmedi şu anda davalarımız devam ediyor. Üst mahkemelere itirazlarımızı ilettik. Davalar sonuçlanmadı ve bu rant projesi durmasın diye daha davalar bitmeden süreç tamamlanmaya çalışılıyor.”

Giritlioğlu, Kanal İstanbul kapsamında yapan konut projelerinin de “Sosyal konut projesi” olarak tanımlanamayacağının altını çizdi. Türkiye’de AKP döneminde sosyal konut inşa edilmediğini ifade eden Giritlioğlu, “Projeler, sosyal konut bile olsa bu bölgeye yapılmamalıydı. Burası kentin hassas ekolojik alanları, üstelik fay hatta geçen bir bölge. İktidar eliyle yapay risk oluşturuluyor bu bölgede” ifadelerini kullandı. Siyasi gündemin karmaşası nedeniyle projedeki işlerin hızlandırılmasına da tepki gösteren Giritlioğlu, “Ortada büyük bir rant var. Amaç, davalar sonuçlanmadan buradaki işleri tamamlamak ve geri dönüşü olmayan bir noktaya getirmek” diye konuştu.

YAPILMASA DAHİ BİR RANT OLUŞTURULDU

Kanal İstanbul’a yönelik araştırmaları bulunan Araştırmacı Yazar Cihan Uzunçarşılı Baysal ise şunları söyledi: “Sayın Başkan Ekrem İmamoğlu’na tamamen katılıyorum. Tam bir rant projesi. Şu an burası imar planları üzerinden yurtdışına pazarlanıyor. Özellikle Körfez ülkelerinden buraya ilgi olduğunu da biliyoruz. Tüm dünyada bir ‘yeni şehir’ çılgınlığı var. Okyanuslarda, çöllerde ve Kanal projesindeki gibi tarım alanlarında yeni şehirler yükseliyor. Köylünün toprakları gasp ediliyor. Özetle Kanal yapılmasa dahi –ki ben yapılmayacağını düşünüyorum- burada bir emlak rant oluşturuldu. Amaçlanan da zaten buydu. Köylünün uzun süre çivi çakamadığı, dolaysıyla da üç kuruş etmeyen arazileri emlak rantıyla tavan yaptı. 3. Havalimanı projesinde de bunun olduğunu biliyoruz. Sermaye grupları havalimanı yapılmadan önce arazileri çok düşük fiyata alıp daha sonra çok yüksek fiyatlara sattı. Ülker’in Dursunköy’de bunu yaptığını biliyoruz. Ayrıca İstanbul’un son kalan akciğerleri de burada. Sazlıdere Barajı da kirlenecek. Köylünün topraksızlaşmasını da göreceğiz. Barınma sorunu artacak. Ucuz emek gücü olarak bu insanları kent merkezinde göreceğiz. Tekrar söylüyorum: Kanal yapılmasa dahi bir emlak rantı, arazi rantı oluşturuldu.”

    Daha önce yeşil alan olan bölgelerde lüks konutlar yükseliyor. (Fotoğraf: BirGün)

İmamoğlu ve beraberindekilere yönelik operasyona dikkat çeken Uzunçarşılı, “Son açıklanan planlara karşı TMMOB Mimarlar Odası dava açmıştı. Hukuki süreç devam ediyor. Ve son olarak, bu devasa ranta karşı duran İBB yönetimi ve şehir plancı arkadaşların tutuklanmalarına şaşmıyoruz! Kanal, ‘İstanbul'a ihanet ettik’ açıklamasının en tavan noktası, ihanetlerin en büyüğüdür” dedi.

∗∗∗

PROJEYE NEDEN KARŞI ÇIKILIYOR?

Projeye yönelik itirazlar, özetle şöyle sıralanıyor:Kanal’ın muhafaza ormanı olan orman ekosistemleri, 13’ü endemik 73 tehlike altında bitki türünü barındırıyor. Projenin, ekosistemi geri dönülemeyecek zararlar vermesi bekleniyor. Artan nüfus nedeniyle giderek büyüyen İstanbul'un su ihtiyacının karşılanmasında destek olarak kullanılan Sazlıdere Barajı’ndaki su kaynaklarının kullanılmasının da proje ile mümkün olmaktan çıkarılacağı kaydediliyor. Sazlıdere’nin tamamıyla tuzlu suyla dolacağı ifade ediliyor. Toplam 20 binden fazla kuş, proje alanında bulunan Küçükçekmece Gölü’nde kışı geçiriyor. Proje ile sulak alanın yok olmasıyla birlikte kuşlar konaklamak için başka alanlar bulmak zorunda kalacağı belirtiliyor. Kanal projesinin beklenen diğer bir olumsuz etkisinin de “Kıyı dolgusuyla kıyıların tahrip edilmesi” şeklinde kayda geçiriliyor.

∗∗∗

İPA’DAN DA UYARI VAR

İstanbul Planlama Ajansı da geçen aylarda paylaştığı raporu paylaştı. Raporda şu ifadelerle projenin ranta yönelik olduğuna dikkat çekilmişti: “Projenin uluslararası pazarlarda tanıtımı ve özellikle Arap Yarımadası’na yönelik reklam kampanyaları, projenin kamu yararından ziyade ticari kazanç sağlama hedefi taşıdığını göstermektedir. Dolayısıyla, İstanbul ve çevresinde yaşayan insanların yaşam kalitesini düşürecek, bölgenin doğal kaynaklarını ve ekosistemini yok edecek bu projenin, bilimsel, ekonomik ve çevresel temellerle değerlendirildiğinde İstanbul için nasıl bir tehdit niteliği taşıdığı anlaşılmaktadır.” Dünkü paylaşımda da şunlar vurgulandı:

• 20.000 futbol sahası büyüklüğünde tarım alanı yok edilecek.

• 394 bin ağaç kesilecek, 287 hektarlık muhafaza ormanı da zarar görecek.

Öte yandan projeye ilişkin başta İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu olak üzere İPA Başkanı Buğra Gökce, İBB Genel Sekreter Yardımcısı Gürkan Akgün gibi isimler projeye ilişkin paylaşımlarında bölgedeki inşaat çalışmalarına dikkat çekti. İmamoğlu, "Yokluğumu fırsat bilip Kanal İstanbul denen rant ve talan projesi uğruna Avrupa Yakası’nın en önemli su kaynaklarından biri olan Sazlıdere Barajı’nın etrafında 24 bin konutun inşaatını başlattılar" ifadelerini kullandı.

                                                            /././

Sayıştay uzmanı, denetlediği AKP’li Ordu Belediyesi’ne yönetici oldu -Onur Durmuş-

Ordu Büyükşehir Belediyesi’ne 2019 yılında denetleyen Sayıştay Uzman Denetçisi İrfan Güvendi, 2020 yılında Ordu Büyükşehir Belediyesi'ne ait Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü'nde (OSKİ) denetçi olarak göreve başladı. Güvendi üstelik bu göreve Sayıştay'daki görevi resmi olarak sonlanmadan başladı. Şu anda Ordu Büyükşehir Belediyesi'nin bir iştirak firmasında yönetim kurulu üyesi olarak görev yapan Güvendi'nin yakın zamanda yeğeninin de OSKİ'de yönetici olarak işe başladığı ortaya çıktı. BirGün’ün ulaştığı Güvendi, “Ordu'ya olan sevdası sebebiyle bu görevi kabul ettiğini" söyledi.(https://www.birgun.net/haber/sayistay-uzmani-denetledigi-akpli-ordu-belediyesine-yonetici-oldu-616453)

                                                       ***

Eski DHMİ daire başkanı "rüşvet ve yolsuzluk" suçundan tutuklandı

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı tarafından yapılan suç duyurusu kapsamında eski DHMİ Daire Başkanı Mehmet Cemil Acar "rüşvet ve yolsuzluk" suçundan tutuklandı.

Acar'a ait kasada 26 kilogram külçe altın, 1 milyon 320 bin dolar ve 121 bin euro bulundu. Eski Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Daire Başkanı Mehmet Cemil Acar, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı'nın suç duyurusu kapsamında "rüşvet ve yolsuzluk" suçundan tutuklandı. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın suç duyurusu üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca Mehmet Cemil Acar hakkında soruşturma başlatıldı. Soruşturma çerçevesinde Mehmet Cemil Acar’a ait kasada 26 kilogram külçe altın, 1 milyon 320 bin dolar ve 121 bin euro bulunduğu tespit edildi. İşlemlerinin ardından nöbetçi mahkemeye sevk edilen Acar, çıkarıldığı mahkemece "rüşvet ve yolsuzluk" suçundan tutuklandı. Acar’ın dijital varlıkları da mercek altına alınırken, Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanlığı’nın (MASAK) yurt içi ve yurt dışındaki kripto para hesapları ile muhtemel soğuk cüzdanlarda tutulan dijital varlıkların tespiti için de çalışma yürüttüğü öğrenildi.

                                                                  ***

Hasarsız evlere yıkım tebligatı -İlayda Kaya-

Hatay’daki Odabaşı ve Doğanköy Mahallesi’ndeki hasarsız evlere tebligat asılarak boşaltılmaları istendi. Yurttaşlar dava açmaya hazırlandıklarını söyledi.Maraş merkezli depremlerde evleri yıkılan Hatay’daki yurttaşlar, şimdi de ellerinde kalan arazilerinden, zeytinliklerinden ve evlerinden oluyor. Samandağ’da acele kamulaştırma kararı ile el konulan zeytinliklere giren iş makinelerini engellemek için nöbet başlatan yurttaşlar bir yandan direnirken diğer yandan da rezerv alana karşı mücadele ediyor.

DAVA AÇACAKLAR

Bu saldırıların bir adresi Antakya’daki Odabaşı Mahallesi ve Doğanköy Mahallesi oldu. İki mahallede de hasarsız evlere tebligat asılarak yurttaşlardan evlerinden çıkmaları istendi. Kendilerine 15 gün süre tanınan yurttaşlar dava açmaya hazırlandıklarını söyleyerek tepki gösterdi: Nereye gidelim?Odabaşı Mahallesi’ndeki 21 binaya rezerv alanda bulunduğu gerekçesiyle tebligat asıldı. Hasarsız müstakil evlerin bulunduğu alana Hatay Kentsel Dönüşüm Müdürlüğü tarafından iletilen tebligatta 15 gün süre verildiği belirtilerek özetle şunlar denildi: “Alanda, 6306 Sayılı Kanun kapsamına alınmış olup tahliye işlemi yapılacaktır. 15 Nisan’dan itibaren 15 gün içinde binanın insandan ve eşyadan tahliyesinin sağlanması gerekmektedir. Bu sürede tahliye edilmemesi durumunda kilitli olan kapıları açmak veya açtırmak da dâhil olmak üzere ‘tahliye ve yıktırmaya yönelik’ iş ve işlemler gerektiğinde kolluk yardımıyla Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’nca yapılacak ve yaptırılabilecektir.”

Tahliye kararına tepki gösteren mahalleli ise rezerv alana karşı açtığı davaların devam ettiğini ve tebliğ kararının açılan davalara rağmen iletildiğini söyledi. Tebligat gönderilen hasarsız evin sahibi bir yurttaş, BirGün’e yaşadıklarını şöyle anlattı: “Kendileri gelip evi kontrol ettiler, hasarsız dediler. Çoğu evde ruhsat yok ancak herkes evinin vergisini ödüyor ve elektrik ile su bağlı. ‘Hasarsız evlere dokunmayacağız’ demişlerdi. Hiçbir gerekçe sunulmuyor şu an. Ben belirsiz bir kentsel dönüşümle evimi bırakmak istemiyorum.” Mahalleli olarak dava açacaklarını söyleyen yurttaş “Mahkeme kararlarını beklemiyorlar’’ diye tepki gösterdi. Doğanköy Mahallesi’nde de geçen hafta yurttaşlara tebligat iletildi. Tebligat asılan evlerden birinde oturan Sacit Mutlu “Evimiz son olarak orta hasarlıya çevrildi. Mahkemeye başvurduk. Evimiz ne sit alanda ne de rezerv alanda. Bu haksızlık” dedi.

                                                                  ***

Kriz, dolar, korsan ve ücretsiz dağıtım derken: Kitap ihbarcılığı da yayıncılığı vurdu -Derviş Cemal-

Yayıncılar Birliği’nin raporuna göre enflasyon, pahalılık ve düşen alım gücü yayıncılığı sarstı. Üniversitelerde akademisyenlerin tavsiye ettiği kitapların CİMER’e şikâyet edilmesinin de yayıncılığı olumsuz etkilediği kaydedildi.

Türkiye Yayıncılar Birliği kitap sektörüne dair geleneksel raporunu yayınladı. 2024’ün verilerini içeren raporda ekonomik krizin üretim aşamasındaki neredeyse tüm girdileri ithal olan yayıncılık sektörünü sarstığı kaydedildi. Enflasyon, ve döviz kurunun artışı nedeniyle maliyetlerin katlandığı, okurların da alım gücünün düştüğü belirtilerek bu durumun yayın planlarını olumsuz etkilediği vurgulandı.

MALİYETLER YÜZDE 84 ARTTI

Bunların yanında basılı ve dijital korsanın devam etmesi, izinsiz fotokopi çoğaltımlarının sürmesi gibi etkenlerin de sektöre olumsuz etki yaptığı kaydedildi. Birliğin yaptığı araştırmaya göre, maliyetler döviz bazında %84 artarken, yayıncıların belirlediği önerilen perakende satış fiyatları ise %15’lik azaldı.

‘ÜCRETSİZ KİTAP’ SEKTÖRÜ VURDU

Raporda, MEB tarafından 2003-2004 döneminden beri yürütülen ücretsiz ders kitapları dağıtımı uygulamasının bir kesimi kolladığı bu durumun da yayıncılık sektörünü olumsuz  etkilediği kaydedildi. Şu ifadelerle yer aldı: “Bağımsız ve tüm uzmanlığıyla zaten sürekli kendini geliştirerek yüksek nitelikli eserler üreten eğitim yayıncılığımızın ders kitapları ve yardımcı kaynaklar alanında neredeyse “oyun dışı” bırakılması hem öğrencilerimiz hem sektörümüz açısından onarılması güç hasara sebep olmaktadır.”

Dağıtımın objektif, nesnel kriterlerle gerçekleştirilmesinin talep edildiği raporda, “Her ülkede eğitim yayıncıları ve eğitim içeriği üretenler, en gelişmiş içerikleri üretebilmeli ve öğretmenler, öğrenciler ve tüm eğitim paydaşları da diledikleri şekilde en iyi içerikleri alıp okuyabilmeli, bu içeriklerden yararlanabilmelidirler. Ancak bağımsız yayıncılığımızın zarara uğradığı, teşvik edilmediği bir çerçevede bu mümkün olamayacaktır” ifadeleri kullanıldı.

CİMER ŞİKAYETLERİ SATIŞI ETKİLİYOR

Rapordaki bir diğer çarpıcı tespit ise ihbarcılığın yayın sektörünü olumsuz şekilde etkilediğine ilişkin. Şu ifadeler kullanıldı: “CİMER’e yapılan şikayetler neden gösterilerek üniversitelerde akademisyenlerin kitap tavsiye etmelerinin yasaklanması şeklinde birtakım duyumlar derneğimize ulaşmıştır. Bu da yine, zaten bitmek üzere olan akademik yayıncılığımızın çok zor günler geçirmesine neden olmaktadır.”

BASILAN KİTAP SAYISI KİŞİ BAŞINA 8,2

Yayımcı Meslek Birlikleri Federasyonu (YAYFED) tarafından açıklanan bandrol verilerine göre sektör 2024 yılını 413 milyon 860 bin 263 adet kitap üretimiyle tamamladı. 2023’e kıyasla 13 milyon 519 bin 686 adetlik (yani %3,38 oranında) bir artış söz konusu.

YAYFED verileri yalnızca bandrole tabi olan kitap üretimini kapsıyor. Bu veriye, bandrole tabi olmayan ve Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından üretilen kitaplar olan 182 milyon 368 bin 602 adet ile bandrole tabi olmayan ve 48 sayfadan az çocuk kitabı ve eğitim materyali olan yaklaşık 100 milyon adet de eklendiğinde, nüfusumuza göre kişi başına üretilen kitap adeti 8,2 olarak gerçekleşti. Üretim adetleri, 2018 yılını yakalamış değil.

HANGİ KATEGORİDE NE KADAR KİTAP BASILDI?

Son üç yılın verileri incelendiğinde, yetişkin kültür yayınları ve yetişkin kurgu-edebiyat yayınlarında gerileme, çocuk kitapları ve eğitim yayınlarında üretim artışı dikkat çekiyor.

Kategori dağılımında ise basılan kitapların %11,9’unu yetişkin kültür yayınları, %13,6’sını yetişkin kurgu kitapları, %15’ini çocuk kitapları, %1’ini gençlik kitapları, %8,8’ini inanç kitapları, %2,5’ini akademik yayınlar, %1,3’ünü ithal kitaplar ve %46,5’ini eğitim yayınları oluşturdu.

YAYFED verilerine göre, 2024 yılının ilk üç ayında 92.476.607 bandrol alınırken, bu yılın aynı döneminde 81.764.136 adet bandrol alındı. Bu da bu yılın Ocak – Mart döneminde, geçen yılın aynı dönemine göre %12 oranında bir azalmaya işaret etmektedir.

Akademik yayıncılık alanında korsan fotokopi ve korsan dijital paylaşımlara ek olarak, üniversitelerde ders kitabı tavsiyesi verilememesi nedeniyle, önceki yıllarda 2 bin adet olan ortalama akademik kitap baskı tirajnın günümüzde 772’ye düştüğü tespit edildi.

Yetişkin kurgu – edebiyat alanında, ilk kez baskısı yapılan kitapların baskı tirajlarının önceki yıllarda en az 2 bin – 3 bin adet civarındayken günümüzde bu tirajların ortalama 1.195 adete düştüğü görülüyor.

Tüm kitap severler için en memnun edici gelişme olarak, çocuk kitapları alanındaki tiraj artışı. Çocuk kitapları alanında, ilk kez basılan kitapların ortalama baskı tirajı 3.412 olarak gerçekleşti. Yeniden basım adetlerinde ortalama tiraj 4.863’e adete yükseldi.

Çevrimiçi basılı ve dijital kitap satışlarındaki artışın devam ediyor. Kültür yayınlarındaki kitap satışlarının yaklaşık %66,25’i çevrimiçi gerçekleşti. Eğitim ve üniversite kütüphanelerindeki çevrimiçi aboneliklerin önemli payı ile birlikte, toplam çevrimiçi satışların sektör büyüklüğüne oranının, bir önceki yıla göre %6 artışla %43,62 olarak gerçekleştiği görüldü.

                                                                  /././

4 çocuktan 1’i işçi, bin bebekten 10’u öldü: İşte rejimin fotoğrafı

TÜİK’in verileri çocuklara sistemin hiçbir şey vermediğini ortaya koydu. 15-17 yaş arasındaki 4 çocuktan 1’i işçi. Bebek ölüm hızı binde 10’a, 5 yaş altı ölüm hızı ise binde 14,5’e yükseldi. Çocuklar temel besin kaynaklarına dahi erişemiyor.

   Necip Fazıl Çırak 17 yaşında iş cinayetinde hayatını kaybetti.

Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik kriz ve yoksullaşmadan en çok çocukların etkilendiği bir kez daha ortaya çıktı. Çocuk işçiliği tarihin en yüksek seviyesine ulaşırken bebek ölüm hızında da artış yaşandı. Toplamda her 4 çocuktan biri oğlan çocuklarının ise %35’i çalışmak zorunda kaldı.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), İstatistiklerle Çocuk 2024 verilerini açıkladı. Açıklanan verilerde en göze çarpan istatistiklerin başında çocuk işçiliği geldi. Buna göre 15-17 yaş arasındaki çocukların işgücüne katılım oranı 2023’e göre 2,8 puan artarak geçen yıl yüzde 24,9’a yükseldi. Çocukların işgücüne katılım oranı 2020’de yüzde 16,2’ye kadar gerilemişti. Son 4 yılda ise artış eğilimine girdi. 2022’de 707 bin olan işgücüne katılan çocuk sayısı 2023’te 853 bine yükselmişti. 2024’te ise bu sayı 970 bin olarak gerçekleşti. Yani yaklaşık 1 milyon çocuk ya çalışıyor ya da çalışmak için iş arıyor. Bu 970 bin çocuğun 869 bini istihdam edildi.

SİSTEM ALARM VERİYOR

Cinsiyete göre incelendiğinde ise işgücüne katılım oranı oğlan çocukları için yüzde 35,6 kız çocukları için yüzde 13,7 oldu.

Verilere bakıldığında, 1 milyon 982 bin erkek çocuğunun 637 bini işgücü içerisinde yer alırken, bunların 572 bini istihdamda yer aldı. 1 milyon 880 bin kız çocuğunun ise 216 bini işgücü içinde yer alırken 187 bin kız çocuğu istihdamda yer aldı.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre geçen yıl 14 yaşında ve daha küçük 22, 15-17 yaş arası da 49 çocuk ve genç işçi ölmüştü.

Bu yılın ilk üç ayında ise 16 çocuk işçi hayatını kaybetmişti. Bu çocukların 4’ü 14 yaş ve altındaydı.

Çocuk işçiliğinin ardından en dikkat çekici veri ise bebek ve 5 yaş altı çocuklardaki ölüm hızı oldu. Son yıllarda oldukça eleştirilen sağlık sisteminin alarm verdiğini gösteren veriye göre bebek ölüm hızı da 5 yaş altı çocuk ölüm hızı da artış gösterdi.

2022’de binde 9,2 olan bebek ölüm hızı 2023’te binde 10’a yükseldi. Beş yaş altında ise tablo daha vahim. 2022’de binde 11,2 olan 5 yaş altı çocuklardaki ölüm hızı 2023’te binde 14,5’e yükseldi. 2016 yılında bebek ölüm hızı 9,8, beş yaş altı ölüm hızı ise 12’ydi. Böylece 2023 yılında bu oran 2016’nın dahi üstüne çıktı.

Verilerde okul tamamlama oranlarına yer verildi.

Buna göre ilkokulu tamamlama 2018/’19 eğitim ve öğretim döneminde yüzde 98,6 iken 2023/’24 eğitim ve öğretim döneminde yüzde 98,7 oldu. Ortaokul tamamlama oranı 2018/’19 eğitim ve öğretim döneminde yüzde 97,7 iken 2023/’24 eğitim ve öğretim döneminde yüzde 96,5’e geriledi. Ortaöğretim tamamlama oranı ise yüzde 68,1’den yüzde 81,2’ye yükseldi.

Veriler yoksul ailelerin çocuklarının temel gıdalardan dahi mahrum kaldığını ortaya koydu. Maddi yetersizlik nedeniyle çocukların mahrum kaldıkları kalemler ve oranları şöyle:

∗∗∗

NİSANDA EN AZ 5 ÇOCUK ÇALIŞIRKEN ÖLDÜ

Okullarda olması gerekirken işçileştirilen çocuklar, çalışırken alınmayan önlemler ve ihmaller nedeniyle yaşamını yitirmeye devam ediyor.

• 1 Nisan’da 17 yaşındaki Yakup Taşar, Antalya’da işyerinde intihar ederek yaşamına son verdi.

• 7 Nisan’da 17 yaşındaki Mehmet Özarslan, Kayseri’de çalıştığı kum ocağında iş makinesinin yağ bakımını yaparken Kızılırmak nehrine düştü. Mehmet’in cansız bedeni bulundu.

• 13 Nisan’da 14 yaşındaki Suriyeli çocuk işçi Yusuf Mısri, Konya Beyşehir’de sondaj kuyusu açılırken sondaj makinesi borusunun yerinden çıkarak yüzüne çarpması sonucu yaşamını yitirdi.

• 14 Nisan’da Niğde’de geri dönüşüm fabrikasında, kolunu makineye kaptıran 14 yaşındaki çocuk işçi Abdurrahman Özkul yaşamını yitirdi.

• Son olarak dün lise son sınıf elektrik-elektronik bölümü özel eğitim öğrencisi Necip Fazıl Çırak Samsun Atakum’da stajyeri olduğu firmayla elektrik işleri yaptıkları inşaatta seyyar merdivenden 2.kattan 1.kata düşerek öldü.

∗∗∗

GENÇLER HAKKINI İSTİYOR

İstanbul Beylikdüzü’nde düzenlenen "Millet İradesine Sahip Çıkıyor" mitinginde on binlerin önünde konuşan Beylikdüzü Sosyal Bilimler Lisesi mezunu Yasin Aslan çocukların yaşadıkları duruma değinmişti. "Bu ülkede 14 yaşındaki çocuk işçi Abdürrahim Özkul kolunu makineye kaptırarak can verdi. 14 yaşındaki çocuklar fabrikalarda ölecek kadar büyükse öğretmenlerinin hakkını arayacak kadar da büyüktür" diyen Aslan şöyle devam etmişti: “Birçoğu reşit bile olmayan liseli sıra arkadaşlarımıza yapılan ve son bulmaya mahkûm olan bu işkence, okullarımızdaki laik eğitim anlayışı ve hür düşünen demokrat bir gençlik yetiştirme çabası üzerine karanlık çökerten bir zihniyettir. Yok edilemeyen hür, laik, demokrat gençliğin irticaya cevabı kesindir, geçit yok! Yok edilemeyen hür, ilerici, demokrat gençliğin talebi kesindir, demokratik ve bilimsel eğitim! Tüm bu susturmalarınıza karşı, zulümlerinize karşı, tehditlerinize karşı, öğrenci dayanışması burada, dimdik ayakta! Üniversiteli ve liseli öğrenciler olarak birleşik öğrenci hareketini ilerletmeye devam edeceğiz!"

                                                                 ***

Çayırı tutuşturan kıvılcım -Attila Aşut-

Karl Marx günümüz Türkiye ‘sinde yaşasaydı, Manifesto ‘nun ilk tümcesini şöyle yazardı herhalde:

Saray ‘ın üzerinde çoktandır bir hayalet dolaşıyor: İmamoğlu hayaleti”!

Baksanıza, tek adam rejiminin irili ufaklı bütün güçleri bu hayaletten kurtulmak için seferber olmuş durumda! Dahası, yakın geçmişin FETÖ maymunları, kaşarlanmış ekran şarlatanları, tetikçi trolleri, küçük adamlar, operasyon çocukları yine sahnede; İmamoğlu ‘na ve yakın çevresine kara çalmak için her gün yalan üstüne yalan üretiyorlar...

Bir acayip ülkede yaşıyoruz! Normal bir sabaha uyanamıyoruz artık! 19 Mart ‘tan bu yana sistemli bir gözaltı ve tutuklama dalgasıyla karşı karşıyayız. Saray rejimi, toplumun her kesiminden yükselen itirazları dinleyeceği yerde, insanları susturma yoluna gidiyor. Parti başkanları, belediye başkanları, gazeteciler, akademisyenler, öğrenciler, uyduruk gerekçelerle içeri tıkılıyor…

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Ekrem İmamoğlu çevresinde sürdürülen zincirleme soruşturmaların merkez üssü gibi görünüyor. Yapılan tüm operasyonlar İmamoğlu ‘na bağlanmaya çalışılıyor. Gazeteci arkadaşlarımız Timur Soykan ve Murat Ağırel ‘in gözaltına alınmaları da bu kumpasın bir parçasıydı.

Anayasal protesto ve gösteri haklarını kullandıkları için -bir gün bile yatarı olmayan suçlamalarla- gençler tutuklanabiliyor! Bu durumu hukuk bilgisiyle açıklamak olanaklı değil. Ayrıca tutuklayamadıkları gazetecilere ev hapsi, yurtdışı yasağı ya da haftada üç gün karakolda imza cezası ne demek? Bu hukuk dışı uygulamaların amacı, gazetecilere mesleğini yaptırmamaktır! Oysa özgür ve bağımsız basın, halkın soluğudur. Siyasal iktidar, özgürlük alanını sürekli daraltan bu tür kısıtlayıcı yaptırımlarla ülkenin nefes borusunu tıkamak istiyor!

Ülkemizde yargı erkinin bu denli keyfi kullanıldığı bir dönem görülmemiştir. Eski Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ‘nın başına gelenler, bu konuda en taze örnektir. 8 yıldır içeride tutulan Av. Kozağaçlı ‘nın koşullu tahliyesine bile 24 saat katlanamadılar! Adamı kaşla göz arasında  “derdest” edip yeniden hapishaneye gönderdiler. Bir de Madımak  ve Hizbullah  canilerini dışarı salarken takındıkları tavrı düşünün! Nasıl da “şefkat meleği”  kesilmişlerdi! Hukuk bunun neresinde?

Gelin görün ki antidemokratik baskıların alabildiğine artırılması, ülke genelinde yükselen direniş dalgasının hızını kesmeye yetmiyor. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve çalışma arkadaşlarının siyasal bir komployla tutuklanması, çayırı tutuşturan kıvılcım oldu! Şimdi bu büyük toplumsal yangını nasıl söndürürüz diye kara kara düşünüyorlar.

∗∗∗

Karşımızda stratejik aklını yitirmiş bir iktidar var! Attıkları her adım geri tepiyor artık. Yoğunlaşan saldırılar, umulanın tersine, toplumsal muhalefeti birleştirip büyüttü.  Erdoğan ‘ın bel bağladığı CHP içindeki muhalefet ise Olağanüstü Kurultay ‘da Özgür Özel ‘in çevresinde bütünleşti. Sağdan sola neredeyse tüm partiler, CHP ‘nin başını çektiği demokratik mücadele hattında buluştu. Toplumda yıllardır birikmiş bir enerji vardı. Bu büyük enerjinin dışavurumuna tanık oluyoruz şimdi. Diyalektiğin diliyle söylersek, nicel birikimin nitel dönüşüme sıçradığı noktadayız. Uyuyan devi uyandırdı Saray rejimi! Siyasal ve toplumsal muhalefet bütün olarak ayakta. Üniversite gençliğinin ardından lise öğrencileri de sokağa çıktı! Belki Beştepe ‘den duyulmuyor ama sokaklar “Tayyip istifa” sesleriyle inliyor…

∗∗∗

Tabii, ülkenin alanlarında, sokaklarında direniş büyürken söz ustaları da boş durmuyor! Yaşanan günlerin şiirini, türküsünü, destanını yazıyorlar. İleride öyküleri, romanları da yazılacak; filmleri, belgeselleri de yapılacak…

Nitekim bu bağlamdaki yazınsal ilk ürün ulaştı bile elimize!

Yazar ve ozan kimliğiyle de tanıdığımız Ankara Barosu avukatlarından Zeynal Gül, içinden geçtiğimiz direniş günlerinin destanını, ilmek ilmek bir Anadolu kilimi dokur gibi dökmüş dizelere. Değerli arkadaşımızın yer yer Enver Gökçe esintisi taşıyan “kirtin kirt” dizeleri, “ille kavga” günlerinde hepimize iyi gelecektir…

KİLİM

Erken uyandı uykusundan / İşbaşı yaptı Ashab-ı Kehf. / Önce / Rumeli Müdafaa-i Hukuk kilimi dokundu Saraçhane ‘de ./ Sonra / Maltepe ‘de / Anadolu Müdafaa-i Hukuk kilimi.

Köy Enstitüleri ‘nden kalma nisan sevinci / Buluşturdu iki yakada imeceyi / Aldırmadan mart soğuğuna.

Yeniden tanıştılar / Unutulan, / Yitip giden / Bin yıllık dostluklar, akrabalıklar; /

"Nerelisin hemşerim?"

"İstanbulluyum! "

"Neresinden?"

"Sivas ‘ından."

"Sen?"

"Erzincan ‘dan, Kemah ‘tan."

"Ya sen?"

Kastamonu ‘dan."

"Ben Çorum ‘dan,

O, Ardahan ‘dan..."

Dalgalara karıştı sevinçleri

Martıların çığlığına.

Gündüzleri kirkit sesleri:

Hak, / Hukuk, /A- /-da /-let! /

Geceleri kirkit sesleri:

A- /-da /-let, / Öz- /-gür /-lük, / Aşk!

Serildi / İki yakasına Boğaz ‘ın / Müdafaa-i Hukuk kilimleri / Renk renk / İki milyon iki yüz bin ilmek! / Üzerine basmaya kıyamadığımız.

Zeynal GÜL

                                                               /././

BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...