soL "Köşebaşı + Gündem" -22 Nisan 2025-

Boyun eğmeyen liseliler Kuğulu Park’taydı: 'Tarikatlara, holdinglere, AKP’ye ve Yusuf Tekin’e hodri meydan!'

Ankara’da liseliler proje okullardaki öğretmen kıyımına karşı Kuğulu Park’ta eylemde buluştu. Kendilerini korkutmaya çalışan okul yönetimlerine ve iktidara seslenen gençler, “Bugün, bu buluşma bu düzenin bütün sahiplerine ders olsun. Burada toplanan liseliler gözlerini korkutsun. Yenilecekler" dedi.

Proje okullarında binlerce öğretmenin sürgün edilmesi üzerine liselerde başlayan eylemler sürüyor. 

Ankara’da yüzlerce lise öğrencisi görevden alınan öğretmenlerine sahip çıkmak, karanlığa karşı ayağa kalkmak, bu memlekette boyun eğmeyen liselilerin olduğunu göstermek için Kuğulu Park’ta bir araya geldi.

Proje okullarında açığa alınan öğretmenlerine sahip çıkan öğrenciler, “Bu sadece öğretmenlerimizin değil, bizim de mücadelemiz. Geleceğimizi savunuyoruz” dedi.

kugulu

Eylemde söz olan bir liseli şu sözleri söyledi: “Biz bu memleketin boyun eğmeyen gençleriyiz! AKP iktidarına da, tarikatlara da, cumhuriyet düşmanlarına da, geleceğimizi çalmaya çalışan patronlara da boyun eğmiyoruz!”

Kendilerini korkutmaya çalışan okul yönetimlerine ve iktidara seslenen gençler, “Bugün, bu buluşma bu düzenin bütün sahiplerine ders olsun. Burada toplanan liseliler gözlerini korkutsun. Yenilecekler" dedi.

Konuşmalarda Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e de açık bir mesaj gönderildi. Öğrenciler, Tekin’in tarikatlarla iç içe geçmiş eğitim modelini ve torpilli atamaları hatırlatarak “Okullarımızı tarikatlara açıyorlar, arkadaşlarımızı uyuşturucu çukuruna boğuyorlar, MESEM’lerde çocuk işçiliği dayatıyorlar. Bir de üstüne sopa sallıyorlar. Öyleyse hodri meydan!” denildi.

kugulu

Eylemde sık sık “Boyun eğme, memlekete sahip çık!”, “Sermaye uşağı Yusuf Tekin istifa!” ve “AKP’den hesabı gençlik soracak!” sloganları atıldı. Gençler, ülkenin geleceğini karanlık güçlere bırakmayacaklarını belirterek şunları dile getirdi: “Liseler ayağa kalkacak, üniversiteler ayağa kalkacak, gençlik ayağa kalkacak ve başımıza çöken karanlığı def edecek! Cumhuriyetimizi de, memleketimizi de geri kazanacağız. Geleceğimizi çalmaya çalışanlara inat, gelecek biz olacağız!”

                                                    ***

Cumhuriyet ve devrimci dinamikleri -Oğuz Oyan- 

Kurucu parti CHP’nin asıl radikal reformlarını sona bırakması, toprak reformsuz bir burjuva devriminin sonuna kadar götürülebileceğini zannetmesi tarihi bir hata olmuştur. Bedeli sonraki on yıllarda ödenmiştir, hatta günümüzde dahi bedel ödenmeye devam edilmektedir.

19 Nisan 2025’te Ankara/Elmadağ/Hasanoğlan’da geniş katılımlı bir Köy Enstitüleri Toplantısı yapıldı. Hasanoğlan’ın simgesel ve elbette tarihi bir değeri vardı; Köy Enstitülerinin (KE) en görkemli uygulaması burada yapılmıştı; Yüksek Köy Enstitüsü örneği de burada yaşama geçirilmişti.

19 Nisan etkinliği Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) öncülüğünde çok sayıda ilgili kuruluşun katılımı ve desteğiyle yapıldı. Açılış konuşmaları yapan kuruluşları konuşma sıralarıyla sayarsak, Cin Ali Eğitim ve Kültür Vakfı, Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu Mezunları Derneği, İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği. Elmadağ Belediyesi’nin çok değerli mekan ve eleman desteğini de bunlara eklemek gerekir.

Birinci oturumun ilk konuşmacısı olarak benim konuşmam da bir nevi açılış konuşmasıydı. “Cumhuriyetin Devrimci Dinamiklerini Aşındıran Sınıfsal İttifaklar”, “Toprak Reformsuz Bir Burjuva Devrimi” üst ve alt başlıklarını taşıyan ve slaytlar halinde sunduğum bu bildiriyi burada özetlemeye çalışmak istiyorum. Bu konuya, özellikle “toprak reformu” konusuna ilgimin yeni olmadığını, 1978’de savunduğum doktora tezimin ikinci cildinde (ki birinci cildi Türkçeye çevrilerek Yordam Kitap’tan 2016’da yayınlandı ama bu ikinci cildi yayınlanmadı) yer verdiğimi; daha sonra Ocak 2018’de Girit’te Halcyon Enstitüsü’nün “Çiftlikler” konusunda düzenlediği uluslararası sempozyumda “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Geçiş Döneminde 1950’li Yıllara Kadar Çiftliklerin Evrimi” başlıklı bildirimde (bu bildiri, 2023’te Yordam’dan çıkan ve makalelerimi derleyen kitapta yer aldı) yeniden ve genişleterek ele aldığımı; 16 Kasım 2023’te ODTÜ Sosyalist Düşünce Topluluğu’nun düzenlediği bir toplantıda “Cumhuriyet Devriminin Güçlü ve Zayıf Yanları” başlığı altında yeniden konuya döndüğümü belirtmek isterim. 19 Nisan 2025 toplantısındaki sunuşumda ise, Köy Enstitüleri deneyimi ile toprak reformu meselesini birlikte merkeze alarak konuyu tartışmaya çalıştım.

Kuruluş dönemi siyasi/iktisadi dinamikleri

Cumhuriyet dönemi, geçmişle radikal bir kopuştur. Kuşkusuz Cumhuriyet öncesinden atılmış tohumlar vardır, Tanzimat sonrasının, 1876 ve özellikle 1908 dönüşümlerinin etkileri vardır, devrimin yönetici kadroları Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiştir ama gene de Cumhuriyet Devrimi 600 yıllık bir Osmanlı devletinin 15 yılda kökten dönüştürülmesi gibi bir iddiayı içerir.

Bu iddia esas olarak hem üretim ilişkilerinde hem de üstyapıda feodal izlerin silinerek yerlerine kapitalizmin mülkiyet ve üretim ilişkilerinin ve bunlara denk düşen hukuki üstyapısının kurulması mücadelesidir. Bu anlamda kurtuluş ve kuruluş dönemleri tarihin olağanüstü hızlandığı zaman dilimleridir. 1920’ler esas olarak anti-feodal dönüşümlerin hız kazandığı ama burada siyasi, hukuki, idari, kültürel dönüşümlerin önden gittiği bir dönem olarak belirir. Bu bir burjuva demokratik devrimidir. 1908’in niteliksel olarak da çok büyük farkla aşılmasıdır. Birçok bakımdan 1789 Fransız Devrimi’nin izindedir ama 1917 Sovyet Devrimi’nin de etkilerini taşır. Esasen Sovyetlerle kurulan maddi ilişkiler hem kurtuluş hem de kuruluş dönemlerinin vazgeçilmezidir.

1919’dan itibaren çıkılan yol, bağımsız bir ulus devletin kurucu ögelerinin inşası mücadelesidir. Bu, her şeyin temelindedir. Başta Mustafa Kemal olmak üzere önder kadroların bunun yalnızca toprak/sınır egemenliğini sağlayan bir kurtuluş savaşımından ibaret olmadığını, ekonomik ve toplumsal kalkınmayı sağlamadan bağımsızlığın kalıcı olamayacağını başından itibaren ısrarla vurgulamaları boşuna değildir.

1920’lerin tarımdan artık ürün sağma düzeneklerini köklü bir biçimde değiştiren uygulamaları da vardır. Bir köylüler toplumunda tarımdan alınan en önemli dolaysız vergi olan feodal kökenli aşar/öşür/ondabir vergisinin 1925’te kaldırılması az-buz bir olay değildir. Keza, buna paralel olarak bir pre-kapitalist vergi tahsil yöntemi olan iltizam/mültezim sisteminin nihai olarak tarihe gömülmesi de büyük bir adımdır.

Bütçe gelirlerinin dörtte birini, vergi gelirlerinin üçte birini sağlayan bir gelirden mahrum olmayı göze almak elbette kolay değildi. Ancak (i) yeni rejimin kendisine bir toplumsal taban yaratma ihtiyacı vardı. En kalabalık toplumsal sınıf olan köylü ve toprak ağalarını yanına almak, yabana atılmayacak bir sınıfsal destek sağlamak anlamındaydı. Toplumun halen fokurdadığı, iç ve dış kışkırtmalara konu olabileceği bir dönemde bu önemliydi; (ii) Üstyapıdaki anti-feodal dönüşümler altyapıda da karşılığını bulmalıydı ve bunun en simgesel aracı köylüyü perişan eden aşar vergisinin kaldırılması olabilirdi; (iii) 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin iki geniş sınıfsal tabanının, köylü/ağa ve işçi sınıfı temsilcilerinin ittifakla destekledikleri talep de aşarın kaldırılmasıydı. Bu kongrede diğer iki kesimin, tüccar ve sanayici temsilcilerinin, tarım üzerine aşarı telafi edecek bir vergi konulmadan buna girişilmemesi yönündeki telkinleri ve bu öneriye destek vermemeleri de anlaşılır bir sınıfsal pozisyondu. Bütçe gelirlerinin azalmasını kendileri için çifte bir tehdit kaynağı olarak görmekteydiler. (Bütçe olanaklarından daha az pay, vergilerden daha çok pay!).

Sonuçta karşılıklı pozisyon alan kesimlerin hepsinin istediği olacaktı. 1925’te aşar kaldırıldıktan sonra tarım/köylü üzerindeki aşarın yükünü kısmen telafi eden dolaysız ve dolaylı vergi düzenlemeleri yapılacaktı. Dolaysız vergiler bağlamında, Ağnam (hayvanlar) Vergisine, tarım üzerinde etkili olan Arazi ve Bina Vergisi matrahına, Yol Vergisine zam yapılacaktı. 1920’lerin ikinci yarısında dolaysızların yüzde 60’ı artık bu kalemlerden sağlanacaktı. 1926’da yeni dolaylı vergiler de getirilecek ve bunlarda da tarım kesimine düşen pay yüzde 26’yı bulacaktı. Öte yandan, tarım üzerindeki yükü önemsiz olmayan, devletin denetimindeki İnhisar/tekel gelirleri (şeker, tütün, tuz, çay, kibrit) arttırılacaktı. Tarımdan tarım dışına kaynak aktarmanın bir diğer öngörülmedik aracı ise, 1929 dünya kriziyle birlikte tarım fiyatlarının çökmesi ve iç ticaret hadlerinin 1930’dan itibaren tarım aleyhine gelişmesi olacaktı.

Toprak rejiminin değiştirilmesi

Osmanlı toprak rejimi 1858 Arazi Kanunnamesi ile düzenlenmişti. Cumhuriyet rejiminin bu alana müdahalesi 1926’da Medeni Kanun ile olacaktı. Ancak bu kanun 1858 Kanunnamesinin “Arazi-i Metruke” denilen kamu malları ile köy ortak mallarını düzenleyen hükümlerine dokunmayacaktı. Köy orta malları denildiğinde, belirli bir köy veya kasaba halkının ortak kullanımına bırakılmış olan baltalıklar (kesime uygun koru/orman alanları), harman yerleri, meralar, yaylak ve kışlaklardır.

Daha önemli bir düzenleme 1924 Anayasasının 74. maddesiyle getirilmiştir (bugünkü Türkçe ile): “Genel menfaatler için gereği usulen ortaya çıkmadıkça ve değer pahası peşin verilmedikçe hiçbir kimsenin malı kamulaştırılamaz ve mülkü istimlak olunamaz”.

1924 Anayasasının bu hükmüyle bir olası toprak reformunun yolu hem hukuken (genel menfaatler) hem ekonomik anlamda kapatılmaktaydı. Devletin böyle bir ağır kamulaştırma yükünün altından kalkması mümkün değildi. Dolayısıyla yeni rejim kendi devletinin bu yolu seçmeyeceğinin güvencesini vermekteydi. Peki kime veriyordu? Elbette büyük toprak sahiplerine. Peki neden? Bu dönemin iktidarını hep derinden etkileyen iki temel kaygı vardı: Birincisi, kapitalizme geçişin mümkün olduğunca hızlı olması; bu bağlamda ilkel yöntemlerle (ortakçılık vb.) işlenen geniş arazi mülkiyetlerinde kapitalist çiftliklerin geliştirilmesi, makinalı ve ücretli işçiliğe dayanan işletme modelinin hakim kılınması. Buradan ciddi bir üretim artışı beklentisi de bulunmaktaydı. Nitekim 1926-1930 döneminde tarım makinaları ve traktör ithalatında, mazot desteğinde önemli teşvikler devreye sokulacaktı. İkincisi, kendi sınıfsal desteklerini yetersiz veya eğreti hisseden siyasi kadroların, toprak ağalarını/az-çok kapitalistleşmiş büyük çiftçileri karşılarına almaktan ürkmeleriydi. Zaten iktidar partisi saflarında da en iyi örgütlenmiş parti yöneticileri bu kesimden gelmekteydi. Bu nedenle 1924’te görünürde rakipsiz olan siyasi kadro, kendisini, bir güvenlik supabı olarak Anayasaya toprak reformu olmayacağının garantisini koymak mecburiyetinde hissediyordu.

Aslında siyasi iktidar 1920’lerin ikinci yarısında sanayi ve tarım alanlarında sermaye birikim sürecini/kapitalist gelişmeyi hızlandırmak için çabalar içine girmişti. 1927 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu bunun sanayi alanındaki yansımasıydı. Ama özel sektörde beklenen hızda gelişmeler görülmedi. 1930’daki Sanayi Kongresi yeni bir dönemin habercisi olacaktı. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı, devletçi-korumacı-planlı bir açılımla birinci sanayi devriminin hızla tamamlanması hedefi doğrultusundaydı. İki savaş arasındaki hegemonya boşluğunun sunduğu büyük fırsat, dönemin yönetici kadroları tarafından büyük bir öngörüyle değerlendirilecekti.

Aslında 1929 Krizi sonrasında tarım fiyatlarının çöküşüne toprak fiyatlarının çöküşü de eşlik etmişti. Dolayısıyla 1924 Anayasasının “değer pahasının peşin ödenmesi” hükmü bir engel olmaktan fiilen çıkmış gözüküyordu. Gerçi planlı sanayileşme için dahi kaynaklar kıtken bu alana da kaynak ayrılabilir miydi sorusu sorulabilir ama bu dönemde toprak reformu niyeti olsaydı (bunun sanayileşme ile bağlantıları da kurularak ve gerekirse anayasa hükmü değiştirilerek) elbette gereği yapılabilirdi.

Ama bu dönemde henüz o noktaya gelinmemişti. Gerçi İskan Kanun görüşmeleri sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın büyük toprak sahiplerinin toprak gasplarından yakınmaları, tek yolun bir toprak reformu olduğunu dolaylı olarak göstermiyor değildi. Ama henüz “büyük kapitalist çiftlik” modelinin büyüsü aşılmış değildi. Bu dönemde toprak dağıtmaları olmadı da değil. Nüfus mübadelesiyle gelenlere, genel olarak muhacirlere, daha sınırlı ölçüde Doğudan Batı’ya göçen topraksızlara 1923-1944 döneminde toprak dağıtımları oldu. Toplumsal gerginlikleri yatıştırma ve üretim potansiyelini arttırmayı hedefleyen bu dağıtımlarla 20 yılda toplam 1,1 milyon hektar arazi 335 bin aileye dağıtıldı. 1,1 milyon hektar arazi, 1940’da işlenen 14,2 milyon hektar tarım toprağına kıyasla yüzde 7,7’den ibaretti.

Asıl değişiklik 1936 ve 1937 Bütçe açış konuşmalarında Atatürk’ün toprak reformunun zorunluluğuna açıkça vurgu yapmasıyla geldi. 5 Şubat 1937’deki Anayasa değişikliklerinde bir yandan CHP’nin altı oku anayasaya girerken (ve laiklik bir anayasa hükmüne dönüşürken), öte yandan 1924 Anayasasının malum 74. maddesine de fıkralar eklenerek toprak reformu önündeki anayasa engeli kaldırılmış oldu. Buna göre, 74. maddenin özgün hükmünden sonra gelen ikinci fıkrasında “Çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları Devlet tarafından idare etmek için istimlâk olunacak arazi ve ormanların istimlâk bedelleri ve bu bedellerin tediyesi sureti, özel kanunlarla tayin olunur” ifadesi yer aldı. Böylece, özel yasalarla anayasanın aşılabilmesi imkanı getirildi. Ancak Atatürk’ün artık katılamadığı 1938’de bütçe görüşmelerinde açış konuşmasını yapan Başvekil Celal Bayar’ın ağzından toprak reformu sözcükleri duyulmayacaktı. Savaş koşullarının devreye girmesiyle de savaş sonuna kadar toprak reformu meselesi unutulmuş olacaktı.

Osmanlıdan kopan bütün Balkan ülkelerinde iki savaş arası dönemde, hatta bazılarında Birinci Dünya Savaşı öncesinde toprak reformları yapılmışken, Türkiye Cumhuriyeti bu konuyu ancak 1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (ÇTK) ile ele almaya niyetlenebilecekti. Ama artık birçok bakımdan çok geçti. Siyasi iktidar eski gücünde değildi. Savaş sonrasında çok partili yaşama gidiş ve emperyalizmin etkisinin artması, üstelik CHP’nin kendi içinden bölünmesi bu konunun radikal bir biçimde ele alınmasına engeldi.

Ara sonuç

Her şeye rağmen CHP’nin sol kanadının son iki radikal hamlesi 1940’lardaki Köy Enstitüleri ve ÇTK olarak kayda geçmiştir. Köy Enstitülerinin incelenmesini bir sonraki yazıya bırakarak şu iki saptamayla bitirebiliriz: 

Bir: Bu iki radikal adımın ikisi de gecikmelidir. Hakim üretim ilişkilerine müdahale olan bu adımların hiç olmazsa 1930 başlarından itibaren devreye alınması gerekmekteydi. Fakat kırsaldaki hakim güçler, kendileri için açık tehdit olarak gördükleri bu girişimleri Atatürk sonrası dönemde zayıflamış bir iktidar altında kabullenmeye hiçbir zaman razı olmayacaklardı.

İki: Toprak reformu ile Köy Enstitüleri reformlarında, araba atın önüne konulmuştur. Toprak reformu yapılmadan yani kırsaldaki egemen üretim ilişkileri dönüştürülmeden Köy Enstitüleri gibi büyük bir kültürel/eğitsel ve tarımsal dönüşüm reformunun yapılma şansı hiç yoktu. Yaptırmazlardı ve yaptırmadılar.

Kurucu parti CHP’nin asıl radikal reformlarını sona bırakması, toprak reformsuz bir burjuva devriminin sonuna kadar götürülebileceğini zannetmesi tarihi bir hata olmuştur. Bedeli sonraki on yıllarda ödenmiştir, hatta günümüzde dahi bedel ödenmeye devam edilmektedir.

                                                       /././

Gençliğe yapılan en büyük kötülük -Nevzat Evrim Önal-

AKP, sermayedar sınıfın bencil çıkarlarını ilerletmek için bu ülkeye, bu ülkenin gençlerine ve geleceğine sayısız kötülükler etti; ama bana sorarsanız en iğrenç, en nefret edilesi icraatı, cumhuriyet eğitimini yıkmak için yaptıklarıdır.

Belki mesleğimden dolayı fazla hassas davranıyorumdur, ama bana “AKP’nin bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük nedir?” diye sorsanız, size “eğitimin içine etmeleri” yanıtını veririm.

Eğitim başlığı, Cumhuriyet tarihi boyunca cumhuriyeti kuran devrimci kadrolar ile mülk sahibi sınıflar arasında da hep bir gerilim başlığı olmuştu. Kemalist devrimciler eğitime idealist yaklaşıyordu; onlar için eğitim halkı aydınlatacak ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı sağlayacak bir sihirli değnekti. Mülk sahibi sınıflar ise ikiye ayrılmıştı. Toprak ağaları halkın aydınlanmasına da, sanayileşme ve kentleşme getirecek modernleşmeye de düşmandı. Osmanlı hanedanı ile kendileri de dertli oldukları için Cumhuriyet devrimini kabullenmek zorunda kalmışlardı ama her türlü tarihsel ilerlemeye, kendileri zararlı çıkacağı için (örneğin sanayileşme, kırdan kente emek göçü yaratacağı için ucuza, bazı durumlarda karın tokluğuna sömürdükleri emeği ellerinden alacaktı) itiraz etmek zorundaydılar. Kentli sermayedarlar ise modern kapitalizmin nimetlerini istiyor ama sınıf mücadelesinden çekiniyorlardı.

Devrimci kadroların Cumhuriyetin gelişme rotası üzerindeki belirleyiciliği 1945’e kadar dayanabildi. 1946-1960 dönemine ise mülk sahibi sınıfların iç mücadelesi damga vurdu. 

Bu dönemde yaşanan ve üzerinde çok konuşulan bir vaka, konumuz açısından önem taşır. Kemalist devrimin eğitim alanındaki iki önemli kadrosu, İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Âli Yücel, giderek karşıdevrimci bir pozisyona yerleşen toprak ağalarına karşı yoksul köylülerin aydınlatılmasını hedefleyen kapsamlı bir proje olan köy enstitülerinin önderliğini yaparlar. Bu, cumhuriyet tarihinde önemli bir yer tutan “köydeki karanlığı aydınlatan öğretmen” çelişkisine çok daha ileri bir boyuta kılıç atılmasıdır. Ne var ki 1940’ta başlatılan bu devrimci ama idealist proje, sadece toprak ağalarının TBMM’deki muhalefetine değil, mülk sahibi bir azınlık ve mülksüz bir çoğunluktan oluşan kapitalist toplum gerçeğine çarpar. Aynı tarihlerde dünyanın her yerinde yoksul ve topraksız köylüler sosyalist devrimlere katılmaktadır ve bunların en önemlilerinden biri olan Çin devrimi tam o yıllarda gerçekleşmektedir. Bu ortamda, toprak ağalarının karşısında yoksul köylüyü aydınlatarak çıkma fikri sadece toprak ağaları için değil, emeğin üreteceği zenginliklere el koymak için onlarla mücadele eden ve yakın gelecekte TÜSİAD’ı kuracak olan, kentleşme ve sanayileşmeden yana kapitalistler için de korkutucudur. Anadolu köylüsünün sınıfsal reflekslerini çok iyi bilen ve dinamit dolu bir depoda kibritle oynamanın alemi olmadığını düşünen İsmet İnönü, 1946 yılında, köy enstitülerine başından beri karşı olan Reşat Şemsettin Sirer’i Milli Eğitim Bakanı yapar ve projeyi öldürür. Cumhuriyet devriminin büyük yenilgilerinden biridir.

Altı çizilmesi gereken önemli nokta ise şudur: Bu yenilginin kaynağında sadece gerici toprak ağalarının direnişi değil, devrimciliğini hızla yitirmekte olan yönetici kadroların siyasi kararlarının artık mülk sahibi sınıfların ortak sınıfsal refleksleri tarafından belirlenir hale gelmiş olması vardır.

Cumhuriyet, sınıflar arası eşitsizlik belirginleştikçe ve bu eşitsizliği kabullendikçe, devrimciliğini yitirmiş ve çürümeye başlamıştır.

***

Gelin, vakanın izini sürmeye devam edelim.

Gericinin teki olan Reşat Şemsettin Sirer’in köy enstitülerine yönelik temel eleştirisi, bu kurumların öğrencileri gereksiz genişlikte bir yelpazede eğitmeyi hedeflemesiydi. Sirer’e göre bir öğretmenin aynı zamanda marangozluk, ziraat gibi pratik konularda beceri sahibi olmasına hem gerek yoktu hem de bunu beklemek hayalcilikti.

Eğitimin öğrenciye salt mesleğini icra etmek için kullanacağı bilgi ve becerileri kazandırması gerektiğini savunan bu düşünce, sermayedar sınıfın eğitimden beklentisinin yansımasıdır. Her yerde olduğu gibi burada da sermayedar sınıf ağacı değil meyveyi ister: Eğitim işçileri çalışmaya hazırlamalı, onların emeklerini sermayenin ihtiyaç duyacağı becerilerle donatmalı, ama aydınlatmamalıdır.

Aynı düşünceyi TÜSİAD’ın raporlarında eğitim başlığında dile getirilen önerilerden (bilhassa mesleki eğitime yapılan vurgulardan), Millî Eğitim Bakanlığı ve YÖK’ün strateji belgelerine kadar pek çok kaynakta görebilirsiniz. Örneğin YÖK 2024-2028 Strateji Planı’na1 baktığınızda, sıralanan hedeflerden birincisi “Yükseköğretim kontenjanlarının, üniversitelerin kapasiteleri ölçüsünde, sektörel ve bölgesel olarak işgücü piyasalarındaki beceri ihtiyaçlarının da dikkate alınarak belirlenmesi”dir.

Kuşkusuz aklı başında hiç kimse eğitimin bireyi toplumun temel faaliyeti olan üretime katılmaya, burada bir yer edinmeye hazırlamasına karşı çıkamaz. Ne var ki eğitimin bundan ibaret olması, kapitalist bir toplumda, geleceğin işçilerinin hayatlarının yalnızca patrona çalışacakları kısmının eğitilmesi anlamına gelir. Eğitimi “pazarlanabilir beceriler” edindirmeye indirgeyen bu görüşün elinden çıkan eğitim programları, söz konusu beceriler arasında dahi anlamlı bir ilişki kurmaz. Hayat bir bütündür, ama eğitimin öğrencinin aklında hayata dair oluşturduğu imge, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “uzun yolda taş yemiş otomobil camı”na benzemektedir. Burada birtakım bilgiler ve beceriler, aralarında anlamlı ilişkiler kurulmaksızın bir arada durmaktadır.

Bu insan eğitmek değil bir makinenin belirli bir noktasına uygun işlevde parça imal etmektir. Ve bu şekilde imal edilen insanlar, üstlenmek için eğitildikleri mesleği icra edemediklerinde (örneğin eğitim fakültesinden mezun olup öğretmen olarak atamaları yapılmadığında) başka bir eğitim daha satın almak zorunda kalacak; böylece özel okul patronundan Milli Eğitim Bakanı yapacak kadar piyasacı olan AKP’nin şenlendirdiği eğitim “sektörü” müşterisiz kalmayacaktır.

Böyle bir sistemde, örneğin mantık ya da felsefe derslerine gerek yoktur. Zira felsefe öğrenmek bir insanın mühendis ya da doktor olması için şart değildir; dolayısıyla bu derslerin verilmesi eğitimi uzatan ve hantallaştıran, ayrıca gereksiz maliyet yaratan bir çabadır. Kuşkusuz felsefe öğrenmek bir insanın daha iyi bir mühendis ya da doktor olmasına katkı sağlar. Örneğin etiğin temel soruları üzerine düşünen bir insan daha prensipli ve ahlaklı olur; ya da epistemolojinin temel yöntemlerini bilen birisi hem kendisine bütünlüklü (yani uzun yolda taş yemiş otomobil camına benzemeyen) bir bilgi çerçevesi kurar hem de yeni edindiği her bilgi parçasını bu çerçeveye ekleyip diğer bildikleriyle ilişkilendirir.

Ama sömürü toplumunda bunlar egemenlerce istenmeyen niteliklerdir.

Bu nitelikler istenmemektedir, çünkü yaşadığımız toplumsal düzenin bütünselliğini kavrayan ve bunu etik bir sorgulamaya tabi tutan bir insanın isyan etmemesi mümkün değildir.

Aydınlanma ve bilinçlenme, bireysel olarak yaşandığı durumda dahi vahiy inerek gerçekleşmez, toplumsal mekanizmaların sonucudur. Cumhuriyeti kuran devrimcilerin gayet iyi anladığı üzere eğitim, aydınlanmaya giden önemli yollardan biri olma potansiyeline sahiptir. Bu yüzden, aynı kavrayışa sahip olan Bolşevikler insanlık tarihinin ilk işçi iktidarında eğitim, kültür ve sanat başlıklarını “Aydınlanma Bakanlığı” altında birleştirmiştir.

Sermayedar sınıfın ise tarihten edindiği önemli bir tecrübe vardır: Ezilenlerin aydınlanması egemenler için asla hayırlı bir şey değildir.

***

Bugün içinde yaşadığımız karanlık bir günde çökmedi. Türkiye’de sermayedar sınıf güçlendikçe ve devlet politikalarını belirleyebilir hale geldikçe, Cumhuriyet’in eğitim faaliyetlerini salt kendi ihtiyaçlarına göre budamaya ve gericiliğe alan açmaya özel bir önem verdi. Köy enstitüleri kapatıldı. İlahiyat fakülteleri ve imam hatip okulları açıldı. Üniversiteleri zapturapt altına almak için YÖK kuruldu. Müfredatlar tekrar ve tekrar elden geçirilip seyreltildi, gericileştirildi. Tüm bu süreçte gericiliğe mutlaka piyasacılık eşlik etti. Hiç tesadüf olmayacak bir biçimde, Kenan Evren cuntasının YÖK’ü kurma görevi verdiği gerici İhsan Doğramacı, aynı zamanda, öğrencileri nitelikleriyle ve mücadeleleriyle sermaye sınıfının başına bela olmuş ODTÜ’den gasp ettiği arazide ülkenin ilk özel üniversitesi Bilkent’i kuran kişi oldu.

Dolayısıyla, cumhuriyetin tüm değerlerini öldürme görevini üstlenen ve bu lanetli işi başarıyla yerine getiren AKP’nin bir bakanının “eğitim seviyesi yükseldikçe oylarımız düşüyor” demiş,2 bir başka bakanının da özet niteliğindeki şu konuşmayı yapmış olması birbiriyle tutarlıdır:

“Ara teknik eleman ülkesiyiz biz. (…) Eğer biz çocuklarımızı iyi yetiştirirsek kalem efendisi değil, ara teknik eleman, üniversiteyi bitiren, teknolojiyi iyi kullanan, bilgisayar bilen ve lisan bilen, dünyadaki bütün bilgileri alıp onları çok iyi kullanan, çok kaliteli gençler olarak yetiştireceğiz.” 3

Bu iki alıntıdaki aydın ve aydınlanma düşmanlığını yan yana koyduğunuzda, sermayedar sınıfı tedirgin eden tüm ilerici unsurların eğitimden ayıklanması işinin neden ismi “teslimiyet” kelimesiyle aynı kökenden gelen dinin gericileri tarafından tamamına erdirildiğini anlarsınız.

***

Bu uzun yolun sonunda eğitimde gelinen noktada, Türkiye’de herhangi bir diploma yoktan var edilebilir ve varken yok edilebilir hale geldi.

Türkiye’nin en köklü üniversitesi, verdiği diplomanın arkasında duramadı ve bunu yapamadığı için, kendi varlığını da kendi eliyle reddetmiş oldu. Ne var ki bu doğru, ancak şu doğruyla birlikte anlam taşır: Aynı köklü üniversitenin Girne’deki abuk subuk bir mektepten fakültelerine yatay geçişle öğrenci almayı kabul etmesi, bu yolla merkezi yerleştirme sınavında pek da başarılı olamayan hatırlı birilerinin arka kapıdan içeri alınmasına izin vermiş olması da, bugünkü rezilliğe varan yola döşenmiş bir başka taştı.

Terry Eagleton’ın çok isabetli biçimde ifade ettiği üzere,4 bütün bunların sonucunda, isminin kökünde “evrensellik” olan üniversite, öldü.

Geçtiğimiz Eylül ayı itibariyle üniversite hocalığı mesleğinde yirminci yılımı doldurmuş bulunuyorum, dolayısıyla bu konunun beni nesnel öneminin ötesinde dertlendiriyor olması mümkündür. Yine de, yazıyı başta söylediğim şeyi tekrar ederek bitirmek istiyorum. AKP, sermayedar sınıfın bencil çıkarlarını ilerletmek için bu ülkeye, bu ülkenin gençlerine ve geleceğine sayısız kötülükler etti; ama bana sorarsanız en iğrenç, en nefret edilesi icraatı, cumhuriyet eğitimini yıkmak için yaptıklarıdır. Türkiye’nin sosyalist devrimini gerçekleştirdiğimizde, örneğin hatırı sayılır bir sanayi birikimini takılıp kaldığı yerden kurtarıp ilerletmeye devam edeceğiz, ama eğitim sisteminin bir bütün olarak yıkılıp baştan kurulması gerekecek.

Yarın 23 Nisan, bir hafta sonrası 1 Mayıs, onun iki hafta sonrası 19 Mayıs. Bu günlerin anlamını düşünürken, belki penceremize Türk bayrağı asar, eylemlere katılırken, gençliğe yapılan bu kötülük aklımızın bir kenarında dursun ve çıkmasın lütfen.

Bağlantılı bir not: Eğitime yönelik en güncel saldırı şu anda “proje liseler” olarak isimlendirilen okullarda yaşanıyor ve liseli gençler büyük bir cesaretle öğretmenlerine sahip çıkıyor. Bu konunun takipçisi olmanızı ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin bu konudaki açıklamasını okumanızı rica ediyorum.

1http://www.sp.gov.tr/upload/xSPStratejikPlan/files/0I0XI+2024-2028-yok-stratejik-plani.pdf

2https://www.youtube.com/watch?v=Cn2-QhSUFU8

3https://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/erdogan-bayraktar-biz-ara-eleman-ulkesiyiz-mucit-cikaramayiz-haberi-7759

4https://www.theguardian.com/commentisfree/2010/dec/17/death-universities-malaise-tuition-fees

                                                               /././

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -21 Nisan 2025 -

KKTC’de devlet skandalı da Hakan Fidan’a nasip oldu -Namık Tan-

Erdoğan ve AKP takımı bizi dış politikada rezaletlere alıştırdı, haklarını vermemezlik etmeyelim. Fakat AKP ölçüleriyle bile KKTC’de şu son olanları insanın aklı almıyor, hakikaten insan utanıyor.

KKTC’yi tanıtmak bir yana adeta devasa bir batakhaneye, adeta bir suç ve kara para aklama üssüne dönüşmesi de AKP-MHP koalisyon iktidarı dönemine nasip oldu. Bu defa minare öylesine kılıfa sığmadı ki, Erdoğan yıllardır kasasını emanet ettiği Maksut Serim’in oğlu Lefkoşa Büyükelçisi Yasin Ekrem Serim’i önce Ankara’ya celp etti, peşine babasıyla birlikte ikisini de sessiz sedasız görevlerinden azletti.  

Milli iradeyi dilinden düşürmeyen ama milli iradenin tecelligâhı TBMM’ye gelip düzenli hesap vermeye tenezzül etmediği halde Genel Başkanımız Özgür Özel’e “haddini bil” gibi düzeysizce dil uzatabilme ayrıcalığını dahi kendinde bulabilen sarayın dışişleri sekreteri Hakan Fidan lağım gibi patlayan skandal hakkında ağzını açıp tek kelime edemiyor. Kamu kaynaklarını gönlünce çarçur eden keza sarayın propaganda müdürü Fahrettin Altun ise bir “dezenformasyon” açıklaması olsun uyduramıyor.

“Babasının oğlu” olmak dışında hangi liyakatına, birikimine, deneyimine dayanılarak Lefkoşa gibi kilit önemi haiz bir başkente Büyükelçi atandığı anlaşılamayan Yasin Ekrem Serim görev yerinde yalnızca yedi ay kalabildi. KKTC’nin güvenilir gazetecilerinden Ayşemden Akın’ın Cemil Önal’la, adı geçenin 16 ay tutuklu kaldığı Hollanda’da yaptığı ve Genel Yayın Yönetmeni de olduğu “Bugün Kıbrıs” gazetesinde yayımlanan söyleşiden bu karanlık atama ve apar topar görevden almanın nedenlerini anlamaya başlıyoruz.

Önal, 8 Şubat 2022 tarihinde Girne’de öldürülen sanal bahis şirketi ve kumarhane işletmecisi Halil Falyalı’nın işlerinin mali veçhesini yöneten kişi. Onun Hollanda ve ABD ilgili makamlarıyla paylaştığını ve delillendirdiğini aktardığı ifadelerine göre eski Başbakan Binali Yıldırım ve güncel dışişleri sekreteri Hakan Fidan’ın oğullarının da adlarının karıştığı iddia edilen karanlık ilişkiler yumağını öğreniyoruz. Falyalı’nın, sözü edilen iki mahdum da aralarında olmak üzere yakın ilişkide olduğu kimi AKP dönemi önde gelenlerine ait uygunsuz görüntüleri içeren bir video arşivini -herhalde güvence kabilinden- elinde tuttuğu bilgisini ediniyoruz.

Önal’ın ifadelerinin ciddiyeti Hollanda makamlarınca anlaşmalı serbest bırakılmasından ve koruma altına alınmasından belli. İddiasına göre, Yasin Ekrem Serim bizzat Fidan tarafından toplam 45 video kaydından oluşan arşivi almak üzere Lefkoşa’ya büyükelçi atanmış. Netameli görevini başarmış da. Ancak kayıtlardan beşini, ya o da kendini güvenceye almak için veya kayıtların ait olduğu kişilerle ilişkisi nedeniyle elinde tutmayı yeğlemiş. Böylece Fidan, arşivi ancak eksik durumda MİT Başkanı İbrahim Kalın’a teslim edebilmiş.  

İşin ciddiyetini ortaya koyan bir başka boyutu da baba-oğul Serimlerin Erdoğan tarafından görevlerinden derhal el çektirilmelerinde. Öyle ki, girişte dikkat çektiğim üzere, oğul Serim diplomatik teamüle aykırı olarak ve hatta KKTC makamlarına saygısızlık da yapılarak adı geçen zaten Ankara’ya gelmişken görevden alınıyor ve adaya dönemiyor. Baba Serim ise ta İBB zamanından beri Erdoğan tarafından anahtarı kendine emanet edilen kasayla vedalaşmak zorunda kalıyor.  

Dahası, Ankara iki devletli çözümü savunadursun, adanın kuzeyiyle güneyinin yeraltı âlemleri arasında (ABD’de “crimesyndicate”, Güney Amerika’da “cartel” dedikleri gibi) “federasyon” kurulmuş bile. Maktul “baron” Halil Falyalı, Hollanda’dan Belarus’a, Türkiye’den Dubai’ye uzanan bir kara para aklama ağında güneyin “baronlarından” Lukas Fanieros ile yıllardır ortaklık yapmaktaymış. Sağlama için yalnızca şu basit soruları sormak yeterli: Hollanda ve ABD ilgili makamlarına Ankara tarafından adli iş birliği talebinde bulunuldu mu? Bulunulduysa bu sağır edici suskunluk neden?

O arada, AB Komisyon Başkanı Von der Leyen’le yaptıkları toplantının ardından Orta Asya Türk cumhuriyetlerinden Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan GKRY’de büyükelçilik açma kararlarını resmen duyurdular. Bu ülkeler GKRY’yi “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak zaten SSCB’nin yıkılmasıyla, başlarında bağımsızlıklarını kazandıkları 1990’lı yıllarda tanımışlardı. Şimdi bu adımı da atmaları kendi ulusal çıkarlarını Erdoğan ve onun dışişleri sekreterinin bize anlattıklarının aksine Binali Yıldırım’ın “aksakallısı” olduğu bu Türk devletleri topluluğunda da bekleneceği üzere ulusal çıkarların, hayal edilen “soydaşlıktan” önde geldiğini, “soydaşlık” kavramının diplomaside pek yol tutmadığını gösteriyor.  

Esasen zamanında üstlendiği diplomatik görevler bağlamında adayı çok iyi tanıyan eski meslektaşım Engin Solakoğlu’nun da son yazısında vurguladığı üzere “KKTC’nin kendi kurucu belgelerinde de yer aldığı gibi ‘KKTC’ bir müzakere pozisyonu.” Nitekim Solakoğlu, adadaki tek meşru hükümetin “Kıbrıs Cumhuriyeti” olduğunu belirten BMGK 186 sayılı kararın Türkiye tarafından da adaya BM Barış Gücü gönderilebilmesini teminen tanındığını da aynı yazıda anımsatmış.

Sonuç olarak, devlet ciddiyeti denilen şey tek kaşı indirip diğerini kaldırmakla, her gördüğünüz kameraya dik dik bakmakla olmuyor. Makam aracınızı kullanan şoförün kapısını bir görevliye, sonra kendi kapınızı o şoföre açtırmak gibi gereksiz afra-tafrayla da olmuyor. İçeride elinizin altındaki kamu yayın kuruluşlarına başka, dışarıda görüştüğünüz muhataplara kapalı kapı ardında başka hikâye anlatıp, başka tezgâh açmakla da olmuyor. Herkesi kör alemi sersem sanmakla, o muhayyel devlet ciddiyeti hiç bağdaşmıyor.

Hele kasanız tamtakırken, hele siz gelecek cumhurbaşkanlığı yarışında en güçlü rakibinizi hukuksuz biçimde hapse tıkmışken etkin diplomasi yürütmek güç hatta olanaksız. Çok rezaletler de gördük, görmedik değil. Erdoğan ve AKP takımı bizi dış politikada da rezaletlere alıştırdı, haklarını vermemezlik etmeyelim. Fakat AKP ölçüleriyle bile KKTC’de şu son olanları insanın aklı almıyor, hakikaten insan utanıyor. Anlaşılan büyük ozan Murathan Mungan’ın şu sıkça atıf yapılan “Bu ülkede her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız” özdeyişi gerçekten doğruymuş: Her yurttaş Dışişleri Bakanı olabilirmiş.

                                                           /././

Yeni Yalta’ya kadar, hop oturup hop kalkmak -Akdoğan Özkan-

ABD ve İran heyetlerinin müzakeresinde 3. tur gözükürken dünyanın kalıcı bir barışa ne ölçüde yaklaştığını bilmiyoruz. Bildiğimiz, Trump, Putin ve Şi’nin Yalta 2.0’ına kadar tarafların birbirlerinin nüfuz bölgelerini tam olarak tanımayacağı


Geçen hafta Umman’da İran heyetiyle dolaylı olarak görüşen ABD yetkililerinin hangi jeopolitik hesaplarla orada olduklarına değinmiştim. İki gün önce heyetler Roma’da ikinci tur görüşmeleri de tamamladılar. Heyetlerin 26 Nisan’da yeniden görüşecekleri açıklandı. Ancak iki ülke arasındaki ikili ilişkiler hangi yöne evrilecek, bölgemizde yeni bir savaşa mı yoksa barışa mı daha yakınız, pek bir ipucu yok. Umman başkenti Muskat’taki ilk görüşme ile İtalya başkenti Roma’da gerçekleşen ikinci görüşme arasındaki zaman zarfında meydana gelen gelişmeler, verilen demeçler sorunun yanıtına dair fikir verebilir, diyerek bu yazıda bu gelişmeleri ve demeçlerin satır arasından okuduklarımızı masaya yatıralım.

Yatıralım, zira müzakereler üzerinden giderilmeye çalışılan ihtilaf, görüşmelerin çökmesiyle bir anda dünyayı, hadi dünyayı olmasa da bölgemizi yeniden ve Türkiye’nin de etkileneceği şekilde daha büyük bir ateşe verebilir. Ellerini ovuşturarak kenarda bunu bekleyen epey bir kesim olduğu da malum.

Şu aşamada müzakerelerin neye evrileceği tam olarak belli değil.

Neoconlar önce Amerikacılara karşı

Bir yanda “Trump gerçekte İsrail’in İran’ı vurmasını istiyor ve askeri destek de verecek, sadece bu görüşmelerle meşruiyet ve ‘rıza üretimi’ arıyor, bir noktada İran’ı nükleer silah sahibi olma arzusundan caydıramadıklarını söyleyerek masayı devirecek ve sonrasında silahlar konuşacak,” diyenler var.

Bir yanda da benim gibi, “ABD istihbaratının başındaki Tulsi Gabbard’ın elindeki bilgiler, İran’ın nükleer silah geliştirme çabası içinde olmadığını gösteriyor, dolayısıyla Trump bu ülkeyi vurmaktan yana değil, Rusya’yı izole etme hesapları içinde Tahran yönetimine rol üstlendirmenin peşinde,” şeklinde akıl yürütenler var. Geçen hafta jeopolitik arka planını detaylı şekilde açıkladığım gibi, Washington’un ölümü gösterip Tahran’ı sıtmaya razı etmeye çalıştığını, en azından buna öncelik vermek istediğini düşünmek mümkün.

Tabii ortada bu şekilde seçenekler olduğunu söylemek, Washington için meselenin akla kara berraklığında olduğunu söylemek anlamına gelmiyor. Zira ABD yönetimi içinde ciddi görüş ayrılıkları olduğunu görüyoruz. Bir tarafta, Savunma Bakanı Pete Hegseth, Dışişleri Bakını Marco Rubio, Ulusal Güvenlik Danışmanları Sebastian Gorka ve Mike Waltz gibi neo-con isimler… Bir yanda da Başkan Yardımcısı J. D. Vance, Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard ve Başkan’ın Orta Doğu Temsilcisi Steve Witcoff gibi “America First”çü kanat var.

Ekip içindeki derin sayılabilecek görüş ayrılıkları kendisini sadece İran meselesinde değil Ukrayna meselesinde de hissettiriyor. Neocon isimler nasıl İran karşısında şahin kesilmekten yanaysa ve İsrail’e destek verilmesi gerektiğini düşünüyorsa, Ukrayna’da da Kiev yönetimini müzakerelere oturtma çabasından arabuluculuktan vazgeçilmesini istiyorlar. “Önce Amerikacı” dediğim isimler ise Mossad istihbaratının sağladığı bilgilerle hareket etmekten yana değil.

Bizi bu yazı çerçevesinde ilgilendiren İran meselesi temelinde konuya biraz daha yakından bakacak olursak…

Mesela, ABD Kongresi üzerinde etkili Siyonist lobilerin tüm engelleme gayretlerine rağmen Tulsi Gabbard, Ulusal İstihbarat Direktörü olarak Başkan Donald Trump’a geçtiğimiz haftalarda, “İran 2003’den bu yana nükleer silah geliştirme çalışması yürütmüyor, ülkenin dini lideri Ali Hamaney de böyle bir çaba yürütmenin karşısında” şeklinde özetleyebileceğimiz bir rapor sunmuştu. Ama Trump’ın Dışişleri Bakanı Rubio İran’ı bir şekilde vurmayı arzulayan bir kanatta yer alıyor. Siyonizm yanlısı lobi gruplarından 1 milyon doların üzerinde bağış aldığı söylenen bir isim Rubio. Trump İran ile dolaylı görüşmelere belki bu yüzden Rubio’yu değil, Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witcoff’u gönderdi.

Görüşmelerin dinamiği

Şimdi biri Umman başkenti Muskat’ta diğeri İtalya başkenti Roma’da gerçekleşen iki görüşme arasında yaşanan ve çok önemli bulduğum gelişmeleri aktarayım:

İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçı ikinci tur görüşmelerden 3 gün önce, uranyum zenginleştirmenin İran'ın nükleer programının temel bir parçası olmaya devam ettiğini ve bunun “müzakere edilemez” olduğunu yineledi. Böylelikle, ABD Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un Tahran'ın uranyum zenginleştirme çabalarını durdurması yönündeki talebine net bir yanıt vermiş oldu. Erakçı, kabine toplantısının ardından gazetecilere şöyle konuştu: “İran'ın uranyum zenginleştirmesi gerçek, kabul görmüş bir konudur. Olası endişelere yanıt olarak güven oluşturmaya hazırız, ancak zenginleştirme konusu müzakere edilemez.

Aslına bakılırsa, bu acıkmalara rağmen, iki heyetin tutumları arasında radikal bir fark olmadığını sanıyorum. Zira, Witkoff, 14 Nisan’da Fox News’a yaptığı bir açıklamada, ABD'nin Tahran'ın nükleer programını ortadan kaldırmaktan ziyade sınırlamayı hedeflediğini ima eden yorumlarda bulunmuştu. Witkoff bu röportajda, “Başkan söylediklerini kastediyor: İran'ın bir nükleer bombası olamaz,” demiş ve İran ile devam eden “görüşmenin” zenginleştirme ve silahlandırma hakkında olacağını, üzerinde mutabık kalınan taahhütlerin doğrulanması zorunluluğunu vurgulamıştı.

Witkoff’un açıklamalarındaki iması bir gerçeklik ifade ediyorsa, Amerikan heyeti, Obama yönetimi döneminde, 2015 yılında imzalanan P5+1 İran nükleer anlaşmasının önemli bir bileşenini, Tahran ile bugün yürütülen görüşmelerde yeniden bir referans noktası olarak kullanıyor demektir. Bu ilginç, zira Başkan Trump bu yaklaşımı 2018'de terk ederek anlaşmadan Washington’un imzasını çekmişti. Trump’ın uzun süredir eleştirdiği söz konusu nükleer anlaşma, İran'ın uranyum zenginleştirme seviyesini yüzde 3,67'nin üzerine çıkarmasını, İslam Cumhuriyeti'nin silah elde etmesini engellemeyi amaçlayan bir çerçeve kapsamında yasaklıyordu. Trump, Washington'un imzasını bu anlaşmadan çekince, İran uranyumu yüzde 3,67 oranına kadar zenginleştirme kısıtından ve kendisini ABD'ye karşı sorumlu hissetmekten kurtulmuştu. Zaman zaman İran’ın bu oranı aştığına yönelik söylentiler çıkmıştı. Elinde yüzde 4'lere yakın mertebede zenginleştirilmiş uranyum bulunan bir ülke olarak İran’ın bu oranı yüzde 20'nin üzerine çıkardığında nükleer reaktörlerinde, yüzde 90'ın üzerine çıkardığında da füzelerin nükleer başlıklarında kullanabilecek bir noktaya ulaşacağı hep söylenmişti. 

İsrail yine de vurabilir

Bu arada, İsrail’in önümüzdeki aylarda İran'ın nükleer tesislerine bir saldırı olasılığını dışlamadığı da aynı günlerde ortaya çıktı. Hem de Başkan Donald Trump’ın, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'ya ABD'nin İran’a saldırıyı desteklemeyi istemediğini söylemesine rağmen. Reuters’in İsrailli bir yetkili ve konuya aşina iki kişiden aldığı bilgilere göre, İsrailli yetkililer, Tahran'ın nükleer silah edinmesini engellemeye yeminliler ve Netanyahu, İran ile yapılacak herhangi bir müzakerenin Tahran yönetiminin nükleer programının tamamen ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanması gerektiğinde ısrarlı.

Oysa New York Times’ın yazdığı üzere, Donald Trump Beyaz Saray'da bu ayın başlarında yaptığı görüşmede Netanyahu'ya, Washington'ın Tahran ile diplomatik görüşmelere öncelik vermek istediğini ve kısa vadede ülkenin nükleer tesislerine saldırıyı desteklemeyeceğini söylediğini yazmıştı.

Şarkü’l Evsat gazetesi ise, Trump’ın bu konudaki kararını aylarca süren iç tartışmaların ardından verdiğini yazdı. Gazeteye göre, söz konusu tartışma, şahin kanattaki Amerikan kabine yetkilileri ile İran'a yapılacak askeri bir saldırının ülkenin nükleer hırslarını yok edip daha büyük bir savaşı önleyebileceği konusunda şüpheci olan diğer Amerikalı yetkililer arasındaki fay hatlarını iyice belirginleştirdi. Neticede, Beyaz Saray’da önceliği diplomasiye verme yanlısı olan ve askeri harekata şu aşamada karşı olan bir fikir birliğine kabaca da olsa varılmıştı.

ABD yönetiminin konuya ilişkin tonundaki değişikliği fark eden İran ise hem Rusya hem de Çin ile yürüttüğü istişarelerin ardından, Umman'da ABD ile “dolaylı” müzakerelere oturmayı kabul etmişti. “Yapıcı” geçtiği söylenen ilk iki tur görüşmelerde kesin sonuca varılmış olmasa da hem Trump'ın savaşçı söylemi ve İran liderliğinin keskin karşıtlığıyla kızışan hava önemli ölçüde soğumuş görünüyor. Ve en azından şimdilik, hedefte savaş değil barış varmış gibi duruyor.

Yemen’i bunun için vurdular

Tabii bu arada, kimi siyasi gözlemciler İran'ın kritik nükleer altyapısını yerin epey altına gömerek ABD'nin konvansiyonel saldırılarına karşı kendisini bağışık hale getirdiği de söyleniyordu. Zaten Trump yönetimi, bu nedenle ABD envanterindeki en güçlü sığınak patlatma bombalarıyla donatılmış B-2 bombardıman uçaklarını kullanarak Yemen’e saldırdı. ABD yönetimi, birkaç yeraltı silah depolama tesisini vurarak Tahran’a yeraltı tesislerinin Amerikan konvansiyonel silahlarına karşı bağışık olmadığı mesajını göndermeye çalıştı.

Ama tabii bu riskli bir hamle oldu, zira Yemen’e yönelik bu saldırılar İran ve Yemen kaynaklarının da iddia ettiği gibi, hedeflerini yok etmeyi başaramamış ise bu durum, İran'ın kendine güvenini artırarak hedeflediğinin tam tersi bir sonuç vermiş olacaktı.

Tabii bu durumda da İran'ın (varsa) nükleer altyapısının imhasını garanti altına alacak tek seçeneğin özel olarak tasarlanmış, nükleer sığınak delici savaş başlıkları ve bombalar olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalınacaktı. Irak’ta 1991-1998 arasında BM adına silah denetçiliği yapan, eski Amerikan istihbarat subayı Scott Ritter’e bakılırsa, II. Dünya Savaşı sonrasındaki çatışmalarda nükleer silah kullanan ilk ülke olma konusunda Pandora'nın kutusunu açmaya isteksiz olan Trump, biraz da bu nedenle söylemini yumuşatarak İran ile nükleer sorunu çözmekle sınırlı müzakerelere girmeye karar vermişti.

Bir gün önce Moskova’daydı

Bu arada, Erakçi’nin, Roma’daki ikinci tur görüşmelerin hemen öncesinde, 17-18 Nisan tarihlerinde Moskova’da temaslarda bulunduğunu da ekleyelim. Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin tarafından Kremlin'de kabul edilen Erakçi, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile de görüştü. İki bakanın ülkeleri arasında 17 Ocak'ta Moskova'da imzalanan stratejik işbirliği anlaşması gereği kapsamlı stratejik ortaklık düzeyine doğru ilerleyen çeşitli ikili ilişkilerin tüm yönlerini ayrıntılı bir şekilde inceledikleri bildirildi.

Öte yandan, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Rafael Grossi, İran’a gerçekleştirdiği ziyaretin ve İran Dışişleri Bakanı ile gerçekleştirdiği görüşmenin ardından geçen perşembe günü yaptığı açıklamada, ABD ve İran’a nükleer anlaşma için kalan sürenin azaldığı uyarısında bulundu. Grossi, “Tartışmalar kritik bir aşamada ve önümüzde çok fazla zaman kalmadı. Bu yüzden İran’a geldim, müzakere sürecini desteklemek için,” dedi. İran’ın 2003 yılında dini liderin fetvasıyla nükleer silah üretimini haram saydığı yönündeki resmî açıklamasını hatırlatan İran Dışişleri Bakanı Erakçi de, UAEA’nın önümüzdeki birkaç ay içinde İran’ın nükleer dosyasında barışçıl bir anlaşmaya ulaşılmasında önemli bir rol oynayabileceğini belirterek, UAEA’dan ajansı siyasete alet etmemesini istemiş ve nükleer görüşmeleri raydan çıkarmaya çalışan ‘yıkıcı güçlerle’ yüzleşmesini talep etmişti.

ABD'nin askeri müdahale tehdidi eşliğinde İran'la nükleer müzakere yürüttüğü dönemde meydana gelen bir başka önemli bölgesel gelişmede, bir Suudi Arabistan Savunma Bakanı 1979’dan beri ilk kez İran’ı ziyaret etti. Prens Halid bin Selman'ın “tarihi” diye nitelenen geçen haftaki İran ziyareti, zamanlaması ve karşılıklı mesajlar açısından dikkat çekti. Selman, Tahran'da şu isimlerle görüştü: İran Dini Lideri Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri ve Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri General Ali Ekber Ahmediyan. Görüşmelerde, Suudi Savunma Bakanı, Babası Kral Selman'ın yazılı mesajını İran dini liderine iletti. Tahran Times'a konuşan kaynaklar, Savunma Bakanı’nın görüşmelerinde, “Suudi Arabistan'ın bölgesel anlaşmazlıklarda dış güçlerden ziyade İran'ın yanında yer aldığı yönünde doğrudan bir mesaj iletiliyor," yorumunu yaptılar.

Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın gelecek aylarda Tahran'a resmi devlet ziyareti düzenleyeceği de aynı günlerde duyurulan haberler arasında yer aldı.

Çin'in arabuluculuğunda Tahran’la on yıllardır kopuk olan ilişkilerini onarma çabasına yönelen Riyad yönetimi, İran'la gerilimi azaltarak ve Çin’i bölgeye bir denge unsuru olarak katarak ABD'yi frenlemeye çalışıyor.

Bütün bu gelişmelerin bölgeyi ve dünyayı kalıcı bir barışa ne ölçüde yaklaştırdığını bilmiyoruz elbette. Ama bildiğimiz bir şey var, Trump, Putin ve Şi’nin ne kadar zaman içinde olacağını kestiremediğimiz ve Winston Churchill, Franklin D. Roosevelt ve Joseph Stalin’in bundan 80 yıl önce gerçekleştirdiği Yalta zirvesine benzer anlam taşıyan bir görüşmesi olacak. Yalta 2.0 olarak da adlandırabileceğimiz ve tarafların birbirlerinin nüfuz bölgelerini tanıyacağı bu görüşmeye kadar galiba dünya hop oturacak, hop kalkacak!

                                                               /././

Özel üniversite akademisyenlerinin ücret sorununun çözümüne ilişkin…-Murat Batı-

Vakıf ve Devlet üniversitesi öğretim elemanları Yükseköğretim Personel Kanunu’na tabi olması nedeniyle bu Kanundaki istisnaları düzenleyen hükümlerin tüm öğretim elemanlarına uygulanması gerekmekte.

Basında yer alan haberlere göre YÖK, 22 vakıf üniversitesine akademik personeline mevzuata uygun ücret ödemediği gerekçesiyle uyarıda bulunmuş. Aynı haberlere göre ödenmeyen ücret farklarının da geriye dönük yasal faiziyle birlikte ödenmesini istemiş.

Benim de kulağıma gelen haberler bu yönde. Birçok vakıf üniversitesinde görevli bazı akademisyen arkadaşlarımla görüştüğümde maaş sorununun devam ettiğini maalesef hâlâ duymaktayım.

Bu arada vakıf üniversiteleri halk arasında özel üniversite olarak bilindiğinden bu yazıda defalarca zikrettiğim vakıf üniversiteleri ifadesinden özel üniversiteler anlaşılmalıdır. Zira doğrusu da vakıf üniversitesidir.

Ne olmuştu?

Vakıf üniversiteleri ile Devlet üniversitesi öğretim elemanları arasındaki maaş farkının giderilmesi için 17 Nisan 2020 tarihinde 7243 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun  m.11 ile bir düzenleme yapıldı ve Kanun değişikliği aynı gün yürürlüğe girdi.

Söz konusu madde hükmü “Vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışan öğretim elemanlarına, unvanlarına göre Devlet yükseköğretim kurumlarında ödenen ücret tutarından az ücret verilemez ile vakıf ve devlet üniversitesi öğretim üyeleri arasındaki maaş farkının giderilmesi amaçlandı.

Ancak Kanun değişikliği 17 Nisan 2020 tarihinde yapılmasına rağmen (duyduklarımız ve basına yansıyan haberlere göre) bazı okullarda bu eşitlik hâlâ sağlanmadı.  

Kanun düzenlemesi yapıldığı dönemde birçok sorun zaten ortaya çıkmıştı ki YÖK özellikle “eşitlemenin brüt mü yoksa net ücret mi” olacak sorusunun cevabını üniversiteler lehine cevaplamıştı. Daha önemlisi kanuni düzenlemenin  uygulanmaya başlama tarihi de kanunda açıkça yazmasına rağmen üniversitelerce görmezden gelindi ve YÖK’e soruldu. YÖK, bu sorunları çözmek adına bir dizi Karar aldı. Özellikle Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı Yürütme Kurulu’nun önceki Kararları ve 08.07.2020 tarihli ve 39 sayılı kararı ile bu kanuni düzenlemenin başlangıcının yeni sözleşme ile olabileceği ve ücretin net mi ya da brüt mü olacağı hususunu vakıf üniversitelerinin keyfiyetine bırakacağı yönünde görüş verdi.

Bu düzenlemelerden bazıları yargıya taşındı ve Danıştay 8’inci Dairesi öğretim elemanının lehine olacak şekilde yürütmeyi durdurma kararı verdi.

Danıştay 8’inci Dairesi tarafından verilen yürütmeyi durdurma kararının sonuç kısmı “Kanun maddesinin bertaraf edecek şekilde düzenleme yapıldığı ve Kanun ile getirilen bir hakkın kullanımının daralttığı, iş sözleşmelerinin yasanın yürürlüğünden önce zam miktarlarını belirleyecek şekilde imzalanmış olmasının da yasanın uygulanmasına gerek olamayacağından açıkça hukuka aykırı düzenleme yapıldığı sonucuna varılmıştır. Bu durumda 2577 sayılı Kanunun yukarıda belirtilen 27. Maddesinde yer alan koşulların birlikte gerçekleştiği anlaşıldığından yürütmenin durdurulması isteminin kabulüne karar verilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.” şeklindedir.

Bu kararda normlar hiyerarşisine yer verilerek Kanunla yapılan bir düzenlemenin idari bir düzenleme ile esnetilip daraltılamayacağına işaret edilmiş. Davayı açan öğretim elemanının bulunduğu vakıf üniversitesi Danıştay’ın bu kararı uyarınca öğretim elemanı lehine düzenlemeyi yaparak aradaki farkı kişiye ödemiş.

Bu karardan sonra Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı Yürütme Kurulu 17.03.2021 tarihli ve 12 nolu Karar alarak üniversitelere gönderdi.  Söz konusu Kararda “08.07.2020 tarihli ve 39 sayılı kararın Danıştay’a açılan dava sonucu yürütmenin durdurulduğunu” ifadesi ile duyurdu. Bu durumda YÖK’ün 39 nolu Kararının dikkate alınmaması gerektiği yönünde önemli bir sonuç çıkmaktadır. 

Bu kararların ardından bazı üniversiteler Kanun’un emrettiği şekilde düzenlemeler yapmaya başladı ama basına yansıyan şekilde görüldüğü üzere bu sorun maalesef hâlâ devam etmektedir.

Önem arz eden bir husus…

Yükseköğretim Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un Gerekçesinin 11’inci maddesinde “vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışan öğretim elemanlarının mali haklarının Devlet yükseköğretim kurumlarında çalışan emsalleri ile eşitlenmesi öngörülmüştür.” hükmü yer almaktadır. Gerekçedeki “mali haklar” ibaresi oldukça açıktır.

Şöyle ki; Devlet üniversitesinde görevli bir öğretim elemanı ile vakıf üniversitesinde görevli bir öğretim elemanının ücretleri aynı mali hakları kapsamamaktadır. Mali hak ibaresi 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nun 12, 14, ek madde 1, ek madde 2, ek madde 3 ve ek madde 4 gibi bir kısım maddeleri içermektedir. Söz konusu maddeler özetle YÖK tazminatı, üniversite ödeneği, eğitim/öğretim ödeneği gibi ödemeleri kapsamaktadır. Ve bu maddelerde yazan ortak ifade ise “damga vergisi hariç herhangi bir vergi ve kesintiye tabi tutulmaz.” şeklindedir.

Yani Devlet üniversitesinde çalışan bir öğretim elemanına verilen ücretin bu ödeneklere isabet eden kısmı vergiye tabi tutulmamaktadır. Örneğin Devlet üniversitesinde çalışan bir profesörün maaşından sigorta ve diğer kesintiler düşüldükten sonra kalan tutar yani matrah üzerinden vergilendirilir. Ancak Devlet üniversitesinde çalışan bir profesörün maaşının büyük bir kısmı söz konusu ödeneklerden ibaret olduğu için vergiye tabi matrahı da düşüktür.

Devlet üniversitesinde çalışan öğretim elemanının matrahı düşük olduğundan yılın ikinci yarısından sonra ikinci vergi dilimine girmektedir. Ancak vakıf üniversitesi öğretim elemanının matrahı yüksek olduğundan genel olarak mart ayından sonra ikinci dilime ve hatta daha sonra yüzde 27’lik oranın bulunduğu üçüncü dilime de girmekteler. Bu, vakıf öğretim elemanının eline geçen tutarın yıl sonuna doğru daha da azalması anlamına gelecektir.

Bordroda görünen brüt ücretler aynı olsa da ücreti oluşturan kalemlerin farklı olması nedeniyle devlet üniversitesinde çalışan öğretim elemanı ile vakıf üniversitesi öğretim elemanının maaşından yapılacak vergi kesintisi arasında ciddi bir fark oluşmaktadır. Devlet üniversitesinde çalışan öğretim elemanı, bordrosunda bulunan ücret kalemleri içinde ağırlıklı olarak yer alan çıplak ücret dışındaki ödemeler nedeniyle daha az vergi ödeyecek, vakıf üniversitesinde çalışan ise bordrosunda gelirinin tamamı çıplak ücret olarak göründüğünden vergi yükü çok daha ağır olacaktır.

Ayrıca aylar itibariyle artan oranlı vergi tarifesine tabi olduğunu da düşününce hakkaniyet iyiden iyiye yok olacaktır. Vakıf üniversitesi, brüt ücret bazında sorumluluğunu yerine getirse de öğretim elemanı devlet üniversitesinde çalışan aynı ünvanlı meslektaşı ile aynı ücreti maaş hesabında göremeyecektir. Ücret gelirlerinin farklı kalemlerden oluşması nedeniyle aynı brüt ücreti alanların farklı matrahlarının bulunması aynı zamanda Anayasamızın 10’uncu maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine de aykırı bir durum olacaktır.

Kanun maddesi ne anlama geliyor?

7243 sayılı Kanunla 2547 sayılı Kanun’da yapılan değişiklik ile ücretlerin eşitlenmesi amaçlanmıştır. Ancak brüt ücret eşitlemesi vakıf üniversitesi öğretim elemanlarının aleyhine bir durum yaratmaktadır. Kanun’un ve Kanun Gerekçesinin 11’nci maddesi ile bu eşitleme öngörülmüş ve Gerekçede mali hakların eşitlenmesi amaçlanmıştır. Ancak görüldüğü ve konuşulduğu kadarıyla yapılan yeni dönem için sözleşmeler brüt olarak akdedilmektedir.

Vakıf yükseköğretim öğretim elemanlarının ücret düzenlemesinin 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nun yukarıda belirttiğim maddeler kapsamına alınması hem adalet açısından hem de Anayasa’nın “Ücrette adalet sağlanması” kenar başlıklı 55’inci maddesinin bir gereğidir.

20 Nisan 2025 itibariyle vakıf üniversitelerinde 31.032 kişi, Vakıf MYO’larda 250 kişi ve vakıf yükseköğretim kurumlarında toplamda 31.282 kişi görev yapmaktadır.

Vakıf öğretim elemanlarının ücret düzenlemesinde ortaya çıkan adaletsizliğin temel sebebi; vakıf üniversitesi öğretim üyelerinin atama ve yükselmelerinde 2547 sayılı Kanunun uygulanması, maaş ve diğer özlük hakları bakımından ise iş kanununa tabi olmasıdır. Bütçesini devletin vermediği kurumların maaş ve diğer özlük haklarında öğretim üyeleri ve vakıf yükseköğretim kurumları aleyhine yapılan düzenlemeler Anayasanın 130’uncu maddesinde yer alan üniversite özerkliğine açıkça aykırılık teşkil etmektedir

Devlet yükseköğretim kurumları öğretim üyelerinin net ücretleri dikkate alınarak eşitleme yapılırsa bu durumda vakıf yükseköğretim üyelerinin vergi ve SGK yükü artacaktır. Bu durum, vakıf üniversitesinin mali külfetini artıracaktır. Her ne kadar temel amacı karlılık olmayan vakıf üniversitelerine de bunu reva görmek çok doğru olmasa gerek.

Sorunun başlangıcı tam da burasıdır

Bu süreçte gözden kaçan çok önemli bir husus var ki o da öğretim elemanlarının aldıkları maaşlara ilişkin bazı istisnalar uygulansa zaten vakıf üniversitesi öğretim üyelerinin eline daha fazla bir maaş geçecek ve hatta bu vakıf üniversitelerinin cebinden çıkmadan olacak.

Şöyle…

Kanunun gerekçesinde yer alan mali haklar ifadesi çıkış noktamız olacak. Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un gerekçesinin 11’inci maddesinde “vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışan öğretim elemanlarının mali haklarının Devlet yükseköğretim kurumlarında çalışan emsalleri ile eşitlenmesi öngörülmüştür.” hükmü yer almaktadır.

Gerekçedeki “mali haklar” ibaresini şöyle yorumlamak gerekir; Devlet üniversitesi öğretim elemanının aldığı ücret dolayısıyla uygulanan vergisel avantajlar vakıf üniversitesi öğretim elemanlarının ücretleri için de uygulanmalı.

Ancak devlet üniversitesinde görevli bir öğretim elemanı ile vakıf üniversitesinde görevli bir öğretim elemanının ücretleri aynı mali hakları kapsamamaktadır. Mali hak kavramından anlaşılması gereken şey yukarıda da yazdığım şekliyle 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nun 12, 14, ek madde 1, ek madde 2, ek madde 3 ve ek madde 4 gibi bir kısım maddelerinde yer almaktadır. Söz konusu maddeler özetle YÖK tazminatı, üniversite ödeneği, eğitim/öğretim ödeneği gibi ödemeleri kapsamaktadır. Ve bu maddelerde yazan ortak ifade ise “damga vergisi hariç herhangi bir vergi ve kesintiye tabi tutulmaz.” şeklindedir.

Bunun anlamı Devlet üniversitesi öğretim elemanları maaşlarından daha az vergi kesilmekte, matrahları daha düşük kalmakta, vergi dilimine çok daha geç girmekte ve dolayısıyla da daha az vergi ödemektedirler.

Daha anlaşılır bir ifadeyle 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nun 12, 14, ek madde 1, ek madde 2, ek madde 3 ve ek madde 4 uyarınca Devlet üniversitesinde çalışan bir öğretim üyesinin aldığı maaşa çeşitli vergi istisnaları uygulanmakta ve dolayısıyla da istisna uygulanan bu tutarlardan damga vergisi haricinde başka bir vergi alınmamaktadır. Ama bu haklar vakıf üniversitesi öğretim üyelerinin maaşlarına uygulanmamaktadır.

Çözüm için ivedilikle bu yapılmalı

Vakıf üniversiteleri Yükseköğretim Personel Kanunu’nun yukarıda belirttiğim maddelerini kendi öğretim elemanlarına uygularsa ceplerinden para çıkmadan net olarak ücretleri eşitleyebilecekler. Bu nedenle de hem Kanun hükmünü uygulamış hem öğretim üyelerine fazla maaş vermiş hem de sorunları çözmüş olacaklar.

Bunun için vakıf üniversiteleri Gelir İdaresi Başkanlığı’ndan vakıf üniversitesi öğretim üyelerinin Yükseköğretim Personel Kanunu’na tabi olduklarına bu nedenle de Yükseköğretim Personel Kanunu’nun 12, 14, ek madde 1, ek madde 2, ek madde 3 ve ek madde 4 gibi bir kısım maddelerinden dolayı alacakları maaşlarına istisna hükmünü uygulayacaklarına dair bir özelge talep etmeleri gerekiyor. Hatta bazı üniversitelerin bu şekilde uyguladıkları yönünde duyumlar da gelmektedir.

Zaten 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nun 1’inci maddesi 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununda yer alan öğretim elemanları tanımına giren personeli sınıflandırmak, aylıklarını ve ek göstergelerini düzenlemek, derece yükseltilmesi ve kademe ilerlemesinin şekil ve şartları ile, sosyal haklardan yararlanma, ek ders ücreti, üniversite, idari görev ve geliştirme ödeneklerinin miktarını tespit etmek, emekli ve yabancı öğretim elemanlarının sözleşmeli olarak çalıştırılma usul ve esaslarını belirlemektir.

Yükseköğretim Personel Kanunu’nun kapsamını düzenleyen 2’nci maddesi de “2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa tabi üniversite öğretim elamanlarının aylık, ödenek ve sair özlük haklarını kapsar.” şeklindedir.

Buna göre Yükseköğretim Personel Kanunu’nun kapsamına m.1 ve m.2 uyarınca vakıf ya da Devlet üniversitesi öğretim elemanı ayrımı yapılmadan “2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa tabi üniversite öğretim elamanları” ifadesi kullanarak 2547’ye tabi olan tüm öğretim üyeleri girmektedir.

Ezcümle

Vakıf ve Devlet üniversitesi öğretim elemanları Yükseköğretim Personel Kanunu’na tabi olması nedeniyle bu Kanundaki istisnaları düzenleyen hükümlerin tüm öğretim elemanlarına uygulanması gerekmektedir. Bu durumda hem öğretim elemanının net maaşı devlet üniversitesindeki öğretim üyesiyle eşitlenmiş olacak hem de vakıf üniversiteleri ek bir mali külfete girmeden bu sorunu çözmüş olacaklardır.

Bu nedenle 7243 sayılı Kanun ile 2547 sayılı Kanun m.8’de yapılan değişikliğin yürürlük tarihi olan 17 Nisan 2020 tarihinden itibaren vakıf üniversitelerinde bulunan -ki bu tarihte görevli olup da ayrılanlar dahil- tüm öğretim görevlilerinin maaş farklarının ödenmesi gerekmektedir. İlaveten 17 Nisan 2020 tarihinden sonra emekli olmuşların da bu hususu SGK’ya bildirip emekli maaşlarının tekrardan hesaplatması ve emekli maaş farkı almaları da bu mümkün. Emekliler için bu hususu daha sonra başka bir yazıda kaleme alacağımdan bu konuyu burada bitireyim.

                                                                  /././

İmamoğlu: Milyonların iradesiyle cumhurbaşkanı adayı olmam iktidarlarının sonunu getireceği için hapsedildim!


İBB'ye yönelik operasyonda tutuklanıp görevinden alınan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, “Bizi hapsedenlerin derdi sadece bizimle değil. Bizi hapsedenler bizimle beraber demokrasiyi, milletin iradesini hapsetmek istiyor. Bizi hapsedenler İstanbullu hemşerilerimin seçme hakkını çiğnedi. 16 milyon İstanbullunun emanetini gasp etti. 1,5 milyonu CHP üyesi 15,5 milyon seçmenin iradesiyle cumhurbaşkanı adayı olmamın iktidarlarının sonunu getireceğini gördükleri için hapsedildik” dedi.

İmamoğlu'nun, X hesabından yaptığı açıklama şöyle:

"Silivri’den Sesleniyorum:

Geç Gelen Adalet, Adalet Değildir

Aziz Milletim,

Bu satırları hukuksuzca tutulduğum Silivri Cezaevi’nden kaleme alıyorum. Ben ve çalışma arkadaşlarım, birkaç sözde “gizli tanığın” asılsız iddialarına yaslanan bir mahkeme kararıyla hapsedildik. Yolsuzluk ve terör gibi mesnetsiz suçlamalarla cezaevindeyiz. Milletin bize verdiği görevi icra etmekten alıkonuyoruz.

Bizi hapsedenlerin derdi sadece bizimle değil. Bizi hapsedenler bizimle beraber demokrasiyi, milletin iradesini hapsetmek istiyor. Bizi hapsedenler İstanbullu hemşerilerimin seçme hakkını çiğnedi. 16 milyon İstanbullunun emanetini gasp etti. 1,5 milyonu CHP üyesi 15,5 milyon seçmenin iradesiyle cumhurbaşkanı adayı olmamın iktidarlarının sonunu getireceğini gördükleri için hapsedildik.

Kıymetli Vatandaşlarım,

Biz adaleti mülkün, adaleti devletin temeli gören bir medeniyetin evlatlarıyız. Adalet, bir toplumun omurgasıdır. Toplumlar, milletler adaletle nefes alır, adaletle ayakta kalır. Onsuz ne huzur olur ne güven ne de birlik. Halbuki, bugün ülkemizde adalet ayaklar altındadır, milletin adalet duygusu derinden yaralanmıştır. Milletimiz senelerdir mahkeme kararlarının siyasi saiklerle, saraydan verilen emirlerle alındığını görüyor, biliyor. Mahkemeler hukuki olmayan saiklerle gençleri, muhalifleri, siyasi liderleri tutuklayıp hapse atıyor. Aylar boyunca iddianameler yazılmıyor, mahkemeler uzuyor, insanlar boş yere aylarca cezaevinde tutuluyor. Halbuki, yine bize ait veciz sözdür: Geç gelen adalet, adalet değildir.

Aynı cezaevinde bulunduğum Zafer Partisi Genel Başkanı Sn. Ümit Özdağ da tıpkı bizler gibi hukuksuz bir şekilde aylardır burada tutuluyor. Sadece 9 sayfalık bir iddianame için 77 gün beklediği yetmezmiş gibi ilk duruşması iki ay sonra görülecek. Soruyorum: Bu nasıl bir adalet anlayışıdır, neden sayın Özdağ tutuklu yargılanıyor ve iddianamesi hazır edildiği halde neden bir an önce davası görülmüyor? Sayın Özdağ nasıl bir adalet anlayışıyla aylardır özgürlüğünden mahrum edilir, Şubat ayında ziyaret ettiğim kıymetli annesini, sevdiklerini görebilmekten alıkonur? Şiddetle kınıyorum.

Kaderde, Sn. Özdağ ile aynı cezaevinde bulunmamız varmış. Biri Cumhurbaşkanı adayı, biri parti genel başkanı olarak Silivri Cezaevinde, siyaset yapmanın bedelini ödüyoruz. Üzerine basarak söylüyorum; hukuk, siyasi rakipleri susturmak için bir araç olamaz. Adalet, herkes için eşit işlemelidir; aksi halde, bunun adı adalet olmaz, bunun adı zulüm olur.

Asırlar önce Balkanlara attığımız ilk adımın mimarı ve Bursa fatihi Orhan Gazi’nin dediği gibi: “Adaletin en kötüsü geç tecelli edenidir. Sonunda hüküm isabetli olsa da, geciken adalet zulümdür.” Bu söz, devlet yönetiminin temel taşı olmalıdır. Çünkü adalet, devletin meşruiyetinin kaynağıdır. Bir devlet, ancak vatandaşlarına adil davranırsa ayakta kalabilir. Devlet, adaletle yönetilirse güçlü olur ve ancak hukukla ayakta kalır.

Aziz Milletim,

Arkadaşlarım ve ben hapsedildiğimiz cezaevlerinde adaletin yeniden tesis edileceği bir Türkiye’yi hayal ediyoruz, adaletin hüküm süreceği bir Türkiye için var gücümüzle çalışıyoruz. İnanıyoruz ki, milletimizle beraber bu karanlık günleri aşacak, hukukun üstünlüğünü yeniden inşa edecek ve hep birlikte adil, demokratik ve huzurlu günlere emin adımlarla yürüyeceğiz."

                                                     ***

T-24

‘Ciğerlerimiz hasta, cebimiz delik’ -Özer Akdemir / Evrensel-

Aydın Çine’deki maden işletmelerinde çalışırken silikozis hastalığına yakalanan işçilerin açtıkları davalar işçiler için ek bir çileye dönüştü. Tedavisi olmayan silikozis hastalığının yol açtığı sağlık sorunları ve geçim derdi ile boğuşan işçilerin haklarını aramak için maden patronlarına karşı açtıkları davalarda hem yüksek dava masrafları hem de yıllardır sonuç çıkmaması işçileri zor durumda bırakıyor.

Ağır koşullarda 16 yıl çalıştı

Bu işçilerden birisi de Sayım Ünal. 1975 Çine doğumlu olan Ünal askerden geldikten sonra 1996 yılında işe girdiği Polat Madencilik’te iki yıl sigortasız olarak çalıştırılmış. Aynı işletmede sigortalı olarak 1998-2011 yılları arasında çalışan Ünal 16 yılını verdiği işletmede gençliğini ve sağlığını bırakmış.

Aşırı toz, gürültü ve ağır taşıma işlerinin olduğu işletmede paketleme işçiliği, elek operatörlüğü, makine sistemlerini takip, vardiya amirliği dahil hemen her türlü işte çalışmış. Ünal, tozdan göz gözü görmeyen çalışma koşullarında günde yaklaşık 70 çuval bağladıkları bir elek sistemine çuvallarla sırtında taş taşımış. 500 metrekarelik havalandırması yetersiz kapalı bir alanda çalışan işçiler, günde 2-3 kez arızalanan eleği de 3-4 kişi tutup yerinden indirerek arızayı gidermek zorunda kalmışlar. Ünal, 20 kilogram ağırlığındaki çuvalı 30-35 basamak yukarıdaki değirmenin içine taşırken ve onları boşaltırken de yoğun toza maruz kalmış.

Sağlığı bozulunca kapı önüne konuldu

Bu ağır işler nedeniyle öncelikle kasık fıtığı olan ve ameliyat geçiren Ünal sağlık sorunları çoğalınca ‘eline sağlık’ denilerek işten çıkarılmış. Sayım Ünal, aslında ciğerlerinden hasta olduğu için işten çıkarıldığını da aylar sonra, başka bir işe girmek isterken öğrenmiş. Ünal, işten çıkarılmasını şöyle anlatıyor; “Açıkçası katakulliye getirdiler beni. Tazminatımı verip bir kağıt imzalatarak işten çıkardılar. Oysa kendileri çıkardığı için ihbar tazminatımı da vermeleri gerekiyormuş.”

‘Seni silikosiz olduğu için işten çıkardık’

Polat Maden’den işten çıkarıldıktan sonra 6 ay kadar Muğla’da başka bir maden işletmesinde taşeron olarak çalışan Ünal, yine Çine’de bir başka maden işletmesine girmek için başvuru yaptığı süreçte silikozis hastası olduğunu öğrenmiş. “Esen madene işe girmek için başvurmuştum. Bunun için işletmeye gittiğimde oradaki doktor beni tanıdı. Polat’ta da işçilere bakan Aytekin isimli bir doktordu. Bana, ‘Sayım sen burada işe giremezsin. Seni ciğerlerinde toz olduğu için çıkarttık Polat’tan’ dedi. Polat’ta çalışırken ciğerlerimdeki silikozisi görüp, işten çıkardıklarını böyle öğrendim” diye anlattı hastalığını öğrenmesini.

‘Siz hasta ettiniz, bana iş bulun’

Gittikçe ağırlaşan sağlık sorunları ile iki yıl boyunca iş arayıp bulamayan Ünal’ı, meslek hastası olduğu için hiçbir işletme işe almamış. En son Polat Maden İşletmesine giderek oradaki yöneticilere ‘Beni siz hasta ettiniz, şimdi iş bulamıyorum. Bana iş bulun’ demiş. Belediyede işe başlamasını da bu çabasına borçlu Ünal, ancak yine de kendisini hasta eden işletmedeki o mühendise teşekkür ediyor; “Sağ olsun oradaki bir mühendis yardım etti bana. Belediyede iş buldum. Park ve temizlik işlerinde 10 yıl çalıştıktan sonra EYT’den emekli oldum.”

Hak arama arayışı 10 yıldır sürüyor

Emekli olduktan sonra ağırlaşan sağlık sorunları ekonomik sıkıntılarla birleşince ciddi zorluklar yaşayan Ünal, kendisini hasta eden işletmeye karşı hakkını aramak için ilk olarak Ankaralı bir avukatla dava açmış. Beş yıl boyunca bu davadan bir sonuç çıkmaması üzerine bu avukattan davasını alarak Aydınlı Avukat Hicran Danışman’a vekaletname veren Ünal’ın ekonomik zorluklarını belirterek adli yardım talebi ise mahkemece belediyede çalıştığı için reddedilmiş.

Hastalık olarak ne ararsan var!

Toplamda 9-10 yılı bulan davada sona yaklaşılsa da zorlukların hâlâ yakasını bırakmadığını söyleyen Ünal, sağlığı ile ilgili şunları anlatıyor; “Bende sağlık sorunu olarak yok yok açıkçası. Ayda en az 4 kere Aydın Üniversite Hastanesine gidiyorum. Ciğerlerdeki silikozis nedeniyle yüzde 33 meslek hastalığı raporu verildi. Ayrıca yine çalışma koşulları yüzünden kalpte ritim bozukluğu, kulaklarda yüzde 90 işitme kaybı, gözlerde yüzde 5 bozukluk, omuz da kas yırtılması, bel fıtığı, prostat, varis... Ne ararsan var! Şu an toplamda yüzde 52 engelli raporum var. İzmir Dokuz Eylül Meslek Hastalıkları Hastanesine gidip geliyorum sürekli.”

Hangi birine yanayım!

Tek çocukları olan kızlarının Antalya’da üniversitede okuduğunu, sadece emekli maaşı ile çocuğuna harçlık gönderemediğini söyleyen Ünal, şimdi de mahkemenin son celsede istediği 10 bin lira adli tıp raporu ücretini nasıl karşılayacağı kaygısına düşmüş. Ünal, “Emeklilerin durumu ortada. Maden patronları yüzünden alamadığım nefese mi yanayım, ömrümü hastane köşelerinde geçirmek zorunda olduğuma mı, çektiğim acılara mı, kızıma harçlık gönderememenin üzüntüsüne mi bilemiyorum. Gariban bir işçiyim sonuçta. Benim gibi yüzlerce hasta işçi var Çine çukurunda. Ciğerlerimiz hasta, cebimiz delik! Şimdi de 10 bin lira istiyor mahkeme bir rapor için. Ben bu parayı emekli maaşı ile geçinen ve bir üniversite öğrencisi çocuğunu okutmaya çalışan, engelli bir baba olarak nasıl, nereden bulacağım?​” diye konuştu.

Av. Danışman: Parayı yatıramazsa dava reddedilir

Ünal’ın Avukatı Hicran Danışman davanın kendisine geldiğinde Ünal’ın durumuna bakarak adli yardım talebinde bulunduğunu aktararak, “Maden şirketleri ciğerini pert edip kapı önüne koyduktan sonra Çine Belediyesi onu temizlik bölümünde işe almıştı. Bu nedenle adli yardım talebimiz kabul edilmedi. Oysa aldığı, asgari ücret. Ünal’ın kızı üniversitede okuyor ve Ünal aldığı asgari ücretle evi geçindirmek ve kızını okutmakta dahi zorlanıyor ki kızı için de burs arayışımız olmuştu” dedi.

Mahkemenin belli aralarla para istediğini ve işçilerin bu masrafları karşılayamadıklarını söyleyen Danışman, “Şimdi Ünal’ın dosyasında maluliyet oranını netleştirecek olan adli tıp raporu için 10 bin TL masrafı iki haftalık kesin süre içerisinde yatırmamız istendi. Bu para, Ünal’ın bir ayda kazandığı paranın neredeyse yarısı ve karşılayabilmesi mümkün değil. Para yatırılamazsa maluliyet oranı netleşemez. O zaman da tazminat hesaplanırken maluliyet oranı dikkate alınmaz. Maluliyet olmadan da dava reddolunur. İşte bu yüzden Ünal’ın gözüne uyku girmiyor, ne yapacağını şaşırmış durumda. Hakkını alabilmek için bile parasının olması lazım. Paran yoksa hakkını da arayamıyorsun” dedi.

-Özer Akdemir / Evrensel-

Görseller: Sayım Ünal


Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...