Boyun eğmeyen liseliler Kuğulu Park’taydı: 'Tarikatlara, holdinglere, AKP’ye ve Yusuf Tekin’e hodri meydan!'
Ankara’da liseliler proje okullardaki öğretmen kıyımına karşı Kuğulu Park’ta eylemde buluştu. Kendilerini korkutmaya çalışan okul yönetimlerine ve iktidara seslenen gençler, “Bugün, bu buluşma bu düzenin bütün sahiplerine ders olsun. Burada toplanan liseliler gözlerini korkutsun. Yenilecekler" dedi.
Proje okullarında binlerce öğretmenin sürgün edilmesi üzerine liselerde başlayan eylemler sürüyor.
Ankara’da yüzlerce lise öğrencisi görevden alınan öğretmenlerine sahip çıkmak, karanlığa karşı ayağa kalkmak, bu memlekette boyun eğmeyen liselilerin olduğunu göstermek için Kuğulu Park’ta bir araya geldi.
Proje okullarında açığa alınan öğretmenlerine sahip çıkan öğrenciler, “Bu sadece öğretmenlerimizin değil, bizim de mücadelemiz. Geleceğimizi savunuyoruz” dedi.

Eylemde söz olan bir liseli şu sözleri söyledi: “Biz bu memleketin boyun eğmeyen gençleriyiz! AKP iktidarına da, tarikatlara da, cumhuriyet düşmanlarına da, geleceğimizi çalmaya çalışan patronlara da boyun eğmiyoruz!”
Kendilerini korkutmaya çalışan okul yönetimlerine ve iktidara seslenen gençler, “Bugün, bu buluşma bu düzenin bütün sahiplerine ders olsun. Burada toplanan liseliler gözlerini korkutsun. Yenilecekler" dedi.
Konuşmalarda Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e de açık bir mesaj gönderildi. Öğrenciler, Tekin’in tarikatlarla iç içe geçmiş eğitim modelini ve torpilli atamaları hatırlatarak “Okullarımızı tarikatlara açıyorlar, arkadaşlarımızı uyuşturucu çukuruna boğuyorlar, MESEM’lerde çocuk işçiliği dayatıyorlar. Bir de üstüne sopa sallıyorlar. Öyleyse hodri meydan!” denildi.

Eylemde sık sık “Boyun eğme, memlekete sahip çık!”, “Sermaye uşağı Yusuf Tekin istifa!” ve “AKP’den hesabı gençlik soracak!” sloganları atıldı. Gençler, ülkenin geleceğini karanlık güçlere bırakmayacaklarını belirterek şunları dile getirdi: “Liseler ayağa kalkacak, üniversiteler ayağa kalkacak, gençlik ayağa kalkacak ve başımıza çöken karanlığı def edecek! Cumhuriyetimizi de, memleketimizi de geri kazanacağız. Geleceğimizi çalmaya çalışanlara inat, gelecek biz olacağız!”
***
Cumhuriyet ve devrimci dinamikleri -Oğuz Oyan-
Kurucu parti CHP’nin asıl radikal reformlarını sona bırakması, toprak reformsuz bir burjuva devriminin sonuna kadar götürülebileceğini zannetmesi tarihi bir hata olmuştur. Bedeli sonraki on yıllarda ödenmiştir, hatta günümüzde dahi bedel ödenmeye devam edilmektedir.
19 Nisan 2025’te Ankara/Elmadağ/Hasanoğlan’da geniş katılımlı bir Köy Enstitüleri Toplantısı yapıldı. Hasanoğlan’ın simgesel ve elbette tarihi bir değeri vardı; Köy Enstitülerinin (KE) en görkemli uygulaması burada yapılmıştı; Yüksek Köy Enstitüsü örneği de burada yaşama geçirilmişti.
19 Nisan etkinliği Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) öncülüğünde çok sayıda ilgili kuruluşun katılımı ve desteğiyle yapıldı. Açılış konuşmaları yapan kuruluşları konuşma sıralarıyla sayarsak, Cin Ali Eğitim ve Kültür Vakfı, Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu Mezunları Derneği, İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği. Elmadağ Belediyesi’nin çok değerli mekan ve eleman desteğini de bunlara eklemek gerekir.
Birinci oturumun ilk konuşmacısı olarak benim konuşmam da bir nevi açılış konuşmasıydı. “Cumhuriyetin Devrimci Dinamiklerini Aşındıran Sınıfsal İttifaklar”, “Toprak Reformsuz Bir Burjuva Devrimi” üst ve alt başlıklarını taşıyan ve slaytlar halinde sunduğum bu bildiriyi burada özetlemeye çalışmak istiyorum. Bu konuya, özellikle “toprak reformu” konusuna ilgimin yeni olmadığını, 1978’de savunduğum doktora tezimin ikinci cildinde (ki birinci cildi Türkçeye çevrilerek Yordam Kitap’tan 2016’da yayınlandı ama bu ikinci cildi yayınlanmadı) yer verdiğimi; daha sonra Ocak 2018’de Girit’te Halcyon Enstitüsü’nün “Çiftlikler” konusunda düzenlediği uluslararası sempozyumda “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Geçiş Döneminde 1950’li Yıllara Kadar Çiftliklerin Evrimi” başlıklı bildirimde (bu bildiri, 2023’te Yordam’dan çıkan ve makalelerimi derleyen kitapta yer aldı) yeniden ve genişleterek ele aldığımı; 16 Kasım 2023’te ODTÜ Sosyalist Düşünce Topluluğu’nun düzenlediği bir toplantıda “Cumhuriyet Devriminin Güçlü ve Zayıf Yanları” başlığı altında yeniden konuya döndüğümü belirtmek isterim. 19 Nisan 2025 toplantısındaki sunuşumda ise, Köy Enstitüleri deneyimi ile toprak reformu meselesini birlikte merkeze alarak konuyu tartışmaya çalıştım.
Kuruluş dönemi siyasi/iktisadi dinamikleri
Cumhuriyet dönemi, geçmişle radikal bir kopuştur. Kuşkusuz Cumhuriyet öncesinden atılmış tohumlar vardır, Tanzimat sonrasının, 1876 ve özellikle 1908 dönüşümlerinin etkileri vardır, devrimin yönetici kadroları Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiştir ama gene de Cumhuriyet Devrimi 600 yıllık bir Osmanlı devletinin 15 yılda kökten dönüştürülmesi gibi bir iddiayı içerir.
Bu iddia esas olarak hem üretim ilişkilerinde hem de üstyapıda feodal izlerin silinerek yerlerine kapitalizmin mülkiyet ve üretim ilişkilerinin ve bunlara denk düşen hukuki üstyapısının kurulması mücadelesidir. Bu anlamda kurtuluş ve kuruluş dönemleri tarihin olağanüstü hızlandığı zaman dilimleridir. 1920’ler esas olarak anti-feodal dönüşümlerin hız kazandığı ama burada siyasi, hukuki, idari, kültürel dönüşümlerin önden gittiği bir dönem olarak belirir. Bu bir burjuva demokratik devrimidir. 1908’in niteliksel olarak da çok büyük farkla aşılmasıdır. Birçok bakımdan 1789 Fransız Devrimi’nin izindedir ama 1917 Sovyet Devrimi’nin de etkilerini taşır. Esasen Sovyetlerle kurulan maddi ilişkiler hem kurtuluş hem de kuruluş dönemlerinin vazgeçilmezidir.
1919’dan itibaren çıkılan yol, bağımsız bir ulus devletin kurucu ögelerinin inşası mücadelesidir. Bu, her şeyin temelindedir. Başta Mustafa Kemal olmak üzere önder kadroların bunun yalnızca toprak/sınır egemenliğini sağlayan bir kurtuluş savaşımından ibaret olmadığını, ekonomik ve toplumsal kalkınmayı sağlamadan bağımsızlığın kalıcı olamayacağını başından itibaren ısrarla vurgulamaları boşuna değildir.
1920’lerin tarımdan artık ürün sağma düzeneklerini köklü bir biçimde değiştiren uygulamaları da vardır. Bir köylüler toplumunda tarımdan alınan en önemli dolaysız vergi olan feodal kökenli aşar/öşür/ondabir vergisinin 1925’te kaldırılması az-buz bir olay değildir. Keza, buna paralel olarak bir pre-kapitalist vergi tahsil yöntemi olan iltizam/mültezim sisteminin nihai olarak tarihe gömülmesi de büyük bir adımdır.
Bütçe gelirlerinin dörtte birini, vergi gelirlerinin üçte birini sağlayan bir gelirden mahrum olmayı göze almak elbette kolay değildi. Ancak (i) yeni rejimin kendisine bir toplumsal taban yaratma ihtiyacı vardı. En kalabalık toplumsal sınıf olan köylü ve toprak ağalarını yanına almak, yabana atılmayacak bir sınıfsal destek sağlamak anlamındaydı. Toplumun halen fokurdadığı, iç ve dış kışkırtmalara konu olabileceği bir dönemde bu önemliydi; (ii) Üstyapıdaki anti-feodal dönüşümler altyapıda da karşılığını bulmalıydı ve bunun en simgesel aracı köylüyü perişan eden aşar vergisinin kaldırılması olabilirdi; (iii) 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin iki geniş sınıfsal tabanının, köylü/ağa ve işçi sınıfı temsilcilerinin ittifakla destekledikleri talep de aşarın kaldırılmasıydı. Bu kongrede diğer iki kesimin, tüccar ve sanayici temsilcilerinin, tarım üzerine aşarı telafi edecek bir vergi konulmadan buna girişilmemesi yönündeki telkinleri ve bu öneriye destek vermemeleri de anlaşılır bir sınıfsal pozisyondu. Bütçe gelirlerinin azalmasını kendileri için çifte bir tehdit kaynağı olarak görmekteydiler. (Bütçe olanaklarından daha az pay, vergilerden daha çok pay!).
Sonuçta karşılıklı pozisyon alan kesimlerin hepsinin istediği olacaktı. 1925’te aşar kaldırıldıktan sonra tarım/köylü üzerindeki aşarın yükünü kısmen telafi eden dolaysız ve dolaylı vergi düzenlemeleri yapılacaktı. Dolaysız vergiler bağlamında, Ağnam (hayvanlar) Vergisine, tarım üzerinde etkili olan Arazi ve Bina Vergisi matrahına, Yol Vergisine zam yapılacaktı. 1920’lerin ikinci yarısında dolaysızların yüzde 60’ı artık bu kalemlerden sağlanacaktı. 1926’da yeni dolaylı vergiler de getirilecek ve bunlarda da tarım kesimine düşen pay yüzde 26’yı bulacaktı. Öte yandan, tarım üzerindeki yükü önemsiz olmayan, devletin denetimindeki İnhisar/tekel gelirleri (şeker, tütün, tuz, çay, kibrit) arttırılacaktı. Tarımdan tarım dışına kaynak aktarmanın bir diğer öngörülmedik aracı ise, 1929 dünya kriziyle birlikte tarım fiyatlarının çökmesi ve iç ticaret hadlerinin 1930’dan itibaren tarım aleyhine gelişmesi olacaktı.
Toprak rejiminin değiştirilmesi
Osmanlı toprak rejimi 1858 Arazi Kanunnamesi ile düzenlenmişti. Cumhuriyet rejiminin bu alana müdahalesi 1926’da Medeni Kanun ile olacaktı. Ancak bu kanun 1858 Kanunnamesinin “Arazi-i Metruke” denilen kamu malları ile köy ortak mallarını düzenleyen hükümlerine dokunmayacaktı. Köy orta malları denildiğinde, belirli bir köy veya kasaba halkının ortak kullanımına bırakılmış olan baltalıklar (kesime uygun koru/orman alanları), harman yerleri, meralar, yaylak ve kışlaklardır.
Daha önemli bir düzenleme 1924 Anayasasının 74. maddesiyle getirilmiştir (bugünkü Türkçe ile): “Genel menfaatler için gereği usulen ortaya çıkmadıkça ve değer pahası peşin verilmedikçe hiçbir kimsenin malı kamulaştırılamaz ve mülkü istimlak olunamaz”.
1924 Anayasasının bu hükmüyle bir olası toprak reformunun yolu hem hukuken (genel menfaatler) hem ekonomik anlamda kapatılmaktaydı. Devletin böyle bir ağır kamulaştırma yükünün altından kalkması mümkün değildi. Dolayısıyla yeni rejim kendi devletinin bu yolu seçmeyeceğinin güvencesini vermekteydi. Peki kime veriyordu? Elbette büyük toprak sahiplerine. Peki neden? Bu dönemin iktidarını hep derinden etkileyen iki temel kaygı vardı: Birincisi, kapitalizme geçişin mümkün olduğunca hızlı olması; bu bağlamda ilkel yöntemlerle (ortakçılık vb.) işlenen geniş arazi mülkiyetlerinde kapitalist çiftliklerin geliştirilmesi, makinalı ve ücretli işçiliğe dayanan işletme modelinin hakim kılınması. Buradan ciddi bir üretim artışı beklentisi de bulunmaktaydı. Nitekim 1926-1930 döneminde tarım makinaları ve traktör ithalatında, mazot desteğinde önemli teşvikler devreye sokulacaktı. İkincisi, kendi sınıfsal desteklerini yetersiz veya eğreti hisseden siyasi kadroların, toprak ağalarını/az-çok kapitalistleşmiş büyük çiftçileri karşılarına almaktan ürkmeleriydi. Zaten iktidar partisi saflarında da en iyi örgütlenmiş parti yöneticileri bu kesimden gelmekteydi. Bu nedenle 1924’te görünürde rakipsiz olan siyasi kadro, kendisini, bir güvenlik supabı olarak Anayasaya toprak reformu olmayacağının garantisini koymak mecburiyetinde hissediyordu.
Aslında siyasi iktidar 1920’lerin ikinci yarısında sanayi ve tarım alanlarında sermaye birikim sürecini/kapitalist gelişmeyi hızlandırmak için çabalar içine girmişti. 1927 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu bunun sanayi alanındaki yansımasıydı. Ama özel sektörde beklenen hızda gelişmeler görülmedi. 1930’daki Sanayi Kongresi yeni bir dönemin habercisi olacaktı. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı, devletçi-korumacı-planlı bir açılımla birinci sanayi devriminin hızla tamamlanması hedefi doğrultusundaydı. İki savaş arasındaki hegemonya boşluğunun sunduğu büyük fırsat, dönemin yönetici kadroları tarafından büyük bir öngörüyle değerlendirilecekti.
Aslında 1929 Krizi sonrasında tarım fiyatlarının çöküşüne toprak fiyatlarının çöküşü de eşlik etmişti. Dolayısıyla 1924 Anayasasının “değer pahasının peşin ödenmesi” hükmü bir engel olmaktan fiilen çıkmış gözüküyordu. Gerçi planlı sanayileşme için dahi kaynaklar kıtken bu alana da kaynak ayrılabilir miydi sorusu sorulabilir ama bu dönemde toprak reformu niyeti olsaydı (bunun sanayileşme ile bağlantıları da kurularak ve gerekirse anayasa hükmü değiştirilerek) elbette gereği yapılabilirdi.
Ama bu dönemde henüz o noktaya gelinmemişti. Gerçi İskan Kanun görüşmeleri sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın büyük toprak sahiplerinin toprak gasplarından yakınmaları, tek yolun bir toprak reformu olduğunu dolaylı olarak göstermiyor değildi. Ama henüz “büyük kapitalist çiftlik” modelinin büyüsü aşılmış değildi. Bu dönemde toprak dağıtmaları olmadı da değil. Nüfus mübadelesiyle gelenlere, genel olarak muhacirlere, daha sınırlı ölçüde Doğudan Batı’ya göçen topraksızlara 1923-1944 döneminde toprak dağıtımları oldu. Toplumsal gerginlikleri yatıştırma ve üretim potansiyelini arttırmayı hedefleyen bu dağıtımlarla 20 yılda toplam 1,1 milyon hektar arazi 335 bin aileye dağıtıldı. 1,1 milyon hektar arazi, 1940’da işlenen 14,2 milyon hektar tarım toprağına kıyasla yüzde 7,7’den ibaretti.
Asıl değişiklik 1936 ve 1937 Bütçe açış konuşmalarında Atatürk’ün toprak reformunun zorunluluğuna açıkça vurgu yapmasıyla geldi. 5 Şubat 1937’deki Anayasa değişikliklerinde bir yandan CHP’nin altı oku anayasaya girerken (ve laiklik bir anayasa hükmüne dönüşürken), öte yandan 1924 Anayasasının malum 74. maddesine de fıkralar eklenerek toprak reformu önündeki anayasa engeli kaldırılmış oldu. Buna göre, 74. maddenin özgün hükmünden sonra gelen ikinci fıkrasında “Çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları Devlet tarafından idare etmek için istimlâk olunacak arazi ve ormanların istimlâk bedelleri ve bu bedellerin tediyesi sureti, özel kanunlarla tayin olunur” ifadesi yer aldı. Böylece, özel yasalarla anayasanın aşılabilmesi imkanı getirildi. Ancak Atatürk’ün artık katılamadığı 1938’de bütçe görüşmelerinde açış konuşmasını yapan Başvekil Celal Bayar’ın ağzından toprak reformu sözcükleri duyulmayacaktı. Savaş koşullarının devreye girmesiyle de savaş sonuna kadar toprak reformu meselesi unutulmuş olacaktı.
Osmanlıdan kopan bütün Balkan ülkelerinde iki savaş arası dönemde, hatta bazılarında Birinci Dünya Savaşı öncesinde toprak reformları yapılmışken, Türkiye Cumhuriyeti bu konuyu ancak 1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (ÇTK) ile ele almaya niyetlenebilecekti. Ama artık birçok bakımdan çok geçti. Siyasi iktidar eski gücünde değildi. Savaş sonrasında çok partili yaşama gidiş ve emperyalizmin etkisinin artması, üstelik CHP’nin kendi içinden bölünmesi bu konunun radikal bir biçimde ele alınmasına engeldi.
Ara sonuç
Her şeye rağmen CHP’nin sol kanadının son iki radikal hamlesi 1940’lardaki Köy Enstitüleri ve ÇTK olarak kayda geçmiştir. Köy Enstitülerinin incelenmesini bir sonraki yazıya bırakarak şu iki saptamayla bitirebiliriz:
Bir: Bu iki radikal adımın ikisi de gecikmelidir. Hakim üretim ilişkilerine müdahale olan bu adımların hiç olmazsa 1930 başlarından itibaren devreye alınması gerekmekteydi. Fakat kırsaldaki hakim güçler, kendileri için açık tehdit olarak gördükleri bu girişimleri Atatürk sonrası dönemde zayıflamış bir iktidar altında kabullenmeye hiçbir zaman razı olmayacaklardı.
İki: Toprak reformu ile Köy Enstitüleri reformlarında, araba atın önüne konulmuştur. Toprak reformu yapılmadan yani kırsaldaki egemen üretim ilişkileri dönüştürülmeden Köy Enstitüleri gibi büyük bir kültürel/eğitsel ve tarımsal dönüşüm reformunun yapılma şansı hiç yoktu. Yaptırmazlardı ve yaptırmadılar.
Kurucu parti CHP’nin asıl radikal reformlarını sona bırakması, toprak reformsuz bir burjuva devriminin sonuna kadar götürülebileceğini zannetmesi tarihi bir hata olmuştur. Bedeli sonraki on yıllarda ödenmiştir, hatta günümüzde dahi bedel ödenmeye devam edilmektedir.
/././
Gençliğe yapılan en büyük kötülük -Nevzat Evrim Önal-
AKP, sermayedar sınıfın bencil çıkarlarını ilerletmek için bu ülkeye, bu ülkenin gençlerine ve geleceğine sayısız kötülükler etti; ama bana sorarsanız en iğrenç, en nefret edilesi icraatı, cumhuriyet eğitimini yıkmak için yaptıklarıdır.
Eğitim başlığı, Cumhuriyet tarihi boyunca cumhuriyeti kuran devrimci kadrolar ile mülk sahibi sınıflar arasında da hep bir gerilim başlığı olmuştu. Kemalist devrimciler eğitime idealist yaklaşıyordu; onlar için eğitim halkı aydınlatacak ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı sağlayacak bir sihirli değnekti. Mülk sahibi sınıflar ise ikiye ayrılmıştı. Toprak ağaları halkın aydınlanmasına da, sanayileşme ve kentleşme getirecek modernleşmeye de düşmandı. Osmanlı hanedanı ile kendileri de dertli oldukları için Cumhuriyet devrimini kabullenmek zorunda kalmışlardı ama her türlü tarihsel ilerlemeye, kendileri zararlı çıkacağı için (örneğin sanayileşme, kırdan kente emek göçü yaratacağı için ucuza, bazı durumlarda karın tokluğuna sömürdükleri emeği ellerinden alacaktı) itiraz etmek zorundaydılar. Kentli sermayedarlar ise modern kapitalizmin nimetlerini istiyor ama sınıf mücadelesinden çekiniyorlardı.
Devrimci kadroların Cumhuriyetin gelişme rotası üzerindeki belirleyiciliği 1945’e kadar dayanabildi. 1946-1960 dönemine ise mülk sahibi sınıfların iç mücadelesi damga vurdu.
Bu dönemde yaşanan ve üzerinde çok konuşulan bir vaka, konumuz açısından önem taşır. Kemalist devrimin eğitim alanındaki iki önemli kadrosu, İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Âli Yücel, giderek karşıdevrimci bir pozisyona yerleşen toprak ağalarına karşı yoksul köylülerin aydınlatılmasını hedefleyen kapsamlı bir proje olan köy enstitülerinin önderliğini yaparlar. Bu, cumhuriyet tarihinde önemli bir yer tutan “köydeki karanlığı aydınlatan öğretmen” çelişkisine çok daha ileri bir boyuta kılıç atılmasıdır. Ne var ki 1940’ta başlatılan bu devrimci ama idealist proje, sadece toprak ağalarının TBMM’deki muhalefetine değil, mülk sahibi bir azınlık ve mülksüz bir çoğunluktan oluşan kapitalist toplum gerçeğine çarpar. Aynı tarihlerde dünyanın her yerinde yoksul ve topraksız köylüler sosyalist devrimlere katılmaktadır ve bunların en önemlilerinden biri olan Çin devrimi tam o yıllarda gerçekleşmektedir. Bu ortamda, toprak ağalarının karşısında yoksul köylüyü aydınlatarak çıkma fikri sadece toprak ağaları için değil, emeğin üreteceği zenginliklere el koymak için onlarla mücadele eden ve yakın gelecekte TÜSİAD’ı kuracak olan, kentleşme ve sanayileşmeden yana kapitalistler için de korkutucudur. Anadolu köylüsünün sınıfsal reflekslerini çok iyi bilen ve dinamit dolu bir depoda kibritle oynamanın alemi olmadığını düşünen İsmet İnönü, 1946 yılında, köy enstitülerine başından beri karşı olan Reşat Şemsettin Sirer’i Milli Eğitim Bakanı yapar ve projeyi öldürür. Cumhuriyet devriminin büyük yenilgilerinden biridir.
Altı çizilmesi gereken önemli nokta ise şudur: Bu yenilginin kaynağında sadece gerici toprak ağalarının direnişi değil, devrimciliğini hızla yitirmekte olan yönetici kadroların siyasi kararlarının artık mülk sahibi sınıfların ortak sınıfsal refleksleri tarafından belirlenir hale gelmiş olması vardır.
Cumhuriyet, sınıflar arası eşitsizlik belirginleştikçe ve bu eşitsizliği kabullendikçe, devrimciliğini yitirmiş ve çürümeye başlamıştır.
***
Gelin, vakanın izini sürmeye devam edelim.
Gericinin teki olan Reşat Şemsettin Sirer’in köy enstitülerine yönelik temel eleştirisi, bu kurumların öğrencileri gereksiz genişlikte bir yelpazede eğitmeyi hedeflemesiydi. Sirer’e göre bir öğretmenin aynı zamanda marangozluk, ziraat gibi pratik konularda beceri sahibi olmasına hem gerek yoktu hem de bunu beklemek hayalcilikti.
Eğitimin öğrenciye salt mesleğini icra etmek için kullanacağı bilgi ve becerileri kazandırması gerektiğini savunan bu düşünce, sermayedar sınıfın eğitimden beklentisinin yansımasıdır. Her yerde olduğu gibi burada da sermayedar sınıf ağacı değil meyveyi ister: Eğitim işçileri çalışmaya hazırlamalı, onların emeklerini sermayenin ihtiyaç duyacağı becerilerle donatmalı, ama aydınlatmamalıdır.
Aynı düşünceyi TÜSİAD’ın raporlarında eğitim başlığında dile getirilen önerilerden (bilhassa mesleki eğitime yapılan vurgulardan), Millî Eğitim Bakanlığı ve YÖK’ün strateji belgelerine kadar pek çok kaynakta görebilirsiniz. Örneğin YÖK 2024-2028 Strateji Planı’na1 baktığınızda, sıralanan hedeflerden birincisi “Yükseköğretim kontenjanlarının, üniversitelerin kapasiteleri ölçüsünde, sektörel ve bölgesel olarak işgücü piyasalarındaki beceri ihtiyaçlarının da dikkate alınarak belirlenmesi”dir.
Kuşkusuz aklı başında hiç kimse eğitimin bireyi toplumun temel faaliyeti olan üretime katılmaya, burada bir yer edinmeye hazırlamasına karşı çıkamaz. Ne var ki eğitimin bundan ibaret olması, kapitalist bir toplumda, geleceğin işçilerinin hayatlarının yalnızca patrona çalışacakları kısmının eğitilmesi anlamına gelir. Eğitimi “pazarlanabilir beceriler” edindirmeye indirgeyen bu görüşün elinden çıkan eğitim programları, söz konusu beceriler arasında dahi anlamlı bir ilişki kurmaz. Hayat bir bütündür, ama eğitimin öğrencinin aklında hayata dair oluşturduğu imge, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “uzun yolda taş yemiş otomobil camı”na benzemektedir. Burada birtakım bilgiler ve beceriler, aralarında anlamlı ilişkiler kurulmaksızın bir arada durmaktadır.
Bu insan eğitmek değil bir makinenin belirli bir noktasına uygun işlevde parça imal etmektir. Ve bu şekilde imal edilen insanlar, üstlenmek için eğitildikleri mesleği icra edemediklerinde (örneğin eğitim fakültesinden mezun olup öğretmen olarak atamaları yapılmadığında) başka bir eğitim daha satın almak zorunda kalacak; böylece özel okul patronundan Milli Eğitim Bakanı yapacak kadar piyasacı olan AKP’nin şenlendirdiği eğitim “sektörü” müşterisiz kalmayacaktır.
Böyle bir sistemde, örneğin mantık ya da felsefe derslerine gerek yoktur. Zira felsefe öğrenmek bir insanın mühendis ya da doktor olması için şart değildir; dolayısıyla bu derslerin verilmesi eğitimi uzatan ve hantallaştıran, ayrıca gereksiz maliyet yaratan bir çabadır. Kuşkusuz felsefe öğrenmek bir insanın daha iyi bir mühendis ya da doktor olmasına katkı sağlar. Örneğin etiğin temel soruları üzerine düşünen bir insan daha prensipli ve ahlaklı olur; ya da epistemolojinin temel yöntemlerini bilen birisi hem kendisine bütünlüklü (yani uzun yolda taş yemiş otomobil camına benzemeyen) bir bilgi çerçevesi kurar hem de yeni edindiği her bilgi parçasını bu çerçeveye ekleyip diğer bildikleriyle ilişkilendirir.
Ama sömürü toplumunda bunlar egemenlerce istenmeyen niteliklerdir.
Bu nitelikler istenmemektedir, çünkü yaşadığımız toplumsal düzenin bütünselliğini kavrayan ve bunu etik bir sorgulamaya tabi tutan bir insanın isyan etmemesi mümkün değildir.
Aydınlanma ve bilinçlenme, bireysel olarak yaşandığı durumda dahi vahiy inerek gerçekleşmez, toplumsal mekanizmaların sonucudur. Cumhuriyeti kuran devrimcilerin gayet iyi anladığı üzere eğitim, aydınlanmaya giden önemli yollardan biri olma potansiyeline sahiptir. Bu yüzden, aynı kavrayışa sahip olan Bolşevikler insanlık tarihinin ilk işçi iktidarında eğitim, kültür ve sanat başlıklarını “Aydınlanma Bakanlığı” altında birleştirmiştir.
Sermayedar sınıfın ise tarihten edindiği önemli bir tecrübe vardır: Ezilenlerin aydınlanması egemenler için asla hayırlı bir şey değildir.
***
Bugün içinde yaşadığımız karanlık bir günde çökmedi. Türkiye’de sermayedar sınıf güçlendikçe ve devlet politikalarını belirleyebilir hale geldikçe, Cumhuriyet’in eğitim faaliyetlerini salt kendi ihtiyaçlarına göre budamaya ve gericiliğe alan açmaya özel bir önem verdi. Köy enstitüleri kapatıldı. İlahiyat fakülteleri ve imam hatip okulları açıldı. Üniversiteleri zapturapt altına almak için YÖK kuruldu. Müfredatlar tekrar ve tekrar elden geçirilip seyreltildi, gericileştirildi. Tüm bu süreçte gericiliğe mutlaka piyasacılık eşlik etti. Hiç tesadüf olmayacak bir biçimde, Kenan Evren cuntasının YÖK’ü kurma görevi verdiği gerici İhsan Doğramacı, aynı zamanda, öğrencileri nitelikleriyle ve mücadeleleriyle sermaye sınıfının başına bela olmuş ODTÜ’den gasp ettiği arazide ülkenin ilk özel üniversitesi Bilkent’i kuran kişi oldu.
Dolayısıyla, cumhuriyetin tüm değerlerini öldürme görevini üstlenen ve bu lanetli işi başarıyla yerine getiren AKP’nin bir bakanının “eğitim seviyesi yükseldikçe oylarımız düşüyor” demiş,2 bir başka bakanının da özet niteliğindeki şu konuşmayı yapmış olması birbiriyle tutarlıdır:
“Ara teknik eleman ülkesiyiz biz. (…) Eğer biz çocuklarımızı iyi yetiştirirsek kalem efendisi değil, ara teknik eleman, üniversiteyi bitiren, teknolojiyi iyi kullanan, bilgisayar bilen ve lisan bilen, dünyadaki bütün bilgileri alıp onları çok iyi kullanan, çok kaliteli gençler olarak yetiştireceğiz.” 3
Bu iki alıntıdaki aydın ve aydınlanma düşmanlığını yan yana koyduğunuzda, sermayedar sınıfı tedirgin eden tüm ilerici unsurların eğitimden ayıklanması işinin neden ismi “teslimiyet” kelimesiyle aynı kökenden gelen dinin gericileri tarafından tamamına erdirildiğini anlarsınız.
***
Bu uzun yolun sonunda eğitimde gelinen noktada, Türkiye’de herhangi bir diploma yoktan var edilebilir ve varken yok edilebilir hale geldi.
Türkiye’nin en köklü üniversitesi, verdiği diplomanın arkasında duramadı ve bunu yapamadığı için, kendi varlığını da kendi eliyle reddetmiş oldu. Ne var ki bu doğru, ancak şu doğruyla birlikte anlam taşır: Aynı köklü üniversitenin Girne’deki abuk subuk bir mektepten fakültelerine yatay geçişle öğrenci almayı kabul etmesi, bu yolla merkezi yerleştirme sınavında pek da başarılı olamayan hatırlı birilerinin arka kapıdan içeri alınmasına izin vermiş olması da, bugünkü rezilliğe varan yola döşenmiş bir başka taştı.
Terry Eagleton’ın çok isabetli biçimde ifade ettiği üzere,4 bütün bunların sonucunda, isminin kökünde “evrensellik” olan üniversite, öldü.
Geçtiğimiz Eylül ayı itibariyle üniversite hocalığı mesleğinde yirminci yılımı doldurmuş bulunuyorum, dolayısıyla bu konunun beni nesnel öneminin ötesinde dertlendiriyor olması mümkündür. Yine de, yazıyı başta söylediğim şeyi tekrar ederek bitirmek istiyorum. AKP, sermayedar sınıfın bencil çıkarlarını ilerletmek için bu ülkeye, bu ülkenin gençlerine ve geleceğine sayısız kötülükler etti; ama bana sorarsanız en iğrenç, en nefret edilesi icraatı, cumhuriyet eğitimini yıkmak için yaptıklarıdır. Türkiye’nin sosyalist devrimini gerçekleştirdiğimizde, örneğin hatırı sayılır bir sanayi birikimini takılıp kaldığı yerden kurtarıp ilerletmeye devam edeceğiz, ama eğitim sisteminin bir bütün olarak yıkılıp baştan kurulması gerekecek.
Yarın 23 Nisan, bir hafta sonrası 1 Mayıs, onun iki hafta sonrası 19 Mayıs. Bu günlerin anlamını düşünürken, belki penceremize Türk bayrağı asar, eylemlere katılırken, gençliğe yapılan bu kötülük aklımızın bir kenarında dursun ve çıkmasın lütfen.
Bağlantılı bir not: Eğitime yönelik en güncel saldırı şu anda “proje liseler” olarak isimlendirilen okullarda yaşanıyor ve liseli gençler büyük bir cesaretle öğretmenlerine sahip çıkıyor. Bu konunun takipçisi olmanızı ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin bu konudaki açıklamasını okumanızı rica ediyorum.
1http://www.sp.gov.tr/upload/xSPStratejikPlan/files/0I0XI+2024-2028-yok-stratejik-plani.pdf
2https://www.youtube.com/watch?v=Cn2-QhSUFU8
3https://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/erdogan-bayraktar-biz-ara-eleman-ulkesiyiz-mucit-cikaramayiz-haberi-7759
4https://www.theguardian.com/commentisfree/2010/dec/17/death-universities-malaise-tuition-fees
/././








