T-24 "Köşebaşı + Gündem" -24 Nisan 2025-

Beklenen İstanbul depremi için kendi haberleşmenizi garantileyin -Füsun Sarp Nebil-

Bu depremde de aynısı oldu. Daha küçük oranda da olsa, haberleşmeyi bir süre gerçekleştiremedik. O zaman bunu yıllardır yapmayan hükümetten beklemekten vazgeçip, kendi göbeğimizi kendi başımıza kesmemiz lazım.

İstanbul'da yine büyük bir deprem (6,2) ve artçıları ile (yazının yazıldığı an itibariyle en büyüğü 5,9 dahil 141 sarsıntı) sallandık. Merkez üssü Marmara Denizi'nde, Silivri açıkları olarak açıklandı. Ama Pendik'ten, Sarıyer'e, Beylikdüzü'nden Şişli'ye, Maltepe'den Bakırköy'e kadar herkes çok sarsıldı ve korktu. Allahtan hasar ya da can kaybı da yaşandığı görülmedi.

Tabii ki arkasından hepimiz yakınlarımızı ya da arkadaşlarımızı merak ettik ama yine haberleşme sıkıntısı yaşandığı görüldü. Özellikle Turkcell kullananlardan çok fazla şikâyet geldi bana. Tabii ki bu "haberleşememe derdi" çok önemli bir sorun. Aşağıda down dedector'deki raporlama var. Dikkat ederseniz, 6,2 şiddetindeki en büyük sarsıntının olduğu 12.59 civarında şikâyet sayısı yükseliyor.

Millet cep telefonu sisteminde sıkıntı yaşayınca,  muhtemelen önceki depremlerde alternatif haberleşme (VOIP / VOLTE) kanallarını kullanmaya antremanlı oldukları için, ses ile haberleşmeyi bırakıp, internet mesajlaşma uygulamalarının üzerinden haberleşti. Orada da aksamalar oldu ama ses şebekesine nazaran durum daha dengeliydi. Depremin can ve mal kaybı yaratmadan geçmesinin yanında, gelen tepki sayısına bakarak, bu sıkıntının fazla büyümeden atlatıldığını ve şebekelerin fazla yüklenmediğini düşünüyoruz.

BTK ve Ulaştırma Bakanlığı, yapmadığı görevini operatörlere soruşturma açarak unutturuyor

Deprem uzmanı hocalarımız, zamanlamasını tam bilemeseler de, Kuzey Anadolu Fayının İstanbul yakınlarında 7+ bir deprem yaratacağından hemen hemen eminler. Böyle bir deprem olursa, en büyük sorunlarımızdan birisi "haberleşme" olacak. Bu konuda 2015 yılından bu yana yazdığım 32 farklı yazı var. Hepsinde aynı şeyleri bir daha bir daha, bir daha yazıyorum, hatırlatıyorum. Ama değişen bir şey yok.

Önceki acı tecrübelerimize, yani 6 şubat 2023 KahramanMaraş depremi, 2019 İstanbul depremi ve 2020 İzmir depremi başta olmak üzere, son 10 yılın diğer tüm depremlere baktığımızda, hepsinde de haberleşme sıkıntısı yaşandığını görüyoruz. Yani AKP hükümeti bu konuyu hiç dert etmiyor. Yaptıkları tek şey, her seferinde BTK eliyle GSM operatörlerine dava açmak ve ceza vermek oluyor. Bu yolla kendi yapmadıkları işlerini, yapmadıkları denetimlerini, sanki sadece operatörlerin kabahati gibi gösteriyorlar. 2019 İstanbul depreminde de ceza verdiler. 6 Şubat depreminde de. Peki, ceza sonrası ne oldu? Aynı tas aynı hamam. Yeni depremde yine haberleşme sıkıntısı çeken halk oluyor.

BTK'ya "iş işten geçtikten yani deprem olduktan sonra operatöre soruşturma açmak ne işe yarar? Neden iş işten geçmeden yani deprem olmadan, onlara gerekli yatırımları ya da süreçleri yaptırmıyorsun, neden denetim yapmıyorsun" diye soran birileri var mı? Ulaştırma Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı ya da herhangi bir sivil toplum örgütü?

Yok, yok, yok .... Olmadığı için de, oyun oynuyoruz. Deprem oluyor, haberleşme sıkıntısı yaşanıyor, BTK soruşturma açıyor, iş yapıyormuş gözükmek için bir ceza veriyor. Sonra yeniden deprem oluyor, yeniden haberleşme sıkıntısı yaşanıyor, yeniden BTK soruşturma açıyor, yeniden iş yapmış gözükmek için ceza kesiyor. Sonra yeniden deprem oluyor, yeniden haberleşme... bu böyle gidip, duruyor. Yani BTK diyor ki; sonraki depreme kadar kötü haberleşmeyi unutun. Bak operatöre ceza verdik, oldu, bitti.

Ama ben ne olup bittiğini büyük harflerle söyleyeyim; Depremde haberleşme sıkıntısı varsa, sorumluları tabii ki operatörlerdir. Ama ondan önce operatörleri denetlemeyen ve halkın menfaati gereği olan yatırımları yapmalarını sağlamayan BTK VE ULAŞTIRMA BAKANLIĞI, DOLAYISIYLA DA AKP HÜKÜMETİ, DEPREMDE HABERLEŞME SIKINTISININ ESAS SORUMLULARIDIR.

Risk azaltma planı ne kadar uygulandı?

Ha bu arada AFAD ne yaptığına da bakalım; 2023 yazımda, İstanbul’u ilgilendirebilecek 5 afet planı yapıldığını yazmışım. Şöyle ki;

  1. 31 mart 2022 tarihli “İstanbul Risk Azaltma Planı
  2. 2012-2023 – Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Plan (UDSEP)” (ki adını 2023 UDSEP yapmışlar)
  3. 28 mart 2022 tarihli “Türkiye Afet Risk Azaltma Planı (TARAP)
  4. Türkiye Afet Müdahele Planı (TAMP)
  5. “AFAD 2019-2023 Stratejik Planı”

Bunlar 2023 işleri, o günden bu yana yeni ne var diye baktım.

  1. İstanbul Risk Azaltma Planında bir yenilik gö Üstelik daha önce de yazmıştık. 2022'de bitmesi gereken riskli yerlerdeki baz istasyonlarının taşınması gibi eylemleri sorduk, yapılmadığını öğrendik. Yani eylem planı var ama uygulanıyor mu?
  2. UDSEP 2023 şeklinde adlandırılan belge için yeni bir şey gö
  3. TARAP'ın 2022-2030 arası olduğu not ediliyor. Yeni bir şey yok.
  4. TAMP da aynı şekilde 2022'de yayınlanan haliyle duruyor.
  5. AFAD 2024-2028 planı geçen yıl yayınlanmış.

Anlayacağınız 2023'den bu yana önemli bir değişiklik yok. Zaten haberleşme sıkıntısının aynen sürmesinden anlıyoruz bunu. O zaman, hükümet kontrol etmiyorsa, eylem planlarının uygulanmasını hep birlikte bizim halk olarak sorgulamamız lazım. Özellikle de sivil toplum örgütlerinin. Hatta gerekirse, uygulanmayan maddelerin tespit edilerek, görev ihmali için hukuk yoluna başvurulmalı. Çünkü halkın iyiliği söz konusu. İş işten geçtikten sonra değil, olmadan bakmayı öğrenmek zorundayız.

Depremde haberleşme sıkıntısını hükümet çözemiyorsa, halk kendisi çözüm yaratabilir

Diğer yandan halkın da kendi sorunlarını çözmek için çabalaması lazım. Daha önce defalarca telsiz sistemlerinden bahsettim. Eğer AKP hükümeti depremdeki haberleşmemize özen göstermiyorsa, halk olarak kendimiz göstermeliyiz. Telsiz sistemleri sadece deprem değil, her türlü afet ve savaş zamanı için de önemli bir haberleşme unsuru. Bunun yaygınlaştırılması için çalışmalıyız.

Ve artık bir afet kültürü oluşturmamız lazım. Mahalle Gönüllüleri (MAG) çok önemli. Bir eğitimlerine katıldım. Güzel şeyler anlatıyorlar. Lütfen daha çok kişi katılsın bunlara. Başta acil durum müdahelesi gibi faydalı şeyler anlatıyorlar.

Ama bunları daha geniş halk kitlelerine yaymalı ve “haberleşme sıkıntısı” gibi konuları da farketmeli (anlatılanlardan, bu konuda neler yapılabileceğine dair bilincin eksik olduğu izlenimim oldu) olduğu gibi kabul etmek yerine çözüm önerileri oluşturmalı ve ortak hareket etmeliyiz. 

Bu konuda öneri isteyen olursa, buradayım.

                                                          /././

İmamoğlu: 19 Mart darbesinin trilyonlarca lira maliyeti oldu; bu bütçeyle 1 milyon yapıyı yenileyebilirdik!

"Büyük bedeller ödeyerek 2 yılda biriktirdiğimiz döviz rezervlerini 3 günde sattılar."

23 Mart'tan bu yana tutulu olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, 19 Mart'ta gözaltına alınmasıyla başlayan süreci işaret ederek, "19 Mart sabahı millet iradesine yapılan darbenin ekonomiye trilyonlarca lira maliyeti oldu. Bu kadar büyük bir bütçe ile yaklaşık 1 milyon yapıyı yenileyebilir ya da en az aynı miktarda güvenli konut üretebilirdik" dedi. 

Silivri'deki cezaevinde tutuklu bulunan İBB Başkanı ve CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu, İstanbul'da meydana gelen, en büyüğü 6,2 olan depremlerin ardından konuyla iligili olarak sosyal medyadan açıklama yaptı.

Son günlerde ekonomistler tarafından sıkça dile getirilen, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) tarafından 50 milyar dolar seviyesini aşan rezerv satışına işaret eden İmamoğlu, şu ifadeleri kullandı:

"19 Mart sabahı millet iradesine yapılan darbenin ekonomiye trilyonlarca lira maliyeti oldu.

Bu kadar büyük bir bütçe ile yaklaşık 1 milyon yapıyı yenileyebilir ya da en az aynı miktarda güvenli konut üretebilirdik.

Siyasi kumpas sonucu yaşanan dalgalanma maalesef zamanla ekonominin temellerine daha da nüfuz edecek.

Büyüme yavaşlayacak, enflasyon yüksek kalacak, kıt kanaat geçinmeye çalışan insanların yaşam şartları daha da ağırlaşacak.

Büyük bedeller ödeyerek 2 yılda biriktirdiğimiz döviz rezervlerini 3 günde sattılar. Yüksek faizle peşinde koştukları sıcak parayı bile kaçırdılar. Yarattıkları kaosu durdurmak için daha fazla faiz verdiler. Üreticiyi yüksek kredi faizleriyle adeta boğdular. Devletimizin ve milletimizin borçlarını döviz artışları ile daha da artırdılar.

Bir an için ülkemizin acil ihtiyaçlarını düşünün. Fakir fukarayı, emekliyi, çiftçiyi, işçiyi, memuru, küçük esnafı, gençlerimizi düşünün. Bir hiç uğruna yaktıkları bu parayla bu güzel insanlar için neler yapılabilirdi bir hayal edin.

Bu aziz millet; koltuk hırsı uğruna önüne geleni yakıp yıkan, milletin ekmeğine göz diken, deprem riski için kullanılması gereken kaynakları kumpaslara feda eden bu kifayetsizlere daha ne kadar tahammül gösterecek?"

                                                                  ***

Polis, deprem nedeniyle vatandaşların Gezi Parkı'na kurduğu çadırları kaldırdı, "Deneyimlerimiz nedeniyle izin vermiyoruz" dedi; vatandaşlar geceyi geçirmek için Maçka Parkı'na gitti -Can Öztürk-

Geceyi Maçka Parkı'nda geçiren vatandaşlara Beşiktaş ve Şişli Belediyeleri sıcak çorba servisi yaptı

İstanbul, Silivri’de meydana gelen en büyüğü 6,2 büyüklüğünde korkutan depremin ardından Taksim çevresindeki vatandaşlar Gezi Parkı’na geldi. Bazı vatandaşların çadır kurduğu görüldü. Çevik kuvvetin bulunduğu parkta polis çadırlara müdahale etti. Polis, duruma tepki gösteren vatandaşlara, “Çadır kurmak istiyorsanız çevredeki parklara gidin, bu park onun yeri değil” diye yanıt verdi. Vatandaşların Gezi Parkı’nın acil toplanma alanı olduğunu belirtmesi üzerine polis, “Daha önceki deneyimlerimiz nedeniyle çadıra izin vermiyoruz” dedi. Vatandaşlar, çadır kurmalarına izin verilmeyince geceyi geçirmek için Maçka Parkı'na gitti. 

Marmara Denizi'nde en büyükleri 6,2 ve 5,9 olan çok sayıda deprem gerçekleşti. İlk depremin büyüklüğü 3,9 olarak açıklanırken saat 12.49'da meydana gelen depremin büyüklüğü İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı'ndan (AFAD) tarafından 6,2 olarak açıklandı. Depremin ardından sokaklara çıkan vatandaşlar yakınlarındaki parklara koştu. Gezi Parkı’nda bazı vatandaşlar geceyi geçirmek için çadır kurdu. Çadırlara müdahale eden polise çevredeki vatandaşlar tepki gösterdi.

Av. Yunus Emre Işık, çadırların engellenmesi hakkında şöyle konuştu:

"Siz bu çadırları neye göre söktürüyorsunuz?"

“Bildiğiniz üzere bugün sabah İstanbul'da 6.2 şiddetinde bir deprem meydana geldi. Ve insanlar deprem riskinden korunmak için çevrelerinde bulunan resmi toplanma alanlarına akın ettiler. İstanbul'da bulunan Gezi Parkı da yine bilindiği üzere bir deprem toplanma alanı.
 
Buraya gelen insanlar deprem riskinden korunmak için çadırlarını kurdular. Çeşitli polis memurları buradan gelip ailelerin çadırlarını söktürdüler. Şu an polis memurlarıyla konuştuk.
 
Siz bu çadırları neye göre söktürüyorsunuz? Elinizde resmi bir yasaklama, resmi bir kısıtlama var mı? Ellerinde hiçbir yasak ve kısıtlama emri olmadığını bize ifade ettiler. Yasal, resmi, yazılı hiçbir yasak ve kısıt olmamasına rağmen depremin olduğu günde AFAD'ın deprem toplanma alanı olarak belirttiği bir yerde çadır kurdurtmayacaklarını ve gece insanların burada kalamayacağını fiil olarak bu anlama geliyor. Çünkü gece soğukta insanlar çadırsız kalamaz.
 
Kendileri belirttiler. Tekrar ediyorum hiçbir resmi yasak veya kısıt kararı yok. Fakat ‘İnsanlar Gezi Parkı'nda AFAD'ın deprem toplanma alanı dediği yerde çadır kuramayacak ve burada kalamayacak’ diyorlar.
 
Kendilerinin ifade ettiği şu, ‘Çadırı isterseniz gidin başka parklarda kurun.’ Tamamen keyfi bir biçimde bunu buradaki insanlara dayatıyorlar şu anda.”

https://www.dailymotion.com/video/x9idp0g

Gezi Parkı'nın girişinde polis engeli

Gezi Parkı'nın Taksim Meydan tarafındaki girişi başta olmak üzere parkın çevresindeki giriş noktalarında polis denetimi yapıldı. Polis parka gelmek istediklerini söyleyen vatandaşların geçişine izin vermedi.  

Vatandaşlardan Gezi Parkı'nda afet eğitimi

Gezi Parkı'nda toplanan vatandaşlar deprem farkındalığını artırmak için parkta AFAD gönüllüsü bir kişinin verdiği eğitime katıldı. Afetlar konusunda bilgilendirme eğitiminin ardından vatandaşlar polisin çadır kurulmaması konusunda uyarılarını sürdürmesi nedeniyle dağılma kararı aldı.

Vatandaşların bir kısmı Maçka Parkı'na geçme kararı aldı

Polis, depremden etkilenen ve geceyi dışarıda geçirmek için Gezi Parkı'na gelen vatandaşların çadırlarını açmalarını izin vermemesi nedeniyle vatandaşlar Maçka Parkı'na gitme kararı aldı. 

Bazı vatandaşlar çadır kullanımına izin verilmemesi nedeniyle yalnızca yorganlarıyla geceyi Gezi Parkı'nda geçirdi. 

Vatandaşlar geceyi Maçka Parkı'nda geçirdi; Beşiktaş ve Şişli Belediyeleri çorba dağıttı

Geceyi geçirmek için Maçka Parkı'na gelen onlarca vatandaşlara Beşiktaş ve Şişli Belediyeleri sıcak çorba servisi yaptı. Çadırlarını kuran vatandaşlar müzik eşliğinde geceyi Maçka Parkı'nda geçirdi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencileri ücretsiz kahve ve çay dağıttıkları "Dayanışma Kafe"yi açtı. 

                                                               ***

Bir ülke nasıl yönetilir?-Mine Söğüt-

Her şeyin üzerinden silindir gibi geçip giderken gücünü kolayca birbirine düşürebileceğini düşündüğü tarafların zaaflarından alıyor. Ne istediğini bilmeyenlerle neye sahip çıktığını idrak edemeyenlerin ortak şuursuzluğundan faydalanan global bir niyetin hızla çöreklendiği bu topraklar, kendi çıkmazlarını yaratmakta mahir.

Bir ülke nasıl yönetilir?

Ülkeyle ve hatta hayatla ve hatta kendimizle yeniden tanıştığımız şu günlerde Yozgatlı bir çiftçi bize çoktandır sormayı unuttuğumuz bir soruyu hatırlattı.

Anadolu’da sesi epeydir çıkmayan bir zümrenin içinden yükselen öfke “Ülke turp ile şalgam ile yönetilmez, adalet ile yönetilir” dedi ve biz turbun, şalgamın ve adaletin ne olduğunu tekrar düşünmek ve o en önemli soruyu çok net bir şekilde sormak zorunda kaldık.

Sahi bir ülke nasıl yönetilir?

Sorular bazen cevaplardan daha önemidir. Doğru soruları soramayanlar yanlış cevapların içinde yollarını kaybederler. Bu ülkenin bugüne kadar başına gelenlerde doğru soruyu sormamış olmanın ve bulunan yanlış cevaplarla oyalanmanın payı büyük.

Geçmişe yönelik sormamız gereken doğru soruları bulamazsak, bugüne yönelik sorularımızı da doğru yerlerden soramayız.

Öncelikle, çağdaş bir demokrasinin ve evrensel hukukun argümanlarını kullana kullana sistemi her yerden işgal eden sinsi bir politikanın sonunu getirme çabasına girdiğimiz şu dönemde, neredeyse 70 yıldır ülkeyi gerektiği gibi değil istediği gibi yönetmiş olan sivil ve askeri iktidarların yarattığı dev bir enkazın altında olduğumuzu kabullenmemiz gerekiyor.

Bugün başımıza gelenlerle geçmişte başımıza gelenleri anlamamış olmamızın arasında çok güçlü bir bağ var.

İşe, ülkenin selameti için askeri darbelere bel bağlamakla, askeri vesayetten kurtulmak için İslami referanslarla iktidara gelen bir politik güce bel bağlamak arasındaki bağı kurarak başlayabiliriz.

Bugün, laikliği ne pahasına olursa olsun korumaya and içenlerle laikliği ne pahasına olursa olsun lanetleyenlerin birlikte kazdıkları mezara gömülmek üzere olan bu halkın farkında olması gereken belki de en önemli şey “paha”ları dikkate almamanın bedeli.

Cumhuriyeti bir kazanım olarak görmekle cumhuriyeti bir tehdit olarak görmenin dışında bir yol olup olmadığını araştıracak bir fırsat bile bulamadan birbirine düşen ve bu ölümcül çatışmanın kurbanları olmaktan öteye gidemeyen tarafların şu anda olan biteni aynı şaşkınlık ve endişeyle izlediğinden yola çıkarak geriye dönük bir okuma yaptığımızda beliren somut gerçeklik iletişimsizlik.

Bu ülkede inancın ne anlama geldiğini, laikliğin neden kıymetli olduğunu tabulara ya da dokunulmazlıklara hürmeten hassasiyetleri gözeterek tartışmakla yetinmenin sonuçlarının ağırlığını yaşıyoruz.

Ve belki de aynı hatayı Kürt meselesinde yine tekrarlıyoruz. Yıllardır taraflara büyük kayıplar yaşatan bir meselenin barışla sonuçlandırma çabası gibi görünen siyasi hareketlilik, kimin nerede ne zaman bindiği ve kimin nerede ne zaman ineceği kestirilemeyen tanıdık bir tramvaya benziyor ve aslında kimseye güven vermiyor.

Muhalefeti yaka paça içeriye atan ve eş zamanlı olarak düne kadar en ağır sıfatlarla andığı bir liderle temas kurup örgütle silah bırakma anlaşması yaptığını açıklayarak Kürt hareketini temsil eden siyasi partiyi de yanına çeken iktidar, birbirinin ne dediğini anlamayan, anlamaya çalışmayan, sorunların çözümleri üzerine düşünmek yerine tüm enerjilerini yeni sorunlar yaratarak aradaki uçurumu derinleştirmeye harcayan tarafların potansiyel hırçınlıklarına güvenerek başlattığı hamlelerden medet umuyor.

Her şeyin üzerinden silindir gibi geçip giderken gücünü kolayca birbirine düşürebileceğini düşündüğü tarafların zaaflarından alıyor.

Ne istediğini bilmeyenlerle neye sahip çıktığını idrak edemeyenlerin ortak şuursuzluğundan faydalanan global bir niyetin hızla çöreklendiği bu topraklar, kendi çıkmazlarını yaratmakta mahir.

Peki bu ülke şu noktadan sonra nasıl yönetilebilir?

1950’lerden beri tehditlerle, işkencelerle, uluslararası pazarlıklarla, mafyalara peşkeş çekilerek ve devamlı sopa gösterilerek yönetilen bir ülkenin halkı olarak bu soruyu sormak için çok geç kaldığımız aşikâr.

Ama aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlara varılamayacağı da aşikâr.

Artık tercihlerin önemi üzerine düşünme zamanı. Kimi neden ve ne umutla seçtiğimizin, kime neden ve ne umutla güvendiğimizin adını doğru koyma zamanı.

Ama biliyoruz ki;

“Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.”*

*Gülten Akın

                                                           /././

soL "Köşebaşı + Gündem" -23 Nisan 2025"

İlericilik mücadelemizin önemli bir basamağı: 23 Nisan       -Orhan Gökdemir-

Çocuk saflığında ve tazeliğinde bir yeni Cumhuriyet heyecanıyla anıyoruz geçmişin ilerici adımlarını. Hepsi bizimdir, tarihleri gelecek devrimin bir parçası, bir basamağı olarak yeniden yazılacaktır.

Ülkemizde 23 Nisan'ın ulusal bayram olarak kabul edilmesinin sebebi 1920'de TBMM'nin Ankara’da açılmış olması. TBMM’nin açılması, hilafet ve saltanattan kurtulmamızın ve tabii laik cumhuriyete ulaşmamızın en önemli adımıdır. Direnişin içinden bir Ankara Hükümeti ortaya çıkmıştı, dolayısıyla artık İstanbul Hükümeti hükümsüzdü. Zaten İstanbul’u hükümsüz ilan etme iradesini göstermeseydi Ankara Hükümeti hükümsüz olurdu. Devrimlerin doğasıdır.

Bu bayramın bir “sentez” bayram olması da bu tarihle uyumludur. 23 Nisan, 1921 senesinde çıkarılan “23 Nisan'ın Milli Bayram Addine Dair Kanun” ile Türkiye'nin ilk ulusal bayramı olmuştur. 1 Kasım 1922 yılında saltanatın kaldırılmasının ardından 1 Kasım, Hâkimiyet-i Milliye veya yeni söyleyişle Ulusal Egemenlik Bayramı olarak kabul edildi. Sonra bunlar birleşti, bugünkü şeklini aldı. Meclisi açtık ve saltanatı kaldırdık, büyük bayramımızdır.

1935 yılında bayramlar ve tatil günleriyle ilgili kanun değiştirildi ve "23 Nisan Millî Bayramı"nın adı "Millî Hakimiyet Bayramı" haline getirildi. Ardından 1 Kasım Hakimiyet-i Millîye Bayramı ile 23 Nisan Millî Bayramı birleştirildi.

23 Nisan’ın “ilk milli bayram olması” tarihin Cumhuriyet’le birlikte başlatılmış olması anlamına geliyor. Oysa Cumhuriyet Cumhuriyetten ibaret değildir. Bir anayasal düzen ve meclis mücadelemiz 1870’li yıllara dayanıyor. Bu amaçla dövüşmüş, düşmüş-Mithat Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi- yurtsever aydınlarımız var. Sonra Abdülhamit’i alaşağı edip Hürriyet ilan eden başka devrimcilerimiz var. Biz Hürriyeti de Cumhuriyet kadar sevmiştik. Meşrutiyet ilan ettiğimiz günü, 23 Temmuz’u bayram ilan ettik, İyd-i Milli bu topraklardaki ilk din dışı -milli- bayramımızdır. İyd-i Millî, Osmanlı İmparatorluğu'nda 1909'dan itibaren kutlanmaya başladı. 1923'te yeni Türkiye'nin kurulmasının ardından da kutlanmaya devam etti. Çünkü Cumhuriyetin arkasında Hürriyet vardı ve bunu inkâr etmek, yok saymak henüz mümkün değildi. 

Ancak Cumhuriyetin kurucuları tarihi kendilerinden başlatmaya eğilimliydi. Geçmişin yüklerini omuzlamak istemiyorlardı. Ayrıca geçmişle bağın koparıp atılması, Cumhuriyeti ilahi bir gücün gerçekleştiği bir mucize gibi gösteriyordu. Öyle olsun istediler. 1935’de 23 Nisan’ı bugünkü haline getirmeden önce, 1934’te son kez kutlanan İyd-i Milli Bayramını 27 Mayıs 1935 tarihinde kabul edilen kanunla kaldırdılar.

Halbuki Hürriyetsiz bir Cumhuriyet mümkün değildi. İlericilik-gericilik davası uzun mücadelelerin içinden sıyrılıp gelir, son adım bir önceki adımlara dayanır. Kesinti iddialarına karşılık devamlılık esastır. Kuşkusuz geleceğin ilerici adımları da feyzini geçmişin ilerici adımlarından alacaktır.

Çocuklara armağan edilen, onlara zimmetlenen 23 Nisan ilericilik mücadelemizde ileri bir adımdır. Ancak tarihin bu adımları gelip bıraktığı yerin hakkı da teslim edilmelidir. 1920’de kurduğumuz Meclisin içi boşaltılmıştır, tıpkı Abdülhamit dönemindeki gibi Anayasa hükümsüz ilan edilmiştir. Saltanatı, Hilafeti geri getirme istekleri diridir. Laik Cumhuriyet aradan geçen sürede yere düşmüştür. Burjuvazi onları cami avlusuna bırakıp kaçmıştır.

Ancak, yoksul halkımızın ve emekçilerin bir meclise ve yeni bir laik cumhuriyete duyduğu ihtiyaç dünkünden daha güçlü, daha acildir.

Bugün 23 Nisan. Çocuk saflığında ve tazeliğinde bir yeni Cumhuriyet heyecanıyla anıyoruz geçmişin ilerici adımlarını. Hepsi bizimdir, tarihleri gelecek devrimin bir parçası, bir basamağı olarak yeniden yazılacaktır.

Halkımıza ve bütün emekçilere kutlu olsun!

                                                        /././

Kapitalizmde bireysel kurtuluş masalının yeni siyasi kahramanı: JD Vance -Endam Köybaşı-

Bir yandan sistemin mağduru gibi konuşuyor, diğer yandan o sistemi yeniden üreten ağların içinde yükseliyor. JD Vance, Amerikan taşrasının yoksulluğunu, popülist sağı ve kapitalizmin yeni maskelerini anlamak isteyenler için çarpıcı bir örnek sunuyor.

Vance’ın yakın zamanda Çinli emekçilere yönelik küçümseyici "köylü" ifadesi, kendi taşralı geçmişini siyasi kariyerinde pazarlarken inşa ettiği sistem mağduru imajıyla açık bir çelişki ve derin bir samimiyetsizlik ortaya koydu; bu söylem, onun ulusal şovenizmi ve emperyal kibriyle nasıl iç içe geçtiğini de gözler önüne serdi.

Amerika Birleşik Devletleri'nde 2025 yılında Trump'ın başkan yardımcısı olarak sahneye çıkan JD Vance, Türkiye kamuoyunun hafızasına, Ukrayna lideri Vladimir Zelenski'yi Trump'la birlikte azarlar gibi konuşmasıyla kazındı. Ancak Vance'ın siyasi kariyeri, bir anda parlayan bir figür olmanın çok ötesinde, Amerikan kapitalist ideolojisinin bireysel kurtuluş masallarının tipik bir ürünü.

1984 doğumlu olan JD Vance, Ohio eyaletinde yoksul bir taşra ailesinde büyüdü. ABD Deniz Piyadelerinde görev yaptıktan sonra Ohio State Üniversitesi'nde lisans eğitimini tamamladı. Ardından Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Eğitim hayatı, Amerikan rüyasının "kendi çabasıyla yükselen birey" anlatısına tam anlamıyla uyan bir hikaye sundu.

JD Vance, 2022'de Ohio'dan Senato'ya seçilmeden önce adını 2016 yılında yayımladığı Hillbilly Elegy: A Memoir of a Family and Culture in Crisis (Bir Ailenin ve Kültürün Krizinin Hatırası) kitabıyla duyurdu. Bu kitap, hem bir otobiyografi hem de bir siyasi kampanya manifestosu gibiydi. Kitabın ardından 2020 yılında Hillbilly Elegy adıyla bir sinema filmi de Netflix'te yayımlandı. Film, Vance'ın hayat hikayesini dramatize ederek daha geniş kitlelere ulaştırmayı hedefledi. Ayrıca Amerikan taşrasının yapısal sorunlarını derinlemesine ele almak yerine, yüzeysel bir anlatımla bireysel kurtuluş mitini yeniden üretiyor; böylece Vance'ın kişisel başarısını sistemin olağan işleyişinin doğal bir sonucu gibi göstermeye çalışıyordu. Bu sinema uyarlaması da Vance'ın kendisini sistem mağduru gibi konumlandırıp aynı sistem içinde parlatılmasını sağlayan daha geniş bir pazarlama stratejisinin bir parçası olarak değerlendirildi.

Hillbilly ve Appalachia bölgesi

"Hillbilly", ABD'nin Appalachia bölgesinde yaşayan, ekonomik olarak geri bırakılmış, beyaz, taşralı toplulukları ifade eden bir kavramdır. Appalachia bölgesi, ABD'nin doğusundaki dağlık alanları kapsar ve özellikle Batı Virginia, Kentucky, Tennessee ve Ohio gibi eyaletleri içine alır. Bölgede yaşayanlar, tarih boyunca düşük gelir düzeyleri, eğitim olanaklarının sınırlılığı, ağır sanayi ve madencilik işlerine bağımlı ekonomi ile tanındılar. Kültürel olarak güçlü bir yerel dayanışma ağı, geleneksel aile yapısı ve dini muhafazakârlık yaygındır. Bununla birlikte, endüstriyel dönüşüm ve ekonomik çöküş sonrasında işsizlik, yoksulluk, sağlık hizmetlerine erişim eksikliği ve opioid bağımlılığı gibi ciddi sosyal sorunlar bu bölgede kronikleşmiştir. Vance, bu topluluğun içinden çıkıp yükseldiğini anlatarak "Amerikan Rüyası"nın yaşayan bir örneği olduğunu ima etti.

Bireysel kurtuluş miti ve yanılsama

Appalachia bölgesinde yaşayan işçilerin büyük kısmı, uzun saatler boyunca fiziksel olarak ağır işlerde çalışmak zorunda kalıyordu. Bölgede madencilik, ağır sanayi ve düşük ücretli hizmet sektörü işlerinde ortalama haftalık çalışma süreleri 45-50 saati buluyordu. Buna rağmen gelir seviyeleri ulusal ortalamanın oldukça altında kalıyor, yoksulluk döngüsü kırılmıyordu. Bu tabloya rağmen JD Vance, bireysel başarıyı yalnızca kişisel çabaya bağlayarak gerçek sınıfsal bariyerleri görünmez hale getiriyordu.

Ancak gerçekler, Vance'ın sunduğu tablodan çok daha farklıydı. JD Vance, kendi başarısını çok çalışmanın ve bireysel gayretin sonucu gibi sunarken, gerçekte onun haricinde aynı koşullarda yetişen annesi, kardeşi ve mahallesindeki tüm tanışıkları, yoksulluğa, bağımlılığa ve sistemik dışlanmaya mahkum kaldı. Vance’ın hikayesi, kapitalist ideolojinin en temel yanılsamasını yeniden üretti: "Başaramayanlar yeterince çalışmamıştır."

Oysa ki Amerikan toplumundaki sınıf atlama oranları, son kırk yılda dramatik bir şekilde düşmüş, sınıflar arası geçiş neredeyse donmuştu. Vance’ın bireysel başarısı, yapısal sorunları görünmez kılan bir istisnaydı.

Annesi ve Opioid krizi: Sistemin derin sorunları

JD Vance’ın annesi, opioid bağımlılığı nedeniyle uzun yıllar mücadele etti. Ancak bu durum bireysel bir trajedi değil, kapitalist sağlık sisteminin yapısal bir arızasının sonucuydu. ABD'de, özellikle işçi sınıfı bölgelerinde, bağımlılıkla mücadele için yeterli ücretsiz tedavi merkezleri ve rehabilitasyon yatakları bulunmuyordu. Sağlık hizmetleri, özel sigorta sistemine bağımlıydı ve bu hizmetlerden yararlanamayan yoksullar, çoğunlukla sistemin dışında kalıyordu. Vance'ın annesi de bu yapısal ihmalin mağdurlarından biriydi. Bunun yanında hikayesinden anladığımız üzere JD’nin hemşire annesi zorlu yaşam koşullarıyla boğuşurken, çalıştığı hastanede madde bağımlısı halinde geliyordu.

Skandallar: Fentanil bağımlılığı ve çıkar ağları

Vance, Senato kampanyasında özellikle opioid bağımlılığıyla mücadeleyi merkeze aldı. Annesinin de opioid bağımlısı olduğunu kamuoyuyla paylaşarak empati topladı. Ancak daha sonra ortaya çıkan bilgiler, bu anlatının ardında ciddi çelişkiler olduğunu gösterdi. Vance'ın daha önce çalıştığı Sidley Austin LLP adlı hukuk firması, opioid krizinin baş aktörlerinden biri olan Endo Pharmaceuticals gibi şirketlere danışmanlık hizmeti veriyordu. Yani Vance, bağımlılık krizinin yayılmasına doğrudan katkı sağlayan şirketlerle bağlantılı bir kurumda çalışmıştı. Ayrıca Vance’ın opioid bağımlılığıyla mücadele amacıyla kurduğu Our Ohio Renewal adlı sivil toplum kuruluşunda sağlık danışmanı olarak görev yapan Dr. Sally Satel, geçmişte Purdue Pharma gibi büyük ilaç şirketlerinden maddi destek almıştı. Purdue Pharma, ABD’de opioid salgınının patlamasında başlıca sorumlulardan biri olarak biliniyor. Tüm bu çıkar ilişkilerine rağmen Vance, siyasi kariyerinde zarar görmeden yükselmeyi başardı. İç sistemdeki çürümeye işaret etmek yerine, fentanil krizinin sorumluluğunu ağırlıklı olarak Çinli üreticilere yönlendirerek, kamuoyunun dikkatini dış tehditlere çevirdi ve yapısal sorunları görünmez kıldı.

ABD’de fentanil krizi ve kaynaklar

Fentanil, güçlü bir sentetik opioid olup yasal olarak ileri evre kanser ağrıları ve cerrahi sonrası ağrı yönetimi için kullanılır. Ancak yasa dışı kullanımında yüksek bağımlılık riski ve ölümcül aşırı doz tehdidi taşır.

Çin uzun süre başlıca fentanil üreticisi iken, 2019'daki düzenlemeler sonrası Hindistan da önemli bir prekürsör kaynağı haline geldi. Meksika'daki karteller ise hem bu maddelerle hem de kendi üretimleriyle ABD'ye yasa dışı fentanil sağlamaktadır.

Çin Dışişleri Bakanlığı, krizin asıl sebebinin ABD iç tüketimi olduğunu savunuyor.  Ayrıca ABD'deki opioid krizinin zemini, 1990'lı yıllarda büyük ilaç şirketlerinin agresif pazarlama kampanyalarıyla doktorlara baskı yaparak, bağımlılık riski göz ardı edilerek güçlü opioid ağrı kesicilerin (özellikle OxyContin gibi ilaçların) aşırı reçetelenmesiyle atıldığı yapılan yaorumlar arasında. Bu süreçte, opioidlerin bağımlılık yapmadığı yönünde yanlış bilgiler yayıldığı ve milyonlarca Amerikalının yüksek dozlarda opioid kullanmaya başladığı biliniyor.

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) verilerine göre, 2024 itibarıyla ülkede aşırı doz ölümlerinin yüzde 68'i fentanil ve diğer sentetik opioidlerle ilişkili olup; 2023 yılında yalnızca fentanil nedeniyle tahmini 70.000'den fazla kişi hayatını kaybettiği rapor edilmiş.

Siyasi pozisyonu

JD Vance, Amerikan sağının yeni kuşağını temsil eden figürlerden biri olarak sahneye çıktı. Geleneksel Cumhuriyetçi çizginin kalıplarını aşarak, popülist bir sağ ideolojiyi benimsedi. Kültürel alanda, özellikle göçmen karşıtı söylemleri ve liberal çevrelere yönelik sert eleştirileriyle öne çıktı. Ona göre Amerika'nın yaşadığı kriz, ekonomik sistemin arızalarından ziyade kültürel değerlerin aşınmasından kaynaklanıyordu. Bu yüzden her fırsatta geleneksel aile yapısına, dini değerlere ve yerel kimliğe vurgu yaptı.

Ekonomik politikalarında ise alışılmış sağcı serbest piyasa yüceltmesinden ayrıldı. Vance, kurtuluşu bireysel çalışmaya havale etse de, işçi sınıfının yoksullaşmasını yalnızca bireysel başarısızlığa bağlamayarak siyasi “dehasını” gösterdi; devletin belirli alanlarda koruyucu ve destekleyici olması gerektiğini savundu. Bu duruşu, onu sağ kanat popülizminin farklı bir temsilcisi haline getirdi. Trump’ın "Amerika'yı Yeniden Büyük Yap" sloganı çerçevesinde milliyetçi ve korumacı bir ekonomik programı destekleyerek, taşralı beyaz işçi sınıfına doğrudan hitap etti.

Gelecek perspektifi: Trump sonrası liderlik iddiası

JD Vance, sadece Trump'ın yanında sivrilmekle kalmadı; geleceğe dair büyük hesapları da olduğunu gösterdi. Vance, tabanın değişen taleplerini ve popülist sağın yükselen gücünü iyi okudu. Trump sonrası dönemde Cumhuriyetçi Parti'nin yeni liderlerinden biri olabilmek için adım adım kendi zeminini kurduğu söyleniyor. "Sistem mağduru" kimliğini bir anlatı olarak kullanıp, halkın geniş kesimlerinde karşılık bulmaya çalıştı. Geleneksel Cumhuriyetçi siyasiler ve sermayedarlara mesafeli görünümü ve yoksul halkla kurduğu pragmatik bağın, onu yeni sağın en güçlü adaylarından biri haline getirebileceği dillendirilen iddialar arasında. Eğer Trump sonrası bir boşluk doğarsa, Vance bu boşluğu doldurmak için ciddi bir hamle yapabilecek kapasitede bir figür olarak değerlendiriliyor.

Trump'ın yardımcılığına yükselişi de benzer özellikleri sayesinde oldu. JD Vance Trump'ın yardımcılığına, tabandaki popülist desteği ile Cumhuriyetçi muhafazakârlar içindeki konumunu sağlamlaştırmasıyla geldi. Trump'ın "Amerika'yı Yeniden Büyük Yap" söylemini, taşralı beyaz işçiler için somutlaştıran bir figür olarak parladı. Vance, hem sistem mağduru bir anlatıyı kullanarak halktan biri görüntü verdi, hem de büyük sermaye çevreleriyle bağlarını koparmadan siyasal kariyerini inşa etti.

JD Vance, Amerikan kapitalizminin yoksulluk üzerinden inşa ettiği bireysel kahramanlık mitinin en yeni suretlerinden biri oldu. Onun hikayesi, yapısal eşitsizliklerin yarattığı devasa boşluğu,  kişisel başarı anlatısıyla maskeliyor. Vance, kendi yükselişini, milyonlarca insanın sistematik yoksunluklar içinde sürüklendiği bir dünyada bir normal gibi sunarak, kapitalizmin köklü krizlerine parlatılmış bir çözüm illüzyonu yaratıyor. JD Vance'ın yükselişi, bireysel kurtuluşun kitlelere umut diye satıldığı; toplumsal gerçeklerin ise sessizce unutturulduğu bir dönemin aynasında çarpıcı bir siyasi kariyer yansıması olarak kayda geçmiş bulunuyor.

                                                        /././

19 Mart’tan 1 Mayıs’a, tencereyle kapağı birbirine vurma günleri -Fatih Yaşlı-

"Eğer bugün 19 Mart operasyonu dört başı mamur bir şekilde hayata geçirilememişse bunun gerisinde sokak var, eğer bugün Şimşek programı sallantıdaysa ve iktidar sıkışmışsa bunun arkasında sokak var."

“Enflasyonla mücadele”nin yükünü bütünüyle halkın sırtına yıkan Şimşek programı 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası yürürlüğe konulmuş, Şimşek yüzde 39,5’ten aldığı resmi enflasyonu bir yıl içerisinde yüzde 75’e kadar yükseltmiş, ardından da kademeli bir düşüş başlamış ve enflasyon Mart 2025 itibariyle yüzde 38 civarına gelmişti. 

Şimşek programının enflasyonla mücadeledeki en önemli araçlarından biri Merkez Bankası’nın faiz artırımlarıydı. Programın yürürlüğe sokulmasıyla birlikte faizler yüzde 8,5’ten yüzde 15’e yükseltilmiş ve ardı ardına yapılan artırımlarla faizler yüzde 50’ye kadar çıkartılmıştı. Enflasyondaki kısmi düşüşle birlikte ise 2024’ün Aralık ayından itibaren faiz indirimlerine başlanmış ve Mart ayı geldiğinde faizler yüzde 42,5’e indirilmişti. 

Piyasa aktörlerinin hemen hepsinin beklentisi Merkez Bankası’nın girmiş olduğu faiz indirimi patikasından kolay kolay çıkmayacağı ve enflasyondaki düşüşe paralel bir şekilde faiz indirimlerine devam edileceği yönündeydi, 2025 sonunda enflasyon yüzde 30’un altına düşecek, faizler de o nokta civarında bir yere gelecekti.

Benzer bir beklenti iktidar için de geçerliydi; çünkü yüksek faiz ekonominin soğuması, istihdamda daralma, daha yüksek maliyetlerle borçlanma gibi sonuçlar yaratıyordu ve yüksek enflasyona bir de yüksek faizden kaynaklı olarak ekonomideki soğumanın eşlik etmesi daha da yoksullaşan halkın siyasi tercihleri üzerinde ciddi etkiler yaratıyor, iktidara olan teveccühü azaltıyordu.

Bu nedenle de Erdoğan Şimşek programının meyvelerini toplamadan, yani enflasyonu ve faizleri düşürüp ekonomide kısmi bir rahatlama sağlamadan ve makro göstergelerin seçim ekonomisi izlemesini sağlayacak bir seviyeye geldiğini görmeden asla seçime gitmemenin hesaplarını yapıyordu, yani en az gelecek yıla kadar bir erken seçim iktidarın gündeminde yoktu. 

Ancak tüm bu hesaplar 19 Mart günü itibariyle boşa düştü, Şimşek programının zaten ulaşması çok zor olan hedefleri iyice ulaşılmaz hale geldi ve bu da iktidarın siyasi planlarını alt üst etti. Çünkü İmamoğlu’nun tutuklanması ve ardından başlayan sokak eylemleriyle birlikte, yabancı sermaye elindeki TL varlıklarını bozdurup dövize dönerek ülkeden çıkmaya başladı, bu ise dövizi fırlattı. 

Ayaklarından biri dövizin, özellikle de doların süreklileşmiş müdahaleler aracılığıyla TL karşısında kontrol edilmesi üzerine kurulu olan Şimşek programı açısından bu durum kabul edilebilir değildi ve bunun için tıpkı Berat Albayrak ve Nurettin Nebati dönemlerinde olduğu gibi arka kapıdan döviz satışlarına başlandı.

Yıkımın büyüklüğünü anlamak açısından söyleyelim, Albayrak döneminde yaklaşık 128 milyar dolarlık Merkez Bankası rezervi yirmi aya yayılacak bir şekilde satılmıştı, 19 Mart’tan sonra ise sadece bir ay içerisinde Merkez Bankası kasasından yaklaşık 50 milyar dolarlık satış yapıldı ve döviz kuru ancak böyle kontrol altına alınabildi.

Ancak sadece bu değil; dövizi tutabilmek için TL’nin cazibesinin artırılması ve bunun için de piyasalara bir mesaj verilmesi gerekiyordu, bu nedenle de Merkez Bankası aylar sonra ilk kez yeniden faizleri artırmak zorunda kaldı, böylelikle faizler tekrar yüzde 46 seviyesine çıktı.

Merkez Bankası’nın bu kararı öncesi benim kişisel kanaatim girilen faiz indirimi sürecinden geri dönülemeyeceği, bir faiz indirimi olmasa da oranların bu ay için sabit tutulacağı yönündeydi; çünkü Erdoğan’ın ve Saray’daki diğer aktörlerin buna izin vermeyeceğini düşünüyordum. Ancak yanıldım, ortaya çıkan tahribat öylesine büyüktü ki Erdoğan ve Saray da faiz artırımına izin vermek ya da daha doğru bir tabirle göz yummak zorunda kalmıştı. 

Dolayısıyla yaklaşık iki yıldır düşük ücretlerle, alım gücünün aşağı çekilmesiyle, gelir dağılımının altüst edilmesiyle, yoksulluğun ve sefaletin derinleştirilmesiyle devam eden Şimşek programı, halka bunca bedel ödettikten sonra, ulaşmayı planlandığı hedefleri en iyimser tahminle altı-dokuz ay arası bir uzaklığa ötelemek zorunda kaldı, iktidarın planları da alt üst oldu. 

Aslında Şimşek programının etkilerini ilk kez 31 Mart seçimlerinde görmüştük; sıklıkla tekrar ettiğim üzere 31 Mart seçimlerini CHP kazanmadı, halk iktidara ve izlediği ekonomi politikalarına yönelik tepkisini haritayı kırmızıya boyayarak verdi. O zamandan bu zamana da siyasete damgasını esas olarak bu politikalar ve yarattığı sonuçlar, yani yoksulluk ve işsizlik damgasını vuruyor. 

Bunun son örneğini Yozgat’ta gördük; nasıl ki 31 Mart seçimlerinde sayısız taşra belediyesinin CHP’nin eline geçmesi Türkiye toplumunun özü itibariyle, sağcı, muhafazakâr vs. olduğu yönündeki saçma varsayımı boşa düşürmüşse, Yozgat’taki miting de benzer bir işlev üstlendi. 

Son seçimlerde yüzde 95’ten fazlasının sağcı adaylara oy verdiği, CHP’nin bile sadece yüzde 2,5 oy alabildiği Yozgat’ta cumartesi günü gördüğümüz manzara, siyasete ekmeğin küçülmesi damgasını vurduğunda ve halk sokaklara, yollara döküldüğünde yaşanabileceklerin bir ön gösterimi gibiydi.

Yozgat halkı, Yozgat köylüsü, traktörleriyle, arabalarıyla, yürüyerek, her türlü şekilde miting alanına akarken ve kürsüdeki köylü “bu düzeni yıkacağız” derken, seçme seçilme hakkına yönelik saldırıyı da CHP destekçiliğini de aşacak bir şekilde kendi sözünü söylüyordu.  

Sokağın on yılı aşkın süredir kapatılan yolunu 19 Mart günü barikatı yıkan öğrenciler açtı ki zaten Şimşek programının yıkıcı etkilerine en çok maruz kalan kesimlerden biri onlardı. Onları ise lise öğrencileri takip etti; liseliler de bugünlerinin ve yarınlarının çalınmasına itiraz ediyorlar, öğretmenlerini, okullarını sahiplenmeyle memleketi sahiplenmenin aynı mücadelenin parçası olduğunu söylüyorlardı. 

Hafta sonu ise Nâzım’ın “Topraktan öğrenip/kitapsız bilendir” dediği köylüler ayağa kalktı, mazotun, gübrenin, yemin fiyatına, hayvanlarını kesmek ya da satmak zorunda kalmalarına, emeklerinin değerini bulmamasına, ekmeklerinin küçülmesine itiraz ettiler, seslerini yükselttiler, bu ülkenin “turpınan, şalgamınan” yönetilemeyeceğini gösterdiler.

Bu süreçte halk “bizi sokağa dökmek istiyorlar, aman oyuna gelmeyelim” tarzı lafların da aslında doğrudan iktidarın ekmeğine yağ sürdüğünü ve halk düşmanlığı olduğunu bizzat gördü. Eğer bugün 19 Mart operasyonu dört başı mamur bir şekilde hayata geçirilememişse bunun gerisinde sokak var, eğer bugün Şimşek programı sallantıdaysa ve iktidar sıkışmışsa bunun arkasında sokak var, eğer bugün AKP-MHP’nin zaten daima gerilimli ilişkisinde gerilimin dozu artmışsa bunun arkasında sokak var. 

Halk sokağa çıktığında geriye kalan herkes susar, çünkü bir araya gelmiş halk saraylardan, yalılardan, köşklerden, patron sınıfından, sömürücülerden, kendisini bugünsüzlüğe ve yarınsızlığa mahkûm edenlerden büyüktür. Cezaevinden tahliye edilen genç arkadaşlarımızdan birinin Nâzım’dan okuduğu dizelerdeki gibi “derya dediğin uyur uyur uyanır” ve halk adlı derya uyandığında her şey değişir.

Üniversiteliler, liseliler, çiftçiler, köylüler… Bunlardan sonra şimdi sıra esas olarak işçi sınıfında, şimdi sıra dünyanın yükünü omuzlarında taşıyıp, bütün zenginliği üretip kendisine yoksulluktan sefaletten başka bir şey reva görülmeyen emekçi halkımızda. Şimdi üniversitelilerin, liselilerin, köylülerin uzattığı ele işçi sınıfının el vermesi, 1 Mayıs’ı bir bayrama çevirmesi, boş tencere ile kapağını birbirine vurması, “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” diye sorması, Türkiye’nin piyasacılıkla dinciliğin ölümcül sentezine teslim olmayacağını göstermesi gerekiyor. 

19 Mart’tan 1 Mayıs’a uzanan yollar açmak, emekçileri siyasetle, siyaseti emekçilerle buluşturmak zorundayız. Tam olarak buradayız.

                                                    /././

Şimşek’in 'iç talep' vurgusu: Makas değişikliği mümkün mü?-Gülay Dinçel-

Sadece sermaye sınıfının ihtiyaçları değil, kontrolden çıkma potansiyeli taşıyan toplumsal dinamiklere yönelik ek manevra alanı yaratılması gibi hafife alınamayacak bir basınç da söz konusu.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 19 Mart sonrasında yaptığı değerlendirmelerde Türkiye ekonomisinde büyümenin “iç talep” çekişli olduğunu sıkça hatırlattı. Söz konusu vurgu Trump’ın “kurtuluş günü” ilan ettiği 2 Nisan sonrasında daha belirgin hale geldi. Her ne kadar Şimşek’in yanısıra Tayyip Erdoğan, Cevdet Yılmaz gibi isimler Trump’ın Çin’i hedef alan gümrük vergisi uygulamalarının “dost” ülke olarak Türkiye’ye fırsatlar sunduğunu, belirsizliklerden etkilenilmeyeceğini öne sürse de Şimşek’in konuşmalarında “iç talep” vurgusu güçlendi. Son olarak Giresun’da yapılan Ekonomi Koordinasyon Kurulu toplantısının ardından Şimşek, iç talep kaynaklı yapının Türkiye’yi benzer ülkelere göre daha az kırılgan kıldığını söyledi.1

Şimşek’in “iç pazar” vurgusunun dış pazarlardaki belirsizliklerin telafi edilebileceğini söyleyerek güven vermeye çalışmanın ötesinde düzen açısından bir hareket alanına işaret etme boyutu taşıması zayıf olmayan bir olasılık. “Şimşek Programı” olarak kodlanan iç talebin baskılandığı, mali disiplin ve finansal sıkılaşmaya dayalı ekonomi politika setinin gevşetilmesinden, iç pazarın uyarılmasına bir makas değişikliği, bir dizi kısıta rağmen olası görünüyor. En azından mevcut sıkışmadan çıkış seçeneklerinden biri olarak şekillendiği, tartışıldığı söylenebilir. Siyasi iktidarın yaşadığı sıkışmayı, “yönetme krizi”ni aşmaya yönelik düzenin bütün aktörlerini kapsayan bir uzlaşı arayışının diğer başlıklarla beraber ekonomide de yeni bir rota oluşturmayı, en azından bunu denemeyi zorunluğu kıldığı düşünülebilir. Sadece sermaye sınıfının ihtiyaçları değil, kontrolden çıkma potansiyeli taşıyan toplumsal dinamiklere yönelik ek manevra alanı yaratılması gibi hafife alınamayacak bir basınç da söz konusu.

Yüksek ihracat oranı yüksek kırılganlık mı?

Düzenin direksiyonu iç pazara kırarak hareket alanını genişletme ya da ek manevra alanı yaratma imkânı bulunuyor mu, böyle bir hamlenin kısıtları neler soruları bir yana Türkiye’nin benzer ülkelerden daha az kırılgan olduğu iddiasına dayanak oluşturan yapıya göz atmak yerinde olur.

Söz konusu yapıyı betimlemek üzere ihracat/GSYH oranı kullanmak kolaylaştırıcı. İhracatın GSYH içindeki payı teknik olarak yanlış bir karşılaştırma olmakla birlikte ülke karşılaştırmaları ve bir zaman serisi içinde bir ülkede ihracatın GSYH katkısına ve tersine yani iç talebin GSYH payına ilişkin kabaca fikir vermesi açısından bir anlama sahip.

“Benzer ülkeler” meselesi ise hayli karışık bir konu. Ancak emperyalist ülkeler/gelişmiş kapitalist ekonomiler, Çin, Hindistan, Rusya gibi ekonomileri dışarıda bırakıp üretim altyapısı ve ihracat hacmi açısından öne çıkan, dünyanın “fabrikaları” olarak nitelenebilecek ülkeler baz alınarak bir “benzer ülkeler” listesi oluşturulabilir. Ölçek, ekonominin sektörel çeşitliliği, ihracat yoğunlaşmaları, uluslararası sermayeye entegrasyon biçimleri açısından birebir benzerlik güç olmakla birlikte Şimşek’in kastını anlaşılır kılan bir örüntü oluşturmak mümkün.

Türkiye, aşağıdaki tablodan izlenebileceği gibi benzer ülkeler içinde, Endonezya ve Brezilya hariç tutulursa, ihracatın GSYH içindeki payının en düşük olduğu ülke. Türkiye için 2023 yılında ihracatın GSYH içindeki payı yüzde 23, 2010-2024 ortalaması alındığında ise yüzde 20 civarında. Endonezya ve Brezilya, nüfus başta olmak üzere ölçekleri, doğal kaynakları, imalat sanayi altyapıları vb açısından ayrı değerlendirilmesi gereken ülkeler oldukları söylenebilir. Tablodaki diğer ülkeler ise “fabrika ülkeler” olarak nitelenebilir. Meksika’nın ABD’nin uzantısı, Orta Avrupa ülkelerinin AB’nin uzantısı, Asya ülkelerinin de hem ABD ve AB hem de Çin’in uzantısı olarak sektörel yoğunlaşmalar ve aşırı uzmanlaşma ile yüzde 33’ten başlayıp yüzde 86’yı bulan ihracat/GSYH oranlarına ulaştığı görülüyor.

    Kaynak: Dünya Bankası, ITC Trademap, 2023 verileri.

Malezya, Çek Cumhuriyeti, Tayland gibi ülkeler, zaman zaman teknoloji düzeyi yüksek ihracatlarıyla Türkiye’nin yakalaması gereken örnekler olarak gösteriliyor. Ancak bu yüksek oranlara yüksek düzeyde yabancı sermaye yatırım stokuyla, sektörel yoğunlaşmayla (az sayıda sektör/ürün üzerinden az sayıda pazara, alıcıya satış yaparak) ulaşılıyor. Bu yapı nedeniyle söz konusu oranlar aynı zamanda çok güçlü dışa bağımlılık anlamı da taşıyor. Şimşek’in sözünü ettiği kırılganlık hızlı dış pazar daralmalarından etkilenme riskinin yüksek oluşuna işaret ediyor.

Ancak sadece ihracat/GSYH oranından ya da büyümenin kompozisyonundan (büyümeyi iç talep mi yoksa ihracat mı sürüklüyor) hareket ederek kırılganlık düzeyi tayin etmek güç. Nitekim Türkiye listedeki ülkeler içinde imalat sanayi üretiminde ithalat bağımlılığı ve dış ticaret açığı en yüksek ülke. Sömürü oranının, emek üretkenliğinin yüksekliği, dışarıya aktarılan değerin yüksekliğine rağmen işçi sınıfının refah düzeyi açısından da listedeki ülkeler arasında önemli farklılıklar olduğu söylenebilir. Ülkeler arası karşılaştırmanın önemli sınırları var.

O nedenle sadece ihracat/GSYH oranından daha düşük kırılganlık sonucuna ulaşmak yanlış olur. Türkiye’de iç talebe dayalı büyümenin dış kaynakla, borçlanmayla finanse edilmesi gerekiyor, bu nedenle iç talebe dayalı büyümede de dünyadaki belirsizliklerin kırılganlık yaratmaması mümkün değil.

Benzemez kimse sana: Anomalilerin normalleştiği bir esneklik

Türkiye için 2010-2024 dönemine bakıldığında 2010-2017 döneminde yüzde 17 civarında olan ihracat/GSYH payının, nominal olarak da ortalama 145 milyar dolarlık ihracatın, 2018-2024 döneminde arttığı, GSYH payının 2021 ve 2022 yıllarında yüzde 27-28’e kadar çıktığı, nominal olarak 250 milyar doların aşıldığı görülüyor. Yüzde 15’ten başlayıp yüzde 28’e kadar çıkan oran iç pazar/ihracat dengesinin statik olmadığını, Türkiye kapitalizmine esneklik sağlayan bir oynamanın kısa sayılabilecek bir dönemde gerçekleşebildiğini gösteriyor. 2018-2022 dönemi özel bir dönem oldu, sadece TL’nin değer kaybı değil, yatırım destekleri, ek sübvansiyonlarla ihracatta önemli bir sıçrama kaydedildi. Önemli maliyetlerle (kamu dış borç stokunda artış, yüksek enflasyon, yoksullaşma başta olmak üzere) ihracatta bir patika değişikliği sağlandı. Üretim kapasitesinde, sanayi istihdamında artışlar gerçekleşti.

Yukarıda sözü edilen ihracat lehine makas değişikliği AKP iktidarı boyunca en sert değişikliklerden biri olmasına rağmen geçen 23 yılda üretim yapısında bu tür makas değişikliklerine bağışık, esnek bir dönüşüm yaşandı. Özellikle inşaat ve otomotiv üzerinden iç talep kuvvetli bir şekilde uyarılırken ihracatın uykuda olduğu ya da iç talepte frene basılırken ihracatın arttığı alt dönemler oldu. Ancak sektörler, firmalar bazında büyük bölümü birer anomali sayılabilecek bir yapıyla birlikte oynak dengeye uyarlanma kabiliyeti gelişti. İç Anadolu’daki çimento üreticilerinin ihracat yaptığı, Türkiye’nin net ithalatçı olduğu ürünlerin aynı zamanda ihracatının yapıldığı, tamamen ihracata çalışan sektörlerin iç pazarda markalaştığı vb. Bir tür “güzelleme” yapıldığı düşünülmesin. Toplumsal olanakların, kamu kaynaklarının sınırsız bir şekilde sermaye sınıfına sunulmasının sürdürülebilir kıldığı bir dizi anomaliden söz ediliyor. 2022 yılında Isparta’da elektrik kesintisi nedeniyle bir yurttaş donarak ölürken elektrik içen tesislerin ürettiği demir-çelik ürünleri, demir cevheri zengini Brezilya’ya ancak “sübvansiyonlu” elektrik fiyatları ve yurttaşların canı hiçe sayılarak ihraç edilebilirdi. İrili ufaklı pek çok sektörden farklı dinamiklerle bir dizi örnek vermek mümkün.

Bu nedenle uluslararası sermaye boyutu dahil olmak üzere kimi çıkar farklılıkları, sürtünmeler yaşanması mümkün olsa da makas değişikliklerini uzlaşmaz ya da aşılması güç sermaye içi dirençlerle eşleştirmek AKP Türkiyesi’nde çok gerçekçi değil. Nitekim Mehmet Şimşek’in G20, IMF ve Dünya Bankası bahar toplantıları için gittiği ABD’deki temaslarının sadece 19 Mart sonrası sarsıntının kontrol altına alınmasına yönelik görüşmelerden ibaret kalmaması, daha kapsamlı çıkış olasılıklarının/arayışlarının da masaya konması olası.

1https://www.ekonomim.com/gundem/nakit-rezervimiz-guclu-uluslararasi-piyasalara-cikmasak-da-yonetme-kapasitesine-sahibiz-haberi-813319

                                                                      /././
Bakan Türkiye'yi bıraktı, Suriye'ye internet verecek

Hem mobilde hem de sabitte dünya ortalamasının bile hayli altında olan Türkiye, Suriye'ye internet desteği sağlayacağını duyurdu. Açıklamayı Bakan Uraloğlu, Şam'da yaptı.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu ve beraberindeki heyet, resmi temaslarda bulunmak üzere dün Suriye'nin başkenti Şam'a gitti.

Bakan Uraloğlu ve beraberindeki heyeti, Şam Havalimanı'nda Türkiye'nin Şam Büyükelçiliği Geçici Maslahatgüzarı Büyükelçi Burhan Köroğlu ve Suriye Ulaştırma Bakanı Yarub Süleyman Bedir karşıladı.

Burada ortak basın toplantısında konuşan Bakan Uraloğlu, Suriye'ye iki günlük çalışma ziyareti vesilesiyle geldiklerini ifade etti.

Sözlerine Suriye'yi bağımsızlığına kavuşturdukları için yeni yönetimi tebrik ederek başlayan Uraloğlu, ulaştırma alanında olası işbirliklerini görüşeceklerini kaydetti. Havacılık, kara, deniz ve demiryolu ile iletişim alanında atılabilecek adımlar konusunda görüşmeler yapılacağını söyledi.

'İkinci ülkeniz Suriye'ye hoş geldiniz'

Suriye Ulaştırma Bakanı Bedir "İkinci ülkeniz Suriye'ye hoş geldiniz. Bu ziyaretiniz Türkiye ve Suriye arasındaki derinliği yansıtan ziyaretlerdir" ifadelerini kullandı. Bakan Bedir, "Suriye ve Türkiye arasında ulaştırma alanlarındaki ilişkileri daha önceki parlak dönemine kavuşturmayı umuyorum" dedi.

İletişim ve ulaştırmada işbirliği görüşmeleri

Suriye'de ulaşım ağı konusunda verimli görüşmeler yapıldığını söyleyen Uraloğlu, "Önemli bir mekandayız. Şam'da Hicaz demir yollarının ana istasyonundayız. Nasıl işbirliği yapabiliriz noktasında gerek ikili gerekse de heyetler arasında görüşmeler yaptık" diye konuştu.

Heyetler arasında iletişim ve ulaştırmada yapılabilecek işbirliklerini görüştüklerini kaydeden Uraloğlu, "Öncelikle kara yolu taşımacılığının birazcık daha aktifleştirilmesi, geçmiş dönemde yaşanmış olan sıkıntıların önüne geçilmesi noktasında bir fikir birliğine vardık ve hemen teknik heyetlerimiz çalışmaya başladı. Sınırın bu tarafından Türkiye'ye, Türkiye'den de Suriye tarafına geçişleri nasıl kolaylaştırırız, bunları beraberce konuşmuş olduk" ifadelerini kullandı.

Uraloğlu, "Demir yolu noktasında Çobanbey ve Halep arasında tahrip olmuş olan demir yolunu hayata geçirerek bütün Türkiye ile Şam'ı birbirine bağlamak, aynı zamanda Avrupa'ya kadar birbirine bağlama noktasında görüşmeler yaptık. Yine bizim içerisinde bulunduğumuz Hicaz Demir Yolu İstasyonu'nun daha güneye ilerletilmesi ile orada tahrip olan hatların onarılması ile ilgili neler yapabiliriz bunları konuştuk. Karşılıklı görüş alışverişinde bulunma noktasında da gerek eğitim olsun gerek karşılıklı ziyaretler olsun bir mutabakat sağladık" şeklinde konuştu.

Suriye ile ortak 'tek kapı'

Suriye ile Türkiye arasındaki mevcut bütün sınır kapılarının aktif edilmesiyle ilgili karar aldıklarını belirten Uraloğlu, tek kapı uygulamasıyla ortak bir sınır kapısının da hayata geçirilmesine yönelik bir çalışmalarının olduğunun altını çizdi.

Uraloğlu, Suriye'nin kara yolu altyapısına güçlendirme yapılacağını dile getirerek, "Ama birinci önceliği demir yollarına verdiğimizi söyleyebilirim. Ulaştırmanın bütün sektörleriyle işbirliği yapacağımızı söyleyebilirim. Devrimden sonra yeni oluşmuş bir hükümet var. Burada birazcık daha fazla bir araya gelerek hızlıca yol almaya ihtiyaç olduğunu söyleyebilirim" diye konuştu.

Bakan Uraloğlu ve beraberindeki heyet, istasyondaki ziyaretin ardından Kara ve Deniz Limanları Genel İdaresi Müdürlüğüne geçti. Suriye Ulaştırma Bakanı Yarub Süleyman Bedir ile bir araya gelen Uraloğlu akabinde Suriye Kara ve Deniz Limanları Genel İdaresi Başkanı Kuteybe Ahmed Bedevi ile de görüştü. Uraloğlu, hem ikili düzeyde hem de heyetler arası kapsamlı görüşmeler gerçekleştirdiklerini bildirdi.

'İnternet desteği sağlanacak'

A Haber'e konuşan Uraloğlu, "Biz mevkidaşım ve İletişim Bakanı ile gerekli görüşmeleri yaptık. Öncellikle Türkiye'den bir internetin Suriye'ye verilmesi konusunda bir çalışma yapılıyor. Suriye'ye internet desteği sağlanacak" dedi.

Uraloğlu, Şam'da Emevi Camisi'ni de ziyaret etti.

Dünyanın en yüksek mobil hızının ancak yüzde 11,6'sına sahibiz

Suriye'ye destek sağlayacağını iddia eden Türkiye'de internet altyapısı yetersiz.

Pahalı internet tüketen kullanıcılar kalite (yani hız ve süreklilik) konusunda da istediğini bulamıyor.

T24'te konuyla ilgili yazılarıyla internet hızlarına dair rakamları yayınlayan Füsun Sarp Nebil, en son Eylül ayında Ağustos verilerini paylaşmıştı. Buna göre dünyanın en yüksek mobil hızının ancak yüzde 11,6'sına ve en hızlı sabit hızının ancak yüzde 14,4'üne sahibiz. Durum o kadar kötü ki sadece en yüksek hızın küçük bir bölümüne sahip değil aynı zamanda hem mobilde hem de sabitte dünya ortalamasının bile hayli altındayız.

Ağustos ayı verilerine göre, 399 Mbps hızla Birleşik Arap Emirlikler'inin birinci olduğu mobilde, 58. sıradayız. 298 Mbps hızla yine Birleşik Arap Emirlikleri'nin birinci olduğu sabit internette ise 106. sıradayız.

Hem mobilde hem de sabitte dünya ortalamasının bile hayli altındayız.

Türkiye SpeedTest indeksinde 2024 ağustos ayında mobilde 58. ve sabitte 106. sırada.

Bu verilerin geçtiğimiz aylarda daha da düştüğü düşünülüyor.

                                                    ***

soL




Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...