Cumhuriyet "Köşebaşı+Gündem" -25 Nisan 2025-

 

Yapay zekâ, riskli nostalji -Ergin Yıldızoğlu-

Faşist eğilimli teknoloji milyarderleri dünyanın sonuna hazırlanıyor (Naomi Kline). Ekonomik istikrarsızlık, yoksulluk, kültürel kargaşa derinleşiyor. Yönetenler eskisi gibi yönetemiyor! “Gök kubbenin altında koşullar mükemmel.” Faşist hareket yapay zekâ teknolojisiyle nostalji, ırkçılık, kadın düşmanlığı üreterek yükseliyor. Sol hareket ne yapıyor.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin Yozgat mitingi çok başarılıydı. Yıllar boyunca AKP’ye oy vermiş, çiftçilerin şimdi CHP mitingine katılması, tarihi bir dönüm noktasında olunduğunu düşündürüyordu. CHP’nin gerçekten bir sol-halkçı parti olmaya, Özgür Özel’in güçlü bir liderlik sergilemeye, siyasal temsilin görsel dilinin değişmeye başladığı görülüyordu.

Bu düşünceyi görünür kılmak isteyen bazı çevreler, sosyal medyada yapay zekâ ile üretilmiş Çin devrimci afişlerine benzer görseller paylaşmaya başladılar. Afişlerde yoksul ama gururlu köylüler, kadınlar, gençler; kararlı bakışlarla geleceğe bakan figürler, Mao’nun yerinde de Özgür Özel vardı. Ancak daha dikkatli bakıldığında, bu görsellerin söyledikleri kadar gizledikleri de önemliydi.

Bu estetik müdahale, “ilerici” bir jest gibi görünse de afişler bir halk uyanışının yanı sıra, estetikle yüceltilmiş bir “köylülük” mitini, geçmişe özlem duyan, bugünün karmaşıklığını nostaljiyle örten eğilimleri besliyordu. Oysa solun pratiği geçmişin görsel hafızasını parlatmak değil; bugünün çelişkileriyle yüzleşmek olmalıdır.

Tam da bu noktada Walter Benjamin’in (1935) “Faşizm, siyasetin estetize edilmesidir” uyarısını hatırlamak gerekiyor. Faşizm, halkın gerçek sorunlarını çözmek yerine, onlara gösterişli törenler, mitingler sunar; ezilen kitleleri “oyunun bir parçası” yaparak susturur. Siyaset bir tiyatroya dönüşürse, insanlar gerçek hak taleplerini unutup sadece “duygusal doyum” peşinde koşar.

Gerçekten de Trump’ın “America great again” şapkası, Putin’in Sovyet ikonografisi, siyasal İslamın Osmanlı nostaljisi... Hepsi geçmişi, geleceğin yerine koyuyor. Solun da farkında olmadan aynı nostalji estetiğinin cazibesine kapılması, siyasi bir boşluğu doldurmak şöyle dursun, o boşluğu derinleştiriyor.

Yapay zekâ destekli nostaljik görsellerin çoğu, gerçeği değil, geçmişe dönük “saf bir halk”, “temiz bir sınıf bilinci”“doğal bir kolektivizm” fantezisini üretiyor. Bu fantezi, günümüzün çatışmalı, kırılgan, melez gerçekliğinin üzerini örtmeyi, iktidarsızlığın yarattığı ağrılara katlanarak yaşamayı kolaylaştırıyor.

Bugün Yozgat’ta CHP mitingine gelen “köylü” kadının yüzünü taklit eden bir yapay zekâ görseli yerine, onun gerçek ifadesini, öfkesini, çelişkisini, taleplerini görünür kılmak gerek. Devrimci sanat yalnızca direnişi değil; kararsızlığı, acıyı, kırılganlığı, hatta umutsuzluğu, umutsuzluğun içinde, umudun olanaklarını görür. Gerçek estetik, bu çatlaklardan doğar.

Bugün yapay zekâ ile üretilmiş Çin afişleri de nostalji yüklü, yapay zekâ ile parlatılmış politik geçmişe ait estetik ürünler, gerçek siyasal dönüşüm yerine, temsilin estetize edilmiş versiyonuyla tatmin yaratıyor. Bu, solun sanat alanına, Benjamin’in tarif ettiği, faşist estetik stratejilerin sızma tehlikesini gündeme getiriyor.

Eğer gerçekten devrimci bir estetik üretilecekse bu geçmişin imgelerini taklit ederek değil, bugünün siyasal ve toplumsal çatışmalarıyla estetik bir hesaplaşmaya girerek olur. Yapay zekânın dayattığı tekdüze imgeler karşısında solun görevi, yalnızca nostaljik görseller üretmek değil; dijital çağın estetik kodlarını çözmek, algoritmaların görsel hiyerarşisini sorgulamak, bu sorgulamadan yeni bir temsil dili üretmektir. Bugünün çelişkileri, geçmişin afişleriyle temsil edilemez. Yeni bir estetik ya da bir antiestetik, ancak bugünün gerçekliğinden, çatışmasından ve direncinden çıkar.

Solun pratiği, siyaseti estetize etmek değil, sanatı politize etmek olmalıdır. Görsel dil politik bir tercihtir. Geçmişe sığınıp nostaljiyle yetinmek yerine geleceği düşleyecek bir dil kurulmalıdır. Unutmayalım: Solun estetik sorumluluğu, yalnızca temsilde değil; hatta temsilden öte “antimimetik” bir tahayyülde başlar. Çünkü devrim, yalnızca hatırlamak, benzerini yapmak (mimesis) değil, daha da önemlisi, yenisini yapmaktır.

Ancak direniş durdurur -Ergin Yıldızoğlu-

Faşizmi tartışırken üç özelliğini vurgulamıştım: (1) Salt bir “şey” değil, bir “süreç” olarak düşünmek gerekir. (2) Oluşma, devlete erişme; projesini hayata geçirmeye başlama, egemen sermaye ile örtüşme gibi aşamalardan geçer. (3) Faşist projeyle, egemen sermayenin çıkarlarının örtüşmesi, rüşvet, şiddet ve şantaj yoluyla yapılan pazarlıklar içinde gerçekleşmeye başlar, asla tamamlanmaz, istikrar kazanmaz.

ÇÖKÜYOR

Trump’ın ikinci döneminde, “süreç olarak faşizmin” gelişmesini günü gününe izleyebiliyoruz. Amerika’nın demokratik kurumları gözlerimizin önünde yalnızca siyasi değil, yapısal olarak da çöküyor.

Trump’ı çevreleyen faşist hareketin şekillendirdiği yönetim anlayışı, demokratik cumhuriyetin ikili yapısını, pratik/idari hükümeti, kalıcı bağımsız bürokrasiyi (atanmışlar) yıkarak, geçici olarak seçilmişlerden oluşan “törensel” hükümeti tek merkez olarak kurmayı amaçlıyor. Bu proje, hukukun (anayasanın) üstünlüğünü, vatandaşlık güvencelerini, idari, güvenlik, finans ve hukuk bürokrasisinin bağımsızlığını, denetleme-dengeleme organlarını hedef alıyor; bir tek adam rejimi kurmayı amaçlıyor.

Trump, Pentagon, FBI, İstihbarat Eşgüdüm kurumlarının başına kendi adamlarını yerleştirdikten, büyük çaplı sindirme operasyonlarından sonra Anthony Scaramucci’ye (I. Trump döneminde kısa bir süre için Beyaz Saray’da iletişim direktörü) göre, bu süreç “birbirini tetikleyen domino taşları” gibi ilerliyor: “İlk hedef üniversiteler, sonra hukuk firmaları, medya. Özel sektör de kuşatma altına alınıyor.” Araştırmacı yazar, BBC Dünya Haberleri sunucusu, Katty Kay’in sözleriyle: “Wall Street CEO’ları ne olup bittiğini biliyor ama konuşamıyorlar. Çünkü korkuyorlar. Hukukçular, akademisyenler susuyor. Herkesin sustuğu bir düzende demokrasi sadece kâğıt üzerinde kalır.”

Scaramucci ve Kay, muhalif medyanın hedef alındığına otosansürün başladığına dikkat çekiyorlar. Bu da otoriterliğin en tehlikeli evresine, gönüllü sessizliğe geçişin habercisi. “Medya, akademi ve hukuk sustuğunda, artık yalnızca başkan kalır.”

Senatör Chris Murphy’nin Financial Times’ta belirttiği gibi, Trump’ın ithalat tarifeleri politikaları salt ekonomik değil, siyasi sadakat de üretmeye yönelik. Apple gibi Trump’a yakın şirketler muafiyet alırken diğerleri yaptırımlarla tehdit ediliyor. Sadakatin ödüllendirildiği bir sistem kuruluyor.

Tarihçi, Adam Tooze, “Hedefte sadece medya ya da üniversiteler değil, bağımsız kamu kurumları da var” diyor: Trump’ın hukukçuları, Federal Reserve (Merkez bankası) ve finans sektörünü düzenleyen FTC ve SEC gibi kurumların bağımsızlığının korunmasını sağlayan “Humphrey’s Executor”  kararını kaldırılmak istiyorlar. “Eğer bu gerçekleşirse, bağımsızlık ilkesine dayalı kamu düzeni çöker; devletin tüm gücü başkanın iradesine teslim edilir.”

Abrego Garcia örneği, sürecin, kısa sürede geldiği aşamayı sergiliyor. Trump rejimi, sabıkasız, sendikalı göçmen işçi Garcia’nın sınır dışı edilemeyeceğine, götüren uçağın geri döndürülmesine dair mahkeme kararını yok sayarak adamı, gizlice El Salvador’daki bir “terör” cezaevine gönderdi. Bu, yalnızca bir kişinin değil, bizzat Amerikan hukuk sisteminin askıya alınması anlamına geliyor. Dahası, bu uygulama “istisna” değil, demokratik sistemin testi anlamına geliyor. Trump, aynı yöntemin Amerikan vatandaşları için de geçerli olabileceğini söylüyor. New York Times’tan Ezra Klein “Hukukun yalnızca vatandaşlık statüsüne değil, yönetime sadakat düzeyine bağlı hale getirilmeye çalışıldığı bir döneme giriyoruz” diyor. Trump bu gücü test ediyor. Eğer birini hukukun dışına çıkarabiliyorsa, herkesi çıkarabileceğine inanıyor.

 Wall Street Journal (muhafazakâr), “Trump süreci kötü niyetle yönetti”, “gücünün sınırlarını deniyor” diyor. Bu baskılar, eğitimde müfredatın sansürlenerek tarihin silinmesiyle, kitapların yasaklanmasıyla, kimi sözcük ve kavramların yasaklanmasıyla sınırlı değil, üniversiteleri de hedef alıyor. Kitlesel direnişler ve Harvard, Princeton, Rutgers gibi kurumların Trump’ın ilk müdahalelerine direnme çabaları bu yüzden kritik. Asıl test şimdi başlıyor: Bu kurumlar ikinci dalga baskıya direnebilecek mi?
                                                      /././
Sullivan’ın belgesi, Trump’ın tarifesi -Mehmet Ali Güller-
ABD Başkanı Donald Trump’ın esas olarak Çin’e açtığı ticaret savaşının sürdürülemezliği ortada. Nitekim Trump önce müttefiklerine uyguladığı tarifeyi (gümrük vergisini) erteledi ve müzakereye başladı, şimdi de Çin’e koyduğu gümrük vergisini düşüreceği mesajını verdi.

Trump, Çin’e uygulanan yüzde 145 vergi için “Evet çok yükseldi, o kadar yüksek olmayacak, önemli ölçüde düşecek ancak sıfır da olmayacak” dedi. Ayrıca ABD Hazine Bakanı Scott Bessent de Çin ile ticaret savaşının “sürdürülemez” olduğunu belirtti.

Bu, Trump’ın şantajına karşı Çin’in misilleme yaparak, her artışa artışla yanıt verip tırmandırma taktiği uygulayarak kazandığı bir başarıdır öncelikle.

ABD’NİN AÇMAZLARI

Trump, 21. yüzyılın “öngörülemez ve güvenilemez” türünde liderlerinin başında geliyor. Yarın tam tersini söyleyebilir ve tam tersi istikamette bir hamle yapabilir.

Kuşkusuz bu Trump’ın kişisel özelliklerinden kaynaklandığı gibi ABD’nin sıkışmışlığından, oyun kuramamasından, açmazlarından da kaynaklanmaktadır.

Çünkü ABD ticaret savaşını iyi durumda olduğu için değil, gerilediği için açtı. Açmaz şu ki bunun ABD’nin gerilemesini önlemesi mümkün değil. Trump’ın ilk başkanlığı dönemindeki ticaret savaşı ABD’nin hegemonyasının azalmasını durduramamıştı, ikinci başkanlığı dönemindeki ticaret savaşı da durduramayacak.

Neden mi? 

Çünkü ABD’nin gerilemesi ekonomik, siyasi ve askeri boyutları olan tarihsel bir olaydır. ABD’nin liberal kapitalizmi gerilemekte, Çin’e özgü sosyalizm yükselmektedir, Batı inmekte Doğu/Güney çıkmaktadır.

SİSTEMİN ÇÖKME ENDİŞESİ

Trump ve Trumpizm tam da bu nedenle var. Trump, ABD siyasetinde bir sapma değil, emperyalist hegemonyanın gerilemesine karşı sistemin şu aşamada başvurduğu bir tedavi seçeneğidir. Trumpizm, palazlanan yeni teknodijital ekonomi sermayesinin atılımcılığının adıdır.

Sistem neden tedavi seçeneği deniyor? 

Çünkü ABD’nin kurduğu ve merkezinde olduğu sistem çökme emaresi gösteriyor. Anımsayın: Dünyanın en zengin 205 milyarderi iki yıl önce Dünya Ekonomik Forumu Davos’ta çağrı yaparak “Bizi vergilendirin” demişti. Çünkü “en zenginler”, kazandıklarının bir bölümünden vazgeçmedikleri takdirde, sistemin başlarına yıkılacağının endişesini yaşıyorlar.

ABD’nin egemen sınıfı ve devlet aygıtı işte bu riske karşı çare arıyor. Eski Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın iki yıl önce Brooking Enstitüsü’nde yaptığı “Amerikan Ekonomik LiderliğininYenilenmesi”    başlıklı konuşması, o çare arayışlarındandı. Beyaz Saray’ın resmi internet sitesinde yayımlanması da konuşmayı yarı-resmi belge niteliği haline getiriyor zaten.

NEOLİBERALİZM YENİLDİ

Trump’ın neden ticaret savaşı yürüttüğünü anlamak için Sullian’ın belgesine bakmalıyız:

“Kamu yatırımı vizyonu soldu; vergi indirimi, kuralsızlaştırma, özelleştirme ve ticaretin serbestleştirilmesi kendi başına bir amaç haline geldi. Piyasaların sermayeyi her zaman verimli ve etkin bölüştürmediği görüldü. ABD sanayisi darbe aldı. Ekonomik entegrasyonun, açık bir küresel düzen oluşturamadığı görüldü. Her türlü büyümenin iyi olmadığı ortaya çıktı.

Eşitsizlik, demokrasiye zarar verdi. Büyümenin kazançları emekçilere ulaşmadı. Zenginler daha da zenginleşirken ABD orta sınıfı zayıfladı. Amerikan düzeni, son birkaç on yılda çatlamaya başladı, yeni bir düzen inşa etmek gerekiyor.”

“Çin, sanayiyi, temiz enerjiyi, dijital altyapıyı ve gelişmiş teknolojileri sübvanse ederken; ABD, üretimi kaybetmekle kalmadı, kritik teknolojilerdeki rekabet gücü de aşındı. Yerli kapasiteyi geliştirmek ABD için çıkış noktası ama sınırlarını aşıyor. O nedenle ABD ortaklarla birlikte çalışmalı. Sistem açısından 90’ların ana uluslararası ekonomik projesi gümrük tarifelerini düşürmekti. Ancak ABD’nin gümrük tarifeleri diğer ülkelere göre düşük kaldı. Politikayı tarife indirimine dayalı olarak tanımlamak ve ölçmek doğru değil. ABD Ticaret Temsilcisi Katherine Tai’ın dediği gibi ‘Piyasanın serbestleştirilmesine yemin etmedik’ ABD, temel teknolojiyi küçük bir avlu ve yüksek bir çitle koruyor. Ya birlikte (hem içeride orta sınıflar hem de ABD’nin müttefiki devletler) yükselinecek ya da birlikte düşülecek.”

Bu saptamalar, esas olarak neoliberalizmin yenilgisinin saptamasıydı aslında.

İşte Trump’ın gümrük duvarlarını yükseltme hamlesinin gerisinde, Sullivan’ın da saptadığı bu “neoliberalizmin yenilgisi” ve “Amerikan gerilemesi” gerçeği var.

Yeni dünya -Mehmet Ali Güller-

İnönü’nün ABD Başkanı Johnson’un mektubuna tarihi yanıtıydı: “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyadaki yerini alır.”

Ne yazık ki alamadı, Türkiye “Amerikan dünyasındaki” yerini sürdürdü. Ancak yine de “eski Türkiye”de bu tür tehditler yanıtsız bırakılmazdı bugünkü gibi. Trump’ın Johnson’dan çok daha ağır mektubu geçiştirildi örneğin “yeni Türkiye”de.

Neden mi böyle bir giriş yaptık?

‘BİLDİĞİNİZ BATI ARTIK YOK’
AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Die Zeit’ın sorularına verdiği kapsamlı yanıtlarda açıkça belirtti: “Bildiğiniz Batı artık yok, yeni bir dünya düzeni geliyor.”

Kuşkusuz bu saptama dünyanın gidişatına doğudan ve güneyden bakanlar için bir yenilik içermiyor. Ancak Atlantik cephesinin iki merkezinden birinin başında bulunan bir ismin bu gerçeği “kabullenmek” zorunda olması, küresel güç mücadelesinin geleceği açısından önemlidir.

Kuşkusuz von der Leyen, Avrupa’daki en Atlantikçi isimlerin başında gelmektedir. Nitekim Die Zeit’ın sorularına verdiği yanıtta da kendisini “sıkı bir Transatlantikçi” olarak nitelemektedir.

Ama ABD Başkanı Donald Trump’ın izlediği politikalar, AB’nin Atlantikçi kanadını bile yeni arayışlara mecbur etmektedir.

VON DER LEYEN’İN ASIL HEDEFİ
Peki AB Komisyonu Başkanı von der Leyen, AB’yi gelmekte olan yeni dünya düzeninin neresinde görüyor?

Von der Leyen açık açık Meksika’dan Endonezya’ya, Tayland’dan Malezya’ya pek çok ülke ismi sıralayarak “yeni düzeni bu ülkelerle birlikte kurmak” istediğini dile getiriyor.

Yani Trump’ın yönettiği ABD’den ayrı, Çin ve Rusya’nın liderlik ettiği Küresel Güney’e karşı ve dahası Küresel Güney’i parçalayarak üçüncü bir merkez olmayı tarif ediyor von der Leyen.

Ancak bu, AB’nin diğer kanadının “stratejik özerklik” hedefiyle uyumlu değil aslında. Zira von der Leyen’in tarifinde, ABD’den ayrı değil, Trump’ın yönettiği ABD’den ayrı bir “geçici” merkez olma hedefi var.

Üstelik von der Leyen, Trump sonrası için iki yönlü hazırlığa da işaret olmuş oluyor: Çin ve Rusya’nın liderlik ettiği Küresel Güney’i bölerek ABD’yle yeniden “tek merkez” olacağı döneme güçlenmiş girmek.

AB’NIN İKİ AÇMAZI
AB Komisyonu başkanının bu yöneliminin iki açmazı var:

1) Küresel Güney’e karşı konumlanarak ayrı bir yeni dünya düzeni inşa etmek olası değil. Tersine Küresel Güney’le birlikte hareket ederek yeni düzenin inşasını hızlandırmak, ara dönemin sancılarını daha hafif atlatabilmek mümkün.
2) Trump dönemini ABD için bir istisnai dönem görerek, ondan sonra işlerin yeniden düzeleceğini varsaymak, doğru olmayabilir. Trumpizm, gelişerek Trump sonrasında da devam edebilir. Öte yandan gerçekte Biden dönemi ABD’si, AB’nin siyasal ve ekonomik olarak en çok zayıfladığı dönemdi.

Özetle, çok kutuplu/merkezli yeni bir dünya inşasında AB’nin çıkarı aslında Çin’le ekonomik işbirliği yapmasından ve Rusya’yı dışlamayan bir güvenlik mimarisi oluşturabilmesinden geçmektedir.

YENİ DÜNYA ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
18 Nisan’da Ankara’da “yeni dünya”yı konuştuk biz de...
Yeni Dünya Araştırmaları Merkezi olarak yöneticiliğini benim yaptığım Ankara’daki bu ilk panelimizde, Prof. Dr. Seriye Sezen Türk-Çin ilişkilerini, Prof. Dr. Şükrü Sina Gürel Türk dış politikasını, Prof. Dr. Barış Doster Avrasyacılığı, E. Gen. Dr. Haldun Solmaztürk küresel güç mücadelesini ve Prof. Dr. Hasan Ünal çok kutupluluğu anlattı.

Vakıf başkanı Hasan Çapan’ın desteğiyle Türkiye-Çin Dostluk Vakfı’nın salonunda yaptığımız panelde, Çin’in Ankara Büyükelçisi Jiang Xuebin, Türk-Çin ilişkilerinin geliştirilmesi üzerine bir açılış konuşması yaptı. Paneli izleyenler arasında Kamboçya büyükelçisi ile ABD, Rusya ve Singapur diplomatları da vardı.

Ağırlıkla akademisyenlerin ve emekli diplomatların izlediği panelin verimli sorucevap bölümü, “yeni dünya” tartışmalarının önemine işaret ediyor. Biz de “ülkemizin yeni dünyadaki yerini alabilmesi” için bu köşede “nasıl bir yeni dünya” tartışmasını derinleştirmeye devam edeceğiz.

Ankara’nın kulisleri -Mehmet Ali Güller-

Ufuk Ötesi okurları bilir, kulis yazmam. Çünkü hem kulislerde pek bulunmam hem de bu tür kulis haberlerinin subjektif olduğunu değerlendiririm.

Ancak Yeni Dünya Araştırmaları Merkezi olarak düzenlediğimiz “çok kutuplu yeni dünya” panelinin son hazırlıkları için üç gündür Ankara’daydım ve bu süreçte haliyle kulislere denk geldim.

O nedenle bugün iç ve dış politika kulisi yazacağım, zira uzun yıllardır Ankara’nın kulislerini ilk kez bu kadar hareketli gördüm.

‘CHP’YE KAYYUM’ MESELESİ
“CHP’ye kayyum atanacak” propagandası, çarşamba akşamı katıldığım bir büyükelçilik resepsiyonunun fısıltıyla en çok konuşulan konusuydu. Yoğun bir şekilde ilginç bir “perşembe sabahına uyanılacağı” yorumları vardı.

Bana iki nedenle pek olası gelmedi. Birincisi CHP’yi salon partisi olmaktan çıkarıp onu meydan partisi yapmaya mecbur eden Saraçhane cephesi, kayyum olasılığının önünü kapatmıştı bence. İkincisi, buna rağmen CHP’ye kayyum atamak, iktidarın siyasi ve ekonomik intiharı olurdu.

Kuşkusuz iktidarın içinde bir kanadın bunu ciddi ciddi düşündüğünün emareleri vardı. Açık açık “Karar alındı, FETÖ gibi CHP de tasfiye edilecek” diye yazıyorlardı çünkü. Üstelik “DEM’in normalleştirilip CHP’nin şeytanlaştırılması” ve “Öcalan’ın özgürlüğünün tartıştırılıp Ekrem İmamoğlu ve Ümit Özdağ’ın tutuklanması”, devletin çalışma prensibine de uyuyordu.

AKP İLE MHP ARASINDA ÇELİŞKİ VAR MI?
Ankara kulislerinin ikinci gözde konusu AKP ile MHP arasında bir çelişkinin olup olmadığıydı. Ağırlıklı olarak bir çelişkinin varlığına işaret ediliyordu. Devlet Bahçeli’nin gerek “İmamoğlu’yla ilgili mahkeme süreçlerinin ivedilikle görüşülüp karara bağlanması gerekmektedir” demesi, gerekse “CHP’ye kayyum hem doğru değil hem de mümkün değildir” sözleri, çelişkiye işaret edenlerin en güçlü argümanıydı.

Üstelik öncesine de işaret ediliyor. Örneğin Mardin Belediye Başkanlığı’na kayyum atanarak Ahmet Türk’ün görevden alınması ama Bahçeli tarafından “İmralı heyetinde olmasının” istenmesi, AKP ile MHP arasındaki çelişkilerden biri olarak savunuluyor. 

Bu arada net olmayan şuydu: Bu çelişki, Bahçeli ile saray arasında mı, yoksa Bahçeli ile iktidarın bir kanadı arasında mıydı? İkincisini savunanların çoğunlukta olduğunu söyleyebilirim. Dahası o kanadın, aslında Erdoğan sonrasına hazırlık yaptığı, mevzi kazanmaya çalıştığı da iddia ediliyor. Yani asıl çelişkinin AKP içinde olduğu belirtiliyor.

ERDOĞAN SONRASI HESAPLARI
AKP içinde Erdoğan sonrası hesaplarının yapılması normal. Zira Erdoğan şu anda zaten anayasaya aykırı olarak üçüncü kez cumhurbaşkanlığı yapmakta. Dördüncüsünü zorlayabilecek siyasi gücü ise artık yok çünkü AKP birinci parti değil.

Öcalan üzerinden DEM Parti katkılı yeni anayasa konusu ise o açmazın açarı olarak görülüyor.

İşte bu aşamada çeşitli senaryolar konuşuluyor. İddialardan biri şu: Yukarıda bahsettiğimiz AKP içindeki o kanat, açılımın ilerleyemeyeceğinden hareketle “Erdoğan’a yeniden başkanlık yolunun açılamayacağı” üzerine yatırım yapıyor. İşte Bahçeli ile asıl bu kanat arasında bir çelişki olduğu belirtiliyor. Ve asıl önemlisi, bu kanadın yargıda gücü olduğu ve “kaosçu” bir çizgiyi savunduğu iddia ediliyor.

İÇERİNİN DIŞARIYA ETKİSİ
Meselenin bir de dış boyutu var. Şöyle ki Erdoğan’ın yeniden başkanlığı ile anayasa arasında, anayasa ile açılım arasında, açılım ile Suriye arasında, Suriye’deki Türkiye politikası ile ABD ve İsrail politikaları arasında bağ var. Bu durum, iktidarın ABD ve İsrail politikasını etkileyecek. İşte orada da AKP içinde ABD-İsrail’in “yeni Ortadoğu düzenine” eklemlenmek isteyenlerle sürecin önceki dönemde olduğu gibi “denge içinde” götürülebileceğini savunanlar arasında çelişkiler olduğu söyleniyor.

Ankara’nın kulisleri böyle işte. Dediğim gibi kulislerin subjektifliği yanıltıcıdır. O nedenle şöyle diyerek bitireyim: “Kulislere inanmayın, kulissiz de kalmayın.”

Ama asla unutmayın: Osmanlı’da oyun çoktur!

                                                  /././



                                

Diyanet’in Kuran kursunda skandal: 17 çocuk istismar edildi + Kopyala-yapıştır-el koy -Timur Soykan /Birgün-

 

Diyanet’in Kuran kursunda skandal: 17 çocuk istismar edildi

İstanbul Bahçelievler’de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı yatılı erkek Kuran kursunda skandal yaşandı. Kuran kursunda görevli belletmen İbrahim K., 10-13 yaşlarındaki 17 çocuğa cinsel istismarda bulunmakla suçlandı. Hafta sonu Bakırköy Çocuk İzleme Merkezi’nde pedagog eşliğinde ifadeleri alınan 17 çocuk aylar boyunca yaşadıkları kâbusu anlattı, İbrahim K. tutuklandı. Ancak çocukların büyük kısmı ailelerince yeniden yatılı Kuran kursuna bırakıldı.

İstanbul Bahçelievler’de bir caminin içindeki 5 katlı büyük ve geniş binada  Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir Kuran kursu var. Çocukların üstün yararını gözeterek bu Kuran Kursu’nun ismini yazmayacağım.

Burada 4-6 yaştan itibaren çocuklar için Kuran kursları bulunuyor. Ayrıca 10-13 yaş arasındaki erkek çocuklara hafızlık eğitimi verilen yatılı bölümü var. Bu çocukların çoğunluğunun ailesi, İstanbul’da hatta Bahçelievler’de yaşıyor ama yatılı olarak Kuran Kursu’na verilmişler.

ÖĞRETMEN ÇOCUKLARDAN DUYDU

Çocukların bazıları, Kuran kursunun yakınındaki imam hatip ortaokulunda eğitim görüyor. Geçen hafta imam hatip ortaokulunda görevli bir öğretmen, Kuran kursunda yatılı kalan çocukların konuşmalarını duydu. Kurstaki belletmenin kendilerine cinsel istismarda bulunduğunu anlatıyorlardı.

Öğretmenin başvurusu üzerine Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı ve 24 yaşındaki belletmen İbrahim K. gözaltına alındı.

Kuran kursunda yatılı kalan çocuklardan 17’si, geçen hafta sonu Bakırköy Çocuk İzleme Merkezi’ne getirildi. Çocuklar 10-13 yaş arasındaydı. Cumartesi günü 9, pazar günü ise 8 çocuk pedagog gözetiminde yaşadıklarını anlattı.

Basın etiği gereği; haberde çocukların ifadelerine yer vermeyeceğiz. Ancak çocukların çoğu, İbrahim K.’nin kursun içindeki odalarda kendilerine yaptıklarını detaylı şekilde ifade etti.

Bazı çocuklar uyudukları sırada İbrahim K.’nin yataklarına yattığını ve kendilerine cinsel istismarda bulunduğunu söyledi.

SKANDALI GİZLEMEK Mİ İSTEDİLER?

İbrahim K.’nin Eylül ayında kurstan ayrıldığı tespit edildi. Bu durum; çocuklara yönelik cinsel istismarın kurstaki yetkililer tarafından fark edildiği ve kurumdan uzaklaştırıldığı şüphesini doğurdu. Nitekim bazı çocuklar, İbrahim K.’nin kendilerine yönelik davranışlarını diğer görevlilerin gördüğünü ifade etti.

Soruşturma sırasında kurstaki bazı çocukların eğitimden kopartıldığı ortaya çıktı. Bakırköy Çocuk İzleme Merkezi’nde beyanları alınırken ‘ortaokula dışarıdan devam ettiğini’ söyleyenler oldu. Gerici ebeveynlerin, çocuklarını okula göndermeyip açık öğretimde eğitim alıyormuş gibi göstermesine sık rastlanıyor. Devlet zorunlu eğitimi denetlemediği için tarikat medreselerine, Kuran kurslarına gönderilen çocuklar eğitim hakkından mahrum bırakılıyor.

Soruşturmada ifadeler alındıktan sonra İbrahim K. tutuklandı ve cezaevine gönderildi. Kuran kursu hakkında ise şimdilik bir işlem yapılmadı ve faaliyetlerine devam ediyor.

AYNI KURSA BIRAKILDILAR

Tüm yaşananlara rağmen…

Mağdur çocukların çoğunluğu aileleri tarafından yatılı Kuran kursunda bırakıldı. Savcılık da bu konuda bir tedbir almadı. 10-13 yaşındaki çocuklar, cinsel istismara uğradıkları, büyük travmalar yaşadıkları binada hafızlık eğitimi almaya devam ediyor. Soruşturma, büyük bir gizlilikle devam ediyordu. Olayla ilgili kurumların çalışanlarına bilgi sızmaması için baskı yapılıyor. Herkes biliyor; bu gizliliğin nedeni çocukları korumak değil, laikliğin boğulduğu Türkiye’deki yeni rejimin gerçeklerini örtmek.

Sonuçta; bu olayı bilenlerin hemen hepsi korkuyla susuyor. Oysa çocuklar uyurken susulur, onlara bu kabus yaşatılırken değil. Kamuoyunun tepkisi olmadan bu soruşturmaların genişletilmediği, hatta saklanmak istediğini pek çok örnekte gördük.

Konuyla ilgili yanıt hakkı tanımak için Bahçelievler Müftüsü Mustafa Kayış’ı aradım. Kuran kursunun sosyal medya hesaplarında Müftü Mustafa Kayış’ın kursu ziyaretlerinin fotoğrafları vardı. Mustafa Kayış konunun yargıya intikal ettiğini ve açıklama yapamayacağını söyledi.

Diyanet Kuran kursunda bu skandal yaşanırken Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ise lüks makam aracı merakıyla gündemde. Minberde elinde kılıçla poz vermeye devam ediyor.

                                                              /././

Kopyala-yapıştır-el koy

İBB operasyonlarından sonra 52 şirkete kayyum atanmasının gerekçesine ‘yasadışı bahis’ yazılması hukukçuları hayrete düşürdü. Suçlamalarda bu iddia yer almazken kopyala-yapıştır karar yazıldığı için yer aldığı düşünülüyor.

İBB’ye yönelik operasyonlar protesto edilmişti / BirGün

19 Mart darbe girişiminden sonra yargı sürecindeki skandal uygulamaların sonu gelmiyor.

İşte bir örnek daha:

İBB’ye yönelik operasyonlardan sonra İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, aralarında İmamoğlu İnşaat’ın da bulunduğu 52 şirkete kayyum atanmasını istedi. Bu başvuru, İstanbul 4. Sulh Ceza Hakimliği’ne gönderildi.

Sulh Ceza Hâkimi’nin 10 Nisan 2025 tarihli kararı şöyle başladı: “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığımızca şüpheliler Fatih Keleş ve Ertan Yıldız hakkında yürütülen soruşturma dosyasında usulsüz bağış toplama suçundan iddianame düzenlenerek dava açıldığı…”

SANIK DEĞİL AMA SANIK YAZILDI

Hâkim, karar yazısında CHP’nin İstanbul İl Binası’nın satın alınmasıyla ilgili açılan davadan bahsediyor. Ancak karar metninde adı yazılan İBB Başkan Danışmanı, iş insanı Ertan Yıldız bu yargılamada şüpheli ya da sanık değil. Karardaki tek yanlış bu da değil.

Kararın devamında usulsüz bağış iddiasıyla açılan davada çok sayıda tanığın rüşvet, irtikap, ihaleye fesat karıştırma, haksız mal edinme iddialarında bulunduğu ve 18 Ekim 2024 tarihinde re’sen soruşturma başlatıldığı anlatılıyor. Karar yazısı şöyle devam ediyor: “… örgüt lideri şüpheli Ekrem İmamoğlu’nun Beylikdüzü Belediye Başkanlığı döneminden beri yanında bulunan ve kendisine tabi örgüt üyesi şüphelileri İBB Başkanı olduktan sonra Büyükşehir Belediyesi’nin birimlerinin ve iştiraklerinin başına getirdiği…”

4 SAYFA İLE 52 ŞİRKETE KAYYUM

Bir belediye başkanının ekibi ile çalışmasını suç gibi gösteren bu kararda İmamoğlu ve diğer isimlerin, ihaleye fesat karıştırmak, nitelikli dolandırıcılık, rüşvet, irtikâp gibi suçları işledikleri öne sürülüyor.

Buradan kazanılan paranın şirketlere aktarıldığı iddiasını ifade eden hâkim, 2 sayfası şirket isimlerinden oluşan 4 sayfalık bir kararla kayyum atanmasına hükmetti. 24 şirketin idare yetkilerinin tümü kayyuma yani Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) verildi. Şirket sahiplerinin ve yöneticilerinin artık söz hakkı yok.

Hâkim 28 şirkete ise denetim kayyumu atanmasına karar verdi. Yani bu şirketlerin sahipleri ve yöneticilerinin tüm kararları, TMSF denetim kayyumunun onayından geçmek zorunda.

GEREKÇEDE İLGİSİZ SUÇLAMA

Ancak bu kararın gerekçesinde akıl almaz bir bölüm var. Hâkim aynen şöyle yazmış: “Şüpheli şahısların suç örgütü niteliğinden hareket ederek yasadışı bahis sitelerine para nakline aracılık etme ve finansal güvenlik konularında komisyon karşılığı hizmet verdikleri ve suça konu öncül suç kapsamında eylemler ile suçtan elde edilen geliri aklama eylemlerini yukarıda belirtilen şirketlerin faaliyetleri çerçevesinde işlemiş oldukları hususunda kuvvetli tespitin bulunduğu…”

Yasadışı bahisle ilgili hiçbir suçlama olmamasına karşın kararda ‘yasadışı bahis’ öncül suç gibi sunuluyor. Hukukçular bunun kopyala-yapıştır bir karardan kaldığını düşünüyor, çünkü kararın önceki bölümlerinde de yasadışı bahisle ilgili hiçbir suçlama yok. İşte bu kararla; binlerce çalışanı olan, yurtiçi ve yurtdışında yatırımlara sahip, ihracat yapan 52 şirkete kayyum atandı.

‘ŞİRKETLERE ÇÖKÜLÜR’ KAYGISI

Siyasi bir operasyonla şirketlere el konulması, Türkiye’de mal ve ticaret güvenliğine derin darbe indirdi. Üstelik şirketlere çöküleceği kaygısı yaşayanlar da var.

Dilan ve Engin Polat ile uluslararası suç örgütlerine yapılan operasyondan sonra el konulan lüks otomobillerin polis aracı yapılması tartışma konusu olmuştu. Normalde el konulan mal ve taşınmazlar, mahkeme kararı kesinleştikten sonra yani müsadere kararı verildikten sonra TMSF tarafından satılabiliyor ya da tasfiye edilebiliyor. Ancak kanuna geçici bir madde eklendi.

Bu maddede şöyle deniyor: “…Satış ve tasfiye işlemleri, ilgili şirketin yönetim/müdürler kurulu veya malvarlığı değerleri kayyum temsilcileri ya da Tasarruf Mevduatı Sigorta tarafından yerine getirilir.”

Şirketlerine el konulan kişiler geçici maddeye dayanarak şirketlerinin iktidara yakın kişilere satılabileceğini düşünüyor.

                                                                /././

Timur Soykan / Birgün

İşte deprem tedbiri!.. Rantı Suudi’ye, vergisi bize -Bahadır Özgür / halkTV-

İstanbul bir kez daha deprem korkusunu yakından hissetti. Ve yine doğru düzgün tedbir alınmadığı gerçeği ile yüzleşti. En başta da depreme dayanıklı konut sorunu geliyor. İktidar ise yıllardır deprem tedbiri olarak halka sunduğu ‘kentsel dönüşüm’ ve ‘rezerv alan’ uygulamalarını, inşaat rantı yaratıp dağıtmak amacıyla kullanıyor.

İşte size bir örnek daha. Bomboş araziyi kentsel dönüşüme sokup Suudi bir inşaat şirketine lüks yaşam merkezi inşa ettirdiler. Şirket yanında TC vatandaşlığının ‘eşantiyon’ olduğu lüks daireleri satıp milyonlarca dolar kazanırken, karşılığında ise 5 yıldır tek kuruş vergi bile vermiyor.

ekran-goruntusu-2025-04-24-081746.png
(Al Qemam, Körfez ülkelerinin zenginlerine Topkapı 29’u pazarlıyor)

ERDOĞAN BOŞ ALANI RİSKLİ İLAN ETTİ

Zeytinburnu’nda nakliyeciler sitesinin arazisi, 2014 yılında ihaleye çıkarıldı. İhaleyi 240 milyon dolara Suudi Arabistanlı Al Qemam Holding’in kurduğu Akzirve Gayrimenkul’e kazandı. İş yeri sahipleri dava açtı. Buna karşı 2017 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın onayı ile bölge ‘riskli alan’ ilan edildi. Bu sefer iş Danıştay’a taşındı. Yüksek mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi. İktidar da 2018’de hemen bölgeyi ‘rezerv alana’ çevirdi. Böylece yasaya göre üzerindeki herkesi kovanın yolu açıldı. Ardından da ‘kentsel dönüşüm’ uygulaması kararı çıktı.

ekran-goruntusu-2025-04-24-082119.png

Yani 1. derece deprem bölgesi olan Zeytinburnu’nda ilk kentsel dönüşüm, üzerinde sadece tek katlı depoların bulunduğu, onlar yıkılınca da tek bir taşın ve canlının kalmadığı bomboş bir yer için başlatıldı. İmar planları çıktı ve 15 kat izin verildi. Yanındaki yeşil alan da ‘satış ofisi’ kursunlar diye Suudi şirkete sunuldu.

İBB YIKMAK İSTEDİ, VALİ VE BAKAN ENGELLEDİ

İBB yönetimi AKP’den CHP’ye geçince, ‘satış ofisi’ kaçak olduğu için dava açıldı. Mahkeme haklı buldu. Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum derhal devreye girip imar planlarını resen onayladı. İBB tekrar itiraz etti ve yine haklı çıktı. Yıkım için gittiğinde bu kez de Vali Davut Gül devreye girip polisi dikti. Sonra da Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü ve ilgili taraflara resmi yazı göndererek, yapının Hazine’ye intikal ettiğini, şirketin yapıyı kiralamak için müracaat ettiğini gerekçe göstererek yıkımı engelledi.

Suudi Arabistanlı Al Qemam’ın bugün diktiği 17 blok, 1411 lüks konut, yüzme havuzları, spor salonları, AVM, otel ve mağazaların olduğu komplekse verdiği isim de oldukça manidar. Adı Topkapı 29. Nereden geliyor dersiniz? Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethettiği 29 Mayıs’tan ve şehre girdiği yerden… Gelelim deprem tehlikesi bahane edilerek yaratılan inşaat rantının değerine…

ekran-goruntusu-2025-04-24-082229.png

Merkezi Cide’de bulunan Al Qemam Holding’in, Topkapı 29 dışında, Pega Katral ve Strada Bahçeşehir projeleri var. 2016’da toplam 500 milyon dolara yakın yatırım yapacaklarını ve gelir beklentilerinin 1.5 milyar dolar olduğunu açıklamışlardı.

DAİRE KARLI, VATANDAŞLIK EŞANTİYON

Topkapı 29’da dairelerin yurtdışında satış fiyatı Nisan 2025 itibariyle 386 bin Euro’dan başlıyor, 1.2 milyon Euro’ya çıkıyor. İlk etap satıldı. İkinci etap pazarlanıyor. AVM, ticaret alanları ve otel gelirleri hariç dairelerden milyonlarca dolar şimdiden kazandılar.

ekran-goruntusu-2025-04-24-082314.png

Topkapı 29 proje aşamasındayken dönemin kuru ile 300 bin liraya alınan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘evlilik ve çocuk yapmaya engel’ gördüğü 1+1’leri alanlar bugün 10 milyon liradan satıyor. 1.5 milyon lira civarında alının daha büyük daireler ise 25 milyon liradan ikinci el satışta. Bunun yanında kur düşükken daire alıp TC vatandaşlığına geçen yabancılar, bugün sattıkları dairelerden hayli yüksek karlar elde ediyorlar.

ekran-goruntusu-2025-04-24-082343.png

Özetle ‘riskli alan’ denilip kentsel dönüşüme tabi tutulan kamu arazisinden Suudi şirket ve onun müşterileri ceplerini dolduruyor. Buna karşılık Suudi şirket devlete 2019-2023 arası ne kadar vergi ödedi biliyor musunuz? Sıfır! Vergi levhasında 5 yıldır ‘matrahsız’ yazıyor.

Alın size iktidarın aldığı bir deprem tedbiri örneği. 23 yıldır bunları öncelikli saydılar işte…

Bahadır Özgür / halkTV

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...