BİRGÜN "Köşebaşı+Gündem" -27 Nisan 2025-

Saray ikinci operasyon dalgası için düğmeye bastı: Rant ve talan için yol temizliği

Saray rejimi 19 Mart darbesinin ardından İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne düzenlediği operasyonlarda ikinci perdeyi açtı. Kanal İstanbul projesinin önünde engel olarak görülen İBB yöneticileri hedef alınırken, 50 kişi gözaltına alındı. Bu operasyon dalgasıyla belediye fiili olarak çalışamaz duruma getirilmeye çalışılıyor. Gözaltılar arasında özellikle imar ve şehircilik işleri ile İSKİ’de çalışan kadroların bulunması, rejimin rant ve talan politikaları için yol temizliği niteliğinde.

Kanal İstanbul güzergâhında bulunan Sazlıdere Barajı çevresindeki konutlara İSKİ yıkım kararı çıkarmıştı.

Saray’ın 19 Mart darbesinin ardından dün sabah saatlerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) yönelik ikinci bir operasyon dalgası için düğmeye basıldı. Bir yandan kendisine rakip olarak gördüğü İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu siyaset sahnesinden silmek isteyen Saray yönetimi, diğer yandan da rant ve talan politikalarının karşısında yer alan tüm figürleri etkisizleştirmek için kolları sıvadı.

‘Yolsuzluk’ soruşturması kapsamında düzenlenen operasyonda, aralarında İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Müdürü (İSKİ) Şafak Başa ve İBB Genel Sekreter Yardımcısı Arif Gürkan Alpay'ın da bulunduğu 50 kişi daha gözaltına alındı. Soruşturma kapsamında 53 kişi hakkında daha gözaltı kararının olduğu öğrenildi. Gözaltına alınanların ev ve iş yerlerinde arama yapıldı. Yapılan operasyonda özellikle İBB’nin İSKİ, imar ve şehircilik birimlerine yönelik olması dikkat çekti.

İBB Genel Sekreter Yardımcısı Vekili Ramazan Gülten, Zabıtadan Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Murat Yazıcı, İBB Teknoloji Grup Başkanı Erol Özgüner, eski Mezarlık İşleri Dairesi Başkanı Ayhan Koç, eski Zabıta Daire Başkanı Engin Ulusoy ve Ekrem İmamoğlu'nun Özel Kalem Müdürü Kadriye Kasapoğlu'nun da gözaltına alınanlar arasında olduğu öğrenildi. Ayrıca gözaltına alınanlar arasında, tutuklu İBB Medya AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ongun'un eşi Gözde Ongun ve 19 Mart operasyonunda gözaltına alınıp serbest bırakılan emekli İBB Genel Sekreteri Can Akın Çağlar ile birlikte Ekrem İmamoğlu'nun eşi Dilek İmamoğlu’nun ağabeyi Cevat Kaya da yer aldı.

Bugünün BirGün'ü

BAŞSAVCILIKTAN AÇIKLAMA

Gözaltılara ilişkin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:

"Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğümüzce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı koordinesinde yürütülen soruşturma kapsamında; 19.03.2025 tarihinde yapılan eş zamanlı operasyon neticesinde 101 şüpheli şahıs hakkında işlem tesis edilmiştir. Operasyon sonrası devam eden çalışmalarda tespit edilen 53 şüpheli hakkında 26.04.2025 tarihinde İstanbul, Ankara ve Tekirdağ illerinde yapılan eş zamanlı operasyonlarda 50 şüpheli yakalanarak gözaltına alınmış, firari 3 şüphelinin yakalanmasına yönelik çalışmalar devam etmektedir. Ev ve iş yerlerinde de aramalar sürmektedir."

Gözaltına alınanlar, sağlık kontrolünün ardından İstanbul Emniyet Müdürlüğünün Vatan Yerleşkesi'ne getirildi. Saray yönetiminin bu operasyon dalgası, rejimin İstanbul’a çökme planı olarak değerlendirildi. Belediyenin muhalefete geçmesiyle birlikte rant kapıları daralan tarikat ve vakıflara, halkın sahillerinde kaçak yapılarla konuşlanan mafya ve çetelere, aldıkları ihalelerle zenginliklerine zenginlik katan yandaşlara göz kırpan Saray yönetimi, 19 Mart sonrasında hızlandırdıkları Kanal İstanbul Projesi için de yol temizliğine girişti.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanvekili Nuri Aslan, operasyonlar sonrasında CHP’li ilçe belediye başkanları ve İBB yöneticileriyle birlikte basın açıklaması gerçekleştirdi. Aslan, gözaltılar ve Kanal İstanbul projesi arasındaki bağlantıya dikkat çekti.

Aslan, İSKİ Genel Müdürü Doç. Dr. Şafak Başa ve arkadaşlarının, Sazlıdere Barajı havzasında yoğunlaşan kontrolsüz yapılaşmaya karşı etkin önlemler almak için çalıştığının altını çizdi. Şehircilik, altyapı ve afet yönetimi gibi İstanbul için hayati önemdeki alanlarda çalışan ekiplerin bu şekilde hedef alınmasından derin üzüntü duyduklarını ifade etti. Aslan şöyle devam etti:

"Sazlıdere Barajı, İstanbul’un bugünü için çok önemli olduğu gibi, Kanal İstanbul gibi tartışmalı projelerin hayata geçirilmesi durumunda yok olma riski de taşıyan stratejik bir su kaynağıdır. Bu çabaların sekteye uğratılması, İstanbul’un su hakkı ve çevresel geleceği açısından kaygı verici bir tablo oluşturmaktadır."

RANTLARI BİTİNCE SALDIRMAYA BAŞLADILAR

CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik, İBB’ye bu sabah yapılan operasyona ilişkin sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda şu ifadeleri kullandı:

"Sabaha yine şafak operasyonuyla uyandık. İstanbul Büyükşehir Belediyemize yönelik büyük bir operasyon var. İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun karşısında tam üç kez yenildiler. Rantları bitti. Halka hizmet başladı. ‘Sizi çalıştırmayacağız’ dediler. Ekrem Başkanımız ve ekibi her türlü baskıya göğüs gererek çalıştılar. Ne yaptılar? Yargıyı bir sopa gibi kullanarak siyaseti dizayn ettiler."

Çelik ayrıca, operasyonun tesadüfi olmadığını, İSKİ’nin Kanal İstanbul hattındaki Sazlıdere Barajı havzasına dikilen TOKİ konutları için kaçak yapı ve yıkım kararı verdiğini ve ardından bu operasyonun düzenlendiğini belirtti.

SİYASİ SAİKLERLE YÜRÜTÜLÜYOR

İBB’ye yönelik bu sabah yapılan ikinci dalga operasyonlara DEM Parti de tepki gösterdi. Partiden yapılan açıklamada “İBB’ye yönelik başlatılan yeni gözaltı dalgası, gündeme getirilen iddiaların zamanlaması ve kapsamı bu operasyonun siyasi saiklerle yürütüldüğünü göstermektedir’’ ifadeleri yer aldı.

ZALİMLERİN EN BÜYÜK KORKUSU PARALARI

Dün sabah gerçekleşen operasyonlarda eşi de gözaltına alınan tutuklu İBB Medya AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ongun sosyal medya üzerinden bir açıklama yayımladı. Ongun, "Kutsallara, ailelere dahi saldırdıkları bu operasyonu haftasonu yaptılar. Demek ki bu zalimlerin tek korkusu “Ekonomi ve Para Piyasaları”  Bu millet size benzemez. Değerlerini, örfünü, ananesini, kazanımlarını bilir. Ha cumartesi ha pazartesi, korktuğunuz her şey gerçek olacak" dedi.

TMMOB ŞEHİR PLANCILARI ODASI’NDAN AÇIKLAMA

TMMOB Şehir Plancıları Odası’ndan yapılan açıklamada, depremin ardından en temel gündemin dirençli kentler haline gelmesi gerektiği vurgulandı. İmar, şehircilik, kentsel dönüşüm, altyapı, ulaşım ve çevre gibi kritik alanlardan sorumlu meslektaşların gözaltına alınmasının tüm yurttaşların cezalandırılması anlamına geldiği ifade edildi.

***

İBB FİİLEN ÇALIŞAMAZ HALE GETİRİLİYOR

Operasyonun ardından CHP’li vekiller ve parti kadroları da art arda yaptıkları açıklamalarda bulundu. CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın, yaptığı açıklamada ‘’Cumartesi sabahı İBB’ye büyük bir operasyon daha.. Dün avukatlara, bugün bürokratlara… İBB Özel Kalem Müdürü, yeni ve eski genel sekreter yardımcıları, grup başkanları, genel müdürler, genel müdür yardımcıları, daire başkanlarından oluşan geniş bir gözaltı listesi var. İBB fiilen çalışamaz hale getiriliyor’’ ifadesini kullandı.

Gerçek sebep Kanal İstanbul CHP Genel Başkan Yardımcısı Ensar Aytekin de X hesabından yaptığı paylaşımda, operasyonun, Kanal İstanbul güzergâhındaki Sazlıdere Barajı’ndaki TOKİ inşaatıyla ilgili olduğunu savundu.

CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır, “Bu operasyon, rant ve talan projesi Kanal İstanbul’a engel olan İstanbul’un muhafızlarına yöneliktir. İstanbul teslim olmayacak. Türkiye teslim olmayacak” ifadelerine yer verdi.

CHP Şanlıurfa Milletvekili Mahmut Tanal operasyona ilişkin, "Sandıkta yenemeyenler, şimdi kumpas ve esaret yoluyla İBB’yi ele geçirme peşindedir. Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması yetmedi; şimdi ekibine ve bürokratlara operasyon düzenliyorlar" dedi.

BAŞROL OYUNCUSU ERDOĞAN

CHP Grup Başkanvekili Murat Emir operasyona ilişkin, “İBB ve İSKİ yöneticileri gözaltına alındı. Elbette, Arap Kanallarında dönen Kanal İstanbul reklamlarının başrol oyuncusu Erdoğan’ın talimatıyla” dedi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut ise operasyona ilişkin, "İstanbul’un hakkını, hukukunu koruyan, rant çetelerine göz açtırmayan bürokratlar gözaltına alındı. İBB’nin kapısına kilit vurun, çalışamaz hale getirin de rahatlayın" diye konuştu.

Gözaltına Alınan İsimlerden Bazıları 

• Ali Rıza Akyüz-Bakırköy Belediye Başkan Yardımcısı

• Turan Aydoğan-CHP Eski İstanbul Milletvekili (2018–2023)

• Şafak Başa-İSKİ Genel Müdürü

• Zeynep Ayten Gözde OngunMurat Ongun’un eşi

• Elçin Karaoğlu-İBB Boğaziçi İmar Müdürü

• Turgut Tuncay Önübilgin-İBB Eski Genel Sekreteri

• Murat Yazıcı-İBB Eski Genel Sekreteri

• Mehmet Çakılcıoğlu-İBB Eski Genel Sekreteri

• Arif Gürkan Alpay-İBB Genel Sekreter Yardımcısı

• Fatih Özçelik–İBB Emlak Yönetimi Başkan Vekili

• Begüm Çelikdelen-İSKİ Genel Müdür Yardımcısı

• Ramazan Gülten-İBB Genel Sekreter Yardımcısı Vekili

• Onur Soytürk-İstanbul İmar İnşaat Anonim Şirketi Eski Genel Müdürü

• Adem Şanlısoy-İSKİ Çevre Denetim Dairesi Başkanı

• Naim Erol Özgüner-İBB Eski Bilgi İşlem Daire Başkanı

• Kadriye Kasapoğlu- İmamoğlu’nun Özel Kalemi

***

YIKIM KARARI ALAN İSKİ’YE SABAHINA OPERASYON

Sabah erken saatlerinde ev baskınlarıyla gerçekleşen gözaltılarda İSKİ Genel Müdürü Şafak Başa ve İSKİ Genel Müdür Yardımcısı Begüm Çelikdelen’in de gözaltına alınması rejimin yol temizliğinin kanıtı olarak değerlendirildi. İSKİ’den alınan bilgiye göre, Kanal İstanbul güzergahında yer alan Sazlıdere Barajı havzasına yapılan TOKİ konutlarının Havza Koruma Yönetmeliği’ne aykırı olduğu tespit edilerek inşaatlar "kaçak yapılaşma" statüsüne alındı. İSKİ, şantiyenin 25 Mayıs 2025’e kadar kaldırılmasını, aksi takdirde yıkılacağını bildirdi. Operasyonlar sırasında Sazlıdere Barajı havzasındaki inşaatın devam ettiği gözlendi.

İSKİ’nin bildiriminin sabahına operasyon gerçekleşti. Begüm Çelikdelen, gözaltına alınmadan önce Sözcü gazetesine yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanmıştı: "Bu baraj yüzde 100 içme suyu maksatlıydı. Bunu yüzde 0’a düşürmüşler. Ama biz hâlâ oradan günde 40-50 bin metreküp su alıyoruz. Bu barajın finansmanı için para ödüyoruz her ay. Madem sıfırladınız, neden hâlâ bizden para alıyorsunuz? Bu karar, o bölgenin havza olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Şantiye için yıkım kararı aldık. Vatandaşa nasıl uyguluyorsak, bu inşaata da uygulayacağız. Zabıta ile birlikte gidip yıkacağız."

***

NE OLDU, BOŞ DOSYANI DOLDURAMADIN MI?

İBB’ye yönelik yeni operasyon ve 50 kişinin gözaltına alınmasına tepki gösteren tutuklu İBB Başkanı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu şöyle dedi:

Yalan ve iftiranın peşine düştüler İmamoğlu açıklamasında ayrıca şunları ifade etti:

"Bir avuç muhteris; milletin parasını, tapusunu, diplomasını, haysiyetini, geleceğini yok sayarak, boş dosyaları yalan ve iftira ile doldurmanın peşine düştüler."

İmamoğlu, İstanbul’un gerçek sorunlarına dikkat çekti, mevcut yönetimi halkın ihtiyaçlarından uzak olmakla eleştirdi ve Kanal İstanbul’a karşı duranların hedef alındığını vurguladı. Açıklamasını bir çağrıyla sonlandırdı:

"Sizleri, siyasi partilerimizin değerli Genel Başkanları’nı, yüksek yargı mensuplarını, herkesi sorumluluk almaya ve devletimizi çürütenlere karşı birlikte mücadele etmeye davet ediyorum."

***

SON 5 YILDA 2 BİN 58 KAÇAK YAPI YIKILDI

İBB’nin son 5 yılda 2 bin 58 kaçak yapının yıkıldığı öğrenildi. Gazeteci Bahadır Özgür, şu bilgileri paylaştı: "Yıkılan yapıların çoğunluğu kıyıları, tarihi ve SİT alanlarını ile tarım alanlarını işgal eden kafe, restoran ve iş yerleriydi." Özgür, örnek olarak şunları gösterdi:

Salacak Sahili: 47 kaçak yapı kaldırıldı.

• Sultanahmet Meydanı, Ayvansaray ve Beyazıt: İzinsiz yapılar yıkıldı.

• Maltepe Sahili: Şelale Parkı’ndaki kaçak yapılar kaldırıldı.

• Beyoğlu Tepebaşı: İzinsiz kafeler yıkıldı.

• Çekmeköy ve Şile: Doğal sit alanlarındaki kaçak yapılar kaldırıldı.

                                                    ***

Zorla iğne yapıldı, boş kâğıt imzalatılmak istendi: Özel hastanede darp iddiası -Deniz Güngör-

‘Yenidoğan çetesi’ davası kapsamında kapatılan Özel Bağcılar Şafak Hastanesi’nde çalışan Doktor Satıcı’ya 5 ay boyunca hak edişleri verilmedi. Babası yerine görüşmeye giden Ender Satıcı, hastane personelince darbedildiğini iddia etti. Bilirkişi raporunda ise olaya dair kamera görüntülerinin hastaneye ait çıkmadığı aktarıldı.

Sağlıkta özelleştirme politikaları nedeniyle hastanelerde yaşanan skandalların önü arkası kesilmiyor.

Son örnek İstanbul Bağcılar’daki ‘Yenidoğan Çetesi’ davası kapsamında kapatılan Özel Bağcılar Şafak Hastanesi’nde yaşandı. 2020 ila 2024 yılları arasında hastanede göz polikliniğini işleten Prof. Dr. Ahmet Satıcı’ya Ekim 2023’ten Şubat 2024’e dek hak edişleri verilmedi.

Ödemelerin yapılmaması üzerine uzun süre süren görüşmelerde anlaşma sağlanamazken 29 Şubat 2024’te Satıcı’nın oğlu Ender Satıcı iddiaya göre Özel Avrupa Şafak Hastanesi çalışanlarınca darbedilirken aynı zamanda eşyaları gasp edildi. Satıcı’nın iddiasına göre 3 Şubat 2024’teki toplantıda hak ediş ücretlerini almadan Ahmet Satıcı’nın istifası istendi. Satıcı’nın teklifi kabul etmemesi üzerine Özel Bağcılar Şafak Hastanesi’nin yöneticisi C.T.Ö ve Özel Avrupa Şafak Hastanesi’nin sahibi S.Ö.’nün 500 bin TL karşılığında hastanenin göz polikliniğini kendilerine kiralayabileceğine dair teklif sunduğunu iddia eden Ender Satıcı, “Bu teklifi babam kabul etmedi ve biriken alacaklarını vermelerini istedi” dedi.

‘ELEKTRONİK CİHAZLARA EL KONULDU’

12 Şubat 2024’te söz konusu hastanenin sahibi S.Ö.’nün de katıldığı bir toplantı daha düzenlendi. Satıcı, “S.Ö. babama ‘Alacağının yarısından vazgeçmezsen seni hiç bir hastanede çalıştırmam. Bütün özel hastanelerle bağlantım var, benim çevrem çok geniş. Cumhurbaşkanının bile bende numarası var’ demiş. Babam haklarından vazgeçmeyeceğini söyleyince ‘Madem alacağının yarısından vazgeçmiyorsun cihazlarını da alacağım’ demiş” diye konuştu. İddianamede yer alan bilgiye göre toplantıda uzlaşma sağlanamaması üzerine S.Ö.’nün talimatı ile Satıcı’nın kendi tedarik ettiği poliklinik cihazları personel tarafından alıkonuldu. İddianamede ayrıca bu olaya ilişkin Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturma kapsamında ifadesi alınan Ö.Y.’nin makineleri almadan önce görüştüğü ‘Yenidoğan Çetesi’ davası şüphelilerinden Mustafa Kazan’ın talimatı S.Ö.’den aldığını söylediğini aktardı.

‘BORÇLU GÖSTERMEYE ÇALIŞTILAR’

13 Şubat 2024’te S.Ö. ile Ender Satıcı arasında Özel Avrupa Şafak Hastanesi’nde yeniden bir görüşme gerçekleştirildi. Satıcı’nın iddiasına göre burada S.Ö., Doktor Ahmet Satıcı’nın borçlu olarak gösterildiği iki ayrı senedi imzalatmaya çalıştı. Satıcı, S.Ö.’nün “Bu çekleri imzalarsanız cihazlarınızı veririm, doktorun da hastanede çalışmaya devam etmesine izin veririm böylece hak ediş ücretlerini almasına fırsat tanırım” dediğini ileri sürdü. Babası yerine imza atma yetkisi olduğunu söyleyen Satıcı, söz konusu çeklere imzalamayı reddettiklerini ifade etti.

29 Şubat 2024’te Ender Satıcı, hastanede şüpheli S.Ö. ile yaptığı görüşmenin ses kaydının, babasına ait cihazların alındığı ana ilişkin güvenlik kamerası görüntülerinin ve hak edişlerine dair belgelerin yer aldığı tablet ile S.Ö. ile görüşmek üzere Özel Avrupa Şafak Hastanesi’ne gitti. Satıcı burada S.Ö. ile yaptığı görüşme sırasında konuştuklarını kaydettiğini ifade etti. S.Ö.’nün tableti almaya çalıştığı ancak alamayınca personel ile Satıcı’yı koridorda yere atarak şüpheli T.G.’nin Satıcı’ya sakinleştirici ilaç olan “diazem” enjekte edildiği iddia edildi. Satıcı’nın ifadesinin de yer aldığı iddianamede, Satıcı’nın iğne yapılmak için kolları ile bacakları tutulurken tabletinin, kolundaki akıllı saatin ve telefonunun şüphelilerce alındığı belirtildi. Şüpheliler daha sonra alınan ifadelerinde “iğneyi tıbbi gerekçelerle yaptıklarını” ileri sürdü.

KAMERA KAYITLARI DEĞİŞTİRİLDİ

Ancak yaşananlar bununla da sınırlı kalmadı. Satıcı’ya olay yerinden kaçmaya çalışırken şüpheli M.A. tarafından başka bir odaya götürülerek burada başka bir hemşire tarafından ikinci kez sakinleştirici iğne yapıldı. Olay yerine polisin gelmesi üzerine ise olay sonlandı. Polisin olay yerine gelmesiyle birlikte Satıcı’nın telefonu kendisine teslim edildi. Ancak tablet ve akıllı saatin Bilişim Teknolojileri ve İletişim Kurulu (BTK) kayıtları incelendiğimde Satıcı’nın hastanede bulunduğu süre zarfında hastaneden ayrıldığı görüldü.

İddianameye göre, olayın soruşturulması için hastaneden güvenlik kameralarının görüntüleri istendi. Ancak Özel Avrupa Şafak Hastanesi tarafından teknik servise verildiği iddia edilen görüntülere el konulduğu belirtilen iddianamede güvenlik kamerası içerisindeki görüntülerin hastaneye ait olmadığına dikkat çekildi. Bilirkişi raporuna göre görüntülerin bir markete ait olduğu belirlendi. Aynı zamanda incelenen bir başka kamera kaydı görüntülerinin ise yine hastaneye değil, farklı bir işyerinde ait olduğu aktarıldı.

Bilirkişi raporunda kamera kayıtlarına format atıldığı veya içerikte bulunan görüntülerin değiştirildiği ya da kayıt cihazı ve telefonun değiştirilmiş olabileceği vurgulandı. Polis geldiğinde geri verilen telefondaki ses kaydı, savcılık tarafından bilirkişi ile raporlandırılmış ve ses kaydında Ender Satıcı’nın tehdit edildiği elindeki cihazların alınması ve verilerin silinmesi için Seçim Ö.’nün emir verdiği bilirkişi raporu ile belgelendi.

İDDİALARIN HEPSİNİ REDDETTİLER

Cevap hakkı için aradığımız Özel Avrupa Şafak Hastanesi’nin sahibi S.Ö. ve Hastane Müdürü E.B. haklarındaki iddiaları reddetti. E.B. “Ben yaşananları polise şahit olarak anlattım, kendisini tanımıyorum” dedi. “Olay gününe dair kamera görüntüleri değiştirildi mi?” diye sorduğumuz E.B. bu iddiaları da yalanladı.

14 sanık hakkında “Silahla işyerinde yağma”, “kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma” suçlamasıyla kamu davası açıldı. Davanın ilk duruşması 6 Mayıs’ta İstanbul 36. Ağır Ceza Mahkemesi’nde saat 09.30’da görülecek.

***

SAHTE ÇEK DÜZENLENDİ

İstanbul Bahçelievler JFK Hastanesi’nde 2001-2010 yılları arasında çalışan Doktor Nadide Korkut, aralarında S.Ö.’nün de bulunduğu 6 kişi tarafından dolandırıldığı iddiasıyla dava açtı. Haziran 2010’da 6 ay boyunca mali haklarının verilmemesi üzerine dava açan Korkut’a Bakırköy 19. İş Mahkemesi, 253 bin TL ödeme yapılmasına hükmetti. Ancak 20 Şubat 2015’te S.Ö., H.G. ve P.H. ödemeleri gereken 253 bin TL’nin 200 bin TL’sini banka yoluyla, 53 bin TL’sini ise elden vermek istediklerini belirtti. Bu teklifi kabul eden Korkut’a boş bir kâğıda imza attırıldı. Bu kâğıdın, alacaklısı M.Ö., borç miktarı da 752 bin TL olarak senede dönüştürüldüğü iddianamede yer aldı. İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi, 6 sanığı “kurum ve kuruluşları, tüzel kişiliklerin araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık” suçlamasıyla 10 ay hapis ve 5 gün adli para cezasına çarptırdı. Hükmün açıklanması geri bırakıldı.

                                                         ***

Çocuk Kuran kurslarına rekor kaynak transferi -Mustafa Bildircin-

Aile Bakanlığı’nın, çocuk Kuran kursları için yaptığı destek ödemesi hesaplandı. Bakanlık, “laikliğe aykırılık” gerekçesiyle yargıya da taşınan 4-6 Yaş Kur’an Kursu Desteği Programı kapsamında 2023 ve 2024 yıllarında Kuran kursuna giden 135 bin 406 çocuk için 92,1 milyon TL ödeme yaptı.

Öğrencilerin beslenmesi, barınması ve hijyenik koşullarda eğitim alması için atılması gereken adımlara "kaynak yetersizliği" işaret ediliyor ancak dini eğitime kaynaklar bol kepçeden harcanıyor.

Birbiri ardına gündeme gelen istismar skandallarıyla dikkatleri üzerine çeken çocuk Kuran kurslarına Aile Bakanlığı rekor kaynak aktarıyor.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında 27 Ocak’ta, “4-6 Yaş Kuran Kursu Desteği Programı Protokolü” imzalandı. Protokolün 3294 Sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu kapsamında imzalandığı belirtildi. Protokol ile “Ekonomik bakımdan dezavantajlı ailelerin” çocuklarını 4-6 yaş Kuran kurslarına kaydettirmeleri halinde kayıt ücretinin bakanlık bütçesinden karşılanması öngörüldü.

Bakanlık ile Diyanet arasında imzalanan protokol, “Anayasa’ya aykırılık teşkil ettiği” iddiasıyla yargıya taşındı. Çok sayıda derneğin protokolün yürütmesinin durdurulması talebiyle yaptığı başvurunun talep dilekçelerinde, kamu bütçesinden belirli bir inanç için harcama yapılmasının, “Ayrımcılık” olduğu kaydedildi.

DİYANET’E 92,1 MİLYON LİRA

Tüm itirazlara ve devam eden yargı sürecine karşın Diyanet ile Bakanlık, protokolü işletmeye devam etti. Çocuklara uygun olmadığı gerekçesinin yanı sıra denetimden uzak olduğu gerekçesiyle de tepki çeken çocuklara yönelik Kuran kurslarında yaşanan istismar olaylarının ardından, Aile Bakanlığı ve Diyanet arasında imzalanan protokol bir kez daha gündeme geldi.

Bakanlık'ın, 17 Ocak 2023'te imzalanan protokol kapsamında 2 sene önce Diyanet'e 50 milyon 789 bin 850 TL aktardığı öğrenildi. Bakanlık, protokol kapsamında 2024'te de para aktarmayı sürdürdü. Aile Bakanlığı’nın, geçen sene Diyanet’e 4-6 Yaş Kuran Kursları için aktardığı kaynak ise 41 milyon 367 bin 150 TL oldu. Protokol kapsamında 2023 ve 2024 yıllarında Diyanet’e aktarılan toplam kaynak ise kayıtlara, 92 milyon 157 bin TL olarak geçti. Toplam 92,1 milyon TL’lik kaynağın 135 bin 406 çocuk için kullanıldığı bildirildi.

                                                              ***

Altı bezleniyormuş ama üç aydır firari!-İsmail Arı-

Depremde 151 kişinin ölümünden sorumlu tutulan ve 89 gündür firari olan AKP Maraş İl Başkan Yardımcısının babası Hacı Mehmet Ersoy’un avukatı, “Müvekkilimin altı bezleniyor yakalama kararını kaldırın” dedi.

Deprem felaketinde Maraş’taki Palmiye Sitesi 151 kişiye mezar oldu, 17 kişi de yaralandı. 151 kişinin ölümünden sorumlu tutulan AKP Kahramanmaraş İl Başkan Yardımcısı Eray Ersoy’un babası müteahhit Hacı Mehmet Ersoy ise 89 gündür firari.

Kahramanmaraş 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde süren davada, Hacı Mehmet Ersoy "bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma" suçundan yargılanıyor. Ancak 26 Aralık 2024’te tutuklanan Ersoy, 17 Ocak’ta tüm itirazlara cezaevinden tahliye edildi.

Tahliyenin gerekçesi ise "Sanığın cezaevi şartlarında ağır hastalığı ve kocama hali nedeniyle hayatını yalnız idame ettiremeyeceği" diye açıklandı. Palmiye Sitesi’nde hayatını kaybedenler ile yaralananlar, mahkemeye peş peşe dilekçe vererek karara itiraz etti. Kahramanmaraş 4. Ağır Ceza Mahkemesi, 29 Ocak'ta ailelerin itirazı üzerine müteahhit Ersoy'u tutuklamak üzere yakalama kararı çıkardı. Yakalama kararına rağmen Ersoy, kayıplara karıştı.

Firari Hacı Mehmet Ersoy’un avukatı Mehmet Saka, Kahramanmaraş 3. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurdu. Saka, 89 gündür firari olan Ersoy’un hasta olduğunu ve hasta alt bezi kullandığını da belirterek yakalama kararının kaldırılmasını istedi.

Palmiye Sitesi’nde annesi, babası ve kardeşini kaybeden İrem Türkmener Karslı ise BirGün’e yaptığı açıklamada, “Hacı Mehmet Ersoy hâlâ yakalanmadı. Ama bu firarinin avukatı, şu anda keyfine bakmaya devam eden bu adam adına ‘altı bezleniyor’ diye tutuklama kararının iptali için dilekçe verdi. Cezaevinde sağlık hizmeti verilemeyecek bir durumda mı? Hayır değil. Bu ülkede çok daha ağır hastalıklarla tutuklu kalan, tedavisi cezaevi şartlarında sürdürülen yüzlerce insan var. Neden Hacı Mehmet Ersoy için bambaşka bir muamele söz konusu oldu?” dedi.

ERSOY’A KİM BAKIYOR?

“Gerçek ve bilim dışı bir raporla kaçması için göz yumulan bu adamın sağlık durumu ile ilgili hiçbir ifadelerine inanmıyoruz” diyen Karslı sözlerine şöyle devam etti: “Firari olan adam için bez bağlıyor, bakıma muhtaç diye tutuklama kararına itiraz ediyorlar. Adaletsizliğin verdiği cesaret bu olsa gerek... Madem bakıma muhtaç sağlık hizmetlerine erişimi nasıl sağlıyor? Bu adama kim nerede bakıyor? Biz sağlanması gereken adalete ulaşana kadar mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz. Ne kadar oyalamaya çalışırlarsa çalışsınlar ne kadar adaletten kaçarlarsa kaçsınlar, biz ne kadar haklı olduğumuzu ve bize bu büyük acıları kimin yaşattığını çok iyi biliyoruz asla da unutmayacağız.”

İrem Türkmener Karslı, Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi’ne (CİMER) “Firari müteahhit Hacı Mehmet Ersoy’un neden hâlâ yakalanmadığını” sormuştu.

Kahramanmaraş İl Emniyet Müdürlüğü tarafından verilen yanıtta, “Aranan şahsın yakalanmasına yönelik şahsın ikamet adresi, çocuklarının ev ve iş yerleri kontrol edilmiş ancak yakalanması mümkün olmamıştır. Aranan şahsın yakalanmasına yönelik çalışmalarımız devam etmektedir” ifadeleri yer aldı.

                                                                ***

KKTC patlak bağırsakla mı yaşayacak?-Gözde Bedeloğlu-


Kuzey Kıbrıs’ta öldürülen Halil Falyalı’nın finans müdürü Cemil Önal’ın, Bugün Kıbrıs Genel Yay. Yön. Ayşemden Akın’a verdiği röportajın yankıları sürüyor. Sanal bahis ve kumarhaneler üzerinden yürütülen kara para trafiğinin Falyalı’nın ölümünden sonra da devam ettiğini anlatan Önal, Türkiye’den bazı siyasetçi ve devlet görevlilerinin ismini vererek rüşvet aldıklarını iddia etti. Anlattıkları arasında en sansasyonel olanı, Falyalı’nın şantaj için elinde tuttuğu kasetlerin, Türkiye istihbaratı tarafından ele geçirilmek istendiği iddiasıydı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in meclise taşıdığı haber TC gündemini değiştirdi. Bir hafta sonra Dışişleri Bakanlığı’ndan iddiaların ‘gerçek dışı’ olduğu açıklaması geldi. İletişim Başkanlığı ‘asılsız iddialara itibar edilmemesi’ çağrısı yaptı. Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, içinde bolca ‘şerefsiz’ sözcüğünün geçtiği bir açıklama yayınladı. Ancak AKP-MHP ortaklığı, Falyalı’yla bağlantılı rüşvet, şantaj ve kara para iddialarının araştırılmasına ilişkin komisyon kurulmasını öneren Yeni Yol Grubu’nun teklifini reddetti. Altını çizmekte fayda var, muhalefetin “milli davamız KKTC kumar, yasadışı bahis, insan kaçakçılığı, fuhuş ve kara para aklama merkezi hâline getirildi” dediği süreç AKP iktidarıyla başlamadı. Kıbrıs’ın kumarhanelerle doldurulması hemen 74 sonrasına denk düşer.

***

Geçmişten bugüne, Türkiye’de iktidar ve muhalefetin üzerinde ortaklaştığı konu Kıbrıs’ın ‘milli dava, yavru vatan’ olduğudur. Hâlbuki Kıbrıs’ın kara para aklama merkezi haline geldiğine dair iddialar 30 yıldan fazladır konuşulan bir konu. Adadaki nüfusla orantısız sayıda kumarhane ve üniversitesinin neye ve kimlere hizmet ettiği bugünün tartışması değil. Ama Türkiye, iktidarıyla muhalefetiyle, ‘yavru vatan, milli dava, sizi kurtardık’ yazılı ezber metinlerle çizilen bir siyaset yürütmeyi tercih etti. Sırrı Süreyya Önder yıllar önce KKTC’yi Türkiye’nin ‘kalın bağırsağı’ olarak tarif etmişti. Yıkanması için çok su gerek demişti. Kirli düzen yıllardır göre göre devam ettiriliyor. Türkiye’deki muhalefetin daha cesur davranması, kendini devletin resmi politik söyleminden uzaklaştırması gerekir. Örneğin Kuzey Kıbrıs’ta neden nüfus sayımının yapılmadığı sorulmalı, eğer yapılırsa, Anayasa’ya aykırı şekilde vatandaş yapılarak adaya yerleştirilen Türkiyelilerin sayısının Kıbrıslı Türkleri kat be kat geçtiğinin tespit edilebileceği ve bunun da temsiliyet sorununu ortaya çıkarabileceği üzerinde durulmalıdır. Muhalefet, KKTC’nin egemen bir devlet olduğunun dünyaya tanıtımı için yarım asırdır emek verildiğini ve bunu mahvedenin sadece AKP olduğunu düşünüyorsa yanılıyor. Zira adada çözüm olarak sunulan iki ayrı devlet politikasıyla bir arpa boyu yol gidilemedi. Tersine, bu Kuzey Kıbrıs’ı daha yalnız ve Türkiye’ye daha bağımlı hale getirdi. 2006 ve 2021 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nden gelen Mağusa ve Ercan limanlarının AB ve BM kontrolünde açılması teklifi AKP ve KKTC iktidarı tarafından reddedildi. Doğrudan uçuş ve ticareti başlatabilecek bu teklif, o çok istenen KKTC’nin tanınması yönünde önemli bir adım değil miydi? Hangi gerekçelerle reddedildi ve buna hangi muhalefet itiraz etti?

***

Diğer bir sıcak gündem de Türk Devletleri Teşkilatı’nın üç önemli üyesi Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın, AB ile stratejik ortaklığın geliştirilmesi çerçevesinde, Kıbrıs Cumhuriyeti ile diplomatik ilişkilerini büyükelçi atama seviyesine taşıması oldu. Türk devletleri, KKTC’nin kurulmasını kınayan ve devletlere tanımama çağrısı yapan BM Güvenlik Konseyi’nin 541 ve 550 sayılı kararlarına bağlı kalacaklarını açıkladı. Bunu sadece, AKP dış politikasının başarısızlığı ve ‘kardeş’ ülkelerin ihaneti üzerinden eleştirmek yetersiz kalır. KKTC’nin Türk devletleri tarafından yakın zamanda tanınacağını iddia eden Dışişleri Bakanlığı elbette bunun neden gerçekleştirilemediğini açıklamalı ve konuyu ‘aile içi mesele’ diyerek kapatmamalı. Diğer yandan ana muhalefet de, gerçekleşmesi bizzat Türkiye’nin imzalamış olduğu Garanti Anlaşması ve BM kararları gereği imkânsız olan bu tanıma ve tanıtma işlerinin, Türkiye Dışişleri tarafından halka neden ve nasıl taahhüt edildiğini sorgulamalıydı. Ama bunun yerine klasik ‘milli davamızı sattırmayız’ politikasına sarılarak milliyetçilik yarıştırmayı tercih etti. Muhalefet Kıbrıs konusuna daha büyük bir pencereden bakmayı başarabilseydi eğer, TDT üyelerinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne büyükelçi atamasıyla asıl iflas edenin sadece iktidarın dış politikası değil, toptan Türkiye’nin KKTC politikası olduğunu görebilirdi. Artık muhalefetin ‘şeref’, ‘namus’, ‘satarım’ ‘sattırmam’ sözlerinden daha işe yarar cümleler kurması gerekir. 'KKTC sonsuza kadar yaşayacak’ deniyor da nasıl? Afedersiniz patlak bağırsakla mı?

                                                                  /././

Deprem ülkesinde nükleer santral -Özgür Gürbüz-

Bir deprem ülkesinin üç köşesine nükleer santral kurmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıyayız. Reaktörler depreme dayanıklı deniliyor. Ancak depremde nükleer santralın yaratacağı etkilerden hiç kimse söz etmiyor.

26 Nisan Çernobil Nükleer Santral kazasının 39. yıldönümü. Nükleer kazalar bir doğal afet olmasa da ardından karşı karşıya kalınan sorunların bazıları doğal afet sonrasında yaşananlara çok benzer. Binlerce insanın tahliye edilmesi gerekir, sağlık muayeneleri, üretim tesislerinin veya sahalarının kullanılamaması nedeniyle hızla alternatif üretim yöntemlerinin bulunması gibi.

1986 yılında radyoaktif bulutlar Türkiye’ye ulaştığında o zamanki hükümetin tek yaptığı radyasyonun çaya, fındığa bulaştığını inkâr etmek olmuştu. Hiçbir şey olmamış gibi yaşamamızı istediler. Elde ne karşılaştırma yapacak geçmişe ait sağlam veriler vardı ne de kaza sonrası kapsamlı bir sağlık taraması yapıldı. Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi’nin 2006 yılında yaptığı ortak çalışma hariç. Hopa’da son üç yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47’sinin nedeninin kanser olduğunu böyle öğrendik. Çayda radyasyon olduğunu da ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül, Dr. İnci Gökmen ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence’nin hazırladığı raporun basına sızmasıyla öğrenmiştik. Nükleer santral kurma hayalinin peşindeki hükümet nükleere zeval gelmesin istiyordu. Yurt dışına ihraç edilen fındığın itibarını koruma, ambardaki çayın parasını çıkarma derdindeydi.

Marmara’daki depremlerden sonra bugünkü hükümetin izlediği politikalar da bana aynı o yıllarda yapılanları çağrıştırıyor. Halbuki yapılacak iş belli, İstanbul’un bir bölümünü başka illere taşımalı, yeni iş olanaklarını yıkıldı yıkılacak denen bu kente değil, Anadolu’nun farklı bölgelerine dağıtmalıyız. Kenti yenilerken beton binaların değil, yeşil alanların sayısını artırmalıyız. Bu sadece bizi depremden korumaz, hava kirliliğiyle, trafik sorunuyla, kaynak israfıyla hayatımızın kalitesini düşüren birçok etkeni de alır götürür.

İSTANBUL BOŞALTILABİLİR

Türkiye büyük bir ülke ve İstanbul boşaltılabilir. Sosyal konutlarla dar gelirlilere de fırsat sunacak yeni yerleşim yerleri kurulabilir. Hatta akılcı politikalar ve teşviklerle kentten kırsala göç teşvik edilebilir, gıda üretimi sorunu bile çözülebilir. Hiç kimse kaynak var mı diye de sormasın. Koltuk sevdası için siyasi rakibi Ekrem İmamoğlu’nu hapse attırıp, ardından da dövizi baskılayabilmek için 52 milyar dolarlık bir kaynağı harcayan hükümetin bahanesi yok. Tek bildiğim mevcut iktidarın bizim iyiliğimizi düşünmediği.

Peki, itibardan ödün vermeyen hükümet ne yapıyor? Kanal İstanbul’la yüz binlerce insanı daha deprem riski altında yaşamaya çağırıyor, kentin su ve yeşil alanlarını betona boğuyor. Deprem anında kentten kaçışı zorlaştırmak için Avrupa yakasında yaşayanların önüne dev bir su kanalı daha koyuyor. Nüfus ve ziyaret yoğunluğunu artırmak için ülkenin finans merkezini İstanbul’a taşıyor. Korunması gereken alana dev bir havalimanı, köprü ve bağlantı yolları yaparak kenti kuzeye doğru genişletiyor. Kentsel dönüşüm maskesiyle dört katlı binaların yerine iki üç kat yükseklikte hatta Fikirtepe örneğinde olduğu gibi onlarca kat yükseklikte binalar kurarak, müteahhitlerine para kazandırmaya çalışıyor, bizi betona hapsediyor. Deprem olduğunda halkın kaçacak yerleri, yolları, parkları varmış diye hiç ama hiç düşünmüyor.

ADALET ORTADA YOK

İstanbul’u rant ineği gibi gören, en olmadık projelerle sağıp, keselerini en kısa sürede doldurmaya çalışan ağalara benziyorlar. Biz marabalarına değil ekecek, afet altında sığınacak bir karış toprak bile bırakma niyetleri yok. Beyoğlu’nda depremden kaçıp sığınabileceğiniz yegâne yer olan Gezi Parkı’nı korumak için çabalayan arkadaşlarımızı üç yıldır hapiste tutuyorlar. Haklılar içerde, suçlular dışarda, adalet ise ortada yok.

Çernobil’le başladık nükleerle bitirelim. Bir deprem ülkesinin üç köşesine nükleer santral kurmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıyayız; Mersin, Sinop ve Kırklareli. Nükleer reaktörlerin depreme dayanıklı olduğunu dinleyip duruyoruz ancak nükleer kazaların reaktör binalarındaki hasarlardan çok, santrala elektrik götüren iletim hatlarındaki kesintilerle, acil durum jeneratörlerinin durmasıyla, su pompalama sitemlerindeki arızlarla ilgili olduğundan kimse bahsetmiyor. Olası bir depremde rahatlıkla zarar görebilecek bu yapılardan kimse bahsetmiyor. Akdeniz’de tsunami riski bile var. Santrallarda çalışan personelin depremde nasıl tepki vereceği, hangi tuşa basacağı bile büyük önem taşıyor. Elektrik arzı fazlası, elektriği daha ucuza farklı kaynaklardan üretme şansı olan Türkiye gibi bir deprem ülkesinde nükleer santral ısrarı neden? Yoksa turpun değil ama rant ineğinin en büyüğü nükleer heybesinde mi gizli?

                                                            /././

Koltuk korkusu neler yaptırıyor?-Attila Aşut-

Ülkemiz, Cumhurbaşkanlığı seçiminin en güçlü adayı Ekrem İmamoğlu’na yönelik Saray darbesinin ardından toplumsal bir deprem yaşamışken 23 Nisan günü İstanbul’da meydana gelen 6.2 büyüklüğündeki doğal depremle bir kez daha derinden sarsıldı. Can ve mal kaybına yol açmadığı için sevinip avunduğumuz bu yeni sarsıntı, pek hazırlıklı olmadığımız yakın gelecekteki büyük İstanbul depremini yeniden anımsatması bakımından çok uyarıcı oldu. Ne var ki merkezi ve yerel yönetimlerin sıkı işbirliğinin yaşamsal önem taşıdığı bu süreçte bile iktidar, muhalefetin yönettiği belediyeleri yok sayma tutumunu sürdürüyor. Nitekim Cumhurbaşkanı başkanlığında deprem önlemlerinin görüşüldüğü AFAD Merkezi’ndeki toplantıya AKP İstanbul İl Başkanı bile çağrılırken İBB’den kimsenin çağrılmaması, bu ayırıcı ve partizan yaklaşımın en taze örneği idi. İstanbul’da deprem çalışmalarını yürütmesi gereken İmamoğlu ve şehir plancısı arkadaşlarının, merkez üssü Silivri olan son sarsıntı sırasında Silivri zindanında bulunmaları ise filmlere konu olacak trajikomik bir siyaset sahnesi olarak belleklerde yer aldı.

Ülkede işler böyle yalapşap yürütülmeye çalışılırken iktidarın Ekrem İmamoğlu düşmanlığı hiç hız kesmiyor! Neredeyse “devlet politikası”na dönüştürdüler düşmanlıklarını. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” gibi dünyada eşi bulunmayan nadide “Türk Tipi Tek Adam Rejimi”ni mimarı ve baş savunucusu Devlet Bahçeli de, ortağının hapse attığı İBB Başkanı’na her zamanki şifreli diliyle laf sokmaktan geri durmuyor. MHP Genel Başkanı, depremle ilgili demecinde, "Unutulan ve kaderine terk edilen İstanbul”dan söz ederek şöyle diyor:

"Devlet-millet dayanışmasıyla, dahası İstanbul’un ehline ve hak eden ellere emanetiyle olası felaketlerin üstesinden gelmek mümkündür.”

Bahçeli’nin “siyaseten” ettiği böyle sözlere alışığız! O da çok iyi biliyor ki halk, tam üç kez, üstelik her seferinde artan oy oranıyla İstanbul’u en “ehil ve hak eden” bir Başkana, Ekrem İmamoğlu’na “Şehremini” (kentin güvenilir kişisi) olarak emanet etmiştir. Ama “Cumhur İttifakı”, halkın seçtiği belediye başkanlarına ne yazık ki çalışma olanağı tanımıyor. Muhalefetin elindeki yerel yönetimlere düşmanca davranıyor. Cumhurbaşkanı, “silkeleyin bunları!” diye kamuoyu önünde bakanlarına talimat veriyor…

Bahçeli, Türkiye’nin gündeminde depremin ana konu olmasını istiyor. Ne güzel! Ama bu konuda en duyarlı belediye başkanlarıyla deprem uzmanı bürokratların siyasal gerekçelerle neden inatla cezaevlerinde tutulduklarını sorgulama gereğini duymuyor. Oysa İBB soruşturmasında hukuksuzluk o kerteye vardı ki artık tutukluların avukatları, hatta avukatların avukatları bile gözaltına alınmaya başlandı! 27 Mayıs’ın olağanüstü Yassıada yargılamalarında bile görmedik böylesini! Ne yapılmak isteniyor? Şimdi sıra, savunma hakkını hepten kaldırmaya mı geldi? Ekrem İmamoğlu, bu duruma haklı olarak isyan ediyor:

"Yeter artık! Kimsiniz siz, kime ve neye hizmet ediyorsunuz? Kimden öğrendiniz bu usulleri? İnsanların namusuna ve haysiyetine saldırmaktan hicap duymuyor musunuz?"

∗∗∗

“Heybedeki turplar” söylemiyle başladı bütün bu akıl almaz operasyonlar. Oysa Yozgat’ın Cumhuriyet Meydanı’ndaki mitingde “Turpunan, şalgamınan devlet yönetilemez; devlet adaletle yönetilir” diye haykıran çiftçi Abdullah AmcaTayyip Erdoğan’ın heybesindeki hormonlu bütün turpları çöpe attı! Ama toplumdaki büyük uyanışı ve iktidarı değiştirme kararlılığını görmeyerek hâlâ o çöplükte boncuk arayanlar varsa yolları açık olsun!

HAFTANIN NOTU

Tabelasına bile tahammül yok!

Son günlerde öne çıkan siyasal gelişmeler yüzünden bu olayı yazmakta hayli geciktim. Ama yine de kısaca değinmekte yarar görüyorum. Çünkü ülkedeki çürümeyi yansıtan bir başka örnek gibi duruyor…

Ankara’nın Çayyyolu semtindeki Konut-1 Çarşısı’nın karşısında yıllardır yeşil alan olarak kullanılan bir arazi vardı. Demokrasi Parkı’na bitişik olduğu için orayı da bu parkın uzantısı sanırdık. Meğer özel mülkmüş. İyi de, mülk sahipleri otuz yıldır neredeydiler? Oranın özel kişilere ait olduğunu gösteren bir tabela bile asmamışlardı. Herkesin belediyeye ait sandığı ağaçlıklı yeşil alan, bir gecede iş makinelerinin hışmına uğradı! Ağaçlar kesildi, kalıplar yapıldı, betonlar döküldü. Hızla yükselmeye başladı yapı. Şimdi devasa bir spor kompleksi yükseliyor orada. Semt sakinleri, “Keşke belediye burayı yıllar önce kamulaştırıp parka katsaydı ne iyi olurdu!” diyor ama artık çok geç…

Demokrasi Parkı'nın çalınan metal levhası.

Neyse, olan olmuş, bari geride kalan Demokrasi Parkı’nı koruyabilsek! Doğal bir koru görünümündeki arazi yapılaşmaya açılınca Demokrasi Parkı’nın alanı yarı yarıya küçüldü. Ama kalanı korumak da pek kolay olmayacağa benziyor. Bir ucundan denemeler başladı bile! Adi bir hırsızlık mıdır yoksa “demokrasi düşmanlığı”ndan kaynaklı bir siyasal saldırı mıdır bilmiyorum ama parkın kocaman sarı metal tabelası bir gece sökülüp götürüldü. İnsan, aynı alandaki yapılaşma ile bu olayın bir ilintisi var mıdır diye düşünmeden edemiyor…

                                                           /././

BİRGÜN

soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Nisan 2025-

Anne olmak: Kutsallığın gölgesinde bir yalnızlık hikâyesi -Gülperi Putgül Köybaşı-

Kutsal, yalnızca sahnede oynanan bir metin değil; izleyicisini karanlık bir aynanın karşısına diken bir yüzleşme çağrısıdır. Kadınlara, “anne” olmanın kutsallığını değil, ağırlığını da konuşma cesareti sunar. Çünkü annelik, romantik bir methiye değil; tarihsel, toplumsal ve politik bir deneyimdir.

Bir kadın sahnede konuşuyor. Fısıltıyla başlayan cümleler zamanla çığlığa dönüşüyor. Kulaklarımızda yankılanan, kadınların belleğinde çoktan yer etmiş bir çığlık… Kutsal, yalnızca bir tiyatro oyunu değil; annelik mitine, toplumsal rollerin dayattığı kimlik parçalanmalarına ve sistemin kadınlara biçtiği suskunluğa açılmış bir kapı. İngiliz yazar Morgan Lloyd Malcolm’un kaleme aldığı metin, başarılı öykücü Melisa Kesmez’in özenli çevirisiyle Türkçeye kazandırılmış. Tuğrul Tülek’in rejisi ise metni yalnızca sahneye koymuyor; onun duygusunu, ritmini ve öfkesini bedenselleştirerek seyircinin içine işleyen bir deneyime dönüştürüyor. Geçtiğimiz günlerde izlediğim bu çarpıcı oyunun, çok daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşmasını içtenlikle dilerim.

Üç kadının –anne, arkadaşı ve kayınvalidesi– etrafında örülen hikâye, bir kadının annelik deneyimini görünür kılarken, bir yandan da topluma ve sisteme dair eleştiriyi ince dokunuşlarla sahneye taşıyor. Anneyi canlandıran Seda Türkmen, lohusalığın kırılganlığını, yalnızlığını ve bastırılmış öfkesini tüm bedeniyle sahneye yansıtarak oyunun başından sonuna izleyiciyi diri tutuyor. Kayınvalide rolündeki Neriman Uğur, ev içi iktidarın ve kuşaklar arası kadın baskısının temsilcisi olarak güçlü bir figürü ustalıkla ete kemiğe büründürüyor. Ümmü Putgül’ün hayat verdiği arkadaş karakteri ise destek ile denetim arasında gidip gelen varlığıyla seyircide tedirgin edici bir denge duygusu yaratıyor. Etkileyici bir performans ile ucubeye dönüştüğü sahneler, sistemin çarpık yüzünü görünür kılıyor ve izleyiciyi rahatsız edici bir yüzleşmeye davet ediyor.

Ama bu yazı yalnızca oyunun kendisine dair bir yorum değil. Bu yazı, sahnedeki o karanlık aynada gördüğümüz daha büyük bir resmin izini sürme çabası: Kadınlık, annelik, yalnızlık, yargı, baskı... ve “kutsal” dediğimiz şeyin arkasındaki, çoğu zaman görmezden gelinen şiddet.

1

Annelik: Kutsallık mı, kapan mı?

Toplumun kadına dair en güçlü mitlerinden biri anneliktir. Bu, yalnızca biyolojik bir gerçeklik değil; aynı zamanda ideolojik bir dayatmadır. Kadına yüklenen “kutsal anne” rolü, kapitalist üretim ilişkileri tarafından her tarihsel aşamada sistematik biçimde yeniden inşa edilir. Bu yeniden inşa süreci; kadını kimi zaman sömürülen bir işçi, kimi zaman cinsel bir obje, kimi zaman da “kutsal” bir anneye dönüştürür. Onu görünmez bir emeğe, bitmek bilmeyen bir sorumluluğa ve sorgusuz bir fedakârlığa mahkûm eder.

Kutsal oyunu, tam da bu mitin içini oymaya cesaret ediyor. Sahnedeki anne, lohusalığın puslu zamanlarında kendi benliğini, sesini, bedenini arıyor. Onun yorgunluğu yalnız fizyolojik değil; sistemin dayattığı idealle gerçek arasındaki uçurumda kırılan bir benliğin hikâyesi. Gülümsemeli, sevmeli, şikâyet etmemeli; ama aynı zamanda arzulanabilir olmalı, evin düzenini aksatmamalı. Ve tüm bunlar olurken kendi kaygılarına, korkularına, hatta depresyonuna bile yer yok. Çünkü bir anne güçlü olmalı. Her zaman…

Oysa biliyoruz ki, doğum sonrası kadınların büyük kısmı lohusalık hüznü yaşıyor. Ağlama krizleri, duygu dalgalanmaları, yetersizlik hisleriyle baş başa kalan kadınlar, toplumun çizdiği “mutlu anne” resminin neresine kendilerini yerleştireceklerini bilemiyor. Kapitalizm, anneye biçilen bu rolü medya, reklamlar, dinî söylemler ve devlet politikalarıyla türlü şekillerde yeniden üretmeye devam ediyor. Babyshower partilerinden lohusa mevlitlerine, pembelerle mavilere boğulan cinsiyetçi süslemelerden anneliğin sonsuz sabırla eş tutulduğu kutsal anlatılara kadar her şey bu mitin yeniden sahnelenişidir.

1

Kutsallık ve kırılganlık arasında annelik

Lohusalık, çoğu zaman sadece hormonal değişimlerle açıklanmaya çalışılır; oysa bu süreç aynı zamanda bir yas sürecidir. Kadın, anne olduğu andan itibaren artık yalnızca kendisine ait bir bedenin ve kimliğin değil; aynı zamanda tek başına bir birey olma halinin de vedasını yaşar. Artık kendisine tamamen bağımlı bir başka insana bakmakla yükümlüdür. Bu sorumluluk, sıklıkla yoğun bir kaygıyı da beraberinde getirir. Dolayısıyla lohusalık, doğalında kolay ya da "mutlu" bir deneyim değildir. Bu gerçeği görmezden gelen her idealize annelik anlatısı, kadını yalnızlaştırır.

Oyunun merkezindeki lohusa kadın, çocuğunun başına kötü bir şey gelmesinden endişe ediyor. Bu endişe öylesine yoğun ki, bir geceliğine çocuğu kayınvalidesine bırakıp arkadaşına vakit ayırmak istese bile zihni çocuğundan kopamıyor. Huzursuz. Ve sonra fısıltı gibi bir itiraf: “Onu çok seviyorum... ama ondan nefret de ediyorum.”

İşte burada annelik deneyiminin en az konuşulan, belki de en insani katmanına dokunuyoruz. Sevgiyle nefretin, şefkatle öfkenin, bağlılıkla özgürlük arzusunun aynı bedende var olabileceği gerçeğine. Ancak sistem, bu duygusal gerilimi anlamaya çalışmak yerine onu patolojikleştiriyor. Kadını yalnız bırakıyor, destek olmak yerine suçluyor. Hemen her annenin yaşadığı bu karmaşa, yalnızca bireysel bir “baş edememe hâli” değil; toplum tarafından bastırılma halinin sonucu.

Çünkü günümüz modern kapitalizmi, kadını hem anne hem çalışan hem de arzulanabilir birey olarak görmek istiyor. Tüketim toplumu için anne, yalnızca bakım veren değil; aynı zamanda tükettiren bir figürdür. Süt pompasından mama sandalyesine, oyuncaklardan özel eğitimlere kadar her şey annenin vicdanına pazarlanır. Kadın, kendini hem çocuğuna yetememekle hem de sisteme layıkıyla hizmet edememekle suçlar. İşte bu ikili kıskacın adı: modern annelik.

Oyundaki anne karakteri, lohusalık hüznünün ötesinde, depresyonun ve zaman zaman gerçeklik algısının dağıldığı psikotik bir tablonun içinde salınır. Bornozunun içinde sakladığı giysi parçalarını tek tek çıkardığı sahne, yalnızca etkileyici bir estetik an değil; aynı zamanda kadınlığın, anneliğin karmaşası ve dağılmakta olan bir yapının sembolik ifadesidir. Anne bedeninde yığılan beklentiler, çelişkiler ve bastırmalar, sonunda sahnede elle tutulur bir dağılma ânı olarak karşımıza çıkar.

Oyunda örtük biçimde hissedilen bir psikiyatri eleştirisinden de söz edebiliriz. Kapitalist sistem, sanattan bilime, medyadan psikiyatriye kadar pek çok alana müdahale etmektedir. Kısıtlı zaman dilimlerinde yapılan değerlendirmelerde, sistemden kaynaklanan sorunlar ve toplumsal destek mekanizmalarındaki boşluklar göz ardı edilerek pek çok kadına hızla tanı konulmaktadır. Böylece, aslında destekle sağaltılabilecek kadınlar “hasta” ilan edilmekte ve bu etiketlemeyle birlikte dolaylı biçimde suçlu konumuna itilmektedir.

1

Kutsallığın gölgesinden gerçeğin ağırlığına

Kutsal, yalnızca sahnede oynanan bir metin değil; izleyicisini karanlık bir aynanın karşısına diken bir yüzleşme çağrısıdır. Kadınlara, “anne” olmanın kutsallığını değil, ağırlığını da konuşma cesareti sunar. Çünkü annelik, romantik bir methiye değil; tarihsel, toplumsal ve politik bir deneyimdir.

Sistem, kadının yaşadığı çelişkileri bireysel birer "başarısızlık" gibi sunarken; izlediğimiz oyun bu çelişkilerin aslında çok katmanlı boyutları olduğunu hatırlatıyor. Annelik mitinin, yalnızlaştırılmış kadın bedeninin, hızla konan psikiyatrik tanıların yani aslında bir bütün olarak annelik deneyiminin, sistemin kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirdiği politik bir mesele olduğunu kavradığımızda dönüşüm başlayabilir. Kutsallık değil, ancak bu gerçekliğin kendisi kadınları özgürleştirebilir.

                                                             /././

2025 model 'en iyi ihraç malınız ordunuz' gazı: The Economist Erdoğan'ı 'kurtarıcı' ilan etti

The Economist, Erdoğan'ı "Avrupa'nın muhtemel kurtarıcısı" ilan etti, uzun uzun Türkiye'nin askeri gücünü övdü. Bu analiz, Amerikalı spekülatör Soros'un 23 yıl önceki "Türkiye'nin en iyi ihraç malı ordusudur" sözlerini hatırlattı.

ABD Başkanı Donald Trump'ın Avrupalı müttefiklerini güvenlik garantilerini geri çekmekle tehdit ederken Rusya ile yeniden ilişkilenmesi Brüksel'de kaygıyla izleniyor.

NATO, Avrupa Birliği liderlerini Türkiye'yle ilişkileri iyileştirmeye çağırdı. Basın da bu çağrının peşinden gitti.

İngiltere merkezli The Economist dergisi, AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı "Avrupa'nın muhtemel kurtarıcısı" olarak nitelendirdi.

Dergide imzasız yayınlanan yazıda "Amerika geri çekiliyor. Rusya'dan gelen tehdit artıyor. Ukrayna savunmada. Yeni harcama vaatlerine rağmen, silah üretimi rahatlık için çok düşük kalıyor. Korkmayın, Avrupalılar. Arkanızda Recep Tayyip Erdoğan var" değerlendirmesine yer verildi.

Analizde Avrupa’nın güvenlik öncelikleri doğrultusunda Türkiye ile ilişkilerinde yeni bir sayfa açtığını yazdı.

Yazıda, Erdoğan’ın en güçlü rakibi Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına rağmen Avrupa’nın bu gelişmeyi “rahatsız edici ama engelleyici olmayan bir durum” olarak gördüğü belirtildi.

Almanya’nın, Türkiye’ye yapılması planlanan Eurofighter Typhoon savaş uçağı satışını 17 Nisan itibarıyla askıya almasının, Avrupa’daki istisnai tepkilerden biri olduğunu aktaran The Economist, yeni Alman hükümetinin bu kararı geri çekmesinin de olasılıklar arasında olduğunu ifade etti.

'Ordusu, silah sanayisi, stratejik konumu...'

Analizde AB'nin artık “Erdoğanca” bir dil konuştuğu, normlar yerine çıkarların öne çıktığı bir döneme girildiği kaydedildi.

Türkiye’nin silah sanayindeki ilerleyişi, ordusu ve Karadeniz’deki stratejik rolü nedeniyle Avrupa’nın Ankara ile daha yakın çalışmaya mecbur kaldığını vurgulanan yazıda şu ifadelere yer verildi: "Ülkenin silah sanayisi hızla gelişiyor. Zırhlı araçlar, saldırı ve gözetleme uçakları, savaş gemileri, hafif silahlar ve mühimmatlar Türkiye'deki montaj hatlarından uçuyor. Gecikmelere rağmen Türkiye'nin savaş tankı Altay ve hayalet savaş uçağı Kaan'ın on yılın sonuna kadar hizmete girmesi bekleniyor.

Avrupa'da Türkiye ile iş yapmaya yönelik ilgi arttı. Türk insansız hava aracı üreticisi Baykar, geçtiğimiz günlerde İtalyan savunma devi Leonardo ile bir ortak girişim anlaşması imzaladı."

2002'de Soros da söylemişti

The Economist'in analizi, 23 yıl önce AKP'nin iktidara hazırlandığı süreçte Batı'dan yükselen benzer bir değerlendirmeyi anımsattı.

Erdoğan'ın Ocak 2002'deki ABD ziyaretinden sonra Can Paker'in evinde düzenlenen bir toplantıda Amerikalı spekülatör ve küresel çapta siyasi dizayn girişimcisi George Soros ağırlanmıştı, bu buluşmaya şu isimler de katılmıştı: Isak Alaton, Güler Sabancı, Taha Akyol, Eser Karakaş, Ali Koç, Ayşe Buğra Kavala, Cem Boyner, Bülent Eczacıbaşı ve Cuneyd Zapsu.

Bu toplantıda söz alan Ali Koç, Türkiye'nin dışa özellikle de Orta Doğu'ya açılması gerektiğini vurgulayarak "Bize daha geniş açılımlar lazım. ABD ile ticari ortak olalım. İsrail ve Ürdün'de olduğu gibi Türkiye'de nitelikli sanayi bölgeleri oluşturulsun. Bunu ABD'de herkese anlatın" demişti.

Soros bu kapalı toplantının ardından Sabancı Üniversitesi'ne geçmiş, burada verdiği demeçte "Türkiye’nin stratejik konumu nedeniyle en iyi ihracat ürünü ordusudur" demişti.

1
4 Mart 2002, Milliyet.

23 yıl içerisinde koşullar ve ihtiyaçlar yeniden şekillendi ancak Batı'nın talebi değişmedi. Bu defa The Economist, askeriyle silahıyla Türkiye'nin "ihracatçı" konumuna işaret etti.

AKP'nin iktidar yolculuğunun karmaşık dinamikleri, büyük sermayenin desteği ve dış faktörlerin AKP'nin iktidara gelmesinde nasıl etkili olduğuna dair detayları "Medusa'nın Salı: Bir AKP Belgeseli"nde izleyebilirsiniz: (https://youtu.be/tSPvdXIUQ1Y)

                                                        ***

İspanyol halkı protesto ederken İspanyol patron İsrail’in yanında -Ogün Eratalay-

İspanya Gazze’deki katliamlardan dolayı İsrail’i en sert şekilde protesto edenlerdendi. İsrail geçtiğimiz günlerde İspanyol hükümetini 6 milyon avro değerindeki bir silah siparişini iptal etmekle suçladı. Taraflar kamuoyu önünde atıp tutsalar da hükümet yetkililerinin ve silah sanayii patronlarının alttan alta sürdüğü kirli ilişkileri ifşa etmiş oldular.

El Pais gazetesindeki habere göre İsrail Dışişleri Bakanlığı İsrailli IMI (Israel Military Industries) Systems firmasının kazandığı 6 milyon avro değerindeki 15 milyon mermi ihalesinin iptal edilmesini protesto etti.

Elbit Systems grubunun bir şirketi konumundaki IMI Systems firması özellikle tabanca ve hafif makinalı silah tasarımlarıyla biliniyor. Firmanın markalarından bazıları Uzi hafif makinalı silah, Galil piyade tüfeği ve Negev makinalı tüfeğidir. Firma ABD’deki Magnum grubuyla işbirliği halinde çalışarak Desert Eagle adlı ünlü tabancayı tasarlamıştır.

İspanya’da 2018 yılından beri iktidarda olan sosyal-demokrat İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (Partido Socialista Obrero Español, PSOE) lideri Başbakan Pedro Sanchez 24 Nisan günü verdiği talimatla İsrail ile yapılmış olan silah anlaşmalarının tek taraflı olarak iptal edilmesini istemişti.

İspanya hükümeti, İspanyol toplumunun oluşturduğu kamuoyu baskısı sebebiyle 7 Ekim sürecinin ardından İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği katliamı en açıklıkla protesto eden ülkelerin başında gelmişti. İspanyol Çalışma Bakanı Yolanda Diaz konuyla ilgili yaptığı açıklamada iptal kararını savunurken, İspanya’nın Filistin halkını soykırıma uğratanlarla iş yapmayacağını belirtiyordu.

Ancak bu açıklamaların hiçbirisi 2023 yılında tüm savunma sanayii ilişkisinin iptal edildiği açıklanan İsrail ile İspanya arasında ilişkilerin alttan alta sürdüğünün de kanıtı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Kanlı bilanço

Açıklanan rapor ve belgelerde İspanya’nın İsrailli silah şirketlerine 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana 1,044 milyar avro değerinde 46 ihale verdiği görülüyor. İspanya Savunma Bakanlığı tarafından konuyla ilgili yapılan açıklamada Rafael ve Elbit gibi İsrailli silah devlerinden yapılacak çoklu roketatar ve uçaksavar sistemlerinin bu ülke teknolojisi kullandığı ve başka bir kaynaktan tedarik edilemeyeceği yönünde.

Ancak en son iptal edildiği açıklanan ihalenin evrensel olarak tedarik edilebilen 9 mm mermi fişeği ihalesi olduğu düşünülünce bu açıklamanın doğruluğu konusunda kafalarda soru işareti oluşuyor.

Silah sanayii firmaları emperyalizm sayesinde birbirine göbekten bağlı 

İspanyol gelişmiş teknoloji içeren hava savunma ve radar sistemleri İsrailli şirketlerle derin bir işbirliği içinde olduğu açık. Ancak bunun tersi de geçerli. İspanya’nın İsrail’e silah ihracatı 7 Ekim sürecinden sonra da devam etti. Kamuoyunu rahatlatmaya çalışan yetkililer bu ihracatın öldürücü teknoloji olmadığını iddia etseler de sensörler, uzaktan görüntü işlemciler, zırhlı araç görüş sistemlerinin hangi taraf için ölümcül olduğu çok açık. 2024 yılında İspanya’nın İsrail’e milyonlarca euro değerinde ihracat yaptığı biliniyor. İsrail’e ihraç edilenler arasında bombalar, el bombaları, torpidolar, mayınlar, füzeler, silah mermi fişekleri yer alıyor.

***

İspanyol halkının oluşturduğu kamuoyu baskısı nedeniyle İsrail karşıtı açıklamalar yapmak durumunda kalan sosyal-demokrat siyasetçiler, kapalı kapılar ardında bağlı bulundukları emperyalist ilişkiler sebebiyle İsrail’i Gazze’de gerçekleştirilen katliam sırasında desteklemiş, katliamın sürmesinde katkıda bulunmuştur. Bu destek de yetmemiş, İsrailli firmaların kâr etmeleri için devlet ihaleleri verilmiş, gerçekler ortaya çıkınca da buna kılıflar aranmış, göstermelik olarak bazı küçük ihaleler iptal edilmiştir. İspanyol hükümeti, diğer kapitalist hükümetler gibi bu örnekte de halkın değil patronların ve uluslararası tekellerin temsilcisi olduğunu ispatlamışa benziyor.

                                                         /././

soL "Köşebaşı + Gündem(II) -25 Nisan 2025-

 Hayallerimizdeki ülke -Mesut Odman-

Bizim yokülkemiz var, henüz var olmayan ülkemiz. Yokülkemizi düşünüp tasarlamaya, yazıp çizmeye ve söylemeye çekinmek değil, hız vermek durumundayız.

Hayal kurmadan hiçbir iş, hiçbir kurma, inşa etme, yaratma işi yapılamayacağını biliyoruz. Bunu en başa yazdıktan sonra, “ütopya”dan söz açarak devam edeceğimizi ekleyelim. 

Yeni Latincede olmayan toprak ya da ülke anlamına geliyor. Eski Yunancada ise ülke, toprak, yer anlamını taşıyan “topos” sözcüğü “ou” olumsuzluk eki ile birlikte kullanıldığında “olmayan ülke -ya da- yer” anlamını taşıyor. Bugüne kadar kullanılır oluşunu, bir ara başdanışmanlığını yaptığı Kral VIII. Henry tarafından boynu vurularak öldürtülen Sir Thomas More’un, 1516 yılının sonunda yayımlanmış Utopia adlı eserine bağlamakta bir sakınca olmasa gerek.

Ama, elbette o kadar değil. Tümüyle aklın yol göstericiliğinde yönetilen ve ortak mülkiyete dayalı bir toplumsal-siyasal düzenin betimlendiği Utopia, daha sonra, bir sosyalizm akımının ortak adını oluşturuyor. Friedrich Engels, geniş yığınların rahatça okuyup anlayabilmeleri için Anti-Dühring adlı kitabının üç bölümünü ayrı bir metin haline getiriyor. Bu kitapçık, Sosyalizm: Ütopyacı ve Bilimsel başlığı ile ilk kez 1892’de Karl Marx’ın damadı Dr. Edward Aveling tarafından İngilizce’ye çevrildikten sonra pek çok dilde defalarca basılıyor ve sosyalizm konusundaki dünyada en çok okunmuş eserlerden biri oluyor.

Engels, o kitapçıkta, ütopyacı sosyalizmi eleştirip onun karşısına “bilimsel sosyalizm”i çıkarırken, ütopyacı sosyalistleri ve özellikle onlar arasında saydığı Fransız Saint-Simon ve Fourier ile İngiliz Robert Owen’ı, deyiş uygunsa, göklere çıkarıyor.

Daha sonra, Engels’in “bilimsel sosyalizm” olarak öncekinden ayırt ettiği akımın yirminci yüzyıldaki sürdürücüsü ve gerçekleştiricisi Lenin, 1913 yılının Mart ayında Marx’ın ölümünün otuzuncu yıldönümü anısına bir makale yazıyor. “Marksizm’in Üç Kaynağı ve Üç Bileşen Bölümü” başlığını taşıyan makale, 1911 sonlarında St Petersburg’ta yayımlanmaya başlayıp Dünya Savaşı öncesinde Çarlık rejimi tarafından yasaklanmış, Prosveşçeniye (Aydınlanma) adlı yasal Bolşevik dergisinde yayımlanıyor.

Lenin’in Marksizm’in üç kaynağı ve üç bileşen bölümünün üçüncüsü için söylediklerinin en başında şunlar var:

“Feodalizm yıkıldığında ve yeryüzünde ‘özgür’ kapitalist toplum ortaya çıktığında, hemen görüldü ki, bu özgürlük yeni bir baskı ve çalışanların sömürülmesi sistemi anlamına geliyordu. Hemen bu baskının bir yansıması ve bir protesto olarak çeşitli sosyalist öğretiler ortaya çıkmaya başladı. Ama ilk sosyalizm ütopyacı sosyalizmdi. Kapitalist toplumu eleştirdi, kınadı ve lânetledi, onun yıkılış düşlerini kurdu, daha iyi bir düzene ilişkin görüşler geliştirdi ve zenginleri sömürünün ahlâk dışı olduğuna inandırmaya çalıştı.

Ama ütopyacı sosyalizm gerçek çıkış yolunu gösteremedi. Kapitalizmdeki ücretli köleliğin özünü açıklayamadı; gelişmesinin yasalarını bulamadığı gibi, yeni bir toplumun yaratıcısı olma yeteneğindeki toplumsal gücü de belirtemedi.”

Demek, Marx ile Engels’in bir yandan kuramsal temellerini geliştirmeye çalışırken bir yandan da siyasal olarak güçlendirmeye çalıştıkları akımın karşısında bulunan ütopyacı sosyalizm, aynı zamanda, onun kaynakları arasında sayılıyor; bütünleyici parçalarından biri olarak kabul ediliyor. Ütopyacı sosyalistler ise insanlığın kurtuluşu olarak gördükleri yeni düzenin birçok ayrıntısı üzerinde durmaktan, onlara ilişkin betimlemelere girişmekten çekinmiyorlar.

Buna karşılık, özellikle Marx’ın geleceğin toplumuna ilişkin açıklamalardan uzak durduğunu, o tür konulara hem pek seyrek girdiğini hem de, girmek zorunda kaldığında, pek de kapsamlı ve derinliğine çözümlemeler yapmadığını biliyoruz.

Bu durumu, Marx’ın Ocak 1859 tarihli ünlü Katkı önsözündeki şu satırlarına bağlayanlar olmuştur:

“(…) insanlık, kendi önüne ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar çünkü, yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların var olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.”

Bu bağlantıyı tümüyle yanlış saymak doğru olmasa bile, Marx’ın gelecekle, geleceğin toplumu ile ilgili çok söz söylemeyişi üzerinde kısaca durmakta yarar olabilir. Sadece iki nokta üzerinde: Birincisi, onlar, kapitalist toplumsal-iktisadi formasyonun esaslı bir çözümlemesini yapmaya ve bütünsel bir kuram oluşturmaya çalışıyorlardı. İkincisi, kapitalizmden sonraki toplumsal-iktisadi formasyon herhangi bir biçimde filizlenmeye başlamış değildi. Örneğin, Marx’ın da hakkında değerlendirmeler yaptığı Paris Komünü, olsa olsa, bir proletarya iktidarının ilk örneğiydi; yeni bir toplum düzenini ise niyet düzeyinde bile gündeme getirmekten uzaktı.

Oysa, bizler ve bizim çağdaşlarımız için, her iki açıdan da durum farklıdır.

Birincisi, yaşadığı bütün ölümcül sarsıntılara rağmen yaşamaya ve düşmanlarını bir biçimde alt etmeye devam ettiği için kapitalizmin çözümlenmesine ilişkin hâlâ yapılması gerekenler bulunsa ve bunlar önemli olsa bile, onun anlaşılmasına yönelik yepyeni bir kuram geliştirmek gerekmiyor.

İkincisi, yok o sosyalizm değildi, yok sosyalizmin karikatürüydü, hatta daha da kötüydü falan diyenlere ne kadar çok rastlanırsa rastlansın, bir sosyalizm olmuştur, en azından, bizim gibi dünyadaki milyarlarca insan da onu sosyalizm diye bellemiştir, dolayısıyla oradan ortaya çıkmış muazzam bir birikim vardır ve onun çöpe atılmasını önermek, yanlışlığı bir yana, hiçbir biçimde altından kalkılması mümkün olmayan bir yenilgiyi kabullenmek demektir. İnsanların karşısına aynı sözcük ya da kavram tekrarlanarak çıkıldığında, ona ilişkin bir hayal/proje/ tasarım/vaatler toplamı, her neyse, sunmak gerekmektedir. Yoksa, kimse kulak vermeyecektir. Neden versin? Durmadan çökmüş, ölmüş, bitmiş, mahvolmuş denen kapitalizmde yaşamaktadır o insanlar; orada var olmaktadırlar. Varoluşlarından memnuniyetsizlikleri, bıkkınlıkları, hoşnutsuzlukları, nefretleri ne olursa olsun, hayat orada akıp gitmektedir, yaşama şansını kapitalizmde bulabilmektedirler. Kavgayı da teslimiyeti de yaşamakta oldukları ile yaşayıp yıkılışına tanık oldukları arasındaki seçenekleri de orada var etmektedirler. Oranın dışında bir var oluşu dile getirirken, sadece yakın zamanlarda yaşayıp bitirdikleri ikincisinin daha gelişkin olanına geçişin değil, onu kurmanın da yol ve yöntemlerini olabilen açıklıkta ve/veya somutlukta göstermek gerekir; çünkü, geçilecek, adım atılacak olan hazır durumda değildir, tam tersine, geçilirken ya da geçilir geçilmez kurulmaya başlanacak bir yapıdır. Üstelik, son yüzyılın deneyimleri göstermiştir ki, sanılanların hiç değilse bir bölümüne aykırı biçimde, kapitalizm adı verilmiş eski yapıdan alınıp kullanılabilecek malzeme, bol ve hazır bulunmak ne söz, pek sınırlı miktarda olmanın yanı sıra yeni kuruluş sürecini ve murat edilen yapıyı daha baştan bozucu özellikler taşımaktadır. Öyleyse, geleceğin toplumu konusunda konuşmamanın haklı gerekçeleri iyice azalırken, bunu yapmadan insanlara umut ve güven vermenin imkânı da kalmamıştır.

İşte bütün bu nedenlerle, ütopik düşüncelere dalmaktan ne kadar çekinilmez ve bunun sonunda ne kadar inandırıcı ürün ortaya konulabilir ise o kadar iyi olacaktır.

“Ütopya”nın dilimizdeki en güzel karşılığının “yokülke” olabileceğini çok önce de birkaç kez yazmıştım. Ne kadar yayıldığını bilmem, hemen hemen hiç yaygınlaşmadığı ileri sürülebilir; ama ben hâlâ öyle diyorum.

Bizim yokülkemiz var, henüz var olmayan ülkemiz. Hep söyleyegeldiğimize uygun olarak başlayalım, Türküyle, Kürdüyle, Çerkesiyle, sonra da devam edelim, Arabıyla, Acemiyle, Rusuyla, Hintlisiyle, Çinlisiyle, Afrikalısıyla, Avrupalısıyla, Amerikalısıyla, yine devam edip bitirelim, beyazıyla, sarısıyla, siyahıyla, hepimizin bir yokülkemiz var olmalıdır. Onca insan, yokülkemizi düşünüp tasarlamaya, yazıp çizmeye ve söylemeye çekinmek değil, hız vermek durumundayız. Bunun için elbette kolektiflerin, özellikle onların örgüte, hele siyasal partiye dönüşmüş olanlarının ısrarlı ve üretken çabaları son derece önemlidir. Ama hiçbir tekil çabanın da ne önemsiz ne de değersiz olduğu söylenebilir.

Yüz elli beşinci yaşındaki büyük devrimcinin dediği gibi “Düşlerle, hayallerle hayat arasında bağ varsa, her şey yolunda demektir.”

                                                     /././

Cumhuriyet, Hasanoğlan ve Köy Enstitüleri -Ali Rıza Aydın-

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 105., Köy Enstitülerinin 85. yıldönümünde halkın bu topraklar üzerindeki egemenliği mutlaka ama mutlaka, bir daha kaybedilmeyecek şekilde inşa edilecek.

Köy Enstitülerinin 85. yılında, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM), Cin Ali Eğitim ve Kültür Vakfı, Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu Mezunları Derneği, İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği tarafından ortaklaşa düzenlenen etkinlik, “halk”sız cumhuriyet, “kadın”sız halk olmaz ilkesini kanıtlarcasına katılımcıları, sunucuları ve bildirimleriyle yalnızca Köy Enstitülerinin değil, Cumhuriyetin özüne uygun bir içerikle gerçekleşti.

THTM Sözcüsü Oğuz Oyan tarafından sunulan “Cumhuriyetin devrimci dinamiklerini aşındıran sınıfsal ittifaklar” konulu ilk bildiri, o günlerden bugünlere getirilen yıkımın analizinde dikkat çekici betimlemelerle yol gösterici oldu.    

Eğitimin siyasetten, ekonomiden, toplumsal ilişkilerden, bilimden ve kültürden, bütünsel olarak halktan ve yaşamdan koparılamayacağı; okul, öğretmen, öğrenci dar alanına sıkıştırılamayacağı hem Köy Enstitüleri kuruluş, çalışma ve kapatılış örnekleriyle hem de o günlerden bu günlere değişen ilişki ve koşullar değerlendirilerek anlatıldı. Kuruluş ve kapatılışın, Köy Enstitüleri tarihinin sınıfsallığı ince ince işlendi, geleceğe yönelik öneriler tartışıldı.

Vurgulanan birçok gerçeğin içinde dikkat çekilmesi gerekenlerden biri, sömürücü düzen içinde “yeni” diye halka sunulmaya kalkışılanların asla yeni olmadığı ve olmayacağı, yinelemeden öteye geçemeyeceğiydi. Sömürücülerin egemenliğindeki cumhuriyet, devlet, hukuk, anayasa, eğitim, sağlık ve diğer hak ve özgürlükler ne kadar üzerinde oynanırsa oynansın ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, düzen değiştirilemiyorsa sömürü ideolojisinin devam edeceği, ayağa kalkışların ve aydınlanmanın sürdürülmesinin engelleneceği Cumhuriyet döneminde birçok alanda yaşanmıştı. Köy Enstitüleri de bunlardan biriydi.

Köy Enstitülerinden alınması gereken ders kuruluş ve çalışma koşullarıyla, yetiştirdikleri değerlerle ve biriktirdikleriyle olduğu kadar, kapatılmalarındaki siyaset ve ideolojiyle birlikte okunmalı. Toplumsal ve anayasal gelişme ve gerileme tezleriyle değerlendirildiğinde bu siyaset ve ideoloji kapitalist/emperyalist dünyaya eklemlenme ilişkilerinin içinde olduğu sömürücü düzeni ve onun siyasal programını işaret ediyor. 

Köy Enstitülerinin kapatılmasında söz ve karar sahibi olan siyaset, onlardan ders almak bir yana enstitü gerçeğini yok sayarak eğitimi gericiliğe ve piyasaya teslim eden siyasettir. Düzen içi siyasi partilerin farklılaşması onların ekonomi politiğinin aynılaşması gerçeğini dün olduğu gibi bugün de ortadan kaldırmadı.

23 Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi teori ve pratiğinde de aynı teslimiyeti görmek şaşırtıcı değil. Meclis içindeki siyasi partilerin, siyasi iktidarların değişmesi tabloyu hiç değiştirmedi. Son yirmi üç yılda değişmeyen siyasal iktidar, başkanlı rejime geçiş, sermaye sınıfının emrine hazır bir eğitim ve akademi söz konusu. Halk iradesinin en güçlü dayanağı olması gereken Meclis işlevsizleştirilerek, önemsizleştirilerek gerici ve sömürücü düzenin parçası yapıldı. Devlet ve hukuk aynı yolun yolcusu…

“Kuran iradenin kapattığı” Köy Enstitüleri burjuvaziyi anlatacak en dikkat çekici örneklerden biri. Cumhuriyet, burjuvazinin elinde 101. yılına yıkımla geldi. Aydınlık karanlığın, laiklik gericiliğin içinde ihanete uğratıldı. Halkın olması gereken, piyasanın içinde bir avuç zenginin oldu.

“Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde, Maarif vekilliğince Köy enstitüleri açılır.” diye başlıyor 17. Nisan 1940 tarihli (3803 sayılı) Köy Enstitüleri Kanunu. Yalnızca öğretmenlik değil, “tayin edildikleri köylerin her türlü öğretim ve eğitim işlerini” görmekle, “Ziraat işlerinin fennî bir şekilde yapılması için bizzat meydana getirecekleri örnek tarla, bağ ve bahçe, atelye gibi tesislerle köylülere rehberlik” etmekle ve “köylülerin bunlardan istifade etmelerini” sağlamakla görevlendiriliyor. 1946’dan sonra kapatılmaya başlayan Köy Enstitüleri bir yandan da görev ve yetki daraltılmasına tabi tutuluyor. 1954’de ilköğretmen okullarıyla birleştirilerek (6234 sayılı Kanunla) tamamen yok ediliyor.

Görüldüğü gibi “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik bir hukuk devletidir” demek, bu kuralı yineleyip durmak ne sorunları önlüyor ne de çözüyor. Hukukla gelen hukukla götürülüyor.

Kuruluşun samimiliği ve kararlılığının, üretilenin ve biriktirilenin ihanete uğramasında kapitalizmin, emperyalizmin, ABD’nin bağlantısı açık. Köy Enstitülerinden alınacak ders günümüzün değişen koşulları yanında sınıfsal içerik ortadan kaldırılmadan değerlendirilip yaşama geçirilemez

Etkileyici, düşündürücü, yeşiller arasında büyük ve planlı bir yerleşke Hasanoğlan. Yalnızca gezilip anılacak değil, sahip çıkılacak bir kültürel değer.  

Devrimin merkezi olacak yer diye düşünmeden edemedim.              

Yanı başımda bir hareket. Ne oluyor gibisinden başımı çevirdim. “Senin bende hiç fotoğrafın yok” dedi bir ses, sevgi ve umut adına deklanşöre bastı. Hasanoğlan… Artık elinde benim bir fotoğrafım var. O beni bırakmadıkça ben onu bırakır mıyım hiç.

Hasanoğlan’da, Anadolu’nun ve Trakya’nın dört bir yanına nakış gibi işlenmiş Köy Enstitülerinde okuyan tüm aydın yürekli insanlara, onlardan bize devreden tüm aydın yürekli öğretmenlere seslendim ben de İsmail Hakkı Tonguç’un diliyle: “Elimden gelse bütün dünya okullarına insanın insanı sömürmemesi adlı bir ders koyar”dım.

Onlar ağaçları dikti, taşları hazırladı, harcı kardı, imar etti. Beyinlerini aydınlattı, beyinleri aydınlatacak yolları açtı. Cumhuriyet dediler adına… Gericiliğin, sömürücülüğün ihanetine uğradılar.

Bütün deklanşörlere sömürülmeyen insanlar için, eşitlik, sevgi ve umut için basacağımız günler aydınların, sanatçıların, emekçilerin savaşımıyla gelecek.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 105., Köy Enstitülerinin 85. yıldönümünde halkın bu topraklar üzerindeki egemenliği mutlaka ama mutlaka, bir daha kaybedilmeyecek şekilde inşa edilecek.1

1Yeniden Devrimci Meclis, Yeniden Halk İradesi, Mutlaka Sosyalizm!”,   https://www.tkp.org.tr/aciklamalar/yeniden-devrimci-meclis-yeniden-halk-iradesi-mutlaka-sosyalizm/  

                                                                            /././

Proje okulları (!)-Rıfat Okçabol-

Bakanlık ne yapacağını şaşırınca, “Gün bugündür” deyip öncelikle 8-9 yıldır bir türlü istediği kıvama sokamadığı proje okullarına el atmıştır.

Anımsanacağı gibi AKP lideri, 2012 Şubatında “Dininin ve kinin davacısı olacak gençlik” istemişti. Bu amaçla bir ay kadar sonra ve de oldubittiye getirilerek, 30 Mart 2012’de 4+4+4 yasası çıkarılıp imam hatip ortaokulları açılmıştı. Okula başlama yaşı bir yaş erkene alınıp ortaokullar 6 yerine 5. sınıftan başlatılarak küçücük çocukların imam hatiplere yönlendirilmesinin önü açılmıştı. Yüzlerce okul imam hatiplere dönüştürülürken yeni imam hatipler açılmış ve sınavsız girilen genel liseler kapatılmıştı. Aynı zamanda da iktidar yetkilileri, “İmam hatipli olmak iffetli olmaktır” ve “İmam hatipleri toplumun en gözde okulu haline getireceğiz” gibi imam hatip güzellemeleri yapmaya başlamışlardı.

O yıllarda ülkemizde zaman içinde toplumun gözdesi haline gelmiş bazı Anadolu liseleri vardı. İmam hatiplerin bu okullarla yarışmasının olanağı yoktu. İmam hatipçiler için yapılması gereken işlerden biri, toplumun çocuklarını göndermek istedikleri bu okulları gözden düşürmekti. Öyle de yaptılar: 14 Mart 2014’te dershane yasasını çıkardılar. Bu yasayla eğitim bakanına istediği okulu "proje okulu" olarak seçip doğrudan bakanlık merkez teşkilatına bağlama ve seçilen okulların yöneticilerini ve öğretmenlerini doğrudan atama yetkisi verildi.

Bu uygulama başladığında, İstanbul 12. İdare Mahkemesi tarafından durdurulmuş olsa da, uygulamaya devam edildi.

Bu uygulamayla proje okullarındaki öğretmenlerin bir kısmı keyfi olarak başka okullara gönderildi. Proje okuluna bakanın atadığı kişiler içinde, “Bütün okullarımızın imam hatip lisesi gibi olması zamanı geldi” ve benzeri sözler söyleyenler çıktı. Bu gelişmeler nedeniyle proje okulu öğrencilerinden tepkiler geldi. Örneğin İstanbul Lisesi’nin 2016 mezuniyet töreninde, Bakan Avcı’nın atadığı okul müdürü konuşma yapmak için sahneye çıktığında, öğrenciler arkalarını döndüler. Bu okullarda öğrenciler, “Yandaş değil, çağdaş idare” istediler. Yine de uygulamaya devam edildi.

Danıştay, 1 Eylül 2016’da yürürlüğe giren Proje Okulları Yönetmeliğini, bakana aşırı yetkiler verilmesi ve proje okullarındaki öğretmenlere 8 yıl sınırı getirilmiş olması gibi nedenlerden dolayı Anayasa’ya aykırı bularak Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu. Ancak mahkeme, 12 Nisan 2017’de bu davayı reddetmişti. Ardından da, proje okullarıyla ilgili uygulamalar günümüze kadar artarak devam etmiş ve okul sayısı 2300’lere ulaşmıştır. 
    
İktidar bu okullarda kadrolaşmışsa da, proje okulları, birikimleri nedeniyle, belirli ölçülerde de olsa niteliklerini koruyabilmiş ve de toplumun gözde okulları olmayı sürdürebilmiştir. İmam hatip tercihi istenilen düzeyde olmayınca, iktidar/bakanlık, gerici 2017 müfredatını uygulamaya başlamış ve ortaöğretime geçiş sınavını, daha çok öğrencinin imam hatiplere yönelmesine sağlayacak yönde değiştirmişti. Bu değişiklikler de işe yaramayınca iktidar/bakanlık, geçen yıl "Türkiye 100 Yılı Maarif Modeli"ni uygulamaya başlamış ve “Dininin ve kininin davacısı” yurttaş değil tebaa olacak gençleri eğitecek öğretmen yetiştirmek üzere "Milli Eğitim Akademisi"ni açmıştı.

Ancak 18 ve 19 Mart 2025 günlerinde iktidarın gerçekleştirdiği akademik darbe (diploma iptali) ve hukuk darbesi (İBB başkanı ve yöneticilerinin tutuklanması) üzerine kitlesel tepkiler artmıştır. Bu tepkiler, toplumun büyük çoğunluğu gibi, lise ve üniversite gençliğinin de genelde dininin ve kinin davacısı olmak yerine özgürlükten ve adaletten yana olduğunu göstermiştir. 

Bu tepkiler iktidarda ve bakanlıkta bir panik yaratmıştır. Bakanlık ne yapacağını şaşırınca, “Gün bugündür” deyip öncelikle 8-9 yıldır bir türlü istediği kıvama sokamadığı proje okullarına el atmıştır. Bakanlığın şaşkınlığı ve ne yaptığını bilmemesi, kadro değişikliği için öğretim döneminin bitmesini bekleyememesinden bellidir. Binlerce öğretmenin okullar açıkken görevden alınmasının duyurulması ya da görev yerinin değiştirilmesinin tek anlamı vardır: Proje okullarına darbe vurmaktır; öğrenciyi düşünmemektir. Bu arada bakanlığın şaşkınlığı, ne yazık ki bu olayla da sınırlı değildir. Örneğin bakanlık Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliğini 22 Şubat 2025’te yenileyip yayımlarken, bu yönetmeliğe proje okullarıyla ilgili bir madde koymayı gerekli görmemiştir ya da unutmuştur! Geçen hafta 15 bin öğretmenin atanacağı açıklaması da, bakanlığın, okullarda en azında 15 bin öğretmen açığı olduğunu bile bile bu atamayı okullar açılırken yapmadığını göstermektedir.

Ataması yapılacak öğretmenler içinde din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenlerinin üçüncü sırada olması, bakanlığın okulları imam hatipleştirme amacının bir başka göstergesidir.

Bir proje okulu müdürünün “Eğer ki Eğitim-Bir-Sen’e üye olsaydınız bu başınıza gelmezdi” demesi, bu görevden alınmaların laik ve bilimsel eğitimi savunanları kapsadığının kanıtı gibidir. Anayasal haklarını kullanıp barış içinde bu görevden alınmaları kınayan öğrencilere proje okulu yöneticilerinin tehditleri ve okulu geçici olarak kapatmaları gibi uygulamalar da, hem şaşkınlığın hem de uygulamanın kötü niyetli olduğunun göstergesidir.

Doğal olarak laik ve bilimsel eğitimi savunan öğretmenler ve sendikalar bu uygulamaya karşıdır. Bu uygulamaya, Cumhur İttifakını destekleyen ve MHP’ye yakın sendikanın da karşı olması, olayın eğitsel açıdan ne denli vahim olduğunu göstermektedir.

18-19 Mart olayları üzerine gösteri yapan öğrenciler için “Baltalarla katıldılar” diyebilen bir kişinin bakan olduğu bir kurumdan, topluma yararlı bir uygulama beklenmeyeceği bir kez daha görülmüştür.

                                                         /././

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...