T-24 "Köşebaşı + Gündem" -29 Nisan 2025-

Prof. Dr. Naci Görür'ün bu görüntülerine tepki yağdı: Japon deprem uzmanının konut projesi için "Burada afet olmaz" dedi

İstanbul için sık sık büyük deprem uyarılarıyla gündeme gelen Prof. Dr. Naci Görür'ün, bir inşaat firmasının konut projesini ziyaretinden görüntüleri ortaya çıktı. Görür, "Böyle iyi yapılmış projelerde afet boyutunda bir şey olmaz" ifadeleriyle reklam yaptığı gerekçesiyle sosyal medyada eleştiri aldı. İnşaat firmasının, İstanbul'da yıkıcı deprem beklediği yönündeki açıklamalarıyla gündeme gelen Japon deprem uzmanı Yoshinori Moriwaki'ye ait olduğu öğrenildi.

6 Şubat 2023'te meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından Prof. Dr. Naci Görür, konuyla ilgili açıklamaları en çok merak edilen ve yakından takip edilen isimlerden biri haline geldi. 23 Nisan'da İstanbul'da meydana gelen 6,2 büyüklüğündeki depremden sonra da vatandaşlar, Görür ve diğer deprem uzmanlarının açıklamalarını merak ve endişeyle takip etmeye başladı. Bazı uzmanlar, depremin bölgede olabilecek en büyük sarsıntı olduğunu savunurken, bazıları ise asıl beklenen büyük depremin hâlâ yaklaşmakta olduğunu ve 6,2'lik sarsıntının süreci hızlandırdığını ileri sürdü. Prof. Dr. Naci Görür de 'büyük İstanbul depreminin' yaklaştığı görüşünü savunan isimler arasındaydı.

Prof. Dr. Görür, bu kez bir inşaat firmasını ziyaretinden paylaşılan görüntülerle gündeme geldi. 'Japon Konutları' adlı projeyi ziyaret eden Görür, "Böyle iyi yapılmış projelerde afet boyutunda bir şey olmaz" ifadelerini kullandı. Ziyaret sırasında çekilen video, inşaat firmasının sosyal medya hesabından yayınlanırken, Görür, reklam yaptığı gerekçesiyle yoğun eleştiri aldı. Sosyal medyada konuya dair çok sayıda paylaşım yapıldı.

"Dudak uçuklatan metrekare fiyatı"

Görür'e tepki gösteren isimlerden biri de gazeteci Sevilay Yılman oldu. Yılman, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, "İstanbul'da çok büyük deprem bekliyor iddiasını sürdüren Prof. Dr. Naci Görür, depreme dayanıklılığıyla övünen Sancaktepe Japon Konutları'nı pazarlamak için reklam filminde rol almış. Tesadüfe bakın ki inşaatı yapan firma da Görür'le aynı tezi savunan Japon Yoshinori Moriwaki'ye ait. Konutların metrekare fiyatları ise dudak uçuklatıyor. Ne güzel dünya değil mi?" ifadelerini kullandı.

(https://www.instagram.com/soylemezsemolmazofficial/reel/DI_WBiIiFU9/)

(https://www.youtube.com/watch?v=ESPdCefi3sQ)

(https://www.habervakti.com/buyur-buradan-yak-deprem-uzmanlari-konut-pazarlamasinda#)

                                                            ***

Cesedi yakılmış halde bulunan Afgan işçi Nourtani davasında karara itiraz: Avukatı savunma yapamadı, beyanlar yanlış ve eksik kayda geçirildi!-Candan Yıldız-

Keşif yapılmadı, kaçak ocakların araştırılması talebi reddedildi, başka kaçak ocak ölümünün "trafik kazası diye örtbas edildiği" iddiası araştırılmadı.

 Vezir Mohammad Nourtani

Başından itibaren takip etmeye çalıştığım bir dosya Afgan işçi Vezir Muhammed Nourtani’nin ölümü…

Nourtani, Zonguldak’ta ‘çakal ini’ olarak nitelendirilen kaçak bir kömür ocağında önce yaralandı, hastaneye görütülmedi, yakıldı. Sol böbreğinin olmadığı da adli tıp raporlarında ortaya çıktı.

Canlıyken mi yakıldı, öldükten sonra mı yakıldı sorusu netleşmeden mahkemeden karar çıktı.

Bu öyle bir dava ki hak arayışından birinci derece sorumlu olan yargının hali pür melalini açık etti.

Zonguldak 1. Ağır Ceza Mahkemesi altı sanığın yargılandığı davayla ilgili kararını 11 Nisan’da verdi.

Kaçak kömür ocağının ortaklarından eski MHP Gelik Belde Başkanı Hakan Körnöş ve Enver Gideroğlu ‘taksirle öldürme’ suçundan 5 yıl 8 ay, Körnöş’ün kuzeni Ahmet Aydın delil karartma suçundan 4 yıl 6 ay ceza aldı. Ocak çalışanları Sercan Kayabaş ve Eray Demirö aynı suçtan 2’şer yıl, ocak çalışanı Ahmet Çayırlı’nın ‘delil karartma’ suçundan aldığı ceza ise 1 yıl 8 aya düşürüldü.

Mahkeme gerekçeli kararını açıkladıktan sonra Nourtani için adalet arayan avukat Kerim Bahadır Şeker, karara itiraz dilekçesini sundu.

Dilekçeden öğreniyoruz yargısal sürecin garabetini…

Avukat Şeker, karar duruşmasının olduğu gün salonda beyanlardan bulunurken "Zonguldak'ta şu an hava 2 derece, dışarısı soğuk ve kar yağıyor..." dedi ve sanık Enger Gideroğlu’nun avukatı Asena Yaşar araya girerek “Bu avukat buraya şov yapmaya gelmiş, bizimle dalga geçiyor, aklımızla alay ediyor” müdahalesinde bulunur.

Bunun üzerine Şeker “sıra sana da gelecek” cevabını verir ve mahkemece duruşma düzenini bozucu olarak değerlendirir ve Şeker’e ihtarda bulunur. Bunun üzerine Şeker “Sadece benim dediğimi mi yazıyorsunuz?” diyerek sanık avukatının beyanlarının neden kayda geçirilmediğini sorar.  Mahkeme başkanı salondan çıkarılmasını ister ve Şeker çıkarılır.

Bir kez daha hatırlatayım, karar duruşmasında!

Oysa Şeker’in sözü kesilmeyip duruşmada beyanlarına devam edebilseydi şunu söyleyecekti:

"Müvekkilimin çocukları engelli, birisinin dizden aşağısı yok, birisinin kulakları tamamen duymuyor, eve tek bakmakla yükümlü müteveffa Vezir Mohammed Nourtani ise mahkemede yargılanan sanıklarca fikir ve eylem birliği içerisinde diri diri yakılarak öldürülmüştür."

Beyanların eksiksiz olarak kayda geçirilmesini talep etmek savunmanın görevidir. Çünkü sonraki aşamalarda beyanlara, kayıtlara bakarak karar verecek üst mahkemeler.

Eksik ve yanlış beyan kaydı bununla sınırlı kalmaz. Avukat Şeker duruşma salonundan çıkarılınca Afgan işçinin eşi (Qamer Gul Meliki’nin) tepki gösterir “Bu salonda hukuk, adalet yok” diyerek duruşma salonunu terk etmek ister. Mahkeme ise bu sözleri tutanağa “salondan çıkmak istiyorum” şeklinde kayıtlara geçirir!

Şeker’in karara itiraz nedenlerinden biri “tek taraflı bir savunma ile karar verilmesi ve silahların eşitliği ilkesinin zedelenmesi.”

Dilekçeden devam edelim…

Afgan işçinin ölümünün aydınlatılması için hangi taleplerin reddedildiğini de hatırlıyoruz.  Örneğin keşif talebi…

Avukat Şeker diyor ki “Oysa o keşif yapılsaydı sanıkların maden ocağından cesedi taşıdıkları nokta ile yakma işlemini yaptıkları nokta arasındaki mesafenin, aracın kat ettiği sürenin, normal şartlarda ambulans çağrılsaydı ne kadar zamanda gelinebileceği ortaya konulabilirdi.”

O zaman iş kazası mı, planlı bir cinayet mi şüphesine net yanıtlar üretilmiş olurdu.

İş cinayetlerinin sürekli yaşandığı kaçak kömür ocaklarından yola çıkılarak Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ve Enerji Bakanlığı’na yazı yazılarak ocakla ilgili ihmallerin araştırılması da talep edilir. Mahkeme bu talebi de reddeder.

Oysa bu kaçak ocak defalarca kapatılmış yine de işletilmeye devam etmiş.

Bir diğer çarpıcı konu ise sanık müdafilerinin bir duruşmada “Zonguldak’ta bu tarz olaylar normaldir”diyerek bir başka kaçak ocak ölümünün trafik kazası diye örtbas edildiğini açıkça belirtmesi. Buna rağmen mahkemenin bu iddianın peşine düşmemesi!

Çelişkili adli tıp raporlarının kararda dikkate alınmaması, Afgan işçinin yakınları olan iki tanığın ifadesinin Türkiye’de olmadığı gerekçesiyle  alınmaması, müşteki tarafın ifadelerinin istinabe yoluyla alınması talebinin de reddedilmesi, Nourtani’nin sol böbreğinin olmamasının nedeninin açığa çıkarılmaması…

Şeker’in Zonguldak 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararına itirazının gerekçeleri böyle. Bu nedenle istinaf dilekçesinde dosyanın yeniden görülmesini istendi. Reddi hakim talebinde de bulunuldu. Avukat Şeker Hakim ve Savcılar Kurulu’na mahkeme heyetini de şikayet etti.

Bakalım Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi’nin ilgili ceza dairesi ne karar verecek?

TIKLAYIN:  Yakılan Afgan işçiyle ilgili bilimsel değerlendirmeyi okuyun ve sorun: Bu dosyadan adalet çıkar mı?

TIKLAYIN:  Vahşet davası başladı: Afgan işçi yaralanınca tedavi edilmek yerine yakılarak öldürüldü, cesette sol böbrek bulunamadı!

TIKLAYIN: Afgan işçi Nourtani yaralandığında hastaneye götürülmedi, aracın bagajına konuldu, yakıldı; davası topluma emanet

                                                                    /././

İBB soruşturması dosyasına giren “jammer” kullanımı nasıl uygulanıyor?-Tolga Şardan-

İBB’deki kaynaklar, İmamoğlu’nun jammer kullanma gerekçesinin, bir terör eylemine hedef olmaktan daha çok, kendisinin ve yakın çevresinin iletişim güvenliğini sağlamak amaçlı olduğuna dikkati çekti. Emniyet’in açıklaması, biraz da İmamoğlu’na yönelik “yasa dışı takip ve izleme yapıldığı” iddialarına karşı “cambaza bak” mantığıyla yapılmış gibi duruyor.

jammer

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanlığı’na bağlı İSKİ’ye yönelik operasyon dosyasına giren “jammer” konusu, soruşturmanın önüne geçti neredeyse.

İBB’nin tutuklu Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’daki bir otelde gerçekleştirdiği görüşme sırasında elektronik sinyal kesici cihaz (jammer) kullanılması ve kameraların polis korumalarca kapatılması iktidar ile muhalefet arasında polemik yarattı kuşkusuz.

Jammer adı verilen elektronik cihaz; kullanılan mesafe ve alana göre değişebilen elektronik frekans aralığındaki sinyallerin kesilmesini sağlıyor. Böylece, ses ve görüntü aktarımının önüne geçiyor.

Peki jammer nasıl kullanılıyor? Hangi koşullarda jammer sahibi olunabiliyor?

Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere çoğunlukla güvenlik konularıyla bağlantılı siyasetçi ve kamu yöneticileri, iki amaçla elektronik sinyal kesici cihazı yani jammer’ı kullanıyor:

1-Yasa dışı telefon ve ortam dinlemelerinin engellenmesi.

2- Terör örgütlerinin uzaktan kumandalı patlayıcı madde kullanarak gerçekleştireceği saldırı eylemlerini önlemek.

Teknolojinin nimetinden faydalanma!

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte nefes aldığımız bu coğrafyada yakın dönemlerin en büyük sorunlarından biri, yasa dışı telefon ve ortam dinlenmesi faaliyetleri oldu.

Çok detaya girmek istemiyorum, ancak 2000’lerin başında iletişimin sabit telefon hatlarından mobil sistemlere hem de hızlı bir geçiş yapmasıyla birlikte, yasa dışı telefon takibi ve dinlemesi hayatımıza girdi.

Söz konusu zaman diliminde, aynı zamanda AKP’nin iktidara gelişine paralel biçimde Fetullah Gülen ekibinin, gerek devlet gerekse halka dönük en seri ve etkin biçimde kullandığı teknik takip yönteminin başında geldi sayısal veri takipleri.

Sonuçta, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve kimi bakanlar ile güvenlik bürokrasisinde etkin konumdaki üst düzey bürokratların programlarında yukarıda aktardığım iki gerekçe ile jammer kullanılıyor.

Yeri gelmişken, her ne kadar İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya jammer kullanmadığını açıklasa da Ankara ve İstanbul içinde kullanmadığı biliniyor. Ancak yakın zamana kadar terör eylemlerinin yoğun olduğu bölgelere gittiğinde Yerlikaya’nın konvoyunda jammer bulunduğunu belirteyim. Hatta kimi kentlerin valileri ve üst düzey askeri yetkilileri, polis yöneticileri, terör eylemlerine karşı elektronik sinyal kesici cihazı kullanmakta. Ayrıca, Yerlikaya’nın selefinin de aynı cihazı kullandığı biliniyor.

Yine geçmişten bir örnek vereyim; ortam dinlemesi yapılmasına. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın odasında yapılan araştırmada ortam dinlemesi yapıldığı ortaya çıkarılmıştı. Ülkenin İçişleri Bakanı’nın makam odasına yönelik ortam dinlemesi yapıldığıysa varın gerisini siz düşünün!

Sağır odadan jammer’e geçiş

O günlerden bugünlere gelindiğinde ülkedeki atmosfer rahatlamak yerine bilakis daha da ağırlaştı, yoğunlaştı.

Bu yaşam şartları altında önemli konumdaki kişiler ve kurumlar, devletin sağladığı güvenlik koşullarının yanında ayrıca kendi güvenlik önlemlerini de oluşturmak zorunda kalıyorlar.

Tabii burada İBB Başkanı İmamoğlu’nun jammer kullandığı sıradaki faaliyetinde suç unsuru var mı, yok mu? Henüz belli değil, adli soruşturma sonucunda anlaşılacak.

Bu kapsamda şöyle bir tablo var; İmamoğlu hakkındaki koruma kararı, olası bir suikast ya da eyleme karşı alınacak güvenlik önlemleri çerçevesinde verilmiş bir resmi karar.

Dolayısıyla, bu güvenlik önlemlerinin alınması için görevlendirilen polisler, korudukları kişinin yani İmamoğlu’nun korumasında kendi bilgi ve birikimlerinin yanında farklı teknik olanakları da kullanır. Koruma kararlarında bu durum, jammer, kimyasal gaz, dürbün gibi isimlendirilmez.

Her ne kadar Emniyet Genel Müdürlüğü, atıf yaptığı 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’nun 2. maddesinin 3. fıkrasında ki hükme dayandırsa da, yasanın bütününde açıklamada belirtilen kurumların dışındaki kurum ve kuruluşlara doğrudan bir yasak getirmiyor.

Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açıklamasında “belediye başkanları ve belediyelerin jammer kullanacak kurumlardan olmadığı” belirtilse de, yasa hükmünde suç teşkiline yönelik bir ifade ya da tanım yok!

Aslolan, kişinin hakkında koruma kararının bulunmasıdır. Can güvenliğinin ne şekilde sağlandığı, hangi teknik cihazların kullanıldığı yönünde bir hükme yer verilmiş değil.

Kaldı ki, EGM’in atıf yaptığı yasa hükmünde yer aldığı şekliyle frekans planlama, tahsis ve tescili kapsayan 36. madde ile kodlu ve kriptolu haberleşmeyi düzenleyen 39. madde içeriğinde hükümde belirtilen kamu kurumları dışında kalanlara yönelik suç unsuru barındırmıyor.

Hatta daha ötesinde, hükümlerde kamu kurumlarının dışında kalanları taleplerine göre düzenleme yetkisi Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na verilmiş durumda.

Ancak, İmamoğlu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olarak devletin verdiği koruma kararı çerçevesindeki hizmete bağlı kalmayıp, elindeki olanaklar çerçevesinde kendi güvenliğini de almış görünüyor.

Görüştüğüm İBB’deki kaynaklar, İmamoğlu’nun jammer kullanma gerekçesini, terör saldırısına hedef olma olasılığı sebebiyle alınacak güvenlik önlemleri içinde her türlü olanağı kullanmak olarak açıkladı.

Zaten, korunan kişiye yönelik risklerin bertaraf edilmesi, koruma görevinin esasını oluşturur. Önemli olan korunan kişinin can güvenliğinin en üst dereceden sağlanmasıysa, ortaya çıkan tabloyu da tartışmak ikinci planda kalır, kuşkusuz.

Elbette, suç unsuru olmayan bir durumda İmamoğlu’nun jammer kullanması, savcılıkça nasıl değerlendirilecek yakında ortaya çıkacak.

Hatırlıyorum, AKP iktidara geldikten hemen sonra Ankara’da şube açan İstanbullu ünlü bir pastane firması, AKP’lilerin yoğun yaşadığı Çukurambar’daki işletmesinde “sağır oda” uygulaması başlatmıştı.

Özellikle Fetullah Gülen cemaatinin yanı sıra kendilerini hedef aldıklarını inandıkları kamu kurumlarının takibinden kurtulmak için söz konusu işletmenin sağır odalarında buluşmaları tercih etti AKP’liler uzunca bir süre.

Yine edindiğim bilgiye göre, şimdilerde pek tercih edilmez olmuş, kurşun plakalardan duvarları olan sağır odalar!

Şimdi ise, İmamoğlu, jammer kullanarak kendi sağır odasını yaratmış, mobil jammerlarla.

Jammer’ı kullanma süreci

Peki, jammer’ı her isteyen kullanabiliyor mu?

Yanıt: Hayır.

Şöyle ki, kamunun dışında özel firmalar veya kişiler jammer kullanmak istediğinde Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’ndan izin almak zorunda. İzin almak için de güvenlik konusunda devletin ilgili kurumlarını ikna etmek durumunda.

Özel firma ya da kişilerin jammer kullanabilmesi için uygulayacakları yöntem genellikle özel güvenlik hizmeti veren şirketler.

Tabii özel güvenlik hizmeti veren firmaların da yine talepte bulunan firma ya da kişilere yönelik jammer kullanabilmesi için Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na bildirimde bulunulması gerekiyor.

Kaldı ki, elektronik sinyal kesici cihazın kullanılması özel hukuk sisteminde sıkıntılı. Zira, çevrede yaşayan birey / bireylerin iletişimin etkilenmesi, sürecin kullanan ve etkilenenler açısından mahkemelik olmasının önünü açabilir.

Yanı sıra, her yerde çok kolay temin edilemeyen cihazların ithalinde de Ticaret Bakanlığı’na bildirimde bulunulması koşulu var.

Jammer’ı kullanma yetki belgesi

Ayrıca, özel güvenlik firmaları üzerinden koruma hizmeti alan kişi ya da firmaların talepleri, illerde valiliğin koordinesinde faaliyet yürüten özel güvenlik koruma komisyonunda değerlendiriliyor.

Örneğin, bir kişi ya da firma, anlaşma yaptığı bir özel güvenlik firmasından beş kişilik yakın koruma ekibi talep etti. Bu talep, komisyonda değerlendiriliyor. Komisyon, korunacak kişinin risk analizine göre sayıyı azaltabiliyor. Burada kişinin, hakkındaki risk konusunda ikna edici gerekçeleri ortaya koyması şart.

Aynı süreçte, koruma hizmeti almak isteyenler, talep başvurularında hangi teknik cihaz ya da ekipman bulundurmak istediklerini valiliklere bildiriyor. Bu bildirime jammer cihazı dahil değil. Kelepçe, CCTV, x-ray, kask, dürbün, kimyasal gaz (biber gazı), kapı ve el dedektörü, kalkan, plastik jop yer alıyor.

Valilikler, talep sahiplerinin isteğine birebir onay vermek zorunda değil. Yine risk analizine göre hangi teknik cihaz ve ekipmanların kullanılacağına söz konusu komisyon karar veriyor.

Emniyet Genel Müdürlüğü’nce verilen “Güvenlik Cihazları Kullanma Eğitici Yetiştirme” kurs sertifikası sahibi olanlar jammer ve benzeri teknik cihazları kullanmaya yetkili.

                                                     ***

Büyüteç’i kaleme aldığım dün öğle saatlerinde Emniyet Genel Müdürlüğü, (EGM) jammer kullanımıyla ilgili resmi açıklama yaptı.

Emniyet Genel Müdürlüğü, açıklamasında belediye başkanlarının jammer kullanmaya yetkisi olmadığına dikkati olmadığına ve adını vermeden İmamoğlu’nun suç işlediğini vurguladı.

Az önce okuduğunuz bölümlerde tabloyu aktardım. EGM’nin bu açıklaması, biraz da İmamoğlu’na yönelik “yasa dışı takip ve izleme yapıldığı” iddialarına karşı “cambaza bak” mantığıyla yapılmış gibi duruyor.

Emniyet yönetimi deyim yerindeyse zevahiri kurtarmanın peşinde.

EGM’nin bu açıklaması yeni bir tartışmayı başlatacak. İmamoğlu cephesinden bakalım ne açıklama gelecek?

                                                             /././

Maliye, 2024’te 160 kişiye 22 milyon lira ihbar tazminatı ödemiş…-Murat Batı-

İhbar müessesesi, toplumda ve basında ihbar et, para ödülü al şeklinde önemli bir algı yaratmıştı.

Geçen yıl bu zamanlar hatırlarsanız Mehmet Şimşek, vergi kayıp/kaçağıyla mücadele etmek için yurttaşları ihbar etmeye çağırmış ve ihbar müessesesini  sosyal medya ve WhatsApp hatlarını kullanarak yapılmasını  istemişti.

Buna göre yurttaşlar düşük KDV oranı uygulanmasını, IBAN’a para istenmesini, kira gelirinin beyan edilmemesini, fiş/fatura verilmemesi gibi durumları ya sosyal medya hesaplarından ya da WhatsApp telefon hattından ihbar edip, bu işten belki de para kazanmayı hedeflemişti. Hatta bu ihbar müessesesi, toplumda ve basında ihbar et, para ödülü al şeklinde önemli bir algı yaratmıştı. Bana ihbar edersem ne kadar ödül alacağım şeklinde yüzlerce soru sorulmuştu.

Peki bu kadar yükselen ses sonucunda amaç hasıl oldu mu? Bakalım isterseniz.

Gelir İdaresi Başkanlığı 2024 yılı Faaliyet Raporunu 7 Nisan Pazartesi günü kendi internet sayfasında yayımlandı. Bu raporun 144’üncü sayfasında İhbar Dilekçeleri  başlığı altında “1905 sayılı Kanun uyarınca 2024 yılında ihbarda bulunan 160 kişiye ödenmek üzere toplam 22.398.978 TL ihbar ikramiyesi  ödeneği ilgili vergi dairesi müdürlüklerine gönderilmiştir” cümlesi bulunmaktadır.

Yani Gelir İdaresi Başkanlığı 2024 yılında 160 kişiye sadece 22 milyon 398 bin 978 lira ödeme yapmış. 22 milyon lira sosyal medya ve basında iştahı kabaran ihbara hazır binlerce kişiye yetecek bir tutar değil elbette. Zaten önceki yıllara da bakarsak Gelir İdaresi, çok fazla ödeme yapmamış.

Gelir İdaresi Başkanlığı’nın faaliyet raporlarından son 11 yılın ödenen ihbar ikramiyesi tutarlarını çıkardım. Aşağıdaki tabloda da görüldüğü üzere 1905 sayılı Kanun uyarınca 2024 yılında ihbarda bulunan 160 kişiye 22 milyon 398 bin 978 lira, 2023 yılında ise 176 kişiye 14 milyon 832 bin 566 lira ihbar ikramiyesi ödenmiştir.  

Son 11 yılda ise toplamda 3 bin 219 kişiye 120 milyon 599 bin 117 lira yani ihbar ikramiyesi ödenmiştir2024 yılında kişi başına yaklaşık 140 bin lira ödenmiş.

Ödül almak için ne yapmalıyım?

İhbar neticesinde ben de ödül alabilir miyim diyen varsa içinizde, aşağıdaki koşulları sağlaması gerekmektedir. Ancak evvela ödülün dayanağı olan kanunun adına bir bakalım isterseniz; 26.12.1931 tarih ve 1905 Sayılı Menkul ve Gayrimenkul Emval İle Bunların İntifa Hakları ve Daimi Vergilerin Mektumatı Muhbirlerine Verilecek İkramiye Hakkında Kanun uyarınca uygulanmaktadır.

Ödülün ödenebilmesi için gereken şartlar nelerdir?

Öncelikle şunu belirtmek gerekmektedir ki o da ihbarı yapana muhbir denilmekte ve tüm resmi kayıtlara ihbarı yapanın adının önüne muhbir yazılmaktadır.

1905 sayılı Kanun uyarınca ikramiyenin yani ödülün verilebilmesi için bazı şartların oluşması gerekmektedir. Bunlar aşağıda sırasıyla izah edilmiştir.

1-Muhbir kimliğini gizlememelidir. Yani ihbar eden kişi, adını soyadını, adresini ve diğer tüm kimlik bilgilerini açıkça belirtmelidir.

2-İhbar, dilekçeyle yapılmalıdır. 3071 Sayılı Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair Kanun m.4 uyarınca Türkiye Büyük Millet Meclisi veya yetkili makamlara verilen ya da gönderilen dilekçelerde, dilekçe sahibinin adı soyadı ve imzası ile ikametgâh adresinin bulunması gerekmektedir. Yani, yukarıda sayılan ibareleri barındırmayan yazıların dilekçe niteliğini haiz olması ve dolayısıyla ihbar niteliğini taşımaması gerekir. Hatta aynı Kanun m.6 belli bir konuyu ihtiva etmeyen, yargı mercilerinin görevine giren konularla ilgili olan ve dilekçe sahibinin adı, soyadı, imza ve ikametgahına ilişkin şartlardan herhangi birini taşımayan dilekçelerin incelenemeyeceği belirtilmiştir. Bu nedenle sosyal medya hesaplarından ya da WhatsApp’tan gönderilen ihbarların ne ölçüde ihbar dilekçesine konu olduğu hususunda bir bilgim yok maalesef. Ama sanıyorum ki bu yolla yapılan ihbarlara ödül verilmedi. Ya da ödendi ise Bakanlık bir açıklama yapar biz de öğrenmiş oluruz.

3-Dilekçede ihbar ikramiyesi de talep edilmelidir.

4-Muhbir, ihbarından vazgeçmemelidir.

5-Her vergi, ihbar ikramiyesine konu değildir. İhbar ikramiyesine konu vergiler devamlı vergilerdirÖrneğin gelir, kurumlar, katma değer, damga, gider ve veraset ve intikal vergisi gibi devamlılık arz eden vergiler ihbar ikramiyesinin konusuna girer. O yüzden özellikle bir defaya mahsus çıkarılan vergiler ihbar ikramiyesinin konusuna girmez. Buna göre geçici vergi, 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu kapsamındaki gelirler, gümrük vergisi, Gümrük İdareleri tarafından alınan vergi ve resimler gibi alacaklar üzerinden ikramiye ödenmez.

6-İhbar edilen hususla, tespit edilen vergi kaçağı arasında bir illiyet bağı olmalıdır. Muhbir, bir kişi hakkında vergi kaçakçılığı yaptığına ilişkin bir ihbarda bulunup onu delillerle desteklemediği sürece bu ihbar için kendisine herhangi bir ödeme yapılmaz. Örneğin muhbir, bir dilekçeyle vergi idaresine başvurup şu şirket vergi kaçırıyor dedikten sonra bunu nasıl, hangi yollarla ve belge gibi somut bir delil sunmadığı sürece olası bir inceleme sonucunda o ihbarı doğru çıksa dahi o kişiye ikramiye verilmez. O nedenle verilecek ikramiye ihbar edilen ve delillerle desteklenen ihbarla sınırlıdır. Örneğin sadece satış fişi vermedi diye bir ihbar sonucunda o şirketin esasında sahte belge de düzenlediği tespit edilir ve şirkete yüklü bir ceza kesilmesi durumunda muhbirin şikayetiyle bu yeni durumun bir ilgisi olmaması nedeniyle ikramiye ödenmeyecektir.

Özetle, ihbar üzerine yapılan inceleme ve/veya vergi idaresinin tarhiyat işlemleri sonucunda bulunan vergi kayıp ve kaçağıyla ihbar dilekçesinde iddia edilen hususlar arasında bir illiyet bağı bulunmalı ve dolayısıyla da yapılan tarh ve kesilen cezalar muhbirin dilekçesiyle birlikte verdiği somut delillere dayalı olarak tespit edilmiş olmalıdır. Aksi durumda ikramiye verilemez.

7-Geriye yönelik 5 yıllık süre içindeki işlemler ihbar edilebilir. İkramiye alınabilmesi için geriye doğru 5 yıl içinde oluşmuş vergi kayıp kaçağına neden olmuş işlemler ihbar edilebilir. Örneğin bugün itibariyle 2016 yılındaki bir işlemin ihbar edilmesi sonucunda bulunacak kayıp ve kaçağın tahakkuk/tahsil zamanaşımına uğramış olma ihtimali nedeniyle ikramiyeye konu olması pek mümkün olmayacaktır.

8-İhbar edilenle alakalı daha önce bir vergi incelemesine başlanılmamış olmalıdır. İhbar edilen konuyla alakalı vergi idaresi daha önce bir vergi incelemesine başlamışsa o zaman ihbarınız boşa düşecek ve ikramiye alamayacaksınız. 

Aynı şeyi birden fazla kişi ihbar etmişse hepsine mi ikramiye verilecek?

Aynı şeyi/konuyu birden fazla kişi ihbar etmişse ilk ihbar edene ikramiye ödenir. Yani aynı konuda birden fazla ihbar yapılmışsa bu ihbarların tarihlerine bakılır ve ilk ihbarı yapana ikramiye ödenir. Diğer muhbir maalesef bu ikramiyeden mahrum kalacaktır. İlk muhbir olduğunuz nasıl tespit edilecek sorusuna ise cevap olarak resmi kayıtlara geçiş tarihi olacaktır. Hatta aynı gün aynı konuda birden fazla ihbar varsa saat önceliğine bakılacaktır.

İkramiye tutarı ne kadar olacak?

İkramiye tutarı, ihbar edilen konuyla alakalı yapılan inceleme vs’den sonra tespit edilen ve mükellefe bildirilme (tahakkuk) şartıyla öncesinde hesaplanan yüzde 10’un 1/3’ü, sonra bu tutar mükelleften tahsil edildikten sonra da kalan 2/3’ü ödenir. Örneğin yapılan ihbar sonucunda şirkete 100 bin TL vergi ve cezası tebliğ edilirse 100 bin liranın yüzde 10’u olan 10 bin lira ihbar ikramiyesi olarak ödenir. Ancak bu yüzde 10 mükellefe tebliğ edilip kesinleştikten sonra (kesinleşme idari ve yargı yollarının tüketilmesidir) 1/3’ü; kalan tutar ise mükelleften tahsil edildikten sonra ödenir. 

Cezalar da ikramiyeye dahil mi?

Basında cezaların yüzde 10’u ihbar edene ödenecek gibi haberlere rastladım. Ancak bu haberler kısmen doğru kısmen yanlıştır. Şöyle ki, ihbar ikramiyesi sadece devamlılık arz eden vergiler ile bu vergilerin kaybı nedeniyle kesilen vergi ziyaı cezaları üzerinden ödenecek. Onun dışında usulsüzlük cezaları, özel usulsüzlük cezaları, gecikme faizi, gecikme zammı üzerinden ödeme olmayacaktır.

Örneğin bir ihbar sonucunda kişiye 10 lira KDV, 10 lira KDV’den dolayı vergi ziyaı cezası ve 5 lira özel usulsüzlük ile 3 lira gecikme faizi kesilmişse bu kişinin şu an 28 lira itibariyle borcu olacak ama ihbar ikramiyesi sadece verginin aslı (10 lira) ve vergi ziyaı cezası (10 lira) toplamı üzerinden (20 lira) yüzde 10 olarak yani 2 TL olarak ödenecektir. O nedenle örneğin fiş/fatura düzenlenmedi diye yapılan ihbarlar neticesinde özel usulsüzlük cezası kesilecek ve bu cezalar ihbar ikramiyesinin dışında olacaktır.  

İhbar sonucunda vergi çıkmazsa ne olacak?

İhbar sonucunda herhangi bir vergi çıkmazsa o zaman ihbar ikramiyesi ödenmeyecektir.

                                                               /././

Ukrayna’da barış için geri sayım-Akdoğan Özkan-

Trump’ın Ukrayna Savaşı’nı sona erdirecek barış planı son şeklini aldı. İş silahların susması yolunda son engelin aşılmasına kaldı ama bu kez şartlar Kiev yönetimine 2022 İstanbul müzakerelerini aratır nitelikte.

ukrayna bbc

ABD Başkanı Donald Trump'ın Rusya -Ukrayna savaşını sona erdirecek barış planının netlik kazanması ve E3 ülkeleri olarak adlandırılan İngiltere, Fransa ve Almanya’nın 17 Nisan’da Paris’te, ardından da 23 Nisan’da Londra’da yaptıkları görüşmeler sonrasında bu planı desteklediklerini bildirmesi ile Ukrayna’da barış için geri sayım başladı.

Geri sayımın önemli dönemeçlerinden biri ise Rusya lideri Vladimir Putin’in Trump’ın Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff’un Moskova’ya 25 Nisan’da yaptığı dördüncü ziyaretin ardından Ukrayna ile koşulsuz görüşmelere hazır olduğunu yinelemesiyle geçildi. Rusya ve Ukrayna temsilcileri arasında doğrudan müzakerelerin yeniden başlatılacağı da duyurulursa, geri sayımın en kritik merhalesi geçilmiş olacak. Bu merhalenin önünde an itibarıyla görünen en büyük engel Ukrayna lideri Vladimir Zelenski gibi görünüyor. Putin görevde olduğu sürece Rusya ile tüm görüşmeleri açıkça yasaklayan Ekim 2022 tarihli kararnamesini kaldırmamış olan ve “önce koşulsuz ateşkes olsun ve Ruslar çekilsin, sonra görüşülür,” noktasında ısrarcı olan Zelenski, ABD ile mutabık kalınan nadir toprak elementleri anlaşmasına ilişkin nihai belgeleri de henüz imzalamamış durumda. Zelenski ile Vatikan’da baş başa görüşme yapan Trump’ın “En az üç hafta gecikti. Umarım bu anlaşma hemen imzalanır,” ifadelerini kullanmasına sebep olan Ukrayna liderinin direngen tavrının nasıl aşılacağı belirsiz.

Trump’ın barış planı

An itibarıyla en belirgin husus, Reuters’in detaylarını açıkladığı Trump’ın barış planı. Plana göre,

Ukrayna liderliğinin önüne ABD yönetimi tarafından konulan barış şartlarına bakınca, insanın aklına gelen ilk ifade, “yazık!” oluyor.

Yazık!..

Yazık oluyor gerçekten Ukrayna’ya…

Üç yılda şartlar daha ağırlaştı

Oysa Ukrayna heyeti bundan 3 yıl önce, savaşın ilk aylarında Rus heyeti ile İstanbul’da oturduğu müzakere masasında mutabık kaldıkları hususları Zelenski’ye imzalatabilselerdi, hem bu kadar toprak kaybetmiş olmayacaklar, hem de bu kadar büyük kayıplar vermemiş olacaklardı.

Ukrayna geçen zaman zarfında cephede yüzbinlerce insanını kaybetti. En az 3 yıl boş yere öldü gencecik insanlar. Ekonomisi çok büyük yara alan ve yüz milyarlarca dolar borçlanan ülkenin birçok yerinde vasıflı insan sorunu çekiliyor.

Aradan geçen onca zamandan sonra, bugün Ukrayna liderliğinin önüne uzatılan barış şartları üç yıl öncekiyle kıyas edilmeyecek kadar ağır. Üç yıl önce NATO’ya üye olma arzusu gütmeyen tarafsız bir ülke olmayı kabul etmesi ve “Nazizm ve neo-Nazizmin her türlü yüceltilmesi ve propagandasının” yasaklanmasını (cezai sorumlulukla birlikte) karar altına alacağını taahhüt etmesi Rusların silahları susturması yolunda büyük ölçüde yeterli olacaktı.  

İki ülke heyetleri arasında İstanbul’da yapılan barış görüşmelerine katılan Kiev heyetindeki baş müzakereci, Davyd Arakhamia, İstanbul’da neler görüşüldüğünü, hangi metin üzerinde mutabık kalındığını görüşmelerden 1,5 yıl sonra açıklamıştı. Arakhamia, 2023 yılı Kasım ayında Ukrayna ulusal tv kanallarından 1+1 TV’ye verdiği röportajdaRusya’nın hedefinin Ukrayna’nın tarafsızlığını sağlamak olduğunu, Ukrayna’yı işgal etmek niyetinde olmadığını açıklamıştı. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’nin partisi olan Ukrayna Halkın Hizmetkarı Partisinin de sözcüsü Arakhamia şöyle konuşmuştu:

“Rusya'nın amacı tarafsız kalmamız için üzerimizde baskı kurmaktı. Onlar için asıl mesele şuydu: Finlandiya’nın bir zamanlar tuttuğu yola benzer şekilde tarafsızlığı kabul edersek ve NATO’ya katılmayacağımıza dair taahhütte bulunursak savaşı bitirmeye hazırdılar. Asıl önemli mesele buydu onlar için.”

2022 yılı Mart ayında İstanbul’da yürütülen barış görüşmelerine Ukrayna adına katılanlardan biri de 45 yıllık diplomasi kariyerine sahip olan Oleksandar Çalyi idi. Ukrayna Dışişleri Bakan Yardımcılığı, Avrupa Entegrasyonu Devlet Sekreterliği’nin yanı sıra Ukrayna Cumhurbaşkanı’nın Dış Politika Danışmanlığını da yapan Çalyi, Putin’in 2022’de bir anlaşmaya ulaşılması için “her şeyi denediğini” bizzat itiraf etmişti. Halen Cenevre Güvenlik Politikaları Merkezi Orta Üyesi olarak görev yapan Oleksandar Çalyi kısaca, “düşman” elinden geleni yaptı, biz fırsatı teptik, demişti.

New York Times da yazdı daha sonra, Rusya, 2022’de Kırım’ın Rus toprağı olarak tanınması talebinden vazgeçmeye bile hazırdı. Kırım’ın statüsü 10-15 yıl içinde belirlenecekti. Ukrayna’nın sadece yarımadayı güç kullanarak geri almaya çalışmayacağına dair söz vermesi gerekiyordu. Bunun dışında, bir barış anlaşmasına son şeklini vermek üzere, Volodimir Zelenski ile Vladimir Putin’in Ukrayna topraklarının ne kadarının Rusya’nın kontrolü altında kalacağı konusunda anlaşmaya varmak üzere bir araya gelerek konuşacaklardı. Ukrayna için önemli olan kendisine güvenlik garantilerinin sağlanabilmesiydi. Bazı ülkelerin garantör olarak devreye girmesi ile bu sorun aşılabilecekti. Nitekim hatırlayanlar olacaktır, Arakhamia, daha İstanbul müzakereleri sürerken 2022 yılı 29 Mart’ında yaptığı bir açıklamadahem Rusya'nın hem de garantör ülkelerin kabul edebileceği maddelerde uzlaşıya ulaştıklarını kaydederek, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 8 ülkeyi garantör ülke olarak görmek istediklerini söylemişti.

Özetle, Mart 2022 sonunda İstanbul'daki görüşmelerde heyetlerin büyük ölçüde üzerinde anlaştıkları anlaşma taslağı, özünde Ukrayna'yı NATO hedeflerinden vazgeçmeye, kalıcı tarafsızlığı ve nükleersiz statüyü kabul etmesine dönük bir taslaktı ve bu şekilde BM Güvenlik Konseyi ülkelerinden güvenlik garantileri alması sağlanacaktı. Heyetler anlaşmıştı ve 2022 yılı Nisan ayı başlarında, Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski, Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin ile savaşı sona erdirmek üzere bir görüşme yapmaya hazırdı artık.

Boris Johnson bozuyor

Ancak herkesin, “garantiler de veriliyor, barış için heyetler mutabakata varıyor, “diye değerlendirme yaptığı bir sırada bir anda başka şeyler oldu. Şeytanın imdadına İngiltere Başbakanı Boris Johnson yetişti Boris Johnson önceden planlanmamış bir ziyaret çerçevesinde 9 Nisan’da Kiev’e gitmiş ve Zelenski’ye Moskova ile herhangi bir anlaşma imzalamaması telkininde bulunmuş ve savaşmaya devam etmelerini istemişti. Kyiv MediaHub yayın grubunun bir parçası olan Ukrainska Pravda’nın Zelenski’ye yakın kaynaklara dayandırdığı 5 Mayıs 2022 tarihli haberine bakılırsa, Britanya Başbakanı, Kiev yönetimine İngiliz hükümetinin iki temel mesajını iletmişti. Ukrayinska Pravda gazetesinde Roman Romaniuk imzasıyla yer alan habere göre, mesajlardan ilki, “Putin’in savaş suçlusu olduğu, yakalanması gerektiği ve onunla müzakere edilmemesi gerekliliğiydi.” İkincisi ise, “eğer Ukrayna Putin ile anlaşma imzalamaya niyetliyse, bu düşüncesinden vazgeçmeliydi!” şeklinde olmuştu.

Boris Johnson’ın barış imkanını dinamitleyen bu tavrı acaba Zelenski’yi barış düşüncesinden vaz geçirip savaşı sürdürmeye ikna edecek miydi? İngiltere Başbakanı’nın Kiev’den ayrılışından 3 gün sonra, Putin Ukrayna ile yürütülen “görüşmelerin çıkmaza girdiği” yönünde açıklama yapınca, mesele anlaşıldı. Britanya liderinin mesajları yerini bulmuş ve Zelenski barışın önünü tıkama konusunda ikna olmuştu.

Bu arada Putin’in açıklamasından üç gün sonra bile, AB ve Britanya tarafından yaptırımlar listesine alınmış olan Rus iş insanı Roman Abromoviç, Kiev’e yeniden giderek görüşmeler yapmış ve ardından Zelenski, Ruslarla sadece Ukrayna’ya güvenlik garantisi verilecek bir anlaşma ile doğrudan Rusya Federasyonu ile ilişkileri düzenleyecek bir anlaşma imzalayabileceğini, bunun ötesinde bir belgeye imza atmayı düşünmediğini ifade etmişti.

Özetle, yukarıda sıraladığım Ukrayna ve Amerikan kaynaklarının söylediklerinden anlaşılan o ki İstanbul’da aslında barış için ön uzlaşı sağlanmış, iş Ukrayna’nın tarafsızlığını perçinleyecek şekilde anayasasından NATO’ya katılma iradesini çıkarmasına ve garantör ülkelerin imzasına kalmıştı belki ama bu önemli fırsat Londra’nın eliyle çöpe atılıyordu. Ve “hiç düşünmeden barış anlaşmasına imza atabilecek” bir ülke, Batı’nın, özellikle de İngilizlerin telkinleri -ve tabii ki maddi destekleriyle- birlikte yüzbinlerce genç insanını ölüme göndereceği savaşa gözü kapalı yürütülmüştü.

Peki İngilizlerin savaştan yana ne çıkarları vardı?

İngilizlerin Karadeniz hesabı

Aslında İngilizler savaş öncesinde Karadeniz’deki askeri mevcudiyetlerini artırma konusunda yoğun bir çaba yürütmüş ve bunda başarılı da olmuşlardı. İki yerde askeri üs inşa etme olanağı verilmişti İngilizlere.

 Bu yüzden de Boris Johnson, Britanya’nın donanma üssü inşa etmekte olduğu yerlerden biri olan Ukrayna'nın güneyindeki Mikolayiv Oblastı’na bağlı liman kenti Oçakov (Özi) Rusların eline geçmesin istiyordu. Azak Denizi kıyısındaki Berdyansk’ta da Ukrayna için donanma üssü inşa eden Britanya’nın bu arzusu şehrin 27 Şubat tarihinde Rusların denetimine geçmesiyle imkânsız hale gelmişti. Britanya donanmasına bağlı gemilerin Karadeniz’de kendilerine yeni bir üs edindiğini görme arzusunu sürdüren Boris Johnson, en azından Oçakov’daki şansını yitirmek istemiyordu. İstanbul görüşmelerinde devredışı kaldıklarını hisseden Johnson soluğu bunun için Kiev’de almıştı. Başbakanın Kiev ziyaretinden birkaç hafta sonra, Britanya’nın bu amaçla kesenin ağzını biraz daha açmaya karar verdiğini de öğrendik. Ukrayna’ya daha önce 5 bin tanksavar füze ve 5 hava savunma sistemi gönderen, bir başka deyişle 200 milyon pound tutarından askeri destekte bulunan Britanya hükümeti, 2 Mayıs 2022’de de bu ülkeye aralarında elektronik muharebe sistemleri ile topçu tespit radarları, GPS engelleme cihazları ve binlerce gece görüş teçhizatı da bulunan 300 milyon pound’luk askeri yardım yapılacağını açıklamıştı.

Johnson’ın Kiev’e giderken cebinde, Britanya hükümetinin Ukrayna’ya verdiği yardımı mayıs ayıyla birlikte yüzde 50 artırma sözü/çeki de bulunuyordu.

O yüzden “yazık”, diyoruz, geçen zamana, yitirilen canlara, akan kanlara yazık!

Tabii İngilizler, her ne kadar Trump’ın barış çabalarını destekler görünseler de onun barış çabalarını baltalamak ve Washington ile Moskova arasındaki normalleşmeyi rayından çıkarmak için ellerinden geleni yapmaktan, fırsatını bulduklarında provokasyona da başvurmaktan kaçınmayacaklardır.

İngilizlerin ABD’den rol çalma çabaları kesintiye uğramış da değil. Trump’ın Zelenski’ye yolladığı ve “ihtilaf halinde New York mahkemelerini yetkili” kıldığı söylenen “Ukrayna kıymetli madenleri” anlaşmasının taslağından önce Kiev’e aynı konuda Londra mahkemelerini yetkili kılan bir anlaşma taslağı gönderen İngilizlerin daha Ocak ayında, yani Donald Trump’ın kollarını sıvamasına fırsat bulamadan Ukrayna ile 100 yıllık ortaklık anlaşması imzaladığını da unutmayalım. Hatta, Rishi Sunak hükümetinde ticaret müsteşarı olarak görev yapan Nusret Ghani’nin, 2023'te ve 2024'ün ilk yarısında kıymetli maden ve mineraller konusuyla ilgili en az 10 toplantı düzenlediği, aralarında dev İngiliz madencilik şirketleri Rio Tinto, Anglo American, Rothschilds ve silah ihracatçısı BAE Systems ile askeri havacılık lobicisi ADS’nin de olduğu bazı şirketlerle mineral tedarik zincirleri konusunu görüştüğü biliniyor.

Ukrayna’nın bugün karşı karşıya olduğu şartlar epey ağır. Topraklarının en değerli bölümlerini yitirmiş, denizle olan bağlantısını kaybetmeye ramak kalmış, elde avuçtakini Amerikan Blackrock şirketine satmış, en kıymetli enerji santralini ve değerli madenlerini de ABD’ye teslim etmek üzere olan bir ülke… Çökmüş bir ekonomi… Iskalanmış bir barış… Hiçbir kazanım elde edemeden koluna/bacağına ya da hayatına gencecik yaşında veda etmiş yüzbinlerce insan… Ölmek ya da sakat kalmaktansa kıtasından firar etmiş on binlerce asker…

Aslına bakılırsa, Trump göreve başladığında Ukrayna barışı için yeni birtakım şartlar icat etmesi gerekmemişti. Barış için yola sıfır noktasından değil İstanbul’da duraklatılan noktadan çıkılmıştı. Zaten Amerikalı gazeteci Tucker Carlson’un, Trump’ın yemin ederek göreve başlaması öncesinde, uluslararası ilişkiler terminolojinde “back -channel diplomacy” (arka kanal diplomisisi) dedikleri Kremlin mesaisiyle Rusların kilidinin nasıl açılacağı daha net görülmüştü.

Nitekim, Kremlin’den 7 Mart’ta yapılan açıklamadan, Rusya ile ABD'nin Ukrayna barış anlaşmasının temeli olarak Moskova ve Kiev arasında 2022 yılı Mart ayında, yani savaşın ilk haftalarında müzakere edilen anlaşma taslaklarını gördüğü anlaşılıyordu.

Velhasıl, bütün bunlar bize Ukrayna’nın üç yılı çöpe atmış bugünkü trajedisinin şehirlerinin yıkımı, halkının yerinden yurdundan edilmesi ve bu arada yüzbinlerce insanının hayatını kaybetmesiyle sınırlı olmadığını gösteriyor. Ukrayna’nın trajedisi, daha çok ulusal egemenliğini savunma kisvesi altında gerçek bir barış umudunu uzak bir seraba çevirmiş, eline fırsat geçtiğini gördükçe bu umudu dinamitlemiş ve masaya oturma önkoşullarına her hafta bir yenisini eklemiş bir liderin kişiliğinde hayat bulmuş mefluç bir siyasi zihniyettir. Ve umalım ki o zihniyet artık daha fazla tıkamaz barışın önünü ve silahların susması yolunda en kritik merhale kısa zamanda geçilir.

                                                                   /././

T-24


Yağmaladıkları AKP’ye yetmiyor -Mustafa Kömüş / Birgün-

İBB’ye yönelik operasyonların ikinci dalgası, özellikle İSKİ’nin “Kanal İstanbul” arazilerine ilişkin uyarısının ardından geldi. Operasyonun bir nedeni de tek adam rejimin İstanbul’un devasa rantından pay alma hedefi.

Üsküdar Sahil kesimlerinde iktidarın yandaşlarına verilen kaçak yapılar İBB tarafından yıkılmıştı. (Fotoğraf: Depo Photos)

İBB’ye yönelik 19 Mart’taki operasyonun ardından önceki gün ikinci dalga operasyon geldi. Başta İSKİ Genel Müdürü olmak üzere 50’ye yakın kişi hakkında gözaltı kararı verildi. Gözaltıların İSKİ’nin Kalan İstanbul güzergâhındaki arazilere yönelik uyarısının ardından gelmesi ise dikkat çekti. İBB’yi 2019’da kaybettiğinden beri gözünü buradan ayırmayan AKP’nin esas niyeti ise yargıyı kullanarak İstanbul’un rantına ortak olmak. Sadece 2019’a kadar yapılanlar ve ortaya çıkan rakamlar bunu net bir şekilde gösteriyor.

İBB’nin 2025 yılı bütçesi 415 milyar TL. Kentin toplam GSYH'den 2023’te yüzde 30,4 pay aldı.

İstanbul; tarım, ormancılık, balıkçılık ile diğer hizmet faaliyetleri dışındaki faaliyetlerde de ilk sırada yer aldı. Kentin bilgi ve iletişim faaliyetleri toplamından aldığı pay yüzde 64,8, finans ve sigorta faaliyetleri toplamından aldığı pay yüzde 62,5, mesleki, idari ve destek hizmet faaliyetleri toplamından aldığı pay yüzde 45,9, hizmetler sektörü toplamından aldığı pay yüzde 40,4, inşaat sektörü toplamından aldığı pay yüzde 28,9 olarak gerçekleşti.  İstanbul, 2023 yılında hizmetler sektörü toplamından yüzde 40,4 pay aldı. Sanayi sektörü de en çok İstanbul’da yoğunlaşıyor. Örneğin İSO 500’ün araştırmasına göre en büyük 500 sanayi kuruluşundan 151’i İstanbul’da bulunuyor.

Bugünün BirGün'ü

Şimdi biraz geçmişe gidelim. Biliyorsunuz İPA Başkanı Buğra Gökce’nin tutuklanmasına gerekçe gösterilen sebeplerden bir tanesi resmi verilere bağlı kalmadan kamuoyunu ilgilendiren konulardan raporlar yayımlanmasıydı. Yandaş gazeteci Cem Küçük “Devletin verdiği rakamları baz almayıp paralel açıklama yaparsanız paketlenirsiniz” sözleriyle bunu açıklamıştı.

GERÇEKLER ORTADA

İPA’nın İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı ile birlikte 2023 yılında yayımladığı bir çalışma rantın büyüklüğünü de ortaya koyuyor. Çalışmada 2000-2019 arası hayata geçirilen 130 büyük proje incelendi. Bu 130 proje neticesinde ortaya çıkan rant ise rapora tam 85 milyar dolar. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu o günlerde BirGün’e verdiği bir röportajda rapora ilişkin şunları söylemişti: “Arkadaşlarımız yoğun bir çalışma sonrası İstanbul’a imar oyunlarıyla monte edilen 130 projenin kente yaptığı etkiyi mercek altına aldı. Kamusal kullanımlara ayrılmış, okul, hastane, yeşil alan gibi sosyal donatıların imar planı değişiklikleri ile özel kullanıma açıldığı durumları incelediler. İstanbullunun olan bu alanların rezidans, otel, ticari alana dönüştürüldüğü görüldü. Yani bu, son 20 yılda, İstanbul’da gerçekleştirilen büyük ölçekli projeler oyununun İstanbul’a maliyetiydi. Aynı zamanda yoğunluk ve imar haklarının ne derece artırıldığına da bakıldı. İncelenen projelerin 78’i bu içerikteydi. Bunların 8’i askeri alan, 17’si park alanı. Teker teker yapılan imar değişiklikleri. Bununla birlikte çok katmanlı bir adaletsizlik ve adeta yağmacılıkla karşı karşıya olduğumuzu görmüş olduk. Hediye imar tadilatlarıyla birilerinin cepleri dolduruldu. Bu tür imar hediyelerini üst üste ve yan yana koyduğumuzda Beyoğlu'nun büyüklüğünde bir alandan söz ediyoruz. Bu imar hediyelerinin mali büyüklüğü ise 85 milyar dolara tekabül ediyor. Yani bu rakam, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin 2022 yılı bütçesinin tam 41 katı.”

İmamoğlu’nun da bahsettiği bu donatı alanlarının içinde Ege Yapı tarafından yapılan Batışehir, Erdoğan’ın okul arkadaşı Aziz Torun’un sahibi olduğu Torun Center ve Taşyapı tarafından hayata geçirilen Four Winds yer alıyor.

45 alanda ise ‘emsal değeri artışı veya fonksiyonlar arasında değişim’ sayesinde rant üretildi. İnşaat alanı 3 milyon metrekareyken, 10,5 milyon metrekareye çıkarıldı.

Ayrıca tarım veya orman arazisi gibi alanlar da imara açıldı. Buralarda 751 bin metrekare inşaat yarattılar.

Rapora göre rantın verileri şöyle:

Donatı alanı iken imarlı alana alınan: 50,7 milyar dolar

İmar artışı veya emsal artışı: 29,5 milyar dolar

İmara açılan doğal alanlar: 1,6 milyar dolar

Kaçak imalatların bulunduğu projeler: 2,7 milyar dolar

‘NE İSTEDİLERSE VERDİLER’

AKP İBB’yi kaybettikten sonra en çok telaşa düşenlerin başında iktidara yakın vakıf ve dernekler geliyordu. İBB AKP yönetimindeyken hazırlanan bir rapora göre AKP’ye yakın dernek, vakıf, tarikat ve cemaatler için kamu kaynaklarından 847 milyon 592 bin 858 lira harcandı. Yardımlar, kiralama, ulaşım, bakım, onarım ve tadilat, malzeme, yeme-içme ve gezi gibi başlıklar adı altında yapıldı.  İBB’den en fazla yardım alan kurum, yüksek istişare kurulunda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın da yer aldığı Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA). 2018 ve öncesini kapsayan rapora göre TÜGVA 74,3 milyon liralık yardım aldı. TÜGVA’yı 51 milyon 593 bin 44 lira ile Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) izledi. TÜGVA ve TÜRGEV, İBB’nin CHP’ye geçmesinin ardından 2019 yılından 2020 yılının sonuna kadar toplam 44 öğrenci yurdunu kapattı.

Bunun yanında cemaatlere tahsis edilen araziler de bulunuyor. Örneğin Ensar Vakfı’na 2014-2017 yılları arasında 9 bina ve arsa tahsis edildi.

İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, 2024’ün aralık ayında önceki dönemlerde Bilal Erdoğan'ın başkanı olduğu İlim Yayma Vakfı'na ve Deniz Feneri Derneği'ne ücretsiz tahsis edilen alanların geri alınmasına karar vermişti.

RANTA AÇILAN KAPILAR

Ranta açılan alanların başında askeri araziler geliyor. Sadece 2009’dan sonra 11 ilçedeki askeri alanlar lüks konut projeleri için boşaltıldı. Yapılaşmaya açılan askeri arazinin büyüklüğü ise 1845 hektarı buldu. Sadece Çekmeköy’deki 3’üncü Kolordu Komutanlığı’na bağlı Çekmeköy Kışlası’nda 184 hektar ranta açıldı. Burada inşa edilen lüks villaları ise bakan yardımcısı, eski Meclis Başkanı’nın oğlu, Ziraat Bankası genel Müdürü gibi isimler aldı.

∗∗∗

KANAL’IN MALİYETİ

İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından güzergâhında çalışmalarına hız verilen Kanal İstanbul’un toplam maliyetinin 75 milyar TL olacağı açıklanmıştı. Ancak sadece 17 Mart 2025 ile 15 Nisan 2025 tarihleri arasında sözleşmeleri imzalanan 23 ihale kapsamında harcanan para, 45 milyar 242 milyon TL olarak kayıtlara geçti. Kanal’ın bağlantı yollar için ise 2024’e kadar toplamda 24 milyar 896 milyon TL harcandı.

İBB Başkanı İmamoğlu sosyal medya hesabından önceki gün yaptığı paylaşımda Kanal’ın toplam maliyetinin 100 milyar doları bulacağını açıklamıştı.

Mustafa Kömüş / Birgün

Kreşleri Sovyetlere mi borçluyuz? -Kavel Alpaslan / Evrensel-

1 Mayıs’a giderken kadınların talepleri arasında kreş de yer alıyor. Bugün kapatılan kreşlerin karşısında, Sovyetlerde kadınların özgürce çalışması ve çocukların hakları için kreşler açılıyordu.

Bir annenin özgürce çalışabilmesi için en büyük ihtiyaçların başında kreşler geliyor. Anneliği dört duvar arasında bir angarya olmaktan kurtaran kreş uygulamaları, son dönemde bazı belediyelerin girişimleriyle adından söz ettirdi. Kreşlerin kapatılmasına yönelik alınan bir dizi karar ile birlikte ülke gündeminde de “Belediye dediğin kreş mi açarmış?​” tartışması başladı.

Açar mı açmaz mı polemiğinden sıyrılıp meselenin köklerine doğru bir yolculuğa çıktığımızda çok daha çarpıcı bir sonuçla karşılıyoruz. Öyle ki dünya çapında sistematik olarak devlet öncülüğünde açılan ilk kreşler, bırakın belediyeleri bizzat Sovyetler Birliği devletince açılır! Ekim Devrimi ile birlikte kadın kurtuluş mücadelesinde atılan önemli adımların bir ayağı da ülke çapında kurulan ücretsiz (ya da sembolik ücretli) kreşlerle birlikte kadınların ekonomik bağımsızlığını sağlamaya yöneliktir.

Gelin, gündelik siyasetin tortusundan sıyrılıp, meselenin özüne doğru bir yolculuğa çıkalım.

.

Zengin ailelere sunulan bir ayrıcalık sona erince

Kreşin kökleri 18. yüzyıl sonlarına kadar geriye gitse de Sovyetler Birliği’ndeki uygulamayı özgün kılan faktörler var. Kreşler daha önce bir dizi özel girişim sonucunda kalbur üstü bir kesimin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Nicelik olarak da cılız bir tablo vardır: Devrimci bir merkezi model olmayınca da Ekim Devrimi’ne kadar olan süre içerisinde sadece mikroskobik sayıda kreşten söz edebiliyoruz. Bu sebeple kreş uygulamasının Ekim Devrimi ile birlikte ilk kez devrimci bir devlet stratejisi olarak yaygınlık kazandığını söyleyebiliyoruz.

Rakamlar ile farkı keskinleştirmek gerekirse eğer; 1917 ve öncesinde Çarlık Rusya’sında sadece 550 çocuğu kapsayan 14 mekan ile ‘deneysel’ sayılabilecek bir uygulama varken, devrimden sonraki 10 yıl içerisinde sürekli kreşlerin sayısı 824’e çıkar. Ayrıca kırsal kesimde çalışan kadınlar için, sezonluk kreşler ve gezgin çocuk yuvaları hayata geçirilir. Devrimden sonraki 10 yıl içinde 3 bin 985 sezonluk kreş açılır. Sonraki 10 yıllık dönemde (1927-1937) ise çocuk yuvası sayısı on kat artış gösterir. 1932’de 4 milyon 200 bin çocuğun, çeşitli çocuk yuvalarında bakıldığı kaydedilirken, bazı sanayi şehirlerinde tüm çocukların devlet kreşlerinde bakılıp eğitilmesi sağlanır.

Başkent Moskova’da 1918 tarihinde sadece 4 tane kreş varken 1928’de 104’e, 1931’de 120’ye çıkarılır. Moskova’daki kreş sayısı beş yıllık planın gerisinde olmasına rağmen sıçramalı bir ilerleme gösterir. 1932-33 yıllarında tüm Sovyetler Birliği’nde çocukların yüzde 80’i büyük sanayi merkezlerinin kreşlerinde, yüzde 66’sı da kolektif çiftliklerin kreşlerindedir.

Sağlık ya da barınma gibi hakların insan onuruna yaraşır şekilde herkese eşit bir şekilde sunulması nasıl Ekim Devrimi’yle birlikte elle tutulur gözle görülür hale geldiyse, eğitimde de aynı süreç yaşanır. Sınıflı toplum yapısında esamesi okunmayan fırsat eşitliği, Sovyetlerdeki ücretsiz, bilimsel, nitelikli ve ana dilinde eğitim sistemiyle birlikte tüm çocuklara ve hatta başta anneler olmak üzere ailelerin de hayatlarında devrimci bir dönüşüme öncülük eder.

Kreş uygulaması bu anlamda Bolşeviklerin kadın kurtuluş mücadelesini ele alışları açısından kilit bir yerde duruyor. Bunu Ekim Devrimi’den çok daha öncelerinde görüyoruz: Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisinin (RSDİP) 1903 programında bulunan madde şöyle diyor: “Kadınların çalıştığı tüm atölye, fabrika ve diğer işletmelerde meme çocukları ve küçük çocuklar için kreş ve çocuk yuvalarının kurulması; emziren kadınların en azından üç saatte bir ve en az yarımşar saat işten muaf tutulması.”

.

Devrim ile birlikte sağlanan yasal güvence ile birlikte bu vaatler gökten yere indirilir.

Sovyet Aile Hukuku (1918) ile çocukların korunması, eğitimi ve sağlıklı bir şekilde büyümesi devletin temel sorumlulukları arasında sayılır. Bu yasayla: Çocukların eşit haklara sahip olması sağlanır, evlilik dışı doğan çocuklar dahil edilir. Devlet, velayet ve bakım konularında etkin ve düzenleyici rol üstlenir. Boşanma sonrası çocukların ihtiyaçlarının devlet tarafından karşılanması hükme bağlanır. Eğitim ve sağlık hizmetleri ücretsiz hale getirilir. Yine 1918 tarihli Moskova Çocuk Hakları Bildirgesinde ise çocuklar, ebeveynlerin veya devletin mülkiyeti olarak değil, birey olarak tanımlanır. Bildirgeyle: Çocukların sağlık ve eğitime erişimi anayasal güvence altına alınır. Çocukların yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve fiziksel-zihinsel sağlıklarının korunması devletin önceliği olur.

Bu bakış açısıyla kreşler de sadece mekanik bir bakımevi olarak tasarlanmaz; ‘yeni Sovyet insanının’ yaratıldığı bir seferberlik alanı olarak düşünülür. Bu kreşler pedagogların, çocuk doktorlarının ve diyetisyenlerin koydukları tuğlalarla inşa edilir.

‘ABD’de kadınlar evden çıkmak istemiyor mu?​’

Kreşlerin nasıl işlediğini daha net görmek üzere günlük yaşamın içerisinden bir örneği inceleyebiliriz. Hatta kaynak olarak bu sefer ABD merkezli bir gazeteye, The New York Times’a başvuralım. ‘Sovyetler Birliği’nde gündüz bakımı [kreşler] bir kuraldır’ başlıklı 1974 tarihli haberde, Kiev’de yaşayan genç bir anne olan Zoya Idenko’nun hayatında kreşlerin yeri ele alınıyor. Öğretmenlik ve tur rehberliği yapan Idenko’nun düzenli bir çalışma yaşamı vardır. Hal böyle olunca üç yaşındaki oğlunu haftanın altı günü devlet kreşlerine bırakır. Sabahları 8’de kreşe giden çocuk akşam 7’de annesi tarafından alınana kadar üç öğün yemek ve bir atıştırmalık yer. Tüm bu hizmetin karşılığında sembolik bir ücret talep edilir (Idenko’nun gelirinin yaklaşık onda biri).

“Oğlumun doğumundan üç ay sonra işe geri döndüm. Yasal olarak bir yıl bekleyebilir ve işimi koruyabilirdim. Ama benim için bebeği taşımak zor olurdu ve evden çıkmak istiyordum. Kayınvalidem bizde kalıyordu, çocuğu başta ona bırakıyordum” ifadelerini kullanan Idenko, bir rehber olarak diğer ülkelerden, özellikle de ABD’den gelen annelerin çoğunlukla evlerde çocuk bakarak yaşamlarını geçirmesine “Amerikan kadınları evden çıkmak istemiyorlar mı? Çalışmak istemiyorlar mı? Kendi paralarını kazanıp biraz bağımsızlığa sahip olmak istemiyorlar mı?​” sözleriyle şaşkınlığını gizlemez.

Yazıda Sovyet yurttaşların daha fazla kreş ve anaokulu talep ettiği dile getiriliyor. Fakat tüm bu eleştirilere rağmen Sovyetler Birliği’ndeki okul öncesi eğitim modelinin ABD ya da diğer Batı ülkelerine kıyasla çok daha yaygın ve gelişkin olduğu vurgulanıyor.

Tabii yazının devamında Idenko’nun sorduğu soruya yanıt gecikmiyor. The New York Times’a göre ABD’de kadınların ev içine mahkum edilmesinin sebebi, ‘Babanın birden fazla kişiyi besleyebilecek seviyede eve para getirebiliyor oluşu’ olarak açıklanıyor. Böylesi bir yanıtta, Idenko’nun vurguladığı ‘ekonomik bağımsızlık’ meselesine değinilmiyor tabii. Ya da devlet destekli kreşler gibi teşviklerin olmadığı ABD’nin sosyal düzleminde kadınların ‘tercihen’ değil ‘zorunluluktan’ böylesi bir durumla karşılaştığı gerçeğini değiştirmiyor. Üstelik ‘Her babanın eve yeterli ölçüde para getirdiği’ de son derece değişken bir varsayımdan ibaret. 

.

Ekim Devrimi’nin kutsal emanetleri

Sovyetler Birliği üzerinden gitmiş olsak da benzer modellerin 20. yüzyılın ikinci yarısında diğer sosyalist ülkelerde de başarıyla uygulandığını görüyoruz. Belki geçmişten kalan kırıntılara rastlansa da sosyalist ülkelerde yaşanan çöküş ile birlikte kreşlerin de etkilendiğini görüyoruz.

Hatta en gelişmiş okul öncesi sistemlerinden birine sahip olan Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde (DAC - namıdiğer Doğu Almanya) yaşananlar belki de en hazin örneklerden biridir. Öyle ki DAC ile Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC - namıdiğer Batı Almanya) arasında yaşanan sözde birleşme, gerçekte sosyalist tasfiye sürecinde yaratılan göz boyamalık protokolde her iki cumhuriyetteki ‘ileri’ özelliklerin korunacağı vurgulanır. DAC’daki okul öncesi eğitim kurumları, Batı Almanya’ya oranla çok daha gelişmiş olmasına karşın, belirli bir kesim için değil tüm toplum için oluşturulan bu sistem, sosyalizmin pek çok diğer artısı gibi parçalanır.

Ne ilginçtir, burjuva-liberal kalemler, sosyalist deneyimleri geçmişe ait kasvetli hatıralar gibi insanlara sunarlar. Tarihin lineer bir çizgide ilerlediğini düşünen bu kesimler için insanlık bugün düne göre daha gelişkin adımlar atmaktadır ne de olsa? Bugün hâlâ kreşlerin tüm dünya için yakıcı bir ihtiyaç olması ve mevcut sistemin verdiği yanıtların dünden daha geride oluşu onları pek alakadar etmez. Bu yüzden teknolojik-teknik ilerleme illüzyonu ile burjuva-liberal tarih anlatısını bize pazarlamaya çalışanların maskesi en kolay gündelik hayatın gerçekliği ile sınanır.

Uygarlığımızın ‘gelişmişlik’ seviyesi, yaşadığımız gezegenin güncel zamanında en temel haklar üzerinde verilen kavgalarla ölçülebilir. Başını sokacak bir dama sahip olmak, karnını doyurmak ya da güvenceli işlerde çalışmak gibi. Dünyanın mahşeri çoğunluğunun derdi budur. Bizim ‘seviyemiz’ de bu dertlerin yanıtlarıyla belirlenir, bir teknolojik mağaza bülteni ile değil.

Bu sebeple asıl kasvetli olan, bir hastalık sebebiyle parası olmayanın öldüğü bugünün dünyasıdır. Asıl distopik olan yetenek ya da beceri yerine aile sermayesinin öne çıktığı eğitim sistemidir. Asıl korkunç olan kadınların ekonomik ve sosyal alanlarının kısıtlanarak onlara dört duvar arasında bir ‘iş’ olarak annelik dayatmasıdır.

Varsın geçmiş yüzyılın sosyalist deneyimleri çökmüş, Lenin heykelleri yıkılmış olsun. Hiç kimsenin gücü, geçtiğimiz yüzyılda sosyalizmin insanlık için nasıl bir devrimci dönüşüm yarattığı gerçeğini tarihten kazımaya yetmeyecek. Konutlar, okullar, yemekhaneler, hastaneler ya da kreşler... İşte bizim Ekim Devrimi’nin ışığında parlayan basit ve kutsal emanetlerimiz bunlar!

Kavel Alpaslan / Evrensel


T-24 "Köşebaşı + Gündem" -27 Nisan 2025-

İBB’yi ‘kayyum’a, İstanbul’u ‘kanal’a hazırlama operasyonları; susuzluktan depreme iktidar neleri göze alıyor?-Murat Sabuncu-

Kanal İstanbul 40 kilometre uzunluğunda, 150 metre genişliğinde, 25 metre derinliğinde yapay bir su yolu olacak. Çevre bilimciler, uluslararası ilişkiler uzmanları hatta deprem profesörleri riskleri anlatıyor. Ama bunları dinleyen yok

murat sabuncu 27 nisan

19 Mart’ta başlayan ‘İmamoğlu-İstanbul Belediyesi Operasyonu’nun ikinci dalgası için cumartesi seçilmişti. Pek muhtemel ABD Hazine Bakanı Bessent’in Hazine Bakanı Mehmet Şimşek ile yaptığı sonradan değiştirilen açıklamasında da vurguladığı ‘Türk Hükümeti’nin Türk piyasasındaki dalgalanmalar ve Türkiye’nin belirsiz ekonomik görünümüne dair’ durum daha da derinleşmesin diye. 19 Mart sonrası Merkez Bankası rezervleri 50 milyar dolar azalmış, faizlerde 350 baz puan artış olmuş, başta enflasyon yıl sonu hedefleri sarsılmıştı. Piyasalar açıkken yeni dalganın kırılgan durumu daha da zora çekileceği düşünülmüş olacak ki hafta sonu beklendi. Aradan geçen 40 günde Ekrem İmamoğlu ve arkadaşları için ortaya konulan iddiaların her biri zayıf kaldı. 12 saate sıkıştırılmış diploma iptali ve gözaltı-tutuklama operasyonu iktidar taraftarlarının çoğunu bile ikna etmedi. Saygın akademisyen İlker Aytürk T24’teki kapsamlı yazısından bu konuyla ilgili şu notları aktarmak istiyorum:

- 18-19 Mart operasyonlarının ne anlama geldiği, nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki propaganda mücadelesini iktidar açıkça kaybetti. Ellerindeki MİT, MASAK ve türlü diğer istihbari ve bürokratik enstrümanlara rağmen, dosyaların ikna edici delillerle doldurulamadığı ve tutuklamaların buna rağmen yapıldığını herkes gördü. Eğer yalnızca yargı ayağı üzerinden yürümüş olsalardı belki iktidar, tabanını ikna etmek konusunda biraz daha başarılı olabilirdi, ancak üst üste hem diploma iptali hem de gözaltı ve tutuklama yapılması iktidarın inandırıcılığını azalttı. O kadar ki AKP parti örgütü dahi operasyonları bir seyirci gibi sessizlik içinde izledi, ta ki cumhurbaşkanının annesine yapılan hakaretlerin ardından biraz mobilize olana kadar. Bugünden sonra ortaya çıkacak itirafçıların, bulup buluşturup dosyalara eklenecek yeni delillerin bu imajı değiştirebileceğini hiç zannetmiyorum.

- 1945’ten beridir, merkez ya da uç fark etmeden, tüm sağ iktidarların söylemlerinin merkezine oturan “atanmışlara karşı seçilmişleri savunmak”, “vesayete karşı milli iradeyi temsil etmek” argümanları büyük yara aldı. İçinden milli irade iddiasını çıkarırsak Türk sağından ne kalır, sağ neye dönüşür sorularını ilk defa bu yalınlıkta düşünmek zorundayız. Nitekim operasyonları ve her halûkarda iktidarı savunan bazı cengaverler daha şimdiden “kutsal mazlumluktan” “kutsal zalimliğe” geçiş yaptılar. Boyun eğdirmek, diz çöktürmek uç sağın yeni söyleminde gittikçe daha fazla yer tutuyor. Twitter/X platformunda takip ettiğim ve bazı hizipler tarafından yönetildikleri izlenimini veren isimsiz troller, Türkiye’nin bugüne kadarki İslamcı geleneğini “orta yolcu, ezik ve pısırık” olarak tanımlıyorlar. Kaba gücü, otoriterliği estetize ederken, bir yandan da İslam ahlakının ötesine geçerek adeta Nietzsche’den ilham alan bir İslamcı Übermensch idealini övüyorlar. Tabii bunu yaparken, Türk İslamcılığını halktan ne kadar kopardıklarının, marjinalize olduklarının farkında değiller.

İlker Aytürk’ün ‘iktidar savunucuları’ olarak bahsettiği kişilerin söz ve eylemlerini analiz ederken bahsettiği ‘kutsal zalimlik’ ve Nietzche’ye atıfla yaptığı İslamcı Übermensch (üst-üstün insan) tanımları önemle kaydedilmeli. Çünkü ele alınan kesimin bu çıkışlarının önümüzdeki günlerde iktidarın her sıkıştığında kullandığı ‘seküler-muhafazakar’ kutuplaşmasının büyütülmesi noktasında bir zemin üretmek için sık sık gündeme getirileceğini düşünüyorum. İktidar taraftarı bir gazetecinin Milli Eğitim Bakanı’na yönelttiği ‘bu ülkede bir gün başörtülülerin yeniden okullara alınmadığı günleri görür müyüz?’ sorusu Bakan Tekin’in ‘bu ihtimali görüyoruz’ yanıtı zamanlaması açısından, hiç böyle bir gündem, olasılık, tartışma yokken bir alan hazırlama olarak okunabilir.

Gelelim düne… İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne yönelik soruşturma kapsamında yapılan ikinci dalga gözaltılarda 19 Mart operasyonunda gözaltına alınıp serbest bırakılan, ardından istifa eden İBB eski Genel Sekreteri Can Akın Çağlar, İBB Genel Sekreter Yardımcısı Arif Gürkan Alpay, İBB İmar Müdürü Ramazan Gülten, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun özel kalemi Kadriye Kasapoğlu, eski CHP Milletvekili Turan Aydoğan vardı.

İlginç iki nokta vardı operasyonda. Birincisi İSKİ de hedef haline gelmişti. İSKİ Genel Müdürü Şafak Başa, İSKİ Genel Müdür Yardımcısı Begüm Çelikdelen gözaltına alındı. İkincisi tutuklu Murat Ongun’un eşi Gözdem Ongun sabah çocuklarının yanında evine gidilerek göz altına alındı. ‘Eşlere uzanan bir operasyon’ hatırlanan bir hukuki durum değildi. İktidarın bu alana kadar giriyor olması her anlamda son derece sorunlu. Bu arada Ekrem İmamoğlu'nun eşi Dilek İmamoğlu'nun ağabeyi Cevat Kaya için de gözaltı kararı alındı.

Yeniden İSKİ’ye dönelim. Genel Müdür Başa ile 2023 yılının eylül ayında T24 için bir söyleşi yapmıştım. O gün yardımcılarıyla beraber İstanbul’un su ile ilgili gelecek projelerini açıklarken özellikle Kanal İstanbul ile ilgili risklerden bahsetmişti. Kendini anlatırken ‘halkın devletin bürokratı olarak’ tarif eden Başa o gün şunları anlatmıştı:

"Kanal İstanbul ile mahkemeliğiz. Şu anda imar planlarına dava açtık. Kanal İstanbul'la ilgili görüşlerimiz olumsuz. Avrupa yakasında bu kadar su sıkıntısı ve stresi varken tutup da buraya bir kanal açıp havzayı tamamen bölmek... Biliyorsunuz Sazlıdere'nin içinden geçiyor. Sazlıdere benim 180-190 milyon metreküp su kapasitesi olan bir barajım. Yok olacak. Şimdi diyorlar ki bu yok olacak ama Istrancalar'da Demirköy'e baraj yapacağız. Böyle bir çağda bu kadar nüfusun arttığı bir ortamda bir barajı yok etmeye kalkmak çok büyük risk. Ayrıca kanalın yapılması demek, buradan İstanbul'a su taşıyan isale hatlarının da kesintiye uğraması demek. Sazlıdere'nin oraya bir köprü geçişi yapımı, barajın oraya etrafında konut alanları yapılması durumu, imarla ilgili konular var dava açtık. Şu anda bilirkişi raporları lehimize. Baraj havzasının bu kadar daraltılması kabul edilemez. Zaten daralmış vaziyette. Dolayısıyla biz sonuna kadar o iki mücadeleyi yapıyoruz. Kanal İstanbul kesinlikle ve kesinlikle su kaynağını böler ve Avrupa yakasının su sorununu daha çok büyütür. Şu anda bile sorun yaşıyorken Kanal İstanbul'da bu sorun katmerlenir. Dolayısıyla yazık olur. Bakın bir örnek vereyim, yeni İstanbul havalimanı bile iki havzayı böldüğü için oraya yaptığınız her müdahale İstanbul'un kuzeyine su havzalarına müdahale anlamına geliyor. Bizim Alibey havzasının tam ucuna geldi. Yanında da Terkos havzası var. Dolayısıyla buralara daha az su geliyor. Alibey havzasının ucunun bir kısmı İstanbul havalimanına gitmiş."

Şafak Başa’nın o gün su için duyduğu endişe, başta Sazlıdere etrafında yapılacak konutların getireceği risk gerçek oldu. ‘Sosyal konut’ adıyla Sazlıdere’yi kullanılmaz hale getirecek 24 bin konut projesine başlandı. Başa’nın gözaltı kararı İSKİ’ni su havzaları yakınındaki yapılara müdahale hakkını kullanma kararından 12 saat sonra geldi.  

Bitirirken…

Kanal İstanbul 40 kilometre uzunluğunda, 150 metre genişliğinde, 25 metre derinliğinde yapay bir su yolu olacak. Çevre bilimciler, uluslararası ilişkiler uzmanları hatta deprem profesörleri riskleri anlatıyor. Ama bunları dinleyen yok. Dün İmamoğlu operasyonu birkaç anlamda sinyal verdi:

- Birincisi; ilk operasyonda ortaya çıkan ve kamuoyunu ikna etmeyen bilgilere yenilerini ekleme çabası.

- İkincisi belediyedeki kilit bürokratların gözaltına alınarak, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin çalışma koşullarının güçleştirilmesi. Pek muhtemel kayyum yolunun açılması.

- Üçüncüsü Kanal İstanbul için yol temizliği…

İBB’yi ‘kayyum’a İstanbul’u ‘kanal’a hazırlama operasyonları; susuzluktan depreme iktidarı pek çok riski göze almaya itiyor. Muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ve yakın çalışma arkadaşlarını tutuklayarak memleketin makul çoğunluğunu endişeye, ekonomiyi yeni bir krize sürükleyen iktidar önümüzdeki günlerde burada yeni adımlar atacağa benziyor. Kanal İstanbul’un yapımı konusundaki iktidar isteği ile muhalefetin bu konudaki direnme kararlılığı yeni ve güçlü çatışma alanı olacak. Bu arada Kürt sorununun çözümü iktidarın elindeki neredeyse tek olumlu konu. Bu noktada DEM Parti’nin dünkü gözaltıları net şekilde kınaması önemli. Bir yandan barış arayışı bir yandan demokratik mücadele mümkün olabilir mi? Göreceğiz…

                                                          /././

6,2’lik İstanbul depremi: Seçilmiş İBB Başkan vekili Aslan, Erdoğan’ın katıldığı değerlendirme toplantısına çağrılmadı!-Tolga Şardan-

Erdoğan’ın başkanlığındaki toplantı masasında AKP’li bakanlar, parti yöneticileri, asker ve sivil kent yöneticileri yer almasına karşın, kentin vali ve garnizon komutanıyla birlikte üç asli yöneticisinden sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan yoktu. Aslan, dün sabah yine Yerlikaya’nın başkanlığında gerçekleştirilen değerlendirme toplantısına davet edildi; Yerlikaya’nın yanında yer aldı

6,2’lik İstanbul depremi: Seçilmiş İBB Başkan vekili Aslan, Erdoğan’ın katıldığı değerlendirme toplantısına çağrılmadı!Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul'da yaşanan depremler sonrası AFAD toplantısına katıldı

İstanbul direkten döndü çarşamba öğle saatlerinde. Dolayısıyla Türkiye de.

Eskilerin deyimiyle, “verilmiş sadakası varmış” hem İstanbul’un hem ülkenin.

Henüz iki yıl önce yaşanan, 10 kenti etkileyen ve 53 binden fazla insanımızı yitirdiğimiz 6 Şubat depremlerinin yarası sarılamamışken, İstanbul depremi tüm ülkenin yüreğini ağzına getirdi.

Neyse ki can ve mal kaybı yaşanmadı kentte. Kimi yer bilimci uzmanlara göre, daha büyük depremin habercisi son deprem. Bazı yer bilimciler ise beklenen depremin bu olduğunu yakın gelecekte daha büyük deprem yaşanmayacağı iddiasındalar.

İstanbullular başta tüm ülkeye bir kez daha geçmiş olsun.

Vekil başkanı Yerlikaya çağırdı

İstanbul’u sokağa döken depremin ardından, devlet alarma geçti.

Bir yandan İçişleri Bakanlığı bünyesindeki AFAD, diğer yandan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı AKOM, depremin merkez üssü ve hissedilen bölgelerde çalışma başlattı.

Can ve mal kaybının olmaması hakikaten sevindirici bir durum. Ancak, depremin ardından kentte başlatılan “çift başlı” çalışmalar dikkati çekti ne yazık ki.

Deprem sonrasında başlatılan çalışmalarda, AFAD ile AKOM’un koordinesiz biçimde hareket etmesi “felakette bile iktidar ile muhalefetin bir araya gelemediğini” göstermesi, siyasi tarihe geçecek türden maalesef.

İktidarın yönetimindeki devlet kurumlarından oluşan AFAD ile muhalefet partisinden seçilen belediyeye bağlı AKOM’un çalışmalarından örnekleri aktardığımda tablo daha net anlaşılacak.

Depremin hemen ardından İstanbul’da bulunan bakanlardan Gençlik ve Spor Bakanı Dursun Aşkın Bak, AFAD’a geçerek yönetimi devraldı. Kentteki, AFAD başta olmak üzere sivil ve asker yöneticiler İl Afet Merkezi’nde toplandı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan ise belediyedeki yönetici kadrolarını AKOM’da buluşturdu.

İstanbul’u bilmeyenler için, bir parantez açayım; AFAD Merkezi ile AKOM arasındaki mesafe araçla yaklaşık 5-10 dakika sürüyor. Her iki yerleşke birbirine çok yakın, Eyüpsultan’da.

Tabii aynı zamanda İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu da halen cezaevinde.

Parantezi kapatayım.

Sonrasında AKOM’dan ilk bilgilendirme açıklamasının ardından İBB Başkanvekili Aslan, AKOM’dan AFAD’a geçti.

Aslına bakarsanız, İBB Başkanvekili ilk andan itibaren AFAD’da olması gerekirdi. Davet beklemeksizin sorumluluk gereği AFAD’a geçen Aslan, bakanların bulunduğu bölüme alınmadı.

Bunun üzerine yeniden AKOM’a geçerek gelişmeleri belediye üst yönetimiyle takip etti.

Akşam saatlerinde İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, ekibiyle birlikte İstanbul’a geldi. AFAD’a geçen Yerlikaya, İBB Başkanvekili Aslan’ın çağırılması talimatını verdi. Aslan, AKOM’dan AFAD’a geldi. Bakan Yerlikaya’nın başkanlığında diğer bakanlarla beraber gelişmeleri yerinde izledi.

Cumhurbaşkanı’nın masasında olmayan tek kent yöneticisi

Daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Ankara’dan İstanbul’a geldi.

Erdoğan’ın X’teki sosyal medya hesabından saat 22.33’te AFAD’daki toplantıyla ilgili açıklama yapıldı. Erdoğan’ın başkanlığındaki toplantı masasında AKP’li bakanlar, parti yöneticileri, asker ve sivil kent yöneticileri yer almasına karşın, kentin vali ve garnizon komutanıyla birlikte üç asli yöneticisinden sadece birisi yoktu!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan’dı bu isim.

Aslan, dün sabah yine Yerlikaya’nın başkanlığında gerçekleştirilen değerlendirme toplantısına davet edildi. Aslan, Yerlikaya’nın yanında yer aldı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Nuri Aslan (solda)

6 Şubat depreminin ağır yaşandığı kentlerden Adıyaman’a giden İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın kentteki temasları sırasında seçilmiş Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere, CHP’li olmasından dolayı davet edilmedi.

Bir önceki Büyüteç’te, bu durumu eleştirdim.

İçişleri Bakanı’nın Adıyaman’daki programında yaşanan bu tablonun İstanbul’da yaşanmaması devlet yönetimi tarafından olumlu elbette.

Belge istenince Kızılay su almaktan vazgeçti

Konu İstanbul depreminden açılmışken birkaç not daha vereyim.

İlki Kızılay’ın İBB’den içecek su talebinde bulunması. Depremle birlikte sokakta yaşamaya başlayan İstanbul halkına dağıtılmak amacıyla Kızılay, İBB’den ücretsiz içme suyu talep etti.

Bilindiği üzere Hamidiye Suyu’nun işletmesi İBB’de. Hamidiye Suyu, iktidar muhalifi belediyenin işlettiği marka olduğu için kamu kurumlarında yasaklı.

Ancak, acil ihtiyaç olsa gerek, Kızılay, İBB’den iki tır ücretsiz içme suyu talebinde bulundu. İBB yönetimi, Kızılay’ın benzer durumlardaki kötü sicili sebebiyle yazılı talep edilmesini istedi.

Kızılay, bu belgeyi vermek istemedi. Muhtemel ki, İBB’nin elinde belge olmasını uygun bulmadı. Böylece İBB, Kızılay’a suyu teslim edemedi.

Dikkat çeken diğer bir konu ise, depremle ilgili kamuoyu bilgilendirmesi yapan AKP’li bakan ve siyasetçilerin hemen her konuşmalarında “AFAD’ın açıklamalarına itibar edilmesi” yönündeki telkinleri.

AFAD’ın dışında AKOM başta olmak üzere kimi meslek odaları, sivil toplum örgütleri de yeri geldiğinde kamuoyu bilgilendirmesi yapıyor.

Mesela AFAD depremle ilgili ilk bilgilendirmesini kamuoyuyla paylaştığında AKOM’da birden fazla açıklama yapılarak kentteki gelişmeler duyuruldu.

Hatta, AKOM’un dün sabah 08.30’da yaptığı duyuruda, İBB kaynakları kullanılarak yeşil alanlarda konaklayan İstanbullulara yaklaşık 50 bin kumanya ve içme suyu temin edildiği belirtildi.

Açıklamada, Beltur’a ait beş tesisin İstanbulluların kullanıma açıldığı, kentin 41 ayrı noktasında süt dağıtımı yapıldığı, belediyeye ait 60 dolayındaki spor alanı ve tesisi yaklaşık 260 bin kişinin kullanımına sunulduğu, üç kültür merkezi ve bahçelerinin barınmaya açıldığı vurgulandı.

Depremin 24 saat sonrasında rastlayan saatlerde İçişleri Bakanı Yerlikaya’nın açıklaması şöyle oldu:

“Barınma ile ilgili olarak; 27 lojistik depo ve 54 cep depo aktif hale getirildi. İstanbul’da barınma talebi olan 51 bin vatandaşımız camilerimizde; 50 bin vatandaşımız da okul, yurt ve sosyal tesislerde barındırıldı. Yani toplamda 101 bin vatandaşımızın barınma talebi karşılandı.”

Yerlikaya’nın verdiği rakam göz önüne alınırsa, İBB’nin sağladığı barınma olanağı pek de yabana atılır cinsten değil!

Seçilmiş belediye başkanı tutuklanmış durumdaki İBB’nin deprem sonrasında elindeki olanaklarının tamamını İstanbulluların ihtiyaçlarının giderilmesinde kullandığı anlaşılıyor.

Özetle, ülkenin yaşadığı doğal felaketlerde, iktidar-muhalefet ayrımı yapılmaksızın tüm olanakların yurttaşlar için seferber edilmesi elzem.

Nitekim, İçişleri Bakanı’nın ardından söz alan son yerel seçimlerde İBB adayı olup seçimi İmamoğlu’na kaybeden Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum ise; muhalefete “daha geç kalırsak kaybımız çok daha büyük olur. El ele verelim, İstanbul'un dönüşümü için hep birlikte İstanbul'u kurtarma seferberliğini başlatsın herkes. Burada hep birlikte, muhalefeti-iktidarı, İstanbul'u kurtarma seferberliğini yürütmek mecburiyetindeyiz” çağrısında bulundu.

Kurum bu sözleri söylerken neyi düşündü bilemiyoruz ancak zararın neresinden dönülse kârdır. İktidar, İstanbul’u kurtarmak istiyorsa İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile gücünü bir araya getirmek durumda.

Önemli olan mağduriyetlerin giderilmesidir, siyaset ikinci planda kalmalı. Devleti ve ülkeyi yönetenlerin buna en yüksek derecede dikkat etmesi gerekir.

Aksi tutum ve yaklaşımlar üzücüdür.

                                                      /././

Hey oradakiler, sesim geliyor mu; gençleri içeride unuttuk mu?-Tuğçe Tatari-

Cumhurbaşkanı’nı eleştiren slogan ve pankartlarla içinde Cumhurbaşkanı’nın geçmediği “hak hukuk adalet” gibi genel slogan dosyaları birbirinden ayrıldı. Cumhurbaşkanı’na hakaret ile suçlanan gençler tutuklu kaldı. Ve bu aşamada o gençlere yönelik ilgi kamuoyu, CHP ve medyada düştü. Bu gençlere ilgi azaldığında orada kalma süreleri de uzayacaktır…

Hey oradakiler, sesim geliyor mu; gençleri içeride unuttuk mu?

Sabahlara kadar TV yayınlarında, radyolarda, sosyal medyada ‘her an olabilecek yeni depremler korkusu’ konuşulurken uyuyakalabildiğiniz küçücük bir anda kapınız çalınır ve ta ta! ‘Her an olabilecek yeni gözaltılardan biri daha’ gerçeğiyle yüz yüzesinizdir! Böyle bir günde, böyle bir gündemde “Nasıl ya” diye sormayın, çünkü burası Türkiye! Bugün yazacağım konu ta hafta başından -hatta geçen hafta izlediğim Saraçhane sürecinde tutuklanan gençlerin duruşmalarından beri- belliydi, ‘İçeride kalan ve adeta unutulmaya yüz tutan o gençler…’

Hatta not defterime ‘Saraçhane’nin unutulan gençleri’ diye not almışım.

Bu konuyu aniden gelişen deprem gündeminden dolayı da ötelemeyecektim, ona da karar vermiştim.

Ki ben bu kararı vermesem de devletimiz sağ olsun, deprem şokuna tutulmuş bir şehirde yeni şafak operasyonları yaparak ‘konuyu’ yine taze tuttu!

Biliyorsunuz İmamoğlu’nun tutuklanması süreciyle okullar ve sokaklar hareketlenmiş, eylemlere katılan çoğu öğrenci gencecik çocukları gözaltına almışlardı.

Burada o süreçlerden bahsettik, gençlere yapılan muameleleri ve tutukluluk süreçlerini içeriye yolladığımız sorulara aldığımız cevaplarla da gündeme taşıdık.

O günlerde ülke ‘tutuklu gençler’ konusunda duyarlıydı. Tek bir genç bile içeride kalmayana kadar onları gündemde tutacak ve birlikte hareket edilecekti.

Öyle de oldu evet, ama sadece bir süre! Çoğunluk çıkıp azınlık içeride kalınca konu da unutulmaya yüz tuttu.

Nasıldı ilk günler hatırlayalım…

Vatandaş kendi iradesiyle sayaç yayımlıyordu, CHP’li vekillerce her bir tahliye takip ediliyordu, her bırakılan genç cezaevi kapısında kameralarla karşılanıyordu.  Fakat sayı 300’lerden 46’ya düşünce ilgi de dağıldı maalesef.

Peki bu içeride kalan, tahliyesi hızla gerçekleşmeyen gençlerin diğerlerinden farkı nedir? Ona da bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu sorunun cevabı da çok net; ‘cumhurbaşkanına hakaret suçu’ kapsamına alınmış olmaları. Nedir bu suça gerekçe gösterilen eylemler peki? Elbette ki eylemler esnasında atılan sloganlar ve taşınan pankartlar.

Nedir bu suçlamaya sebep gösterilen söylemlerin, yazıların içerikleri onları da açıklığa kavuşturalım; siyaset rutininde, TBMM çatısı altında bile çoğu sürekli tekrarlanan ifadeler.

Dosyalara göre, “Zıpla, zıpla, zıplamayan Tayyipçi”, “Diplomasız Erdoğan”, “Diktatör Tayyip” gibi…

Yani bir şekilde Cumhurbaşkanı’nı eleştiren içeriklerle, içinde Cumhurbaşkanı’nın geçmediği genel slogan -örneğin, hak hukuk adalet gibi- dosyaları birbirinden ayrıldı.

Cumhurbaşkanı’na hakaret ile suçlananlar da tutuklu kaldı. Ve bu aşamada bu gençlere yönelik ilgi hem halk hem CHP hem de gazeteciler açısından gözle görünür düzeyde düştü.

Önce bu çocuklara ‘vatan kahramanı’ muamelesi yapıp, “Geleceğimiz sizsiniz”, “Sonuna kadar arkanızdayız” iddialılığı, sonra da aynı gençleri unutulmaya terk etmenin faturasının hepimizin için ağır olacağını düşünenlerdenim.

Neden öyle düşündüğümü de hemen anlatmak isterim…

Zira sadece demokratik haklarını kullandıkları için tutuklanan bu gençler üzerinden genel bir gözdağı verilmek istenmekte, Tayyip Erdoğan’ın adını bu tarz eylemlerde anmanın nelere mal olabileceği ibretiâlem olacak şekilde tüm kamuoyuna gösterilmektedir.

Bu gençlere ilgi azaldığında, unutulduklarında orada kalma süreleri de uzayacaktır.

Biliyoruz, yaşadık, tecrübe ettik.

Hâlâ bir miktar kamuoyu gücümüz var!

Sönümlenmeye bırakılan her alanda bu güç daha da eriyecektir, onu da geçmiş deneyimlerden biliyoruz.

O yüzdendir ki sizin, bizim, herkesin bu gençlere sahip çıkması ve onları unutturmaması, en sonuncusu tahliye edilene kadar konuyu gündemde tutması gerekir.                      

                                                          /././ 

Haritalar savaşı-Hasan Göğüş-

Her iki tarafın da mutedil açıklamaları ve deniz mekânsal planlaması haritalarının aynı gün yayınlanmış olması, Yunanistan ve Türkiye’nin gelişmelerden birbirlerini önceden bilgilendirdikleri, hatta belirli bir eşgüdüm içerisinde hareket ettikleri olasılığını akla getiriyor

ege adaları

Savaş denilince illa devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek, birbirlerini yok etmek için silahlı mücadeleye başlamalarını anlamamak gerek. Türlü çeşitli savaş var. Soğuk savaş, psikolojik savaş, yıldızlar savaşı, sinir savaşı bunlardan sadece bazıları.

Türklerin en fazla savaştığı millet, tarih bilgim beni yanıltmıyorsa galiba Ruslar. 1677-1918 arasındaki 241 yılın 54’ü Rusya ile savaş halinde geçmiş. Bir başka ifadeyle, bu dönemde her 18 yılda bir savaş ilan edilmiş.

İkinci sırada da Yunanlılar geliyor. Yunanlılarla giriştiğimiz savaşlara son dönemde bir de harita savaşları eklendi. Başlatan da Sevilla Haritasını yayınlayan Yunan tarafı. Sevilla haritası, 2000’li yılların başında İspanya’nın Sevilla kentindeki üniversiteye mensup bir grup akademisyenin AB’nin talebiyle Türkiye, Yunanistan ve GKRY arasında Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölge uyuşmazlığının nasıl çözümlenebileceğine ilişkin yaptığı bir çalışma. Bu nedenle, adını da Sevilla şehrinden alıyor. Harita tamamıyla yunan tezleri temelinde hazırlanmış. Türkiye’nin anakarasına ne kadar yakın olursa olsun, Yunan adalarına tam deniz yetki alanları tanıyor. Burnumuzun dibindeki minicik Meis Adası, koca Türkiye’yi Antalya Körfezi’ne hapsediyor. Resmi bir niteliği olmasa da Sevilla haritası, Yunanlıların çok hoşuna giden ve sık sık atıfta bulundukları bir harita.

Türkiye, Sevilla haritasına mavi vatan atağı ile cevap verdi. İlk kez 2006 yılında deniz kuvvetlerince düzenlenen bir seminerde dile getirilen “Mavi Vatan Doktrini” Türkiye’nin Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’de ilan ettiği deniz yetki alanları anlamına geliyor. Bu doktrine göre, Türkiye’nin 783.562 km2’lik yüzölçümüne, 462.000 km2’lik deniz alanı vatan toprağı olarak ilave ediliyor. Mavi vatan taraftarlarından bazıları işi daha da ileri götürerek Ege’deki adaların hiçbirinin, hatta Girit’in bile deniz yetki alanına sahip olmadığını savunuyorlar, Kıbrıs’ın Karpat burnunu yok sayacak kadar ileri gidiyorlar.

Haritalar savaşında bir sonraki hamle yine Türkiye’den geldi. Türkiye, önce 27 Kasım 2019 tarihinde Libya ile Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin bir anlaşma imzaladı.18 Mart 2020 tarihinde de bu anlaşmadaki sınırlandırmayı içeren haritayı Birleşmiş Milletler’de kayda geçirdi. Tabii bu arada Yunanistan da boş durmadı. Mısır ile bazı bölgelerde Türkiye-Libya Anlaşması ile çakışan bir anlaşma imzaladı, kendi haritasını yayınladı.

Deniz Mekânsal Planlaması

Haritalar savaşının son perdesi, 15 Nisan’da yaşandı. UNESCO bünyesinde kurulan Oşinografi Komitesi’nin koordinasyonunda kıyı devletlerine önerilen Deniz Mekânsal Planlaması (DMP), deniz ve kıyı alanlarındaki faaliyetlerin uyum içinde yürütülmesini sağlamak amacıyla geliştirilen, bilim temelli bir planlama sürecidir. AB tarafından 2014 yılında yayınlanan bir direktifle, AB üyesi ülkeler için zorunlu hale getirilmiştir. Türkiye ve Yunanistan aynı gün Deniz DMP haritalarını açıkladılar. İşin aslını incelemek zahmetine girmeyen malum çevreler, Yunanistan’ın bu haritayla karasularını 12 mile çıkardığını, burnumuzun dibindeki adaların elden gittiğini öne sürerek yine “ver mehteri” nakaratlarına başladılar. Her şeyden önce ne Yunanistan’ın ne de Türkiye’nin hazırladığı DMP haritaları, gösterilen alanlarda egemenlik kurdukları anlamına geliyor. Nitekim Yunan Dışişleri’nce yapılan açıklamada, bu haritanın egemenlik hakkı oluşturmadığı veya kıta sahanlığı sınırı ilan etmek anlamına gelmediği vurgulanıyor. Haritada Yunanistan’ın Ege’deki karasuları genişliği de iddia edildiği gibi 12 değil, 6 mil olarak gösterilmiş. Türkiye’nin DMP haritasında ise Ege’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılması için orta hat esas alınmış. Türkiye Anakara’sına yakın Yunan adalarına deniz yetki alanı tanınmamış. Böylelikle her iki taraf da DMP’ler aracılığıyla mevcut müzakere pozisyonlarını konsolide etmiş oldular.

Türkiye'nin yayımladığı Deniz Mekânsal Planlama haritası
Yunanistan'ın yayımladığı resmî harita

Yeni bir kriz çıkmadı

DMP’lerin açıklanması İsrail, GKRY ve Yunanistan arasında elektrik bağlantısı sağlanması için deniz tabanına kablo döşenmesi, Mora yarım adasının güneyinde Türkiye ile Libya arasındaki anlaşmada kayıtlı bazı alanlarda Amerikan petrol şirketlerine sondaj lisansı verilmesiyle Ege’de gerilimin arttığı bir döneme rastladı. Mevcut olumsuz ortama rağmen DMP haritaları yüzünden yeni bir kriz yaşanacağına ilişkin endişeler yersiz çıktı. Her iki tarafın da mutedil açıklamaları ve DMP haritalarının aynı gün yayınlanmış olması Yunanistan ve Türkiye’nin gelişmelerden birbirlerini önceden bilgilendirdikleri, hatta belirli bir eşgüdüm içerisinde hareket ettikleri olasılığını akla getiriyor.

Doğru adres Lahey Adalet Divanı

Yunanistan’ın DMP’nın açıklanmasından sonra Yunan Skai televizyonuna konuşan Dışişleri Bakanı Geripetrides, Türkiye’nin tepkisi sorulduğunda, “Türkiye’nin kendi görüşleri var. Tepkiyi bekliyorduk. Eğer farklı iki görüş varsa, orta yol da vardır. Çözüm yolu da münhasır ekonomik bölge için tahkimname hazırlanmasıdır” diyerek Lahey Adalet Divanı’nı adres gösterdi.

Ege’deki sorunlar için kavga edip karakolluk olmaktansa, görüşüp anlaşarak mahkemelik olmak, sanki iki taraf için de daha hayırlı olacak gibi görünüyor.

                                                             /././

T-24

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...