T-24 "Köşebaşı + Gündem" -26 Mayıs 2025-

Kazan’dan: Siyaset, ekonomi, kültür, Türkiye, Rusya -Ercan Uygur-

Kazan 19’uncu yüzyıldan başlayarak, Rusya’nın Çin ile ticaretinin merkezi olmuştur. Bu ticarette Ruslar yanında Türkler/Müslümanlar ve küçük Yahudi toplumu önemli sermaye biriktirmiştir. Böylece Kazan, önemli bir ticaret, siyaset ve kültür merkezi oluyor

kazan üniversitesi

Geçen hafta Kazan’da uluslararası “Kazan Forumu” vardı ve davetli konuşmacı olarak ben de orada idim. Bir soru şudur; Türkiye’deki ve dünyadaki bazı olaylar ve gelişmeler Kazan’da (Rusya’da) nasıl algılanıyor?

Bu soruya yanıtı, çoğunluğu Rusya Bilimler Akademisi üyesi olan akademisyenlerle yaptığım sohbetlere dayanarak vereceğim. Bu sohbetlerde örneğin Putin’in İstanbul toplantısına gelip gelmeyeceği sorusu da var(dı). 

Sohbetlerde elbette ekonomi, ticaret, büyüme/kalkınma konuları da vardı. Kazan Forumu, “Rusya ve İslam Ülkeleri” alt başlığını da taşıyor ve haliyle ekonomi ve ticaret konularının ağırlıklı olduğu bir forumdur.

Kazan 2025 Forumu’na dünyanın birçok ülkesinden yaklaşık 8 bin 500 kişinin katıldığı bildiriliyor. Afrika’dan, Orta Doğu’dan, Orta ve Doğu Asya’dan katılımcıların olduğunu ben de gözledim.

Kazan, Tataristan Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti. Ancak Tatarların giderek nüfus çoğunluğunu yitirmekte olduğu anlaşılıyor. Kazan Tatarları, Kırım Tatarları ile aynı soydan, ama arada dil ve kültür farkları da oluşmuş.

İlginç bir konu da şudur: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk aşamalarında Kazan Tatarlarının/Türklerinin önemli ilişkileri, katkıları vardır. Bunlar Mustafa Kemal Atatürk tarafından nasıl örülmüştü? Benzer ilişkiler şimdi ne durumdadır acaba?

Kazan’dan bakınca, çok kutuplu dünyada oyunlar nasıl oynanıyor? Türkiye’nin Suriye ve diğer bölgelerde dış politika başarısı/başarısızlığı nedir? Bu gibi konuları sonraki yazıya bırakıyorum.   

“İdil ırmağı”, Kazan’da siyaset ve kültür; Tolstoy ve Lenin

Önce Kazan’ın kendisini kısaca anlatayım. Uçakla Kazan havalimanına alçalırken aşağıda büyük bir göl görüntüsü var. Bu görüntüyü yaratan, Türklerin İdil, Rusların Volga dediği, Avrupa’nın en büyük, en uzun ırmağıdır.

Kazan, devasa İdil ırmağının yarattığı verimli ovaların ortasındadır. Bu ırmak Rusyanın önemli enerji kaynağıdır, üzerinde çok büyük dört baraj vardır ve ulaşıma büyük katkı sağlıyor. İdil ırmağı, elbette tarımsal üretime de çok önemli katkı yapıyor.

Kazan ayrıca 19’uncu yüzyıldan başlayarak, Rusya’nın Çin ile ticaretinin merkezi olmuştur. Bu ticarette Ruslar yanında Türkler/Müslümanlar ve küçük Yahudi toplumu önemli sermaye biriktirmiştir. Böylece Kazan, önemli bir ticaret, siyaset ve kültür merkezi oluyor.

Sonuçta Kazan’da, siyaset ve din kitapları dahil, çok kitap basımı yapılır olmuştur. Bu süreçte, örneğin Kırım Tatarlarından/Türklerinden İsmail Gaspıralı’nın Tercüman gazetesi ve kitapları da basılır ve satılır olmuştur.

Gaspıralı, yayınları ve gazetesi ile Türklerin ve Türkçenin birliği ve Rusya Müslümanlarının korunması için çaba içindedir. Gaspıralı, Osmanlı Devleti’nin kötü gidişini durdurma tartışmaları ve çalışmaları içinde de olmuştur.

Kazan’da bugün ünlü yazar Leo Tolstoy’un bir müze-evi var. Tolstoy burada 1841-1845 döneminde halasının bir araya topladığı kardeşleri ve kuzenleri ile dört yıl yaşıyor. Tüm kardeşler Kazan Üniversitesi’nde öğrenci oluyorlar.

Leo Tolstoy’un müze-evi

Tolstoy, bir giriş sınavı ile, 1844’te önce üniversitenin Doğu (Şark, Oriental) Dilleri bölümüne kaydoluyor. Belirteyim, giriş sınavı konuları arasında Tatar Türkçesi de var. Tolstoy bu sınavda da başarılı oluyor.

Çok hareketli sosyal yaşantısı nedeniyle Tolstoy birinci sınıfı geçemiyor. Hukuk fakültesine geçiş yapmak için başvuruda bulunuyor. Başvurusu kabul ediliyor, ama iyi bir başlangıçtan sonra ikinci dönemde yine bazı derslerden kalıyor. Tolstoy, 1847 başlarında üniversiteden, bir veda mektubu da yazarak, ayrılıyor.

Kazan Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesine, tam 40 yıl sonra 1887’de, bu kez Bolşevik devriminin lideri ve Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir İ. Lenin  kaydoluyor. Lenin, dul annesi ve küçük kardeşi Dmitry ile bugün müze-ev olan konutu kiralıyorlar.

Lenin Hukuk fakültesine ancak üç ay devam edebiliyor, çünkü çarlık karşıtı radikal öğrenci gösterilerinde polise yakalanıyor ve okuldan uzaklaştırılıyor. Belirteyim, Lenin’in üç ay boyunca derslere girdiği derslik ve sırası Kazan Üniversitesi’nde hâlâ muhafaza ediliyor.

Bu uzaklaştırma sonrasında Lenin, annesi ve kardeşi Kazan’da zor koşullarda 9 ay daha kalıyorlar. Bu süre boyunca Lenin sürekli okuyor, değerlendirmeler yazıyor ve kendinden daha deneyimli radikal siyasi gruplarla toplantılar yapıyor. Dikkat edelim, Lenin 1887’de henüz 17 yaşındadır. 

Vladimir İlyic Lenin

Cumhuriyetin kuruluşunda “Tatar Türkleri”

Bugüne dönelim, günün çok erken saatinde havalimanından alındım ve Kazan’da bir otele bırakıldım. Otelin resepsiyonundaki görevlilerden birinin adı Asena. Dikkatimi çekiyor, ama Tatar adıdır düşüncesiyle doğaldır diyorum.

Asena İstanbul Türkçesiyle “Kazan’a hoş geldiniz” diyor. Sonra da açıklıyor; babam Türk, annem Tatar Türk’ü, “adımı bilerek, seçerek Asena koymuşlar.” Bir yıl önceye kadar Türkiye’de yaşamışlar, ama artık Kazan’a yerleşmişler.

Neden? “Çünkü bildiğiniz gibi Türkiye’de koşullar çok zorlaştı.” Gençlerimiz, yetişmiş insanlarımız yalnızca Avrupa’ya göçmüyorlar. Kazan’a da gelenler var demek ki.

Sonra “Kazan Forum”un yapıldığı kongre merkezine gidiyoruz. Merkez’in girişinde yerel kıyafetleri ile gençler yol gösteriyor. Ruslar, Tatarlar var; sonradan öğrendim Türkmenler, Başkurtlar da var.

Tatar olduğunu varsaydığım bir genç, yaka kartıma bakarak sesleniyor; “Men Tatar Türküyrem.” Sonra elini uzatıyor, yakasında Gülnar yazıyor. Gözleri dolu dolu bir şeyler söyledi, ama anlamadım. Bir sıkıntısını anlatmak istedi sanırım. Ertesi günlerde kendisini aradım ama göremedim.

Bu iki karşılaşmadan aklıma geldi; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamalarında Kazan Tatarlarının/Türklerinin önemli ilişkileri, katkıları oldu. Mustafa Kemal Atatürk’e yardımları oldu. Kimlerdi bunlar? Bazılarını kısaca hatırlatayım. 

Bunların başında Yusuf Akçura geliyor. Akçura Rusya’da doğdu, eğitim için İstanbul’a getirildi. Jön Türk hareketine katıldı. Paris Siyasal Bilgiler Okulunu bitirdi, sonra Kazan’a döndü. Ünlü “Üç Tarz-ı Siyaset” (Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük) maka­lesini yazdı. Kemaloğlu (2017).

Akçura, 1908’de Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a geri geldi, siyasî tarih dersleri verdi. 1931’de Atatürk’ün Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin (daha sonra Türk Tarih Kurumu) kuruluş çalışmalarında görevlendirildi, 1932’de de cemiyetin başkanlığına seçildi.

Atatürk’ün sık görüştüğü bir diğer Tatar aydını da Sadri Maksudi Arsal’dır. 1880’de Kazan’ın Taşsu Köyü’nde doğdu, Rusya’daki eğitiminden sonra 1902’de Paris’te Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. 1906’da Rusya’ya döndü ve II. Rus Duma’sına üye seçildi.

Rus baskısından kaçan Arsal, önce Fransa’ya gitti, sonra davet üzerine Türkiye’ye geldi. Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşunda yer alan Arsal İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Türk Hukuk Tarihi dersleri verdi.

Atatürk, kendisini yanına çağırır ve onunla ülke sorunlarını tartışırdı. Arsal, 1930-1938 ve 1950-1954 döneminde milletvekilliği yaptı, Ankara Hukuk Fakültesi’nde dersler verdi. Arsal, Türkçenin Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılması tezini ortaya koydu.

Atatürk ile görüşen bir diğer Tatar bilim insanı arkeolog ve etnolog Hamit Zubeyr Koşay’dır. 1909’da Osmanlı’ya göç eden Koşay, Selanik’teki medresede, Macaristan ile Almanya’daki şarkiyat enstitülerinde eğitim aldı. Türk Tarih Ku­rumu ve Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunda önemli rol aldı, Etnografya Müzesi’nin kurucusudur.

Türkiye’de çok tanınan Tatar aydınlarından biri de Akdes Nimet Kurat’tır. 1903’te Tataristan’da Berkete köyünde dünyaya geldi, 1920’de liseyi bitirdi. 1924 yılında Türkiye’ye sığınarak İstanbul Darül­fünunu bitirdi. Edebiyat Fakültesi’ne kaydolarak önce felsefe, sonra tarih bölümünde eğitimine devam etti.

Kendisi 1928 yılında Tarih Bölümü’nden mezun olduktan sonra Almanya’ya gönderildi. 1933’te doktorasını tamamladı. Bu tarihten sonra İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nde görev yaptı. 

Kurat’ın Prut Seferi ve Barışı, Rusya Tarihi, Türk-İngiliz Münasebetlerinin Başlangıcı ve Gelişmesi (1553-1610), Türkiye ve İdil Boyu gibi önemli çalışmaları vardır. Kemaloğlu (2017).

Belirtmemiz ve anmamız gereken başka Tatar aydınlar da var elbette, ancak bunlar yeterli bilgi verdi sanırım.

Rus meslektaşlarla yaptığım sohbetlerin bir konusuna değinip yazıyı bitireyim. Bu meslektaşlarımız Putin’in 15-16 Mayıs 2025’te Ukrayna konusunu görüşmek üzere İstanbul’a gelmeyeceğini biliyorlardı.

Çünkü artık Putin’i tanıyorlardı. Ukrayna konusunda Trump’ın yolu açmasıyla, güçlü ve avantajlı konuma geçmişti, alabileceğinin en yükseğine çıkacağını biliyorlardı. Daha azına razı olmayacaktı.

Hani Trump iyi pazarlıkçıydı? Genel kanı şuydu: Trump bir otokrattı ve sınırlı bilgisiyle her şeye hükmettiğini sanıyordu. Bu konuyu, Türkiye değerlendirmeleri ile birlikte başka bir yazıya bırakıyorum.  

Kaynaklar:

Kemaloğlu, İlyas (2017) “Atatürk ve Tatar Aydınları”

Savunma Haber, 2017.

https://shbr.tr/ataturk-ve-tatar-aydinlari

                                                                     /././

Odessa’yı yakan hesaplar -Akdoğan Özkan-

Savaşta adı çok anılmıyormuş gibi dursa da özellikle İngilizler ve Avrupalıların ‘gerekirse Kiev’i verelim ama onu asla’ diye düşündüğü Odessa meselesi son günlerde kelimenin tam anlamıyla “alevlenmiş” görünüyor

odessaOdessa Kenti'ndeki Richelieu Heykeli, Rus saldırısından korunması için kum torbalarıyla koruma altına alınmıştı.

ABD yönetimi Ukrayna Savaşı’nın sonlanması meselesini Trump ile birlikte kafasında az çok çözmüş gibi bir izlenim verirken, şahin kesilip olası bir “barış anlaşması” konusunda ayak direyerek Zelenski’yi savaşı sürdürme konusunda cesaretlendiren Avrupa’nın böyle davranmasının arkasında pek çok sebep varmış gibi görülebilir. Ancak özellikle de İngiltere’nin böyle yapmasının ardındaki en önemli motivasyon, Rusya- Ukrayna savaşında adından çok bahsettirmiyormuş gibi duran Odessa’ya yönelik hesaplar, kanımca.

Avrupalılar Ukrayna’nın “Karadeniz’in incisi” olarak anılan Odessa limanlarının kontrolünü Ruslara yitirmesindense başken Kiev'i kaybetmesini dahi tercih edebilecekler, sanıyorum. Hatta bir adım daha ileri giderek şunu söyleyeyim, özellikle 2022’de İstanbul’da yakalanan barış imkanını dinamitleyen İngilizlerin Rusya'nın bu şehre yönelik tasarruflarından vazgeçmesini barış anlaşmasının önündeki ana şart olarak gördükleri kanaatindeyim.

Son günlerde Odessa ara ara ateşe boyanıyor, bu nedenle bu konuyu öne çıkaralım istiyorum, Aslında Odessa’nın çatışmaların sonuçları bakımından kritik öneme haiz bir kent olduğunu daha savaşın başlarındaki yazılarımda dile getirmiştim. 2022 yılı Nisan’ında T24’te kaleme aldığım “10 Soruda Ukrayna Savaşı” başlıklı yazımda, savaşın sebepleri ve nasıl seyredebileceği üzerine düşüncelerimi aktarırken, tek bilemediğimiz hususun Odessa olduğunu belirtmiş ve Rusya’nın Odessa’yı alarak “Ukrayna’nın Karadeniz’e çıkışını tamamen kapatmak isteyip istemediğini henüz bilemiyoruz,” yazmıştım, daha Ruslar doğuda, Donetsk ve Luhansk’ta bile kayda değer bir ilerleme kaydetmemişken. Rusya lideri Vladimir Putin’in kafasında böyle bir hedef var mıydı, o tarihte, bizlerin bilmesi mümkün değildi çünkü. Geçen yıllar içinde Odessa’nın bütün kıymetine rağmen -ara ara aldığı füze saldırıları dışında- savaşın ana merkezi dışında tutuluşuna bakarak “Ruslar kadim Rus kenti olarak gördükleri Odessa’yı istemiyor, herhalde” şeklinde akıl yürütmek çok yanlış sayılmazdı.

Ancak son günlerde Odessa’ya yönelik ilginç gelişmeler oluyor. Ruslar, Ukrayna'nın askeri sanayi alanlarına yönelik yüksek hassasiyetli silahlar ve insansız hava araçları (İHA) ile saldırılar gerçekleştiriyor. Rusya Silahlı Kuvvetleri geçen cuma geçesi boyunca Ukrayna'nın askeri sanayi bölgesinde bulunan füze ve İHA üretim tesisine, radyo teknik istihbarat merkezine ve ABD yapımı “Patriot” hava savunma sistemlerinin bulunduğu bölgelere karadan yüksek hassasiyetli silahlar ve İHA’larla saldırı düzenledi.

Ayrıca, “İskender” kısa menzilli balistik füze sistemi ile Odessa limanında askeri teçhizat taşıyan bir yük gemisi ile limandaki konteyner deposuna saldırılar yapıldığı belirtildi. Bakanlık, “gemide, İHA'lar, insansız deniz araçları ve mühimmat dahil olmak üzere çeşitli askeri teçhizatla dolu 100 konteyner yer alıyordu. O gece Odessa limanından dakikalarca alevler yükseldi. Saldırılar cumartesi de sürdü.

Aslına bakılırsa, Rus birlikleri Ukrayna Silahlı Kuvvetleri'nin sivil hedeflere yönelik saldırılarına karşılık olarak, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri'nin Odessa yakınlarındaki askeri noktalarına, personeline, teçhizatına, hatta paralı askerlerin bulunduğu yerlere ve ayrıca altyapıya (enerji tesisleri, savunma sanayi, askeri idare ve Ukrayna'nın iletişimine) yönelen saldırılar daha önce de gerçekleştirmişlerdi. Ancak Odessa belki de ilk kez böyle güçlü balistik füzelerin de yer aldığı saldırıların hedefi oldu ve deyim yerindeyse “cehenneme döndü.”

Peki neden? Bunu açalım zira bize bu savaşa dair pek çok şey söyleyecek: Neden Odessa hedefe konuyor?

İstanbul’dan gelen gemi

Bunun iki sebebi var. Birincisi, Moskova’nın Rusya ile Ukrayna arasındaki İstanbul müzakerelerinin ilk aşamasının gerçekleştiği gün, İstanbul limanı çıkışlı büyük miktarda askeri yardım sevkiyatının Odessa limanına ulaştığını tespit etmesi. Rusların iddialarına, göre, İstanbul'dan gelen bir kargo gemisi Odessa limanının sekizinci rıhtımında görüldü. Rus medyasının, “Diary of a Paratrooper” adını taşıyan bir dijital günce aracılığıyla cepheden bilgiler geçen bir Rus askerine dayanarak verdiği bilgilere bakılırsa, limanın onuncu rıhtımında da, yani deniz üssünün bulunduğu yerde Türkiye'den gelen yüz metre uzunluğunda bir kargo gemisi tespit edildi. Geminin su üstünde oturma seviyesine bakarak, çok fazla kargo getirdiği varsayıldı. Ambarların kapakları açıktı, bir yükleyici iskele boyunca ilerliyordu ve limanda daha önce görülmeyen, sırt çantalı, askeri üniformalı adamlar vardı. Görünüşe göre önemli askeri malzemeler taşınmıştı.

Ardından sahada birkaç gün boyunca göreceli bir durgunluk yaşandı. Kiev güçleri Rusya topraklarına yönelik dron saldırılarını birkaç gün minimumda sürdürdüler. Ardından saldırılar birden arttı. 20 Mayıs'tan 23 Mayıs'a kadar Rusya hava savunması tespit ettiği 1.177 Ukrayna insansız hava aracını imha etti. Bunlardan 788'i Ukrayna’nın savunma bölgelerinin dışında, Rusya topraklarına yönelik görev icra ediyordu. Rusların iddiasına göre, Moskova’ya yapılan saldırılarda Ukrayna bayrağı taşıyan Türk Bayraktar yapımı İHA’lar da kullanılmıştı.

Dolayısıyla, Ruslar, Rusya ile Ukrayna arasındaki ilk müzakere turunun İstanbul'da gerçekleştiği gün o kargo gemisinin, Odessa’ya gelmesini “ikiyüzlülük” olarak değerlendirmiş, ardından gerçekleşen saldırılara da bakarak düğmeye basmış, sonuçta da Ukrayna’ya İstanbul kanalıyla tonlarca NATO silah ve mühimmatı taşımış gemileri vurmuş, Odessa limanının cehenneme dönmesine sebep olmuşlardı.

İngilizlerin Odessa tutkusu

Bir diğer neden, biraz daha stratejik. ABD Başkanı Donald Trump’ın özel elçisi Keith Kellogg tarafından da duyurulduğu üzere, Washington yönetimi, şu aralar Ruslarla NATO üyesi bazı Avrupa ülkelerine ait askeri birliklerin Dinyeper'in batı yakasına konuşlandırılmasını da müzakere etmeye çalışıyor. Bu aslında, Ukrayna’nın bölünmesine giden yolda hem taraflar arasında hem de Avrupa içinde birtakım pazarlıkların döndüğünün de habercisi. Ancak Ruslar, belli ki konunun bir anlaşma ile çözüme kavuşturulması beklenmeden, bazı NATO ülkelerinin Odessa’yı, daha da genel bir ifadeyle Karadeniz’i bir oldubittiye sürüklemesini hoş karşılamıyor, cezayı kesiyorlar. Zira Odessa, her şeyden önce Kırım’ın ve Dinyeper’in batısında ülkenin Karadeniz’e çıkışını tutan stratejik bir liman kenti.

Rusya ile bağlantısı olan her şeyin Ukrayna yönetimince yasaklandığı Odessa konusunda baş şüpheli İngilizler. Aslında, İngilizlerin Odessa ve Karadeniz tutkusu yeni değil. Savaşın öncesine gidiyor. Eski bir T24 yazımda da dikkat çektiğim üzere, Ukrayna hükümeti İngilizler ile Kasım 2021’de yani savaştan üç ay önce 1,7 milyar pound'luk kredi anlaşması imzalamıştı. Söz konusu çerçeve anlaşması ile sağlanacak kredi sayesinde Ukrayna, Britanya'dan 8 hücumbot, 2 mayın tarama gemisi alacak, daha da önemlisi, İngilizler Ukrayna'nın Karadeniz kıyısında iki donanma üssü inşa edecekti. İngilizler anlaşmanın kendilerine verdiği yetkiye dayanarak Britanya donanmasının bir kısmını Karadeniz’de, Rusya'nın burnunun tam dibinde üslendirebileceklerdi.

Ruslar, İngilizlerin Karadeniz’e yönelik bu niyetlerinden habersiz değillerdi. TASS ajansının 14 Aralık 2021 tarihinde geçtiği “Deployment of UK Military Bases in Ukraine Possible” başlıklı haber, Rusların bunun farkında olduklarını anlatıyordu. Ukrayna Donanması'nın geliştirilmesi ve güçlendirilmesiyle ilgili anlaşmayla ilgili mutabakata, Başkan Vladimir Zelenski'nin 2020 yılında İngiltere'ye yaptığı ziyaret sırasında varılmıştı. Taraflar askeri ve askeri-teknik alanlarda iş birliğinin güçlendirilmesine ilişkin bir mutabakat imzalamışlar, ayrıca buna 1,25 milyar İngiliz poundu tutarında İhracat Finansmanı kredisini de dahil etmişlerdi.

‘Orbital operasyonu’

Ukrayna Savaşı’nın ilk haftalarında kaleme aldığım T24’te kaleme aldığım bir yazımda, Odessa limanlarının kaderinin savaşın kaderi açısından çok önemli olduğunu daha eski tarihli gelişmelere de yer vererek belirtmiştim. Aslında Odessa İngiliz hükümetinin zihninde ve gönlünde 2015’ten itibaren özel bir yer işgal etmişti. İngilizler 2014 tarihli Meydan Darbesi’nin hemen akabinde Ukrayna ile çeşitli savunma iş birlikleri içine girmişlerdi. Hatta, İngiliz Kraliyet donanmasına bağlı bazı gemiler ara ara Odessa’da konuşlandırılmıştı. Kraliyet Donanması’na ait bir oşinografik araştırma gemisi olan HMS Echo, 19 Aralık 2018’te Odessa’ya gelmişti. Gemi, Orbital Operasyonu adı verilen görev kapsamında İngiltere Kraliyet Deniz Piyadeleri komandolarının Ukrayna ordusuna vermeyi planladığı eğitime destek için Odessa’daydı. İngilizler, 2015-2022 yılları arasında tam 22 bin Ukrayna askerini bu eğitim çerçevesinde eğitime tabi tuttular.

İngilizlerin keyfi yerindeydi ama, işte tek sıkıntıları Montrö Sözleşmesi idi. Zira, İngiliz gemileri uluslararası hukukun gereği olarak Karadeniz’de maksimum 21 gün kalabiliyordu. Montrö gereği, yarın öbür gün savaş söz konusu olursa o gemiler Karadeniz’e hiç gelemeyeceklerdi.

Odesa’nın önemi için çok fazla şey yazılabilir:

* Bunların başında, Ukrayna’nın mısır, tahıl ve maden/mineral ihracatının büyük bir kısmını, ekonomisi ve deniz ticareti üzerinde son derece söz sahibi bir nokta olan Odessa'dan ve yakındaki küçük limanlardan yapması geliyor.

* Karadeniz Tahıl Koridoru Anlaşması sonlanmadan önce Ukrayna'dan tahıl yüklü gemiler de dünyaya Odesa Limanı’ndan açılıyordu.

* Rus Çariçesi II. Katerina tarafından 1794’te kurulmuş olan Odessa şehri, Ukrayna’da Rusça konuşan nüfusun çoğunlukta olduğu, Rus kültürünün de son derece kuvvetli olduğu bir bölge.

* Odessa, Moldova’nın Sovyetler Birliği’nden ayrıldığı 1991 yılında bu ülkeden tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden, bugün halen ayrılıkçıların kontrolünde bulunan Transdinyester bölgesine de komşu. Rusya’nın Transdinyester’de askeri birliğinin yanı sıra, Dünya Savaşı’ndan kalan en büyük cephanelerinden biri de bulunuyor.

* Gerek bu nüfus için gerekse de Rusya için bölgenin bir başka sembolik önemi de var. Neo-Nazi grupların 2 Mayıs 2014’te bir sendika binasında 48 kişinin diri diri ölümü, 250’den fazla kişinin de yaralanmasına sebep oldukları bir katliama sahne olmuş bir kent Odessa. Rusların bu katliamın sorumlularını cezalandırmak isteyeceklerini de pekâlâ düşünebiliriz. 

Aslında bütün bu olguları sayıp dökmeden de, sadece I. Dünya Savaşı’na bakarak çok iyi biliyoruz Odessa’nın ne kadar stratejik bir önem taşıdığını.

Dolayısıyla, İngilizler için Kiev’in belki sadece sembolik bir önemi varken, Odessa’nın Britanya donanmasını Karadeniz’e taşıma arzusunu saklayan stratejik bir önemi var.

Planlar akamete uğrayınca

İngilizler bölgedeki varlıklarını kalıcı kılmak maksadıyla Ukrayna ordusuna donanma üsleri inşa etme ayrıcalığını savaştan önce elde etmişlerdi. Çünkü zaten bir savaşa gidileceğini biliyor, harıl harıl Ukrayna askeri eğitiyorlardı. Gerçi savaş 1922 şubatında patlak vermeseydi, İngiliz donanma filosu -Ukrayna ile anlaştığı üzere Berdyansk ve Ochakov limanlarında donanma üsleri inşa ederek- Karadeniz’deki İngiliz ve NATO varlığının yoğunlaşmasına olanak tanıyacak stratejik bir avantaj kazanabilecekti. Bu amaçla, 2021 yılı Haziran ayında bir iyi niyet mektubu imzalanmış, Kasım ayında da İngiliz parlamentosu hükümetin Kiev yönetimine, yukarıda da bahsettiğim 1,7 milyar pound’luk finans sağlama kararına onay vermişti. İngilizler o yılın aralık ayında giriştiler üslerin inşasına.

İngilizlerin diğer provokatif adımlarından birinde ise, Londra hükümeti 2 adet Sandown sınıfı mayın avlama gemilerini hizmetten çıkarak Ukrayna’ya hibe edilmelerine karar verdi. Aslında bu konu 2021’de ilk olarak gündeme gelmişti. Gemilerin “HMS Grimsby” ve “HMS Shoreham” olan adları da “Chernihiv” ve “Cherkasy” şeklinde değiştirildi. Bu arada, eski Başbakan Rishi Sunak’ın Kiev ziyareti ile birlikte iki ülke arasında kapsamlı, yeni bir savunma iş birliği anlaşması da onaylandı. Anlaşma kapsamında İngilizler Kiev yönetimine 2,5 milyar poundluk yardım yapma sözü de verdiler.

Ancak belki beklediklerinden biraz önce gelen savaş İngilizlerin planlarını bozdu. Bir kere Montrö Sözleşmesi gereği İngiliz gemileri bölgeyi terk etmek durumunda kalmıştı Gerçi Londra hükümeti, “Chernihiv” ve “Cherkasy” isimli mayın avlama gemilerini Karadeniz’e yine de göndereceğini açıkladı. Ancak Ankara, Montrö Sözleşmesi’ne dayanarak bunun hukuki bir dayanağı olmadığını ve gemilerin Boğaz’dan geçmesine izin vermeyeceğini bildirdi. NATO çevrelerinden emekli bazı İngiliz ve Amerikalı generaller Türk donanmasına ateş püskürerek, “böyle NATO müttefikliği mi olur” demeye getirdiler. Romanya’nın da fişteklediği krizler zor atlatıldı, yazmıştım.

Tabii Rusların ilerleyişi İngilizlerin planını akamete uğrattı. Sonuçta, Londra’nın Berdyansk planı hayata geçemedi ancak Kırım Tatarlarının “özü” olarak bildiği, daha batıdaki Ochakov’da bulunan donanma altyapısı Ukrayna’dan Rusya içlerine gerçekleştirilen saldırıların planlanmasında dahi önemli rol oynadı. Yine de donanma üssü genişletme planları hayal oldu.

İngilizlerin o tarihteki planlarına set çeken Rusya, şimdi de Odessa’nın kendisine karşı saldırılarda bazı NATO güçleri tarafından üs olarak kullanılmasını kabul etmeyeceğini şiddetli bir şekilde anlatarak, limana gelen gemileri ve rıhtımları yakıp yıkıyor.

Yaklaşık 3 yılın ardından İstanbul'da 16 Mayıs'ta Cumhurbaşkanlığı Dolmabahçe Çalışma Ofisi'nde bir araya gelen Ukrayna ve Rus heyetleri arasında esir takasıyla ilk meyvesini veren İstanbul Müzakereleri yeni ve ümitvar bir evreye doğru ilerleyecek mi bilmiyoruz.  Ancak Rus 90. Muhafız Tank Tümeni artık Dinyeper’e dayanmışken, pek çok şeyin yanı sıra Odessa şehrinin adını da bundan sonra daha sık duyacağız gibime geliyor.

ABD Başkanı Donald Trump'ın Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff, Ukrayna meselesinde bir barış anlaşması ortaya çıkarmanın en hızlı yolunun Rusya’ya Ukrayna’nın doğusundaki dört bölgeyi vermekten ve Kırım’ın mevcut statüsünü kabul etmekten geçtiğini söylemiş, “daha fazlasına niye ihtiyaçları olsun ki” kabilinden bir şeyler söylemişti. Ancak bazı müzakerelerden sonra, ABD ve Avrupa, Ukrayna'nın geri kalanının Dinyeper boyunca bölünmesini kabul etseler bile, böyle bir bölünmede Dinyeper, Harkov, Sumi, Çernigiv ve Poltava bölgelerini muhtemelen Ruslara vermeyecek, bu bölgeler Kiev'in kontrolü altında kalacaktır. Ancak kanımca, savaşın sonunun yaklaştığına işaret edecek en önemli gösterge, bu şehirlerden ziyade Odessa’nın kaderinin belirginleştirilmesi olacaktır. Ben Avrupa’nın Kiev ve adını andığım o diğer dört bölgeden ziyade Odessa meselesinde daha odaklı olacaklarını düşünüyorum, ama ne olacağını tam kestiremiyorum

Ocak 2025'te Beyaz Saray’a döndüğünden beri Başkan Trump, Ukrayna'ya ABD tarafından finanse edilen yeni bir askeri yardım paketi açıklamadı. Ancak, Zelenski’nin tutumundan artık sıkıldığı anlaşılan Trump, geçenlerde “ABD olarak barış görüşmelerinden kalkabileceklerini” de söyledi. Öyle ya, kalkar, Avrupa’ya Ukrayna’ya sevk edilmek üzere milyar dolarlık silah satar, kasaya yine artı yazar. Zaten, ABD'nin yaz aylarında Kiev yönetimine yönelik geçmiş yükümlülüklerin bir parçası olan silah teslimatlarını durduracağı yönündeki endişeler arasında, son zamanlarda Avrupa’nın Ukrayna'ya Rusya ile savaşa devam edebilmesi için ABD’den silah satın alabileceği ihtimali de giderek “itibar görüyor.”

Bu arada, İstanbul bu gelişmelerin ardından barış görüşmelerinin bundan sonraki ayaklarına ev sahipliği yapabilir mi, bayrağı Vatikan’a filan devreder mi, onu da hiç bilmiyorum. Zaten, geçenlerde ABD eski istihbarat subayı Scott Ritter, “Belli oldu. Barış gerçekleşmeyecek. Bence barış planı da gerçekleşmeyecek. Çünkü Ukrayna şu aralar Ukraynalılara ait değil, başka çıkarlar var işin içinde” şeklinde konuşmuş, bu işin “Ukrayna’nın koşulsuz teslimiyetine kadar” gidebileceğini ifade etmişti. Bakalım, görelim, ama umalım iş o raddeye varmadan barışta anlaşılsın!

                                                                    /././

soL "Köşebaşı + Gündem" -26 Mayıs 2025-

Küba Devlet Başkanı'ndan insanlığa çağrı: İsrail'in 9 çocuğunu öldürdüğü Filistinli doktoru paylaştı.

Gazze’de 9 çocuğu İsrail tarafından katledilen doktor anne Ala Neccar’ın fotoğrafını paylaşan Küba Devlet Başkanı Diaz-Canel insanlığa çağrı yaptı. Saldırıda ağır yaralanan doktor baba Hamdi Neccar’ın yoğun bakımda tedavisi sürüyor. Çiftin 10 çocuğundan biri saldırıdan yaralı kurtulurken çocuğun durumu da halen ciddiyetini koruyor.(https://x.com/DiazCanelB/status/1926358339253944567)(https://haber.sol.org.tr/haber/kuba-devlet-baskanindan-insanliga-cagri-israilin-9-cocugunu-oldurdugu-filistinli-doktoru)

                                                        ***

AKP'li Varank, Ali Koç'a baklava yedirdi: 'Hadi bismillah'

AKP Bursa milletvekili Mustafa Varank Abu Dabi'de Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Koç'a eliyle baklava yedirdi.

Birleşik Arap Emirlikleri'nde (BAE) AKP Bursa Milletvekili Mustafa Varank, Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç’a Türkiye’den getirilen baklavayı ikram etti. Varank'ın Koç'a eliyle baklava yedirdiği anlar görüntülendi. THY EuroLeague Final Four organizasyonunun finalinde Fenerbahçe Beko, Fransa'yı temsil eden Monaco ile BAE'nin başkenti Abu Dabi'deki Etihad Arena'da karşı karşıya geldi. AKP Bursa Milletvekili ve BAE Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Başkanı Mustafa Varank ve AKP İzmir Milletvekili Mehmet Muharrem Kasapoğlu, Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç’a Türkiye’den getirilen baklavayı ikram etti. "Hadi bismillah" diyen Varank, Ali Koç'a baklavayı yedirirken "Bu okunmuş baklavayı da beslemeyle yediriyoruz. Hadi bakalım" ifadelerini kullandı. (https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-05/ssstwitter.com_1748193207077.mp4)

                                                                   ***


İttifak yolu -Aydemir Güler-

Karşıdevrimi tepeleyebilecek biricik ittifakın bileşenleri etkileşime geçmeli, kol kola girmeli, tartışmalı, tanışmalı, birbirlerinden öğrenmeli ve birbirlerine güç vermelidirler. Kimsenin bir diğerine dönüşmesi söz konusu olmayacaktır. Ama bir alan temizliği zorunludur.

24 Mayıs Cumhuriyetçiler Kurultayı toplanıyor. Cumhuriyetçilerin birliği için bir adım atılıyor. Peki, yolun neresindeyiz?

Türkiye’nin uzun karşıdevrimi bir üçlü ittifakın imzasını taşır. Ülkemizin aydınlanma devrimini tıkayan, kazanımlarını tahrip eden ve geriye cumhuriyet diyebileceğimiz bir yapının kalmamasına neden olan, emperyalizm, büyük sermaye ve dinci gericiliğin ortak eylemidir. Ve bu, bir özettir yalnızca. 

20. Yüzyıl başında Türkiye’ye dışsal bir müdahalede bulunmayı deneyen emperyalizm, ilerleyen yıllarda bir iç olgu haline gelmiş, toplumsal dokuya, sermayenin her bir kıvrımına, devlet mekanizmasına yerleşmiştir. Burjuva devriminin en canlı döneminde bile devrimci bir karakter kazanmayan sermaye, feodalitenin egemen güçleriyle iç içe girmiştir. Dinci gericilik Amerikancı milliyetçilikle yakınlaşmış ve dönem dönem sağ-cumhuriyetçilerle yan yana gelmiştir. Her bir bileşeni kendi çevresini örgütleyen bu ittifakın, yanına sağ ve sol liberalleri, Kürt dinamiğini katarak büyük bir enerji edindiği de eklenmelidir. Karşıdevrim dinamiklerinin 1980’den sonra siyasette üstünlük kurdukları, 21.yüzyılda bütünüyle iktidar oldukları, karmaşık ve geniş ittifaklarını ise daha yakın zamanda inşa ettikleri görülüyor. 

Karşıdevrimin başlangıç noktası ise, çoğu örnekte olduğu gibi devrim süreciyle çakışır. Bu çakışma halk kitlelerinin devrime bağlanmasının önünde bir engel de oluşturmuştur. Kırlarda sıtmanın yenilgiye uğratıldığı, işçi sınıfının geliştiği, halk çocuklarının eğitimle tanıştığı doğrudur; ama yine de sermaye toprak ağalarıyla kucaklaşmış ve yoksul köylülük savaş meydanında asker üniformasıyla sırtladığı Cumhuriyet’te topraksız kalmaya devam etti. İşçi sınıfı, örgütsüzlüğe mahkûm edildi. İlerici, devrimci aydınlar baskılandı. Kürt yoksulları ise aşiret bağlarından kurtulacakları bir mücadele çağrısı almadılar ve onları şiddetle sömürüp ezen ve yeni düzenin egemenleri arasında kapağı atan şeyhlerden, ağalardan bağımsızlaşamadılar…

Oysa devrim halk kitlelerinin harekete geçmesidir. Devrimi yaşatacak, ayakta tutacak, koruyacak olan dinamik, mülk sahiplerinden çıkmaz. Mülkünü koruma ve çoğaltma güdüsü, zenginleri en azından devrim korkağı haline getirir. Fırsat bulduklarında sabotöre dönüşür, devrime ihaneti örgütlerler. 

Bu evrensel yasa bizde de hükmünü icra etti. Yoksa komünist hareketin sosyalizme yönelik çıkış denemeleri aynı zamanda Cumhuriyet devrimini korumayı içeriyordu. Hep hatırlattığımız gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinden Marksist aydınları çıkartırsanız, şiirden arkeolojiye, halk sağlığından yurttaşlık bilincine her başlıkta derin bir yoksullukla baş başa kalırsınız. Kentlileşen, giderek eğitimli hale gelen işçi sınıfının örgütlü bir güce dönüşmesi karşıdevrimin önünde set oluştururdu. Sol, sınırlı etkisiyle bile tarihimizin kadim eşitlikçi halk kültürünün güncellenmesine aracılık etmeyi başarmıştır. Orta Anadolu’nun karşıdevrim üssüne dönüşmesini önleyecek olan kaynak tam da oydu. Bütün bunlar olabilseydi, Kürt yoksullarının hak arayışı Cumhuriyet zemininde pekâlâ tutulabilirdi. 

Bunları “keşke” demek için yazmadım. Olan olmuştur, geriye sarmak mümkün değildir. Ama geçmiş derse dönüşmeli ve yüzler geleceğe çevrilmelidir. Karşı-devrim ittifakının karşısına radikal aydınlanmacı, bağımsızlığa tutkulu, emekçilerin cumhuriyetini programlaştıran bir devrimci ittifak çıkmalıdır. 

Bu ittifakın kaynakları bellidir. Cumhuriyetin kurucu akımı olarak bir biçimde devlete tutunagelen Kemalizm, AKP’li yıllarda bu konumundan sürüldü. Cumhuriyetin kurumlarının işgal edildiğini söyleyebiliriz. Ancak işgalcilerin akıllarına gelmeyen başlarına geldi. Cumhuriyetçilik, kurtuluş ve kuruluş dönemini bile aşan bir ölçüde halk kitlelerine mal oldu. Bugün kadınlardan gençlere, işçi ve kamu emekçilerine kadar hakkını arayan herkes kendini Cumhuriyetle özdeşleştiriyor. Karşıdevrimin önünde örgütsüz bir halk barikatı var. 

Geçen hafta değindiğim, devrimin gerisine düşülmesini engelleyen “düğüm” budur. Bu zeminde şekillenen Kemalizm, Cumhuriyetçi cephe veya devrimci ittifakın kurucu öznelerinden biri olmak durumdadır. Bu tarif adı geçen akımın bütününü kapsamıyor olabilir. NATO’ya, AB’ye bel bağlayan, sermaye düzenini veri kabul eden, laiklik uygulamaları için özür dileyen bir kesim de kendisini Cumhuriyetçi ilan edebilmekte ve öyle sayılmaktadır. 

İkinci kaynak akım devrimi ilerletmeye, eşitlikçi bir düzene taşımayı hedefleyen, bu amaçla kazanımlarına ayaklarını bastığı Cumhuriyet devrimini de eleştiriye tabi tutan komünizmdir. Türkiye’de komünizm yurtsever ve laik doğmuştu. Ancak bu tarif de, Türkiye solunun bütününü kapsamıyor. Liberal, sermaye ve emperyalizmle iş tutan kimi kesimlerin de sol sayılabildiğini biliyoruz. Beğenmesek de gerçeklik budur. 

Bulunduğumuz nokta burasıdır. Karşıdevrimi tepeleyebilecek biricik ittifakın bileşenleri etkileşime geçmeli, kol kola girmeli, tartışmalı, tanışmalı, birbirlerinden öğrenmeli ve birbirlerine güç vermelidirler. Kimsenin bir diğerine dönüşmesi söz konusu olmayacaktır. Ama bir alan temizliği zorunludur. Tarihten süzülüp gelen dersler iyi okunmalı, ilkelerimize toz değmemelidir. 

Cumhuriyetçiler Kurultayı yolun tam bu noktasıdır. Alan temizlendikçe kapsam daralmayacaktır.   

Ve zamana karşı yarışacağız. Devrimlerin tarihe attığı düğümün gerisine düşülemiyor, dedik; ama düğümü kesip atmaları imkânsız değildir. 1990’larda başlayan dünya çapındaki karşıdevrim bunun örnekleriyle dolu. Yugoslavya’dan Suriye’ye… 

Demek ki, yolun bu noktasında fazla duramayız. İleri atılımın zamanıdır. 

                                                     /././

Hayatın çatallandığı yerler -Engin Solakoğlu-

İnsansanız Filistinlilerin önce yaşam sonra da bağımsızlık hakkını savunacaksınız. Değilseniz ona göre muamele göreceksiniz. Bu arka planı koyduğumuza göre yaşanan iki olaya geçebiliriz. Görece hafifinden başlayacağım.

Belirli bir yaşa gelen insan hayatın basit ikilem veya ikiliklerden ibaret olmadığının farkına varır. Yaşarken, ak ve kara arasında grinin pek çok tonuyla karşılaşır. Hayat çoğu zaman karmaşıktır. Eğriyi doğrudan ayırmak emek ister.

Geçen hafta yaşanan iki olay bana bu gerçeği anımsattı. Her ikisinde de ne düşüneceğime hemen karar veremedim. Kıbrıslı Türklerin kullandığı deyimle “ikide kaldım”.

İki olayın ortak noktası İsrail’le ilgili olmaları. Emperyalizmin eni konu çirkinleştiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu çirkinliğin zirve noktası ise salt İsrail’in yaptıkları değil, o yapılanları tepkisizce seyreden, daha doğrusu çoğu zaman el altından kimi zaman da açıkça destekleyen Avrupa, Ortadoğu ve uyarına göre her iki şemsiyenin de altına sığışabilen Türkiye’deki sermaye sınıfı iktidarları.

Ana konuya geçmeden arka planı biraz açalım. İki yıla yakın bir süredir Gazze’yi ve her fırsatta Batı Şeria’yı tahrip eden, çocukları çadırlarda yakan, açlıktan ölmelerine yol açan İsrail, bölgede “rahatladıkça” şiddetini ve vahşetini de artırıyor. Artık resmi ve insanlıktan yoksun ağızlardan açıkça Filistin’i Filistinlilerden arındırma hedefini işitiyoruz.

Bir yandan dünyadaki kamuoyu tepkisi yükselir ve düne dek mırın kırın eden Batılı yöneticileri İsrail’in hırsız ve katil idarecilerini yarım ağızla da olsa eleştiriye zorlarken, bir yandan da Filistinleri Kuzey Afrika çöllerine sürüp bölgeyi daha etkin bir sömürü merkezi haline getirme peşindeki küresel sermayeyi ferahlatmanın yolları araştırılıyor.

Filistinlilerin her gün ellişer yüzer öldürülmeleri, ayakta kalan tek tük hastanelerinin yıkılması, Batı Şeria’daki evlerin silahlandırılmış yasadışı yerleşimciler tarafından basılıp sakinlerinin sokağa atılması haber bültenlerinde güçlükle yer buluyor. Filistin soykırımına dair haberler sanki doğal afetmiş havasında servis ediliyor.

Yazının başında söz ettiğimiz karmaşıklık durumunun kesinlikle geçerli olmadığı bir tek uluslararası mesele söyle deseniz, tereddütsüz vereceğim bir örnek artık Filistin. Filistin halkının yanında, İsrail’in karşısında konumlanmak tartışmasız bir insanlık ve vicdan testi haline geldi. Bu noktada gri alanlardan bahsetmek “ama Hamas” diye cümleye başlamak alçaklığınızın derinliğini gösterecek bir belirti sadece. İnsansanız Filistinlilerin önce yaşam sonra da bağımsızlık hakkını savunacaksınız. Değilseniz ona göre muamele göreceksiniz.

Bu arka planı koyduğumuza göre yaşanan iki olaya geçebiliriz. Görece hafifinden başlayacağım.

Çocukluğumdan beri müziği severim. Her türlü müziği dinlerim diyemem ama müziksiz bir evren düşünemem. Müzikle derdi olanla, müziği yasaklamaya kalkanla derdim olur. Gençliğimde şarkı, türkü çığırmışlığım, hatta işin doğrusunu, düzgününü öğrenmek kaygısıyla Timur Selçuk Hoca’nın öğrencisi olmuşluğum da var. Elbette tanıdığım, sevdiğim besteci, müzisyen, şarkıcı, grup çok. Doğal olarak tanımadıklarım, takip etmediklerim de mevcut. Birinci olayımızın öznesi böyle bir şarkıcı. Linet sahne adıyla biliniyor. Bir tek şarkısını dahi baştan sona dinlemiş değilim.

Linet Hanım’ı ben Türkiye Yahudisi olarak biliyordum. Onu bile yanlış/eksik biliyormuşum meğer. Hanımefendinin ailesi Türkiye kökenli, kendisi de İsrail vatandaşıymış. Olayın özü de basın haberlerine göre şöyle: Konser vermesi engellenmiş, tehdit edilmiş, canının tehlikede olduğunu söylemiş. Bunun üzerine sahip çıkanlar olmuş, sahip çıkanlara hakaret edenler olmuş vs..

Burada bir parantez açma ihtiyacı duyuyorum. Özellikle 7 Ekim’den beri üzerinde ısrarla durduğum bir konu var. İsrail’in suçlarından ötürü Türkiye Yahudilerinin sorumlu tutulmamaları, onlara herhangi bir tehdit yöneltilmemesi. Biraz daha genişleterek söyleyeyim. Yahudi dinine mensup olan hiç kimsenin salt dinsel aidiyeti yüzünden İsrail’in eylemlerinin suç ortağı olarak kabul edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Nitekim ABD başta olmak üzere, birçok ülkede İsrail karşıtı eylemlerin başını ilerici veya vicdan sahibi Yahudilerin çektiği yadsınamaz bir olgu. Keza iki yıldır aralıksız izlediğim, İsrail’de yayınlanan Haaretz gazetesinin İsrail’in yaptıklarına dair yorum ve teşhislerinin netliği ve isabetini örneğin BBC, DW veya FR24 gibi yayın organlarında hiç görmedik. Demek ki mesele etnik, dinsel veya kültürel aidiyet değil.

Haaretz’in yazarlarından Gideon Levi Türkiye’ye bir konferans veya başka bir etkinlik için gelse ve onun başına Linet Hanım’a benzer şeyler gelse çok öfkelenir ve onu savunmak için ne gerekiyorsa yaparım gibi geliyor. Gelin görün ki, İsrail’in işlediği suçların büyüklüğü karşısında “ben şarkıcıyım siyasetten anlamam”, “İsrail ordusunda askerlik yaptım ama kısacık” gibi tavırlar almak artık yeterli değil benim açımdan. Bir kere inandırıcı değil. İkincisi insani değil. Sürecin başından beri savunduğum fikirlerden biri, İsrail’in soykırım siyaseti sürdüğü müddetçe, o ülkeden hiçbir şarkıcının, akademisyenin, aydının, sporcunun veya spor takımının, Türkiye’de veya başka bir ülkede faaliyet gösterilmesine izin verilmemesi. Gideon Levi gibi, yapılan açıkça adlandıran, canları pahasına buna karşı duranlar hariç doğal olarak.

Linet Hanım’ın yaşadıkları sonrasındaki tartışmaya bakınca son derece güç bir durumda kalıyorsunuz. Bir tarafta ilk bakışta suret-i haktan ve “ılımlı” görünen bir Akepe akademisyeni, bir tarafta ise siyasi üretimi küfür, hakaret ve sebepsiz zenginleşme gibi üç kavramla özetlenebilecek bir Saray görevlisi. Seçim yapmak ve “ılım”dan taraf olmak çok kolay gibi görünüyor ama değil ne yazık ki. Öncelikle tartışmanın asıl tarafını araştırıp bulmak gerekiyor. Aslında Linet Hanım’ı protesto edenler ve konserini engelleyenler Filistin yanlısı İslamcı olarak tanımlanabilecek bir grup. Atlamış olabilirim ama şarkıcı hanımefendiye doğrudan bir ölüm tehdidi yönelttiklerine dair bir bilgiye de rastlamadım.

Bu ayrıntıyı öğrenince ilk aklınıza gelen “bir şarkıcıyı hedef almak kolay, sıkıysa İsrail’le ticareti sürdürenleri, varilinden 1 dolar bilmem kaç sent kazanıyoruz diyerek petrol sevkiyatına devam edenleri eleştirin” demek oluyor. Çok doğru. Sorun şu ki, bu aktivist grup, yılda birkaç gün Galata Köprüsü’nde veya bir başka merkezî yerde Akepe Genel Başkanının aile efradıyla birlikte Filistin bayraklarıyla poz verenlerden farklı olarak, o ticareti de kıyasıya eleştiriyorlar. Hatta bu yüzden polis şiddetine uğruyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyorlar. Meseleyi İslamcı perspektifle ele almaları -bana göre demiyorum olgusal anlamda– kesinlikle yanlış ama en azından hiç değilse samimi ve tutarlı davranıyorlar.

Bu tespiti yaptıktan ve uzun uzun düşündükten sonra tartışmanın hangi tarafında yer alacağınızı belirleyebiliyorsunuz. Sonuç şu: Linet Hanım, İsrail’in soykırımına karşı net tavır alıp, Filistin kefiyesiyle aktivizme başlayana, daha açık bir deyişle soykırımdan değil insanlıktan yana tavır alana dek Türkiye’de veya başka bir ülkede şarkı söylemeyiversin. Sanat dünyası veya müzik evreni bakımından katlanılamayacak bir kayıp olmaz.

İkinci konu daha da  zorlu. Bir kere içinde ölüm var. Washington’da öldürülen İsrail Büyükelçiliği’nin iki görevlisinden söz ediyorum. Diplomat diyemiyorum zira öğrenebildiğim kadarıyla o statüde çalışmıyorlar. Daha çok yerel görevli niteliği taşıyorlar. Bu konudaki ilk tespit çok kolay. Ortada bir çifte cinayet var. İki genç İsrail Büyükelçiliği çalışanı oldukları için öldürüldüklerine göre siyasi bir gerekçe de var. Bunu aynı zamanda siyasal bir şiddet eylemi olarak tanımlayabiliriz. Meseleyi benim açımdan ve daha genelleştirirsek Türkiye açısından daha hassas hale getiren bir unsur daha var. Türkiye özellikle ASALA terörüne çok sayıda kurban vermiş bir ülke. Birçoğu eski meslektaşım. Aralarında kişisel olarak tanıdığım ve sevdiğim kişiler de var. O halde şunu yapabiliriz: Cinayet, çifte cinayet, bir şekilde diplomatik personele karşı işlenmiş bir suç. Bunu derhal kınayabilir, doğru tarafta yer almanın rahatlığıyla hayatımızı sürdürebiliriz.

Gelin görün ki, hayatın karmaşıklığı yine bırakmayacak yakamızı. Biraz derinliğine bakarsak meselenin sunuluş tarzı midenizi bulandıracak öncelikle. Her türlü kan dökülmesinden siyasi kazanç sağlamayı hesaplayan Netanyahu’yu veya ABD’li yetkililerin zırvalarını boş verin. Ancak AB’den Avrupalı liderlere kadar yapılan açıklamalarda neredeyse ortak bir konuşma notu kullanır gibi “antisemitik/Yahudi karşıtı” bir cinayetten söz ediliyor. Birkaç sebeple ilgisi bile yok.

Birincisi öldürülen iki kişiden biri Yahudi değil, Almanya doğumlu bir Hristiyan bir kızcağız. Basın haberlerinde “Siyonizm davası”na çok bağlı olduğundan söz ediliyor. Bunda şaşırtıcı bir şey yok zira “Siyonizm” dini değil siyasi bir proje. Adını tam koyalım bir tür sömürgecilik projesi.

İkincisi bu iki insanın öldürülme sebebi Yahudiliğe dair bir ritüeli, bir ibadeti yerine getirmeleri veya Yahudi giysileriyle dolaşmaları değil, İsrail Büyükelçiliği mensubu olmaları. Başka bir deyişle hedef alınmalarının gerekçesi her gün “güle oynaya” 100 civarında hayatı söndüren, her türlü uluslararası hukuk kuralına göre yasaklanmış olmasına karşın iki milyona yakın insanı açlıkla, susuzlukla eritmeye kalkışan İsrail için çalışmaları. Peki öyleyse neden ısrarla antisemitizmden bahsediliyor? Bu tamamen İsrail’in etkin lobi çalışmasının bir ürünü. Zira Nazilerin yaptıkları soykırım sebebiyle antisemitizm haklı olarak bir insanlık suçu kabul ediliyor. İsrail bu temelden hareket ederek Siyonizmi de bu kapsama sokmayı başardı yıllar içinde. Üstelik bu yolla, Siyonizmin bir ürünü olan İsrail Devleti’ne karşı olmak da aynı kategoriye sokulabilir hale getirildi. Denklem şöyle işliyor: İsrail’e karşıysan Siyonizm’e de karşısın. O zaman da Yahudi düşmanısın. Bak sen şu işe!

Bu tezin dayandığı esas temel ise diğer dinlerden farklı olarak Yahudiliğin bir halkın dini olması ya da Yahudilerin ayrı bir halk oluşturduğu palavrası. Bırakalım Etiyopyalı Falaşaları filan, Kuzey Afrika kökenli Safarad halkı ile Doğu Avrupalı Aşkenazların veya neredeyse Tufan’dan beri Ortadoğu’da yaşayan Mizrahilerin dinsel inanç dışında hiçbir ortak noktaları yoktur. Bu tarihsel ve etnolojik bir gerçektir. Tek halk teorisinin pratik faydası Siyonizme ve İsrail’in kuruluşuna dayanak sağlamasıdır. Bu salakça teoriye göre, Prag veya Varşova’dan gelen Yahudi yerleşimci esasen sadece  Mizrahilerin yerlisi olduğu Filistin’de hak iddia edebilir çünkü sırf Tevrat’a inandığı için aynı halka mensuptur. Bu arkaik düşünce sömürgeciliğe zemin hazırlamak dışında bir anlam taşımaz ama arkanıza emperyalizmi aldığınızda silah zoruyla kabul ettirebilirsiniz. İşte kimilerinin hâlâ hayır beklediği Avrupa Birliği’nin atanamamış Nazi generali kılıklı yöneticisi Von Der Leyen’inden, Fransa’nın orta kademe bankacı Cumhurbaşkanı Macron’a kadar ne kadar insanlık süprüntüsü varsa Washington’daki çifte cinayeti “antisemitik” olarak tanımlamalarının hikmeti burada yatar.

Çok uzattım ama bazı şeyleri kısa yazınca anlaşılması güçleşiyor. Hangi dine veya halka mensup olurlarsa olsunlar iki genç insanın Washington’da öldürülmesi insani açıdan yanlıştır. Filistin davasına da en ufak bir katkısı olmayacaktır. Esas yapılması gereken soykırımcı İsrail devletinin o politikaları destekleyen resmi veya “sivil” bütün unsurlarının herhangi bir konuda faaliyet gösteremez hale getirilmeleri, gittikleri her yerde layık oldukları protestolarla karşılaşmalarıdır. Bir başka adım ise dünya halklarının soykırım destekçisi ve işbirlikçisi emperyalist devlet yöneticilerini sırtlarından atmaları, bunu gerçekleştirene kadar da her türlü yöntemle hayatlarını alabildiğine güçleştirmeleridir. Aksi takdirde bu tür cinayetler, İsrail’in ve destekçisi küresel sermayenin sahte mağduriyetini güçlendirmekten başka bir işe yaramaz.

Şunu da ekleyelim. “En kötü barış en iyi savaştan iyidir” veya “şiddetin her türlüsü kötüdür” gibi yavanlıklar sahtekâr liberallerin söylemidir. Savaşın barıştan daha faydalı olduğu durumlar bulunduğu gibi zorbaya teslim olmaktansa mücadeleye devam etmenin ve devrimci şiddete başvurmanın evlâ olduğu haller de vardır. Bu tarihle sınanmış bir gerçekliktir. İkna olmayan Türkiye tarihine, özellikle de Kurtuluş Savaşı’na bakabilir.

Dedik ya, hayat çoğu zaman ak veya karadan ibaret değildir. Taraf olmak, özellikle de doğru tarafta olmak için düşünmek ve araştırmak gerekir. Emek gerekir.

                                                        /././

GÜNDEM -25 Mayıs 2025-

İsrail'in tüm piyade ve zırhlı birlikleri Gazze'ye girdi: Can kaybı 54 bine dayandı -soL-

İsrail, Gazze'ye kara saldırılarını genişleterek işgal planında yeni bir aşamaya geçti. Tüm kara birliklerini Gazze'ye sokan ordu, dün aralarında çocukların da olduğu 47 Filistinliyi daha öldürdü.(https://haber.sol.org.tr/haber/israilin-tum-piyade-ve-zirhli-birlikleri-gazzeye-girdi-can-kaybi-54-bine-dayandi-398535)

                                                           ***

Kanal İstanbul bölgesindeki arazi oyununa mahkemeden yürütme durdurma kararı -soL-

Kanal İstanbul Projesi çevresinde tartışmalı satış ve alım kararlarına yargı freni geldi. İstanbul 14. İdare Mahkemesi, AKP’li Başakşehir Belediyesi'nin Şahintepe ve Ziya Gökalp mahallelerindeki arazi işlemleriyle ilgili meclis kararının yürütmesini durdurdu. Mahkeme, kararın hukuki belirsizlikler içerdiğini vurguladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/kanal-istanbul-bolgesindeki-arazi-oyununa-mahkemeden-yurutme-durdurma-karari-398526)

                                              ***

Halkın sofrasına saldırı -İlayda Sorku/Birgün-

Buca Belediyesi’nin kent lokantalarına üretim yapan serasına düzenlenen sabotaja ilişkin adli inceleme sürüyor. Belediye Başkanı Duman, “Sabotajdan yılmayacağız ve 2 dönüm daha seramızı açacağız” dedi.

                                    Görkem Duman - Buca Belediye Başkanı

İzmir Buca Belediyesi’nin Söğüt mevkiinde kurduğu dikey tarım serası, kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce hedef alındı. Halkın ucuz, sağlıklı ve adil gıdaya erişimine göz diken saldırganlar seranın su deposuna yoğun miktarda tuz döktü. Besin ve bitki solüsyon tankına yoğun miktarda tuz dökülen saldırıda, topraksız tarımla yetiştirilen 7,5 ton taze fasulye kullanılamaz hale getirildi.

“Bu tamamen kötülük, vatan hainliği” ifadelerini kullanan Belediye Başkanı Görkem Duman, sabotajın ardından BirGün’e konuştu. 

NOKTA ATIŞI TUZLANDI

Geçtiğimiz cuma günü CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın’ın ziyaretiyle birlikte ilk hasatın başladığını aktaran Duman, “Serayı yeni kurduk ve taze fasulyeleri toplamaya başlamıştık. Dikey tarım ve topraksız tarımın bir örneğini hayata geçirdik. Ayrıca Grup Başkanvekilimizin de mesleği ve alanı olduğu için gerçekten çok beğendi. 2-3 gün sonra da bu sabotajla karşılaştık. Tellerin üzerine atlayıp direği kırıp direkt tankın yani besin ve bitki solüsyonunun olduğu yere nokta atışı bir şekilde tuz atmışlar” diye konuştu.

Duman, seranın yanı sıra 66 dönüm ve 10 dönüm olmak üzere diğer tarlalarda üretilen ürünlerin de kent lokantalarında kullanıldığını hatırlattı. Duman, “4 çeşit yemeği hâlâ 50 liradan yurttaşlarımıza sunmaya devam ediyoruz. Aynı zamanda sosyal destek olarak da dağıtıyoruz. Ancak elbette sera ayrı bir örnekti. Dikey tarım olduğu için farklı bir tarım örneğiydi. Karşılaştığımız bu olayı tamamen kötülük ve vatan hainliği olarak yorumluyorum” ifadelerini kullandı. 

DAYANIŞMAYLA FİDE EKECEĞİZ

İlerleyen süreçte diğer tarlalarda üretim devam ettiği için kent lokantalarında hizmet sunmaya devam edeceklerini aktaran Duman, sözlerini şöyle sürdürdü: “Seradan alacağımız 7,5 tonluk taze fasulyeyi takas yapıp diğer ürünleri alıp vatandaşlarımıza ve kent lokantasına dağıtacaktık. Sabotaja ve ürün kaybına rağmen bir aksama söz konusu olacağını düşünmüyorum bu konuda. Önümüzdeki çarşamba günü de bin tane fide ile orada vatandaşlarımızın da desteği ve dayanışmasıyla yeniden fide ekimini de gerçekleştireceğiz.”

2 DÖNÜM DAHA SERA AÇACAĞIZ

“Biz bu sabotajdan yılmayıp daha güçlü çıkacağız ve 2 dönüm daha seramızı açacağız” diye konuşan Duman, seraların yapımına başlanacağını, dikey tarım ve topraksız tarıma devam edeceklerini vurguladı. Duman son olarak şunları aktardı: “Bu seraların yapımına başlanacak, dikey tarım ve topraksız tarıma devam edeceğiz. Ayrıca ürün yelpazelerini de genişleteceğiz ve Bucalı vatandaşlarımızın sofrasına çok daha fazla organik, lezzetli, sağlıklı ürün sağlamış olacağız. Sabit olarak bir şüpheli yok şu anda ancak elbette birçok şüpheli var. Araştırılıyor, bakılıyor. Çevredeki mobese kameralarından, evlerin kameralarından araştırma devam ediyor. Biz Bucalılara hizmet etmeyi sürdüreceğiz.”

                                                      ***

Yurttaşın taşınmazına mesajla el koyuyorlar -İlayda Kaya/Birgün-

Maraş merkezli depremlerde yıkılan kentlerden biri olan Hatay’da rezerv alan  sorunu büyüyor. Son olarak rezerv alan olarak ilan edilen bölgedeki yurttaşların taşınmazlarının, 6306 Sayılı Kanun’un 6/A maddesi gereği Hazine’ye veya kentsel dönüşüm adı altında tescil edileceği bildirildi. Tapu Müdürlüğü’nde taşınmazı olan depremzedelere bu bilgi, kısa mesaj yoluyla iletildi. Depremzedelere gönderilen mesajda “Adınıza kayıtlı taşınmaz üzerinde Antakya Tapu Müdürlüğü’nde 6306 Sayılı Kanun’un 6/A Maddesi uyarınca Hazine’ye devir işlemi yapılmaktadır” ifadeleri yer aldı. Depremzedelerin Avukatı Sevim Küçük yaşanan sürece tepki gösterdi. Küçük, “Ne yazık ki bir mesajla öğreniyorlar. Depremden itibaren Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ya da iktidarın yaptıkları aynı. Vatandaşa ön bilgilendirmede bulunmuyorlar. Ne öncesinde ne sonrasında süreç belirsiz ilerliyor. Yasada böyle bir düzenleme var, Hazine adına tescili yapılabiliyor. Depremzedenin bunu yapan idari birime dava açma hakkı var, itiraz edebilir. Hukuksal sürece başvurmalı. Bir de daha önce rezerv alanda sağlam bina varsa, tahliye ve yıkım kararı alınıp alınmadığı da değerlendirilmeli. Her idari işlemin yargı yolu açıktır” dedi. Yetkililere seslenen Küçük, şöyle devam etti: “Neredeyse depremin üzerinden 2 buçuk yıl geçti. Hâlâ bir belirsizlik hâkim. Bu insanların canına artık tak etti. Depremde kaybetmediklerini şimdi kaybediyorlar. Şeffaf bir süreç yok. Bu insanlarla görüşülmesi gerekiyor ve sürecin doğru yürütülmesi gerekiyor.”

                                                             ***

Yunus Emre Vakfı'nda yolsuzluk: 61 şaibeli ihale, genel bütçeden 470 milyon 721 bin lira -soL-

Yunus Emre Vakfı’na 2025’in ilk çeyreğinde 470 milyon 721 bin TL aktarıldığı belirlendi. CHP'li Yavuzyılmaz da Yunus Emre Vakfı'nda Anka Kongre Turizm adlı şirketin kazandığı 61 ihale sürecinde 43 milyon TL'lik yolsuzluk yapıldığını iddia etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/yunus-emre-vakfinda-yolsuzluk-61-saibeli-ihale-genel-butceden-470-milyon-721-bin-lira-398521)

                                                              ***

19 Mayıs’ta gençliğin hali: İşsiz, geleceksiz ve yoksulluğa mahkûm -Aziz Çelik / Birgün-

Gençler bir yandan işsizliğin pençesinde kıvranırken iş bulabilenler ise eğitimleriyle uyumsuz işlerde düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyor. Bu da geleceksizlik, güvencesizlik, yoksulluk anlamına geliyor. Giderek artan gençlik eylemlerinin altında bu sosyal gerçekler de yatmaktadır.

19 Mayıs! Gençlerin bayramı, Atatürk’ü anma günü. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışının ve ulusal kurtuluş savaşının başlangıcı. Kutlu olsun! Bu 19 Mayıs’ta genç istihdamının ve genç işsizliğinin vahim durumunu ele alacağım. Gençlerin nasıl ümitsiz ve geleceksiz bırakıldığını yazacağım.

Genç istihdamı ve genç işsizliğine ilişkin tablo giderek vahim bir hâl almaya başlıyor. Bilindiği gibi dar tanımlı genç işsizliği ortalama işsizlikten daima yüksek seyrediyor.  Geniş tanımlı genç işsizliği de çok vahim düzeylere ulaşmış durumda. Genç istihdamı ortalama istihdamdan daha güvencesiz ve düşük ücretlidir. Dahası ne istihdamda ve eğitimde olan gençlerin (NEET, ev genci) oranı giderek yükseliyor. Bu yazımda işgücü piyasalarında gençlerin haline göz attıktan sonra üniversite gençliğinin durumunu ele alacağım.

GENÇ İŞSİZLİĞİ VAHİM!

Gençlerde işsizlik oranlarının genel işsizlik oranlarından daha yüksek seyrettiği biliniyor. Mart 2025’e ait (2025 ilk çeyrek) resmi dar tanımlı işsizlik verilerine göre ortalama işsizlik yüzde 8,2 iken 15-24 yaş arasında bu oran yüzde 15’tir. Ancak işgücü piyasalarına ilişkin detaylı göstergelere bakıldığında gençlerin durumumun daha da vahim olduğu görülecektir. Örneğin geniş tanımlı genç işsizliği çok daha yüksektir. DİSK Araştırma Merkezi’nin (DİSK-AR) TÜİK verilerinden hareketle yaptığı hesaplamalara göre 2025 1. çeyreğinde ortalama geniş tanımlı işsizlik oranı 28,5 iken 15-24 yaş arası gençlerde bu oran yüzde 37,5’tir. Geniş tanımlı genç işsizliği dar tanımlı genç işsizliğinden 22,5 puan fazladır.

Öte yandan AKP döneminde gençlerde işsizlik daha da vahim bir hâl aldı. AKP’nin iktidara geldiği 2002 3. çeyreğinden bu yana gençlerde geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 26’dan yüzde 37,5’e yükseldi. AKP döneminde geniş tanımlı genç işsizliği 11,4 puan yükseldi. AKP döneminde gençler daha fazla oranda iş bulma ümidini kaybettiler ve iş aramaktan vazgeçtiler.

DİSK-AR verilerine göre genç kadınlarda geniş tanımlı işsizlik ise daha yüksek oranda seyretmeye devam ediyor.  2025 1. çeyreğinde 15-24 yaş arası erkeklerde dar tanımlı işsizlik yüzde 11,2 ve geniş tanımlı işsizlik yüzde 32 olarak hesaplanırken, 15-24 yaş arası genç kadınlarda ise dar tanımlı işsizlik yüzde 22,1, geniş tanımlı işsizlik ise yüzde 46,9 olarak hesaplandı.

ÜMİTSİZ “EV GENÇLERİ!”

Gençlerin işgücü piyasalarında durumunu anlatan bir diğer faktör ise ne eğitimde ne istihdam olanların oranıdır (NEET, Not in Education, Employment, or Training). NEET istihdam, eğitim veya öğretim içinde olmayan gençlerin toplam genç nüfus içindeki payı olarak tanımlanıyor. NEET “ev genci” olarak da tanımlanabilir. Kısaca okumayan ve istihdamda olmayan gençlerin oranı diyebiliriz.

Eurostat verilerine göre (25-29 yaş grubunda) Türkiye, AB ülkeleri içinde en yüksek “ev genci” oranına sahip ülkedir. Türkiye’de ne eğitimde ne istihdamda yer almayanların genç nüfus içindeki payı yüzde 26,4’tür. Türkiye’den sonra Avrupa ülkelerinde en yüksek NEET oranına sahip üç ülke Romanya (yüzde 14,5), İtalya (yüzde 15,2) ve Sırbistan’dır (yüzde 14,9). Avrupa ülkeleri arasında NEET oranı en düşük olan dört ülke ise yüzde 4,9 ile Hollanda, yüzde 5 ile İzlanda, yüzde 6,3 ile İsveç ve yüzde 6,8 ile Norveç’tir. AB üyesi ülkelerde ortalama NEET oranı ise yüzde 11’dir. Böylece Türkiye’nin NEET oranı AB üyesi ülke ortalamasının 2,4 katıdır.

ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİNİN HALİ

Genel olarak genç işsizliği ve istihdamı böyle seyrederken üniversite gençliği arasında durum nedir? 2024 yılı yıllık verilerine göre 3 milyon 133 bin açık (dar tanımlı) işsiz içinde yükseköğretim mezunlarının sayısı 966 bindir. Toplam açık işsizlerin yüzde 31’i yükseköğretim mezunudur. Lise mezunlarında da bu oran yaklaşık aynıdır. Dolayısıyla yükseköğrenim mezunu olmak kategorik olarak işsizliği azaltmıyor. Öte yandan yükseköğretim mezunlarının ezici çoğunluğunun mezun oldukları bölümlerle oldukça uyumsuz işlerde ve düşük ücretlerle çalıştıkları görülüyor.

UYUMSUZ İŞLERDE ÇALIŞMA YAYGIN

Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları Ofisi tarafından yapılan Üni-Veri araştırmasına göre üniversite mezunlarının çoğunluğu mezun oldukları bölümlerle ilgisiz işlerde çalışıyor. Nitelik uyumsuzluğu olarak adlandırılan bu ölçüte göre özellikle sosyal bilim bölümlerinden mezun olanların çalıştıkları işlerdeki uyumsuzluğu yüzde 90’lara ulaşıyor.

Örneğin bankacılık ve sigortacılık, turizm, uluslararası ticaret, çalışma ekonomisi, ekonometri, işletme, siyaset bilimi kamu yönetimi ve uluslararası ilişkiler, maliye ve iktisat gibi bölümlerden mezun olanların yüzde 82 ile yüzde 91’i kendi bölümleriyle alakasız işlerde çalışıyor. İletişim, istatistik, spor bilimleri, sosyal hizmetler, tarih, sosyoloji, sağlık hizmetleri ziraat ve tarım bölümlerinin mezunlarının yüzde 58 ile 75’i aldıkları eğitimle uyumsuz işlerde çalışıyor. Okudukları bölümlerle çalıştıkları işlerin uyumsuzluğu mimarlık ve mühendislik bölümlerinde yüzde 30-40 arasında (Tablo 1).

Kaynak ve açıklama: Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları Ofisi, Üni-Veri projesi. SBKY ve ULİ: Siyaset Bilimi Kamu Yönetimi ve Uluslararası İlişkiler bölümleri. Bölüm sıralaması yüksek uyumsuzluktan düşük uyumsuzluğa doğrudur.

İslami bilimler, hukuk, dış hekimliği ve tıp bölümlerinde mezun olanlarla kendi eğitimlerine en uygun işlerde çalışıyorlar. Eğitimine uyumsuz işlerde çalışma oranı İslami bilimlerde yüzde 21, hukukta yüzde 13, dış hekimliğinde yüzde 5 ve tıpta yüzde 1’e düşüyor (Tablo 1).

Görüldüğü gibi üniversite mezunların çok önemli bir bölümü kendi uzmanlık alanları dışındaki işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Özellikle sosyal bilim bölümlerinden mezun olanların eğitim-iş uyumsuzluğu çok yüksek düzeylerde. Bu durum üniversite öğreniminin büyük oranda sadece diploma sahibi olmak anlamıma geldiğini gösteriyor.

Öte yandan eğitim-iş uyumsuzluğu yüksekliği önemli bir eksik istihdam sebebidir. Böylece üniversite mezunu gençler iş bulamadıkları için daha düşük ücretlerle daha niteliksiz işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Bu durum bir yandan eksik istihdama öte yandan ise ücretlerin düşmesine yol açıyor.

ASGARİ ÜCRETLİ ÜNİVERSİTE MEZUNLARI!

Gençlerin mezun oldukları bölümlere uygun iş bulaması yanı sıra bir diğer sorunu ise ücretlerin düşüklüğüdür. Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları Ofisi verilerine göre üniversite mezunu gençlerin önemli bir bölümü ilk işe girişteki ücretleri asgari ücret ve asgari ücrete yakın ücretlerle civarındadır.

Asgari ücretle çalışmanın yaygınlığı Türkiye işgücü piyasasının en önemli sorunlarından birisi. Merkez Bankası ve DİSK-AR verileri Türkiye’de asgari ücret komşuluğunda çalışanların oranının ücretli çalışanların yarısı civarında olduğu gösteriyor.

Bu durum üniversite mezunları açısından da çok farklı değil. Üniversite mezunu olmak birkaç bölüm dışında önemli bir ücret avantajı sağlamıyor. Dahası üniversite mezunlarının kayda değer bir bölümü asgari ücret ile asgari ücretin yüzde 50 fazlası arasında ücretlerle çalışıyor.

Üni-Veri 2024 sonuçlarına göre 25 bin TL altında (2024’te asgari ücretin yüzde 47’si) ücretle işe başlayanların oranı tıp, dış hekimliği, İslami bilimleri, bilgisayar mühendisliği, elektrik ve elektronik mühendisliği gibi bir kaç bölüm haricinde yüzde 50 ile yüzde 70 arasındadır. 2025 verileri henüz yayımlanmadığı için 2025 asgari ücretini esas alarak söyleyecek olursak üniversite mezunlarının önemli bir bölümünün işe giriş ücretleri asgari ücret  (22 bin 205 lira ) ile 30 bin lira arasında değişmektedir. Bazı bölümlerde bu civarda ücretlerle işe girenlerin oranı yüzde 70’e yaklaşmaktadır (Tablo 2).

Kaynak ve açıklama: Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları Ofisi, Üni-Veri projesi. Üni-Veri veri setinde 2024 yılı için asgari ücret yanında asgari ücret ile 25 bin TL arası ücret seçeneğine yer verilmiştir. Bu miktar 2024 yılı için asgari ücretin yüzde 47 fazlasına karşılık gelmektedir. Tabloda bu oran yaklaşık yüzde 50 olarak yer almıştır. 2025 yılı asgari ücretine kıyaslama bu şekilde yapılabilir. SBKY ve ULİ: Siyaset Bilimi Kamu Yönetimi ve Uluslararası İlişkiler bölümleri. Tüm bölümlere ilişkin detaylar için Üni-Veri web sayfasına bakılabilir.

EYLEMLERİN ARDINDAKİ SOSYAL GERÇEKLİK

Görüldüğü gibi yükseköğrenim mezunu olup işe girebilenlerin ücret düzeyi önemli oranda asgari ücret civarında seyretmektedir. Bu durum üniversite eğitiminin veya eğitimli işgücünün ücret düzeyinin asgari ücrete yakınsadığını göstermektedir.

Gençler bir yandan işsizliğin pençesindeyken öte yandan iş bulabilenler ise eğitimleriyle uyumsuz işlerde ve düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyor. Bu durum genç yoksulluğunun artması anlamına geliyor.

Bu durum gençlik için geleceksizlik, güvencesizlik ve adaletsizlik demektir. Üniversite gençliğinin son günlerde giderek artan protestolarının altında bu sosyal gerçekler büyük rol oynamaktadır.

                                                                 /././

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -7 Temmuz 2025 -

CHP'li 61 vekilin dokunulmazlığıyla ilgili tezkere Meclis'te CHP’nin 135 milletvekilinin 61’i hakkında 240 adet yasama dokunulmazlığ...