soL "Köşebaşı + Gündem" -10 Mayıs 2025-


Zirai don vurdu, çözüm sigortaya kaldı: 'Çiftçinin kaderi sigorta şirketlerinin insafına terk edildi'-Özkan Öztaş-
Türkiye'de tarım sektörü, son dönemde yaşanan zirai don felaketiyle büyük bir krizle karşı karşıya. Meclis Komisyonu raporlarına göre üreticiyi 2-3 yıllık gelir kaybı beklerken, uzmanlar hükümetin tek çözüm olarak sunduğu sigorta sisteminin yetersizliğine dikkat çekiyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/zirai-don-vurdu-cozum-sigortaya-kaldi-ciftcinin-kaderi-sigorta-sirketlerinin-insafina-terk

                                                                     ***
Düzen siyaseti fazla karışık -Aydemir Güler-
Karşımızda boşluklar değil çökmeyi bekleyen obruklar var. Türkiye siyaseti bu kadar boşluğu kaldırmaz. Gündem, hesaplaşma ve yeniden yapılanmadır.

CHP’nin mitingleri sürüyor. Karşılığında AKP’nin operasyonu da…

Karşılıklı top atışlarında taraflardan birinin pes etmesi, artık ihtimal dışı. CHP eylemleri durdursa üstündeki ağır baskının altından kalkamaz ve çözülür. İçinin son derece karışık olduğu anlaşılan AKP ise davalardan bir şey çıkmayacağını kabul etse, önemli isimler serbest bırakılsa, benzer bir dağılmayı engelleyemeyecektir. Yani iş artık “inada binmiş” durumda. 

Ancak CHP bir kez kitleleri siyasete çağırdı. Süre uzadıkça halkın en az militan kesimlerinden başlayarak bir duraklamaya girilmesi, hatta enerjinin geri çekilmesi de kaçınılmaz görünüyor. Kendini tekrar eden eylem cazibesini adım adım yitirir. Elbette ateşi harlayacak önlemler alınabilir. Ama mücadelenin içinde verildiği düzlem değiştirilemez. Bundan sonrası bir tür kalkışmadır. Ancak bu seçenek, bugünün maddi gerçekliğine de, CHP’nin öznelliğine de uymaz. 

Yeri gelmişken, AKP’nin bu tür bir patlamadan endişe duyduğu ve başka örneklerde acımasızlıkta sınır tanımayan müdahale biçiminde gayet seçici davrandığı eklenmelidir. Eninde sonunda barış sloganı sadece Kürt sorunuyla ilgili kullanıma sokulduysa da, “terör bitiyor” derken öte tarafta kan gövdeyi götüremez…

“Peki, CHP ne yapsın” sorusuna yanıt arayanlar şimdi bu yazıyı yarıda bırakabilirler. Bu soru kuşkusuz herkesi ilgilendirir, ancak burası başkasına akıl öğretme yeri değildir. Yanıt CHP’dedir, soru CHP’lilere sorulmalıdır.

Biz burada durumu anlama yönünde ilerleyebiliriz sadece… 

CHP kitleleri siyasete çağırdı dedik; AKP ise bundan kaçınıyor. Kuşkusuz Türkiye’de yoksullaşma rekorları kırılırken iktidardaki partilerin sokakta fazla işi olamaz. Ama bu durumun sadece bir zaaf olduğu düşünülmemeli. Alanları dolduranların gidişatı değiştiremediği her hafta, kamuoyunda savcılık ve Erdoğan iddialarına inandırıcılık kazandırmasa da, “iktidarın bu vartayı da atlatacağına” dair bir izlenimi güçlendirmektedir. 

Yani inatçılardan biri diğerine göre daha avantajlı konumdadır. 

Şu nedenle ki, toplumun örgütsüzlüğü uzun süredir çürütücü etki yaratıyor. Yoksullukta dibi gören, depremde çaresizliğe mahkûm edilen insanların kendilerini savunan, acılarını paylaşanlarla değil baş sorumlu iktidarla yan yana durmayı sürdürmesi çürümedir. Örgütsüz yığın güçlüden kolay kolay kopmaz.

Avantajın yer değiştirmesi için, sokakta kurulan baskının iktidar blokundaki yarıkları çatırdatması gerekir. Bir dizi sarsıntının yaşandığı doğrudur, ama zemindeki kaymaya karşı iki payanda devreye sokulmuş bulunmaktadır. Biri, Anayasa masasını bayağı benimseyip başkalarına davetiye gönderen DEM Parti'dir. 

Diğeri ise uluslararası dinamiklerin bileşkesidir. Şu veya bu devletin politikasından öte, toplam dış faktör Türkiye’de AKP iktidarına bir kez daha payanda olmaktadır. Avrupa sosyal-demokrasisinin durumu ise CHP’den daha iç açıcı değildir.

Bu koşullarda, iktidar blokunun kesinlikle önüne geçilemeyecek olan sarsıntılarının, verili koşullarda çatırdamaya evrilmesi beklenmemelidir. Ancak ortada her şeyi önüne katıp süpürecek bir güç de yok. Kurucu parti CHP’nin ufalanarak pratikte yok edilmesi, bugün Erdoğan’ın sahip olduğundan çok daha büyük bir güç birikimi ister. 

Eksiklerse Bahçeli üstünden telafi edilemez. MHP koşar adım gittiği Anayasa masasından Yeni-Osmanlı çıktığında tarihsel rolünü tamamlamış olacaktır. Bahçeli açtığı süreci bir emeklilik yatırımı zannediyor olabilir. Oysa ırkçı-faşist milliyetçiliğin üstüne oturduğu bir bombanın pimi çekilmektedir. Kuşkusuz o kulvarın klasik haline adaylığını koyanlar da az değildir. 

Kürt hareketi ise cebinde taşıdığı anahtarın keyfini sürüyor! Ancak DEM Parti'nin Erdoğan’a istediği Anayasa’yı armağan etmesi o kadar da basit bir işlem olmayacak. Kandil’in Öcalan-Bahçeli sürecine angaje edilemediği belliyse de, Rojava Amerikan çıpasına bağlanmışken, oradan başka bir proje üretilmesi mümkün değildir. Öcalan ise, PKK kongresine yolladığı uzun mu uzun mesajında Malazgirt’i kazanan Alpaslan’ın bir Kürt beyi olduğunu ortaya atarak, stratejik açılım maceralarının son noktasına geldiğini göstermiştir. 

“Anahtar rol”, bu çok kollu Kürt hareketi için bir bakıma son derece yanıltıcıdır. 

Bu yazınınsa sonuna artık gelinmelidir… 

Yukarıda değinilen siyasal aktörler Türkiye’nin belli başlı partileri, hareketleri… Bugün bunların tamamı kendi krizini olgunlaştırıyor. Şu ana kadarki verilerde, bu hareketlerin belirleyici parçası olacakları istikrarlı bir yapılanmanın işaretini asla içermiyor.

Karşımızda boşluklar değil çökmeyi bekleyen obruklar var. Türkiye siyaseti bu kadar boşluğu kaldırmaz. Gündem, hesaplaşma ve yeniden yapılanmadır. O momentten, buraya kadar adı geçmeyen sol ve Cumhuriyetçi hareketlerin sıçramayla geçmeleri hiç şaşırtıcı olmayacaktır. 

                                                             /././

Kırgızistan Oş kentindeki büyük Lenin heykelini kaldırdı.

Ülkenin ikinci büyük kenti Oş'ta belediye yaklaşık 25 metre yüksekliğe sahip, dünyanın bilinen en büyük Lenin anıtını yerinden kaldırdı, konunun “siyasal” olmadığını öne sürdü.(https://haber.sol.org.tr/haber/kirgizistan-os-kentindeki-buyuk-lenin-heykelini-kaldirdi-398907)

                                                                 ***

Bayramda trafik kazalarında yaşamını yitirenlerin sayısı 32’ye yükseldi.

Bakan Yerlikaya bayram tatilinin ilk dört gününde 2 bin 960 trafik kazası meydana geldiğini, kazalarda olay yerinde hayatını kaybedenlerin sayısının 32'ye yükseldiğini duyurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/bayramda-trafik-kazalarinda-yasamini-yitirenlerin-sayisi-32ye-yukseldi-398906)

                                                                           ***
Şiddetli geçimsizlik -Engin Solakoğlu-

ABD’nin gerilemesi kendi başına insanlığın kazanımı sayılmalı. Ancak o kazanımın somut ve anlamlı hale gelmesi, gerileyen ABD hegemonyasının yerini bir başka sermaye egemenliğinin almamasına bağlı.

Geçen Kasım ayında yapılan ABD seçimleri Trump’un zaferiyle sonuçlandıktan sonra yapılan değerlendirmelerde öne çıkan ilk unsurlardan biri Elon Musk kişiliğinde somutlaşan yeni bir zengin tipinin ABD’nin ve buradan yola çıkarak dünyanın yönetiminde daha fazla söz sahibi olma ihtimaliydi. Ben de bu konuya değinen bir yazı yazmış Musk ve benzerlerinin ABD tarihinde pek rastlanmayan bir şekilde perdenin arkasından çıkıp yönetimin sahnesinde yer almalarına değinmiştim.

Trump ve Musk arasındaki ittifak geçen hafta itibariyle kesintiye uğramış görünüyor. Türkiye bayram gündemiyle, bıçaktan kaçan ve yakalanan ya da yakalanmayan hayvancıklarla, trafik kazalarıyla, kimin kiminle bayramlaşmadığıyla ilgilenirken bu konu dünya basınında geniş biçimde yer aldı. Kimilerinin deyişiyle “dünyanın en güçlü insanı” ile “dünyanın en zengin insanı” birbirlerini suçlayarak boşandıklarını duyurdular. Bu tanımlamalar ne kadar doğru tartışılır. 

Dünyanın en güçlü insanı etiketi yapıştırılan ABD Başkanı Trump bütün çabasına karşın seçim öncesi vaatlerini gerçekleştirmekte zorlanıyor. Ortadoğu’yu sermayenin rahatça at koşturacağı bir alan haline getirme emelinin önünde hâlâ ciddi engeller var. Suriye’de ve kısmen Filistin’de işler Trump için yolunda gidiyor denebilir. Gazze’de soykırım sürüyor. Trump distopyasının gerçekleşmesine ket vurabilecek güçler bir tür ricat ve savunma konumuna geçtiler. Hizbullah bölge dengelerini değiştirebilme iddiasını, Lübnan ölçeğindeki belirleyiciliğini koruyabilme noktasına kadar daralttı. İran da haklı sebeplerle kendi derdinde görünüyor. Bölgenin Arap rejimleri Trump’un cebine üç-beş trilyon koyarak kendi gemilerini yürütmeye çalışıyorlar. Ancak yine de bölgeyi küresel sermayenin dikensiz gül bahçesine çevirme hülyasının bugünden yarına gerçekleşmesi kolay gözükmüyor.

Trump’un Rusya-Ukrayna savaşını bitirme vaadinin durumu da çok parlak değil. Bir yandan “müzakere için müzakere” egzersizleri sürerken diğer yandan savaş daha önce görmediğimiz boyutlar kazanıyor. Trump ve ona akıl verenlerin planladığı Rusya’yı “evcilleştirerek” Çin’den uzaklaştırma stratejisinin başarıya ulaşabileceğini gösteren hiçbir işaret yok.  Rusya Çin’den uzaklaşmak şöyle dursun, ister istemez Beijing’in siyasi/askeri ve ticari yörüngesine daha da yaklaşıyor.  Bu gelişmenin somut örneğini Hindistan-Pakistan çatışmasında canlı izledik. Özellikle Hintli analistlerin altını çizdiği üzere Rusya bu çatışmada geleneksel Hindistan dostu çizgisinin bir hayli gerisine düşen bir politika izledi. Hintli uzmanlar bunu Moskova’nın Çin’in Pakistan’a yakın duruşuyla aykırı düşmeme kaygısına bağladılar.  

Çin demişken Trump’un bir diğer sıkıntısına da değinmemek olmaz. Trump’un Çin’i ticari olarak sıkıştırma planının önemli bir silahı olarak görülen gümrük tarifelerini yükseltme hamlesi deyim yerindeyse düşe kalka ilerleyebiliyor. Tarifeler asansör misali her hafta inip çıkıyorlar. Çin’in bundan büyük zarar gördüğüne dair bir kanıt da yok. Pekin yönetimi gardını almış, rakibinin bir yandan havaya yumruk sallayıp bir yandan da nara atmak yüzünden kondisyonunu tüketmesini bekleyen bir boksör gibi. Trump’un tarife kumarının kısa vadedeki etkisi ABD’nde ciddi bir pahalılık yaratması olacak. Oysa bizim New York’lu müteahhidin seçmen tabanının büyük bölümü böyle bir gelişmede ağır darbe yiyecek yoksul beyazlardan oluşuyor.

Özetlersek, “dünyanın en güçlü adamı” tanımı, istediği her şeyi yapmaya yetmediği oranda anlamını yitiriyor.

“Dünyanın en zengin adamı”na bakalım biraz da. Günümüz dünyasında zenginlik tanımı biraz da borsa hareketlerine, borsa hareketleri ise  politik gelişmelere bağlı. Öyle ki, Musk Trump’la tartışma yaşadığında veya İsveç’teki Tesla fabrikasında bir emekçi direnişi yaşandığında zenginlik sıralamasında ikinciliğe düşüveriyor bir anda. Ancak bundan daha önemli bir handikapı daha var “kapitalist zenginliğin”. Musk da tıpkı diğer patronlar gibi servetini kamu kaynaklarına borçlu.

Elon Musk’ın Pentagon’dan aldığı ihalelerin toplam tutarı 15 milyar ABD Doları’nı aşıyor. ABD bütçesinin yani halkının Musk’a kıyakları bununla sınırlı da değil. Tesla ve SpaceX gibi Musk projeleri bugüne dek milyarlarca dolarlık vergi indirimi ve teşviklerden de yararlandı.  İşin gerçeği, bu zenginliğin kaynağında zekâ ve başarının değil ABD halkının ve dünya halklarının sömürülen emeğinin yattığı. Trump’la şu sıralar şiddetli geçimsizlik yaşayan Musk’ın "dünyanın en zengin adamı” olarak kalmaya devam edebileceği de hayli şüpheli anlayacağınız. Dünyanın en kapitalist ülkesinde dahi devlet desteği olmadan “çok zengin” olunmuyor da, kalınmıyor da.

Biraz da bu ikilinin çatışmasının arka planına değinelim. Görünür sebep Trump yönetimi tarafından Kongre’ye sunulan bütçe tasarısı. Trump tarafından “harika, muhteşem” gibi sıfatlarla takdim edilen tasarı Musk’ın yatırım alanlarına verilen teşviklerde kısıntı öngörüyor. Burada da Trump arkasında kümelenen ABD sermayesinin içindeki bir bölünmenin işaretlerini görüyoruz. Bir yanda enerji gibi konularda daha “yenilikçi ve temiz” iddiası taşıyan yüksek teknoloji üretimi, diğer yanda kirleterek üretmekten vazgeçmek istemeyen klasik sermaye var. Her ne kadar seçim kampanyası sürecinde birinci grup ön planda gözükse de, Trump’ın asıl vaadi o ikinci gruba yönelikti. Trump çevre standartlarının ABD’nin kalkınmasını engellediğini ve Çin’in bu yüzden ABD ile arasındaki ekonomik farkı kapatma imkânı bulduğunu, iklim düzensizliğinin bir komplodan ibaret olduğunu savunuyor. Bu iddiasının alıcısı da çok. Örnek olsun, geçmiş dönemde kirli ve verimsiz olduğu gerekçesiyle kapatılan kömür madenlerini yeniden açma vaadi hem klasik sanayi patronajı için daha çok kâr hem de maden yörelerinde yaşayan yoksullar için ilave istihdam anlamı taşıyor. Esasen Trump’un göçü kısıtlama hatta durdurma ve gümrük duvarlarını yükseltme vaatleri de yoksul beyaz seçmenin kulağına daha çok iş ve görece yüksek ücret sözü gibi geliyor. 

Musk, Thiel ve Sacks gibi “broligark”ların ise bu tercihlerle derdi var. Bir kere göçün kısıtlanması işlerine gelmiyor. Elbette havuz temizletecek eleman bulmakta zorlanacakları için değil. ABD teknoloji sermayesi dünyanın bilişim alanında son derece donanımlı beyinlerini devşirerek yaşayan bir organizma. Hindistan gibi ülkelerden gelen, ABD üniversitelerinde lisans üstü eğitim gördükten sonra bu şirketlerin emek havuzuna aktarılan bu beyinler Washington’un küresel hegemonya iddiasını sürdürebilmesine de hizmet ediyorlar. Hal böyleyken Trump’un göçü bıçak gibi kesmeye kalkışması, ABD üniversitelerine yabancı öğrenci akışını durdurmak istemesi Musk ve benzerlerini pek de mutlu etmiyor.

Bütün bunlar Trump ve Musk arasındaki anlaşmazlığın muhtemel ve mantıklı sebepleri olarak sayılabilir. Bir de işin psikiyatrik boyutu var bana sorarsanız. Kendini çok beğenen iki cambaz bir ipte oynayamıyorlar. Her ikisi de “dediğim dedik öttürdüğüm düdük” anlayışına sahip oldukları için birbirlerine tahammül edemiyorlar büyük olasılıkla. Gördüğümüz çatışma ve üslup buna delalet ediyor. Musk’ın siyasi hırslarının bulunduğunu kavga sonrası yaptığı açıklamalardan anlıyoruz. Ayrı bir parti kurmaktan, Trump’ın Kasım ayındaki senato seçimlerinde ABD halkı tarafından cezalandırılacağından söz ediyor. Bu arada Trump’ı ABD’yi sarsan seks skandalının baş aktörü Epstein’in yakın çevresinden olmakla suçlamayı da ihmal etmiyor.

Böyle bir suçlamanın Trump’ı bir peygamber, bir tarikat lideri gibi gören seçmen kitlesi üzerinde çok etkili olacağını sanmam. 

Sonuçta ikisi de ahlâksız, ikisi de insanı insan yapan her türlü değere düşman iki kişinin kavgasından bize ne diyebilirsiniz. Belki net bir değerlendirme yapmak için çok erken zira sermaye içi kavgaların ortak bir çıkar noktası bulunduğunda ne kadar çabuk ortadan kalkabileceğini biliyoruz.

Yine de bu kavganın umut verici yanı 80 yıldır dünyayı haraca kesen ABD hegemonyasını iyice zayıflatma potansiyeli taşıması olabilir. Bir kere şu net: ABD geriliyor. ABD’nin gerilemesi kendi başına insanlığın kazanımı sayılmalı. Ancak o kazanımın somut ve anlamlı hale gelmesi, gerileyen ABD hegemonyasının yerini bir başka sermaye egemenliğinin almamasına bağlı. 

Bizim kavgamız ve işimiz bunu sağlamak, yani bir musibetin bir başka musibetle nöbet değiştirmesini önlemek olmalı. 

                                                            /././

Göz göre göre peşkeş çektiler: Çayırhan'ın satıldığı fiyat 45 günlük trafik cezasına denk geliyor.

5 yıllık kârı karşılığında özelleştirilen Çayırhan Termik Santrali ile maden sahası önümüzdeki ay Akçadağ Grubu'na devredilecek. Ödemenin yüzde 20’sini peşin kalanını 6 yıllık taksitle ödeyecek olan şirket, sadece faizden kazanacağı paranın yarısıyla bile bir taksit ödeyebilecek.(https://haber.sol.org.tr/haber/goz-gore-gore-peskes-cektiler-cayirhanin-satildigi-fiyat-45-gunluk-trafik-cezasina-denk)

                                                               ***
Dünyanın bütün kiracıları birleşin!-Atilla Özsever-

Sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok ülkesinde kiracıların ciddi sorunları var. İngiltere’deki Kiracılar Sendikası, sosyal konutların yapılması için kampanya açtığı gibi kiracıların evden tahliyesini üyeleriyle birlikte fiili olarak da engelliyor…

Uluslararası belgeselci, sinemacı, gazeteci Metin YeğinTele-1’de 25 Mayıs 2025 gecesi yayınlanan “Dünyanın Sokakları” programında İngiltere’deki kiracıların sorunlarını ele aldı. Programda, Londra Kiracılar Sendikası Sözcüsü Laura Estah’la bir görüşme gerçekleştirildi.

Londra Kiracılar Sendikası, temel olarak konut krizinin çözümü için çalışıyor. Öncelikle kamu konutlarının özel sektöre satılmasına karşı çıkıp sosyal konutların inşa edilmesi için mücadele ediyor.

Bu arada İngiliz İşçi Partisi Hükümeti de, “Kiracı Hakları” ile ilgili bir yasal düzenlemeyi parlamentoya sundu. Yasa tasarısı, kiracıların sebepsiz yere tahliyesini önleyen, kira artışlarını kontrol etmeyi amaçlayan bir nitelik taşıyor.

Kiracı Hakları Yasa Tasarısı, Avam Kamarası’ndan geçtikten sonra Lordlar Kamarası’ndaki komisyona geldi. Bu komisyonda yasanın bazı maddeleri değişikliğe uğradı. Tasarının yeniden Avam Kamarası’na gitmesi gerekiyor. Yasa tasarısının muhtemelen Temmuz 2025’te kabul edilmesi ve sonrasında da Kraliyet onayına sunulması bekleniyor.

Sendika, tahliyeleri engelliyor

Londra Kiracılar Sendikası, ev sahiplerine baskı yaparak yüksek kira artışlarını engellenmeye, kolayca kiracı çıkarılmasının önüne geçilmesine çaba harcıyor. Kiracılar Sendikası, bir kampanya yürüterek kent topraklarının kamulaştırılması yoluyla herkesin güvenli bir konut hakkına sahip olması gerektiğini savunuyor.

Londra Kiracılar Sendikası Sözcüsü Laura Estah, Tele-1’de Metin Yeğin’in “Dünyanın Sokakları” programında, sendikanın yaptığı eylemlerle ilgili olarak şu bilgiyi verdi:

“Bir üyemizin tahliyesine karşı direnişe geçtik. Sendika üyelerimiz evin etrafını sardı. Haciz memurlarının eve girmesi engellendi. Sonuçta komşular da bir araya gelerek tahliye işlemini engellemiş oldular.

Bu durum üyelerimize bir güven verdi, topluluğumuz güçlendi. Tahliye sorunu yaşayan diğer kiracılar da bir umut oluştu. Sendikamız, esas itibariyle sosyal konutların inşası için büyük çaba harcıyor”.

Laura Estah, sendikanın ayni zamanda bir dayanışma örgütü olarak kolektif bahçelerin oluşması, çocuk bakımı, sanat gösterileri ve nihayetinde yeni şehir yapılanması için çaba harcadığını ifade etti.  

Kiracı Hakları Yasası

Londra’da yayınlanan Olay Gazetesi yazarı Mustafa Çetinkaya’nın verdiği bilgiye göre;   

İngiltere’de ev sahiplerinin ellerinin güçlü olması, kiracılara yönelik yasaların yetersizliği ve artan kira fiyatları, kiracıların yaşam koşullarını olumsuz etkileyen faktörler arasında yer alıyor.

Bir yıl önce iktidara gelen İşçi Partisi (Labor Party) Hükümeti, kiracıları kollayan “Kiracı Hakları” yasa tasarısını meclis gündemine getirdi. Tasarının ana hedefi, kiracıların güvenli ve adil bir yaşam sürmelerini sağlamak ve ev sahiplerinin kiracılara uyguladığı haksızlıkları ortadan kaldırmak veya azaltmak. Özellikle, ev sahiplerinin kiracıları “sebepsiz yere” tahliye edebildiği maddeyi kaldırmayı planlıyor.

Kira artışlarının kontrol edilmesi, kiracıların kira artışlarından korunması, daha sağlıklı yaşam koşulları sağlanması ve konut standartlarının iyileştirilmesi yasanın en temel amaçları arasında yer alıyor. Yıllardır süregelen ekonomik sorunlar nedeniyle hükümet ve belediyeler yeteri kadar konut üretemiyor.

Sebepsiz tahliyenin kaldırılması

Ev sahiplerine kiracıyı sebepsiz yere tahliye etme hakkı tanıyan madde, kiracılar için büyük bir güvencesizlik kaynağı oluşturabiliyor. Kiracılar, tahliye edilme riskine karşı savunmasız kalmakta, bu da yaşamlarını belirsiz bir hale getirmektedir.

Tasarı, bu maddeyi kaldırarak, kiracılara daha fazla güvence sağlamayı amaçlıyor. Ev sahiplerinin kiracıyı tahliye edebilmesi için belirli gerekçelere dayanması gerekecek. Bu tasarı yasalaşırsa kiracının kira ödememesi, antisosyal davranışlar sergilemesi gibi durumlar dışında tahliye edilmesi mümkün olmayacak.

Tasarının diğer önemli maddelerinden biri, kira artışlarının kontrol altına alınmasıdır. Hükümet, kiraların yılda bir kez artırılmasını öngörüyor. Bu düzenlemeyle ani yüksek kira artışlarının önüne geçilebilecek.

Ayrıca, kira artışlarının belirli bir tavanla sınırlandırılması da tartışılan diğer bir değişiklik konusu. Yasa tasarısının haziran sonu ya da temmuz ayında yasalaşması bekleniyor. 

Kira sorunu, sadece İngiltere’de değil Avrupa’nın birçok ülkesinde de sorun oluyor, vatandaşlar yürüyüş ve mitinglerle bu durumu protesto ediyorlar. Portekiz’de, İsviçre’de, Hollanda da bu tür protesto hareketleri yapılmıştı.

Avusturya’da 'komünist' çözüm

Öte yandan Avusturya’nın ikinci büyük kenti olan Graz’da Eylül 2022’de yapılan belediye başkanlığı seçimini Komünist Parti kazandı. Yüksek kira bedellerine karşı kampanyalar düzenleyen Avusturya Komünist Partisi, kiracıların desteğini alarak uzun uğraşlar sonucunda kentteki toplu konutlarda yaşayanların kira bedeli olarak gelirlerinin üçte birinden fazlasını vermelerini yasaklayan yasa tasarısını belediye meclisinden geçirmeyi başardı.

Komünist Belediye Başkanı Elke Kahr, seçilmeden önce kiracılara mali ve hukuki destek sağlayan “Graz Kiracı Yardım Hattı”nı kurdu. Bu girişim, kent halkında büyük bir destek buldu.

Yine komünist belediyenin oluşturduğu “Sosyal Fon” vasıtasıyla kiralarını ödeyemeyenlere ve işsizlere yardım yapılıyor. Başkan Elke Kahr da dahil olmak üzere belediye meclisinde görev yapan tüm komünist partililer, maaşlarının yalnızca kira ve yaşam masraflarına yetecek kısmını alıp, geri kalan üçte ikilik bölümünü parti içerisinde oluşturulan sosyal bir fona aktarıyor. Komünist belediye ayrıca sosyal konut inşasına hız verdi.

En yüksek kira artışı Türkiye’de

Avrupa İstatistik Kurumu (Eurostat) verilerine göre, yüzde 89,2 oranıyla Türkiye, Avrupa’nın en yüksek kira artış oranına sahip ülkesi konumundadır. İkinci sıradaki Macaristan’da bu oran sadece yüzde 11’dir. Yani Türkiye’deki kira artışı, ikinci sıradaki Macaristan’ın sekiz katı.

Öte yandan Türkiye’de 2024 yılında asgari ücrette yüzde 49 oranında bir artış yapılırken kira artış oranı yüzde 58 oldu. 2025 yılında da asgari ücret yüzde 30 oranında artırılırken haziran ayındaki kira artış oranı ise, yüzde 45,80 olarak belirlendi.

TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) 2024 hane halkı tüketim harcamaları istatistiğine göre, tüketim içindeki konut ve kira harcamaları yüzde 26 oranıyla ilk sırada yer aldı. Yani yurttaşların yaptığı harcamaların dörtte biri kiraya gitmiş oluyor.

Gerçekte bu oranın daha da yüksek olması gerekir. Büyük şehirlerdeki kiraların en az 20-25 bin lira dolayında olduğu dikkate alındığında bu kira miktarının bir asgari ücret tutarında olduğu görülüyor. Dört kişilik bir ailede iki kişi asgari ücret düzeyinde gelir elde etmiş olsa kira harcaması toplam gelirin yarısı kadar oluyor. 

Ülkemizdeki ekonomik kriz, hayat pahalılığının yanı sıra yüksek kira artışları, vatandaşın isyanına yol açıyor.  Tele-1 televizyonunda program yapan Metin Yeğin de, kiracıların sorunlarını aktaran programının başlığını Karl Marx’ın “Dünyanın bütün işçileri birleşiniz” sloganından esinlenerek “Dünyanın bütün kiracıları birleşiniz” şeklinde ifade etmişti… 

                                                        /././

Cumhuriyetçilerin Birliği için notlar: Cumhuriyet’e sınıflar açısından bakmak -Erhan Nalçacı-

Bu köşedeki bir yazı dizisi tarihimize bakışı ortaklaştırmaya dönük mütevazi bir katkıyı amaçlıyor. Sorular sorup yanıtlamaya çalışacağız.

Geçenlerde 24-25 Mayıs tarihlerinde toplanan Cumhuriyetçiler Kurultayı örselenmiş, adaletini yitirmiş ve çok boyutlu bir çürüme içindeki ülkemiz için bir umut ışığı oldu. 

Belki çok önemli kararlar alınmadı ancak farklı kökenden gelen, farklı yöntemler ve düşünce alışkanlıklarına sahip Cumhuriyetçiler arasında ülkenin ortak geleceğine sahip çıkma ve bunun için bakış açılarını ortaklaştırma iradesini ortaya koydu.

Bu irade sadece gazeteciler, yazarlar, aydınlar, siyasiler arasında değil, toplumun büyük kesimini oluşturan Cumhuriyetçi halk tabakalarına dönük bir ortak zihin egzersizine davetti. Soru asıl olarak şuydu: Cumhuriyet neden kaybedildi ve nasıl tekrar kazanabiliriz?

Önümüzdeki dönemde bu doğrultuda irili ufaklı yüzlerce toplantı yapılacak, ülkemizin başına neyin nasıl geldiği tartışılırken gelecek için ortak irade büyütülmeye çalışılacak.

Bu köşedeki bir yazı dizisi tarihimize bakışı ortaklaştırmaya dönük mütevazi bir katkıyı amaçlıyor. Sorular sorup yanıtlamaya çalışacağız.

Soru 1: 1923 Devrimi benzersiz ve kendine özgü müydü, yoksa burjuva devrimi karakterinde miydi?

1923 Devrimi muhakkak kendine özgü birçok yan barındırıyordu ama bütün devrimler zaten kendine özgü yanları içerir. Bu özgün olma hali ile her devrim birbirinden bağımsız olaylar olarak ele alınsaydı tarih bilimi diye bir şey ortada kalmazdı. Oysa tarihçinin bir görevi eğer tek tek olayları incelemekse diğer görevi de onların ortak yanlarına dayanarak genellemeler, soyutlamalar yapmasıdır. Bu soyutlamalar olmaksızın tarih üzerinde düşünme yeteneğimiz büyük ölçüde sığlaşmış olur.

Eğer bir ülkede egemen sınıf meşruiyetini toplumsal eşitsizliği mutlaklaştıran dinden aldığını iddia ediyor, toprak mülkiyetini köylüleriyle birlikte elinde bulunduruyorsa ve devrim kentlerde toplanan ve kendisini kralın/padişahın tebaası hissetmeyen sınıflarca yapılıyorsa burjuva devrimi soyutlaması ile adlandırılıyor. 

Bir devrimin burjuva niteliğini alması için, tanrısal olarak eşitsiz olan toplum bireylerinin yasa önünde eşitliğini, yasama, yürütme ve yargının dinden bağımsızlaşmasını, feodal ayrıcalıklarla parçalanmış coğrafyada kapitalist bir ulus devlet inşasını ve soyluların değil, halkın egemenliğini programına yazmış olması gerekir.

1640 İngiliz Devrimi, 1776 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi, 1871 Alman Devrimi, 1905 Rus Devrimi hep bu karakterdedir. Türkiye’de 1923 ilk burjuva devrimi değil, süreklilik ve kopuş ilişkisi içinde 1908 Devrimi'ni takip etmiştir.

1923 çok daha ileridedir 1908’e göre, çünkü çürümüş bir İmparatorluğu ayağa dikmeye çalışmak yerine Osmanlı Devleti’ni yıkarak Cumhuriyet’i kurma iradesi göstermiştir.

Ayrıca 1923 Devrimi'nin çok büyük bir avantajı vardır, İttihat ve Terakki kendisini emperyalist devletler arasında bir dengeye yerleştirirken Mustafa Kemal ve arkadaşları emperyalizme karşı sırtlarını yaslayabilecekleri 1917 Ekim Devrimi'nin desteğini arkalarına almıştır.   

İşçi sınıfını iktidara taşıyan Ekim Devrimi'nin desteği 1923’ün burjuva devrimi karakterini değiştirmemiştir, tarihsel bir anda emperyalist projelere ve kuşatmaya karşı geçici bir ittifak söz konusu olmuştur ancak 1923’ün ayakta kalması ve ilerici bir tarihsel rol oynamasına katkısı olmuştur bu ittifak ilişkisinin.

Soru 2: Mustafa Kemal ve arkadaşları burjuva mıydı?

Bu soru en çok kafa karıştıran sorulardan biridir. Bir de burjuvazi devrimciliğini çoktan yitirdiği ve gerici, asalak bir sınıf haline geldiği için bütün dünyada, duygusal olarak bugün burjuvalık devrimcilere yakıştırılamamaktadır. 

O dönemde reaya köylüsü olmayıp kentlerde eğitim görerek bir ücret karşılığı çalışarak feodalizmden görece bağımsızlaşmış herkes bir yerde geniş anlamıyla burjuva olarak kabul edilebilir. Örneğin, Talat Paşa posta memuruydu, Mustafa Kemal subay. Feodal bir sığınmaya dayanarak değil maaş alarak görece bağımsız bir yaşam sürüyorlardı. Örneğin, Fransız Devrimi'nin asla satın alınamayan devrimcisi Avukat Robespierre bugün anladığımız anlamda burjuva mıydı?

Yukarıdaki tartışma belki su kaldırabilir ancak asıl bakmamız gereken yer devrimcilerin nasıl bir siyasi programa bağlı olduklarıdır, onlara sınıf karakterini kazandıracak olan bu program olacaktır.

Eğer yasa önünde eşitlik istiyorsanız ve toplumsal eşitsizliğin kaynağındaki dinsel uygulamalara karşı laikseniz, soyluların egemenliğine karşı bir halk egemenliğini savunuyorsanız burjuva devrimcisisiniz demektir, eğer bunun üzerine mülkiyette eşitliği savunuyorsanız işçi sınıfı devrimcisi.

İttihat ve Terakki ve Kemalistlerin bu anlamda çok farklı siyasi atmosferlerde devinmelerine rağmen ortak bir programları olduğu söylenebilir: Bu program Türk ve Müslüman kesimlerden devlet desteği ile burjuvaziyi yaratmak diye özetlenebilir. Bu politikayı İttihat ve Terakki Osmanlı'nın içine düştüğü durumdan kurtarmak için Kemalistler bağımsız bir ulus inşası için uygulamışlardır.

Burjuvaziyi desteklemek için kurulan bankalar, ticaret kanunları, yabancı sanayi ürünlerinden yerli malı üretimini koruma, 1 Mayıs emekçi bayramının yıllarca yasaklanması, sonra Bahar Bayramı olarak kabul edilmesi... Bu köşe yazısında temel yöntem sorunlarını ele alacağız, yoksa çok veri var tarihte.

Soru 3: 1923’te Türkiye’de burjuvazi var mıydı?

Diğer çok kafa karıştıran soru ise Osmanlı'nın son döneminde burjuvazinin varlığının soruşturulmasıdır. “Yoktu” diyenler var, dolayısıyla burjuva devrimi değil, tamamen özgün, kendinde bir devrim tanımlanmak için kullanılıyor bu soru ve yok yanıtı.

Oysa felsefede “yok” kategorisi çok dikkatle kullanılmayı gerektirir. Bugünkü burjuvaziyi arıyorsanız bulamazsınız tabii ki. Ancak feodal koşullarda iki şekilde sermaye birikimi sağlanır, ya karasal ticaret yolları üzerinde, ya da ticaretin çok daha kolay olduğu liman kentlerinde. Osmanlı'da Balkanların limanı olan Selanik’te, Ege’nin limanları olan İzmir ve Ayvalık’ta, tabii ki İstanbul’da, Suriye’nin limanı olan Beyrut’ta vb. bir sermaye birikimi kaçınılmaz olarak gerçekleşmiştir. Devrimcilerin Balkanlardan ve Selanik’ten çıkması tesadüf değildir.

1919’a gelindiğinde Türkiye’de 60 kadar fabrika denilebilecek tesis olduğu belirtiliyor. Maden işletmecileri ve her boydan tüccar buna ilave edilmelidir. Burjuvazi tabii ki kuvvetli bir sınıf değildir ama burjuva devriminin öncülerinin dayanacağı kadar toplumsal bir yer tutmuştur. 1923 İktisat Kongresi’nin esas sınıfıdır örneğin.

Haftaya bıraktığımız yerden devam edelim.

                                                        /././

soL




T-24 "Köşebaşı +Gündem" -10 Haziran 2025-



Trafik cezalarında gözden kaçan husus -Murat Batı-

EDS kurulumu nedeniyle kesilecek trafik para cezalarının yatırım maliyetini karşılayacak düzeye kadar yüzde 30’u, sonrasında yüzde 15’i hizmet bedeli adı altında belediye ve dolayısıyla da şirketlere aktarılması bazı sorulara gebedir.

Dört günlük bayram tatili bitti. Birçok kişi bu tatili ya memleketine ya da tatil bölgelerine giderek değerlendirdi. Dönüşler de bayramın üçüncü günü itibariyle başladı. Kendi araçlarıyla yola çıkan tatilciler, dönüş yolunda muhtemelen radar sürprizleriyle karşılaşacaklar. Cezalar için iyi günlerimiz bunlar…

Çünkü trafik cezalarını düzenleyen Karayolları Trafik Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi  henüz yasalaşmadı. Ancak şu aralar Mecliste görüşülmekte.

Bu düzenleme ile cezalar bayağı bir artacak. Ancak Kanun Teklifinin 14. Maddesiyle Karayolları Trafik Kanunu’nun 51. Maddesi yeniden düzenlenecek ve 2 bin liradan 30 bin liraya kadar nur topu gibi yeni cezalarımız olacak.

Bu madde şöyle bir sürprize gebe; bu maddenin yürürlük tarihi 31.12.2025’tir. Bunun anlamı ise 2025 yılı bitmeden yürürlüğe girecek ve bu yüksek tutarlar bir gün sonra yani 1 Ocak 2026 itibariyle yeniden değerleme oranı kadar artırılarak uygulanacak.

Daha basit bir ifadeyle 30 Aralık’ta hız sınırını yüzde 26 aşarsanız 2.168 lira; 31 Aralık’ta yüzde 26 aşarsanız 12 bin lira; 1 Ocak 2026’da aşarsanız -örneğin YDO yüzde 50 olursa-; 18 bin lira ceza ödeyeceksiniz. Anlayacağınız üç ayrı günde üç ayrı cezayla karşılaşabileceğiz. Yani yürürlük tarihini 1 Ocak 2026 yapmak yerine bir gün öncesi (31 Aralık 2025) yaparak yeniden değerleme artışından da yararlanmak istenmekte…

Buna fıkra diyeceğim ama komik hiçbir yönü yok. O nedenle nitelendirmeyi size bırakacağım.

* * *

Gelelim daha vahim bir hususa; hız sınırı kontrolünü Emniyet Genel Müdürlüğü Elektronik Denetleme Sistemleri (EDS) denilen bir sistemle yapmaktadır.

Karayollarında, trafik düzeninin sağlanması ve trafik ihlallerinin tespit edilmesi sırasında denetim ve idari yaptırım uygulama faaliyetlerinde kullanılan sistemlere elektronik denetleme sistemleri (EDS) adı verilmektedir. Elektronik denetleme sistemleriyle, kamera kullanılarak hız sınırını aşan, yanlış park eden, ters yola giren vs. araçların görüntüleri alınarak bir tespit yapılıp para cezası kesilmesi için de Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderilmektedir.

Buraya kadar bir sorun yok ancak turpun büyüğü geliyor…

EDS’leri belediyeler kurup cezadan pay alıyor

6745 sayılı Kanun ile Karayolları Trafik Kanunu Ek m.16’da yapılan düzenleme uyarınca 7 Eylül 2016’dan itibaren Elektronik Denetleme Sistemleri (EDS) kanalıyla kesilecek trafik para cezaları Emniyet ve belediyelerce paylaşılmaktadır. Evet, doğru duydunuz.

Şöyle ki EDS yoluyla kesilecek para cezalarının elektronik sistemlerin yatırım maliyetine ulaşıncaya kadar yüzde 30, sonrasında ise yüzde 15’i belediyelere/şirketlere aktarılacaktır.

Özetle 2016 yılında Karayolları Trafik Kanunu’nda yapılan düzenlemeyle trafik cezası gelirlerinin nasıl paylaşılacağı belirlenmiş özel hukuk tüzel kişilerinin de EDS kurma yolu açılmıştır.

Örneğin İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin verdiği 25 Şubat 2024 tarihli Resmi Gazete’deki ilanında, Niğde Belediyesinin 5 Mayıs 2021 tarihli ilanında, Polatlı Belediyesi’nin 8 Ocak 2025 tarihli meclis kararında özetle şöyle yazmaktadır; hız sınırını aşan araçlardan kurduğunuz EDS sistemiyle cezayı kesin, sonrasında hasılat/gelir paylaşımı modeliyle cezanın yüzde 30’u belediye olarak siz alın, kalanını da Emniyete alsın.

Burada da yorumu size bırakıyorum…

Hız sınırını hasılata ortak olan belediye mi belirleyecek?

Eminim benim aklıma gelen sizin de şu an aklınıza gelmiştir; belediyeler, hız sınırını muhtelif yerlerde düşürebilir mi? kötü düşünmemek lazım elbette. Çünkü hız sınırının düşürülmesi ve diğer kurallar, can güvenliği için var ama acaba demekten de kendimi alamıyorum. Çünkü bazı yerlerde çok düşük hızla geçilmesine rağmen hız aşımından ceza kesilebilmektedir. Örneğin Kırıkkale çıkışında (Samsun’a doğru) tüm araçlar kağnı hızında ilerlemekte hatta Samsun yolunda bazı yerlerde hız sınırı çok daha fazla düşürülmüş durumdadır. Hatta ve hatta bu hız sınırı yolun çok kısa bir mesafesi için getirilmiş de olabilir; 200 metresi için vs… Örneğin Çorum’dan geçip de ceza yemeyen neredeyse yoktur herhalde.

Sorulması gereken soruyu ben sorayım; iyi de belediyeler hız sınırını belirleyebilir mi?

Bunun için Karayolları Trafik Kanunu m.50’ye bakmak lazım. 50’inci maddede “Motorlu araçların cins ve kullanma amaçlarına göre sürülebileceği en çok ve en az hız sınırları, şehirlerarası çift yönlü karayollarında 90 km/s, bölünmüş yollarda 110 km/s, otoyollarda 120 km/s hızı geçmemek üzere yönetmelikte belirlenir.” denilmektedir. Ancak 50’nci maddenin son fıkrası “yetki verilen kuruluşlar tarafından yönetmelikte belirtilen hız sınırları yol ve trafik durumuna göre azaltılabilir veya çoğaltılabilir.” şeklindedir. Madde hükmünde bahsedilen yönetmelik, Karayolları Trafik Yönetmeliğidir.

Karayolları Trafik Yönetmeliği’nin 100’üncü maddesinde yerleşim yeri içinde ve dışında hız sınırlarına ilişkin düzenlemeler yapılmış durumdadır. Bu durumda ilgili kurumlar hız sınırlarını muhtelif yerlerde düşürebilmektedir. Daha da önemlisi belediyeler, bu hız sınırlarını belirleyebilmektedirler. Hal vaziyet böyle iken aynı standartlara sahip yollardan azami geçme hızları farklılaşabilmektedir. 

İşte şu an aklınıza gelen benim de aklıma gelmiş durumda. Acaba mı?

Ezcümle

EDS kurulumu nedeniyle kesilecek trafik para cezalarının yatırım maliyetini karşılayacak düzeye kadar yüzde 30’u, sonrasında yüzde 15’i hizmet bedeli adı altında belediye ve dolayısıyla da şirketlere aktarılması bazı sorulara gebedir. Belediyelerin bunu bir kazanç kapısı olarak görme ihtimalini doğurmakta ve sistemin amacını sorgulamamıza neden olmaktadır. Şu an Meclis'te görüşülen trafik düzenlemesini içeren kanun teklifi de yürürlüğe girerse varın gerisini siz düşünün….

                                                              /././

450 bin GSM hattının kullanıldığı dolandırıcılık: Paravan telefon bayii kurdular, Telekom’dan aldıkları hatlarla dolandırdılar -Tolga Şardan-

Dolandırıcılık şebekesi üyelerinin, özel olarak kurulan iletişim bayiinden ve kendi adlarına toplamda 450 bin GSM hattı aldıkları anlaşıldı. Suç yapısında kullanılması amacıyla paraların toplanmasını sağlamak amacıyla şüphelilerce beş ayrı paravan firmaya ait banka hesaplarına para gönderildiği tespit edildi. Ayrıca, bu 450 bin GSM hattının kullanan şebekenin, yine ülke genelinde tam 8 bin 249 dolandırıcıyla bağlantılı olduğu ve bu şüpheliler üzerinden yaklaşık 45 bin 500 dolandırıcılık gerçekleştirdiği ortaya çıktı.

Kısa mola sonrasında Büyüteç’i dikkat çekici dolandırıcılık olayına tutuyorum bugün.

Antalya’nın Kemer ilçesinde geçen nisanın son haftasında gün ışığına çıkarılan suç örgütünün faaliyetlerinin perde arkasını aktaracağım. 

Aslına bakarsanız, Kemer’deki çetenin olayı, bu coğrafyada pek çok örneğini yaşadığımız telefonla yoluyla dolandırıcılık eylemlerinden. Ancak okuyacaklarınız, soruşturmayı benzerlerinden ayıran sıra dışı bir sürecin anlatımı.

Kemer Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturma, 23 Şubat 2024 günü A.E. adlı bir yurttaşın savcılığa yaptığı başvuru ile başlatıldı.

Yurttaş A.E., kendisine ait kredi kart bilgilerini kullanarak bir internet sitesi aracılığıyla alışveriş gerçekleştirdi. İstediği ürünü sipariş vermesinden bir süre sonra sipariş sahibi A.E., GSM hattından arandı.

Arayan kimliği belirsiz kişi, sipariş edilen ürünün firmanın stoklarında kalmadığını, bu nedenle sipariş verilen ürün bedelinin kendisine iade edileceği yurttaş A.E.’ye bildirdi. A.E.’ye bağlantı kuran telefonun diğer ucundaki meçhul kişiye, telefonuna gelen şifre bilgisini söyleyiverdi.

İzmir’den yapılan alışveriş

Filmin kopuşu işte o anda başladı. A.E.’nin kredi kartı bilgileriyle İzmir’deki teknoloji firmasından cep telefonu alındığı ortaya çıktı. Böylece ilk dolandırıcılık eylemi gerçekleştirilmişti.

Kemer Cumhuriyet Başsavcılığı, A.E.’nin şikayetiyle başlattığı soruşturmada kısa sürede aşama kaydetti. Cep telefonu hattı üzerinden A.E. ile irtibata geçen meçhul kişinin, kare kod uygulamasıyla İzmir’den telefonu teslim aldığını belirledi. Ayrıca, meçhul şüphelinin telefonun faturasını kendi adına hazırlatması sonrasında savcılık, olaya karışan tüm şüphelilerin kimliklerinin yanı sıra diğer dolandırıcılık eylemleri ve bağlantıları da tespit etti.

Dört cep telefonunda 18 binden fazla hat çıktı!

Peki, sonrasında neler oldu soruşturmada?

Savcılık, A.E.’nin dolandırıldığı GSM hattı üzerindeki çalışmalarını yoğunlaştırınca söz konusu cep telefonu numarasının dört farklı cep telefonunda kullanıldığını belirledi. Bu kez, dört farklı cep telefonunda kullanılan GSM hatlarına bakan savcılık ve adli kolluk birimi, IMEI numaraları üzerinden yürüttüğü araştırmada, son üç yılda şüpheli durumdaki dört cep telefonunda tam 13 bin 626 farklı GSM hattı kullanıldığını gün ışığına çıkardı.

Dikkatinizi çekiyorum; dört telefonda tam 13 bin 626 farklı telefon numarası çıktı!

Tabii bu numaralar yerli GSM firmalarına ait olanlardı.

Bir de farklı ülkelerin yurttaşları yani yabancılar üzerinden alınan GSM hatları vardı!

Bunları sayısı da tam 5 bin 179’du!

Dolandırıcılık şebekesi elindeki dört farklı telefona yerli ve yabancı kişilere ait kimlik bilgileri üzerinden tam 18 bin 805 GSM hattını kullanarak insanları acımasızca dolandırmıştı!

Savcılık elde edilen bu korkunç veri üzerinde çalışmasına devam etti, bir süre daha.

Dört değişik IMEI’ye sahip telefonda tam 18 bin 805 GSM hattı takılarak hayatın olağan akışına aykırı olarak ülke genelinde pek çok suçta kullanıldığını gören savcılık, soruşturmayı derinleştirdi.

İstanbul-Alanya dolandırıcılık hattı

Süreçte görüldü ki, şimdiye kadar yapılan tespitler, deyim yerindeyse buz dağının görünen yüzüydü. Bir de su altında kalan asıl parçası vardı ki, bu daha dikkat çekiciydi.

Savcılık, dosyaya giren bir MASAK raporunun izini sürdü. Rapordaki para hareketleri tek tek incelendi. İncelemede, A.E.’nin dolandırılmasından hemen öncesinde, olaya karışan bir şüphelinin, sahibi Hasan D. olan D. Mühendislik adlı firmaya “Paket yükleme” açıklamasıyla para gönderdiği görüldü.

Bu kez, bu paranın izi sürülünce, A.E.’nin dolandırılmasında kullanılan GSM hattının, İstanbul’dan sinyal verdiği ve A.E.’nin dolandırılmasında kullanılan GSM hattının baz bilgileri ile para transferi yapılan Hasan D. ve ailesine ait ikamet adresinin aynı lokasyonda bulunduğu görüldü.

Aynı zamanda, bu hattın kullanıldığı cep telefonunun, dört şüpheli cep telefonundan birisi olduğu, çok sayıda hattın takılıp kullanıldığı anlaşıldı.

Tespitler sonrasında savcılık, Hasan D. üzerinde yoğunlaşarak soruşturmaya devam etti.

Savcılık, Hasan D.’ye ait MASAK’tan bilgi istedi bu defa. Gelen MASAK raporunda, Hasan D.’nin banka hesabına ülke genelinden “paket yükleme” açıklamasıyla çok fazla para transferinin yapıldığı belirlendi. Hasan D.’ye para gönderenlere yönelik yapılan incelemede, birçoğunun haklarında ‘dolandırıcılık, yasa dışı bahis ve kumara aracılık etme’ suçlarından pek çok soruşturma ve suç kaydının varlığı gün ışığına çıktı.

GSM hattı edinmek için paravan bayii kuruldu

Kayıtlar ve tespitlerden yola çıkan savcılık, bir başka ipucunu daha yakaladı.

Hasan D.’nin banka hesabına “paket yükleme” adıyla para geldikten hemen sonra cep telefonu üzerinden dolandırıcılık olayları yaşandığı anlaşıldı. Bunun üzerine Hasan D.’nin her dolandırıcılık eylemi için GSM hattı sağlayan kişi olduğu değerlendirildi.

Soruşturma bu tespitlerle tamamlanmadı, devam ediyorum.

Savcılık, genişletilen soruşturmada önemli bir detaya ulaştı.

Hasan D. ve diğer şüphelilerin, dolandırıcılıkta kullandıkları GSM hatlarını, Alanya’da ticari faaliyet yürüten Tahir D. U.’nun sahibi olduğu teknoloji iletişim şirketi altında “paravan” kurulduğu belirlenen iletişim bayii adına Türk Telekom’dan sağladıkları ve suçlarda kullandıkları ortaya çıkarıldı.

Soruşturmada şu detaylarda tespit edildi:

* İstanbul’daki şüphelilerin, suçtan kurtulmak amacıyla kendi adlarına olmayan çoğunluğu Antalya’da bağlantılı oldukları şüphelilerce farklı firmalar adına çıkardıkları hatlar ve Hasan D.’nin bağlantılı iletişim bayiinden yabancı uyruklu kişilere ait SIM kartlar üzerinden saha elemanı olarak değerlendirdikleri ülke genelindeki dolandırıcılık şüphelilerine WhatsApp uygulaması indirtilerek tek kullanımlık şifreleri verildi.

* Fiziksel olarak SIM hareketi olmadığı, bu nedenle baz bilgilerinin İstanbul’da çıktığı, suçta kullanılan GSM hattının dört farklı IMEI numaralı cep telefonlarında kullanıldığı, söz konusu cep telefonlarının üç yıllık HTS dökümünde yapılan incelemede, 18 bin 805 ayrı telefon hattı takıldı.

Dudak uçuklatan rakam: 450 bin telefon hattı!

İsimleri belirlenen dolandırıcılık şebekesi üyelerinin, özel olarak kurulan iletişim bayiinden ve kendi adlarına toplamda 450 bin GSM hattı aldıkları anlaşıldı.

Bir kez daha dikkatinizi çekiyorum; tam 450 bin GSM hattı! Doğru okudunuz tam dört yüz elli bin GSM hattı…

“Bu kadar hatla ne yapılmış?” diye soracaksınız doğal olarak.

Yanıt; “ülke genelinde birçok yurttaşın dolandırılması, terör örgütleri başta olmak üzere organize suç örgütleri, bilişim sistemleri dolandırıcılığı, banka veya kredi kurumlarının araç kullanıldığı dolandırıcılık eylemleri, kişisel verilerin hukuka aykırı olarak ele geçirilmesi, resmi ve özel belgede sahtecilik, nitelikli dolandırıcılık, yasa dışı bahis, uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti, göçmen kaçakçılığı gibi suçlarda bu GSM hatlarının kullandığı” oldu.

Beş paravan firma var

Farklı MASAK raporlarında yapılan incelemelerde, şüpheli GSM numaraları ile bağlantılı yüksek hacimli bankacılık işlemleri gerçekleştirildiği belirlendi.

Yetmedi, suç yapısında kullanılması amacıyla paraların toplanmasını sağlamak amacıyla şüphelilerce beş ayrı paravan firmaya ait banka hesaplarına para gönderildiği tespit edildi.

Ayrıca, bu 450 bin GSM hattının kullanan şebekenin, yine ülke genelinde tam 8 bin 249 dolandırıcıyla bağlantılı olduğu ve bu şüpheliler üzerinden yaklaşık 45 bin 500 dolandırıcılık gerçekleştirdiği anlaşıldı.

Savcılık soruşturmasında, 22 kişilik çatı suç örgütü yapılanmasının faaliyetleri aydınlatıldı. Buna göre, dolandırıcılık eylemlerinin telefon kanalı üzerinden yürütüldüğü, hat sağlayıcılar ile saha elemanlarının dolandırıcılık olayını gerçekleştirme sırasında bağlantıyı koparmadıkları, böylece eylemi gerçekleştirene kadar ve sonrasında elde edilen suç gelirinin paylaşılmasında paravan kurulan şirketler ve kripto hesaplar üzerinden paranın izinin kaybettirmeye çalıştıkları ortaya çıkarıldı.

* * *

Son yıllarda sürekli benzer olaylar ve soruşturmalar kamuoyuna yansıyor, bildiğiniz üzere.

Ancak böylesi bir organizasyon, yakın tarihte görülmedi.

Bu aşamada, GSM firmalarının da mercek altına alınması gerekecek sanırım.

Zaten ülkede hepi topu üç ana GSM hattı sağlayan firma var. Bu soruşturmada, suç örgütünün kullandığı firmayı savcılık tespit etmiş durumda.

GSM firmalarının böylesi dikkat çekici işlemleri daha fazla takibe alması gerekiyor kuşkusuz.

Zira, para kazanmak her şey değil!

                                                             /././

Madleen’deki tek Türk Şuayb Ordu o gemiye nasıl bindi?-Eray Özer-

Madleen’deki tek Türk yolcu Şuayb Ordu’nun insanı duygudan duyguya sürükleyen bir hikâyesi var. Binlerce insan arasından seçilen 12 kişiden biri olan Şuayb, Gazze’ye yardım götürmek için hazırlanan teknelerin inşaatında çalışarak belki de herkesten çok hak etti bu yolculuğu. Eşi Sümeyra’nın da büyük katkısıyla…

Şuayb OrduŞuayb Ordu

Çoğumuz gibi ben de dün geceyi uykusuz geçirdim.

1 Haziran’da Sicilya’dan yola çıkan yardım gemisi Madleen’in gecenin geç saatlerinde Gazze yakınlarına ulaşacağını biliyor fakat İsrail’in nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyordum.

O nedenle uyanık kalmak ve olacakları beklemek istedim.

Beklenen oldu ve İsrail gemileri saat 01.30 civarında teknenin çevresini sardı.

Ben de teknedeki aktivistlerin sosyal medya hesaplarını takip ederek gelişmeleri X’ten anı anına aktarmaya karar verdim.

Zira teknedekiler olanların duyurulması için onlara yardımcı olmamızı istiyorlardı.

Önce etrafları sarıldı, bir İsrail gemisi yakın geçiş yaptı ama hemen müdahale edilmedi.

Hatta teknenin kaptanı belki de bunun bir taciz geçişi olmayabileceğini söylüyordu. Dün gece ay yoktu ve deniz çok karanlık olduğundan tam olarak etraflarında ne olduğunu bilemiyorlardı.

Sadece birden fazla İsrail gemisi tarafından sarıldıklarına dair bir fikirleri vardı.

Derken daha tuhaf bir şey oldu ve geminin üstünde uçan dronlar belirdi. Yetmedi, ekibin “kuadkopter” olduğunu belirttiği bu dronlar yukarıdan tekneye beyaz sıvı, boya gibi bir kimyasal dökmeye başladı.

Teknedekiler bu maddenin ne olduğunu bilemiyor, vücudu bu maddeyle temas edenler elini yüzünü yıkamak için güvertede koşturuyordu.

Akabinde kısa bir sessizlikten sonra önce yeniden dronlar belirdi ve İsrail askerleri tekneye çıktı. Zaten bununla birlikte tekneyle tüm iletişim kesildi.

Ben bu yazıyı yazarken Madleen Aşdod Limanı’na çekilmiş ve ekip tutuklanmıştı. Uluslararası kamuoyu Madleen ekibinin bir an önce ülkelerine gönderilmesi için İsrail’e dört koldan baskı yapıyordu.

Madleen ekibinde dünyanın tanıdığı isimler var. Siz de duymuşsunuzdur.

İklim aktivisti olarak çocukluğundan bu yana tanıdığımız Greta Thunberg ve Avrupa Parlamentosu üyesi Rima Hassan gibi…

Bu isimler dışında teknede Fransa, Brezilya, Almanya gibi her ülkeden aktivistler olduğu gibi Türkiye’den de bir isim vardı: Şuayb Ordu.

(Bir de Yasemin Acar var. Ama Yasemin Hanım Almanya vatandaşı.)

Ben size diğerlerinin değil, Şuayb’ın hikâyesini anlatmak istiyorum.

Çünkü benim gözümde Şuayb en az yıllardır aktivizm alanında belli bir şöhrete sahip diğer yolcular kadar büyük bir kahraman.

Dün gece müdahale yaklaşırken çektiği videoda “Türkiye’den sadece ben olduğum için birilerine zarar vermek isterlerse o kişi ben olabilirim” diyerek içimizi parçalayan Şuayb inşaatlarda çalışan ve belli ki elinden her iş gelen bir genç adam.

Toplumsal olaylara karşı hassasiyeti Gazze’yle sınırlı değil.

Hatay depreminde de bölgeye gidip elinden geldiğince herkese yardım elini uzatmaya çalışmış.

Sekiz yıl önce evlenmiş.

Eşi Sümeyra da kendi gibi mütedeyyin ve hayat dolu bir insan.

Birlikte çok eğlendiklerini sosyal medyalarına bakınca anlıyorsunuz. İkisinin de gözlerinden hayat fışkırıyor. İkisinin de yaşamaktan zevk alan, zeki ve parlak insanlar olduğunu anlayabiliyorsunuz.

Şuayb’in Madleen’e katılma yolculuğunun arkasında da Sümeyra var.

Her ikisi de uzunca süredir Gazze eylemlerine destek veriyor. “Daha fazla ne yapabiliriz” derken karşılarına Madleen’in yolculuğu ve Freedom Flotilla Coalition (FFC) ekibi çıkıyor.

Şuayb’in Madleen yolculuğu için “O kadar çok insan o gemide olmak istiyordur ki, bizi almazlar” demesi üzerine Sümeyra hırslanıyor.

Ve olmayacak bir şey yapıyor: Madleen ve benzeri teknelerle Gazze seferlerini düzenleyen FFC’nin tüm dünyadaki ofislerine ayrı ayrı dillerle ayrı ayrı başvuru yapıyor.

Onlarca başvuru!

FFC yetkilileri de haliyle, “Her ofisten başvuru yapan bu iki deli kim” diye meraklanıp onları İstanbul’da görüşmeye çağırıyor.

Ve böylece Sümeyra ve Şuayb ikilisi FFC’yle bağlantıya geçmiş oluyor.

Bence asıl hikâyenin bundan sonraki kısmı etkileyici ve çarpıcı.

Şuayb en başlarda Madleen’e kabul edilme ihtimalinin olmadığına inanıyor. Kontenjan çok kısıtlı, başvuran her profil aktivizme yıllarını vermiş ve hepsi bir STK’yı, bir oluşumu temsil ediyor.

Buna rağmen ekibe tüm gücüyle destek olmaya başlıyor.

Hem de ne destek!

İnşaat işlerinden anlıyor ya… Gazze için hazırlanan üç gemide de (Madleen dışında Conscience ve Hanzala/Handala var) çalışmaya başlıyor.

Özellikle Hanzala’da basbayağı gemi inşaatını öğreniyor. Oradan Madleen’in inşaatına geçiyor.

Zamanla Madleen’in kaptanıyla da aralarında özel bir iletişim oluşuyor. Zira hem geminin eksik-gediğinden anlayan hem zodyak botu kullanmayı bilen hem de her türlü işi zekice kavrayıp ikiletmeden halleden birinin gemide olması kaptanın işine geliyor.

FFC ekibi de her geçen gün Şuayb’i başka türlü sevmeye başlıyor.

“Sabah 8’den akşam 12’ye kadar çalışıyordum” diyor Şuayb, “Belki bu kadar çalıştığımı görürlerse Madleen’e olmasa da Hanzala’ya alırlar diye düşünüyordum.”

Sonunun meçhul olduğu ve hatta belki ucu ölüme varabilecek bir yolculuğa çıkmayı belli ki herkesten çok istiyor Şuayb. Belli ki insan olduğunu hatırlatacak ona bu yolculuk.

Evet, entelektüel olarak diğerleri kadar donanımlı değil belki ama dedim ya, hem ekibin yanında olmasını isteyeceği kadar zeki ve pratik hem de en az diğerleri kadar pırıl pırıl bir insan…

İnsanın dinlerken, izlerken gözünü kamaştıracak kadar parıltılı bir insan.

Neyse devam edelim.

Yanılmıyorsam İtalya’da bir etkinlikte uzaktan hayran olduğu “Sör Davos”u görüyor. Evet, onu “Sör Davos” diye anıyor ama aslında bahsettiğimiz kişi Game of Thrones’taki bu rolüyle ikonik hale gelen usta oyuncu Liam Cunningham.

Cunningham Gazze’ye desteğini ilk günden bu yana esirgemeyen isimlerden.

Şuayb yanına gitmek istiyor bu hayran olduğu büyük aktörün. Fotoğraf çektirmek istiyor.

Lakin beklenmedik bir şey oluyor: O gidemeden Sör Davos onun yanına geliyor!

FFC ekibi Şuayb’den bahsetmiş Cunningham’a… Nasıl da her işin altından kalktığını anlatmış. O da bizzat Şuayb’in yanına gelerek tebrik ve teşekkür etmek istemiş.

Fotoğraflar çektiriliyor, imzalar alınıyor.

Şuayb çok mutlu ama hala Madleen ekibine katılımı kesin değil.

Yedek listeye girmeyi başarıyor ama kendi gibi iki kişi daha var o listede.

Derken… Kalkışa birkaç gün kala o büyük fırsat doğuyor.

Daha doğrusu o fırsatı da kendi yaratıyor Şuayb.

Kalkıştan bir gün önce ekipten biri yanına gelip, “Sen dron kullanabilir misin Şuayb” diye soruyor. Belli ki FFC ekibi o kadar seviyor ki Şuayb’i, onlar da Madleen’e kabulü için bir gerekçe bulmaya çalışıyor.

Gerekçe sağlam yerden geliyor: Teknede dron operatörü yok! Ve bu ayrıntı düşünülmemiş.

Şuayb her şeye, hayata meraklı biri olduğu için dronlarla da varmış meğer bir geçmişi. 3D yazıcılardan parçalarını üretip evde kendi dronunu yapmaya çalışırmış.

Lakin söz konusu profesyonel bir video çekim dronu. Bilmediği çok özelliği ve sadece bir gecesi var önünde.

Bilgisayar mühendisi bir arkadaşına ulaşıyor, dronu veriyor, “Sen özelliklerine bir bakar mısın, ben de işlerimi bitirince sabaha karşı gelip senden kısa bir ders alırım” diyor.

Kalkışa saatler var sadece.

Uykusuz gecenin sonunda kapısına dikildiği arkadaşından hızlı bir kurs alıyor. Önce karadan, sonra gemiden uçuruyor dronu.

Ve evet! Başarıyor. Dronu kullanabiliyor.

Sonrasını biliyorsunuz. On iki kişilik ekibin içinde Türkiye’yi misler gibi temsil ediyor.

Hüseyin Şuayb Ordu şu anda gözaltında.

Tekneye müdahale edilirken hayatından endişe etmişti ama çok şükür korkulan olmadı.

Tüm beklentimiz Şuayb’in bir an önce sağ salim evine dönmesi.

Sen ve eşin Sümeyra birer kahramansınız Şuayb.

Kesinlikle öylesiniz.

Pırıl pırıl insanlar olduğunuz için…

Kimseyi ötekileştirmediğiniz için…

Sizden farklı inançlardan, kültürlerden insanlarla tek bir amaç etrafında kenetlenebildiğiniz için…

Tertemiz kalbinizle, mütevazı tavrınızla bu toprağın namuslu insanlarını hakkıyla temsil ettiğiniz için…

Herkesin -Sör Davos’un bile- sevgi ve saygısını bu mütevazılık ve çalışkanlıkla kazandığınız için…

Helal olsun size!

                                                        /././

Grev okulundan dersler -Aziz Çelik/Birgün-

Haklı taleplere dayalı İzmir grevi bir çarpıtma ve safsata kampanyası altında yürütüldü. Grevin toplumsal muhalefet içinde yarattığı çeşitli çatlakları hızla onarmak gerek. Grev sırasında birbirinden uzaklaşanlar zorlu bir demokrasi yürüyüşünde omuz omuza olmaya mecburlar.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde (İzBB) DİSK üyesi Genel-İş sendikası tarafından 29 Mayıs ile 4 Haziran 2025 arasında uygulanan ve 23 bin işçiyi kapsayan 7 günlük grev sadece sendikacılık, emek mücadelesi açısından değil, toplumsal muhalefet, siyaset ve gazetecilik açısından da derslerle dolu, Türkiye’nin yakın tarihinin en önemli grevlerinden biri oldu.

Sosyalist literatürde grev işçi sınıfı için bir “okul” olarak tanımlanır. Ancak İzmir grevi sadece işçiler için değil, aralarında sosyal demokratların ve sosyalistlerin de olduğu farklı siyasal ve toplumsal kesimler için de bir okul oldu. Bir bölümü ne yazık ki grev okulunda sınıfta kaldı.  Grev günümüz Türkiye’sinin toplumsal muhalefetinin kırılgan yapısı, sendika siyaset ilişkileri, gazetecilik, kamu yöneticiliği, kitle psikolojisi gibi pek çok alanda derslerle doluydu. Bu kadar yaşamsal bir grevin ardından önemine uygun, soğukkanlı, dezenformasyondan ve manipülasyondan uzak yapıcı değerlendirmelere ihtiyaç var.

KUŞATMA ALTINDA BİR GREV

Başından beri grevin esas nedenini ve uyuşmazlık konusunu belirgin hale getirmeye çalıştım. Sosyalist bir akademisyen ve emek hareketi içinde uzun deneyimi olan biri olarak dünya görüşüm gereği grev sırasında işçilerin ve sendikanın haklı taleplerinin yanında durdum ve bunların kamuoyunda doğru anlaşılması için çaba harcadım. Uyuşmazlık konusu “eşit işe eşit ücret” meselesiydi, çeşitli nedenlerle kamuoyunda bunun yerine başka tartışmalar yaşandı ve çarpıtmalar yapıldı. Bu yazımda bunların yanında grevin etkilerine ve grev sonrasına da değineceğim.

İzmir grevi büyük bir kuşatma altında yaşandı. Denebilir ki Türkiye’nin yakın tarihinde hiçbir grev bu kadar tartışılmadı, bu kadar iftiraya uğramadı ve bu kadar hedef tahtasına konulmadı. Bu grev üstüne konuşulacak şey var: Emek okuryazarlığının düşüklüğü, çalışma ilişkileri konusunda bilgisizlik, greve tahammülsüzlük, işçiyi hakir görme, nobranlık, siniklik, utanç… Ne ararsan var. İşçilerle muhalefetin bir bölümü arasındaki kırılma, sendikalarla toplum ilişkilerindeki fay hatları, sendika-siyaset-parti ve yerel yönetimlerin çalışma ilişkilerindeki sorunlar grevle birlikte gün ışığına çıktı.

Grev sonrasında yapıcı bir tartışmanın yararlı ve gerekli olduğunu düşünüyorum. İzmir grevi herkes için derslerle dolu bir okuldu. Çıkarılacak çok ders, tartışılacak çok konu var. Ancak bu tartışma yapılırken spekülatif ve dezenformasyona dayalı bir yaklaşım ile sarkastik, alaycı ve aşağılayıcı bir söylemden özenle kaçınmak gerekir. Böylesi zehirli bir söylemin, emek hareketine ve sınıf meselesine bir yararı yok. Ayrıca bu tartışmada solcular için sınıf pusulasının kaybedilmemesinde büyük yarar var.

İzmir grevi üstüne çok şey söylendi. Greve ilişkin yorumların cüzi bir bölümü anlamaya değil suçlamaya ve hakarete dönüktü. Bu lümpen söylemleri dikkate almaya gerek yok. Ancak çok sayıda samimi, yapıcı ve ilerletici eleştiri olduğunu görüyorum. Bunlar kesinlikle dikkate alınmalı.

GREV SAFSATALARI VE ÇARPITMALARI

Greve karşı yaygın bir dezenformasyon ve manipülasyon yapıldı. İşçilerin talepleri çarpıtıldı, sendikacıların söylemleri bağlamından koparıldı, yalan bilgiler dolaşıma sokuldu. Muhalif medyanın bir bölümü grevde iyi bir sınav vermedi. Sosyal medyada dolaşan her görseli ve sözü gerçek sanıp fikir yürütmek ve haber yapmak büyük zaaftı. Önce doğru bilgi edinip sonra fikir yürütmek lazımdı.

Bu safsata ve çarpıtmalara sokaktaki muhalif yurttaş kadar çok sayıda solcu ve muhalif gazeteci ile “kanaat önderi” de alet oldu. İbret verici örnekler yaşandı. Grev sırasında ortalıkta dolaşan iddiaların büyük bir bölümünün asılsız olduğu ortaya çıktı. Ancak iş işten geçti ve adeta bir sosyal medya linci yaşandı. “Sendika ücret beğenmiyor, AKP’li belediyelerde grev yapmıyor, AKP’nin hukuksuzluklarına karşı çıkmıyor” gibi gerçek dışı suçlamalara önceki yazılarımda değinmiştim. Bu suçlama ve çarpıtmalar boşa düşünce yeni çarpıtmalar dolaşıma sokuldu. Bunlardan birkaçını özellikle vurgulamak gerekir.

Bunlardan biri “Kırklareli’de sendika MHP’li belediye ile sıfır zamma imza attı” çarpıtmasıydı. Kısa bir çabayla gerçek öğrenilebilecekken bu yalan köpürtüldü ve gerçekmiş gibi yaygınlaştırıldı. Oysa Kırklareli Belediyesi’nde sıfır zam söz konusu değildi. Sendika açıklama yaptı, işini iyi yapan gazeteciler gerçeği ortaya koydu ama yalan haber bazı muhalif medya mecralarının da gayretkeşliği ile yaygınlaştı.

Grev sırasında dolaşıma giren bir diğer kışkırtma ise “Sendikalı işçiler, belediye çalışanları İzmirli değil” şeklindeydi. Bu İzmirlilerle işçileri birbirine düşürmeyi hedefleyen ciddi bir tahrikti. İzmir de pek çok başka kent gibi ülkenin dört bir yanından göç alan bir metropoldü ve bu üstelik yeni bir şey değildi. Ancak bu “etnik mesele” bilerek kaşındı.

Toplumsal sinir uçlarının en hassas olanları ile oynandı. Dahası bu iddia gerçekdışıydı. Belediyede çalışan işçiler içinde İzmir doğumlular yarıdan fazlaydı. İzmir dışı illerin tek tek payı yüzde 2’den fazla değildi. Maalesef bu ırkçı ve etnik ayrımcı yalan bilerek yaygınlaştırıldı. Toplumun sinir uçlarıyla oynamak, toplumsal gruplar arasındaki rekabeti körüklemek ve kendinden iyi durumda olanları aşağıya, kendi düzeyine çekme gibi ilkel dürtülere seslenmek sorumsuzluk örnekleri olarak tarihe geçti

Bir diğer çarpıtma sendikanın şube başkanının grev sırasında çöp toplayan İzBB Başkanına ve İzmirlilere “zibidi” dediği çarpıtmasıydı. Konuşmanın bir kısmı cımbızlanmıştı. Şube başkanı grevde çöp toplayanları tek tek saydıktan sonra belediye yöneticileriyle birlikte çöp toplamaya gelen ve bu sırada genç bir kadına saldıran kişileri nitelemek için “zibidiler” diyor. Ancak bu söz bağlamından koparılarak “İzmirlilere zibidi dedi” demagojisine dönüştürüyor. Anlı şanlı bazı “muhalif” gazeteciler de bunu fırsat bilip saldırıya geçiyor. İnsaf ve edep yahu!

Kuşkusuz grevin günah keçisi ve en büyük çarpıtması DİSK Bölge Temsilcisi Memiş Sarı ile çarpıtılan sözleri oldu. Bir sendikacıyı işçilerin, sendika üyelerinin, sendikal mücadele içinde olanların eleştirmesini gayet doğal. Nitekim DİSK Bölge Temsilcisi bu anlamda sık sık eleştirilen bir isim.

Sendikacıları sendikal pratikleri, uygulamaları ve tutumları yüzünden eleştirmekten doğal bir şey yok. Ancak “DİSK Bölge Temsilcisi AKP’ye oy çağrısı yaptı” demek büyük bir çarpıtma. Geçmişte siyasal bedeller ödemiş, İzmir’de toplumsal muhalefet eylemlerinin önünde yer alan, her seçimde CHP için çalışan, mevcut belediye başkanı dâhil önceki tüm belediye başkanları için seçim çalışması yapan, 19 Mart darbe süreci dâhil İzmir’de hükümet karşıtı eylemlerin en önünde yer alan bir sendikacıyı “AKP’ye oy çağrısı yaptı” demagojisiyle linç etmek büyük insafsızlık. Anlaşılan burada amaç bölge temsilcisinin söylemini çarpıtarak sendikayı küçük düşürmek ve grevi kırmak.

Görüldüğü gibi greve dönük eleştirilerin çok büyük bölümü çarpıtma ve hayal ürünü iddialardan oluşuyor. Greve karşı sosyal medya manipülasyonu, çarpıtma ve sansür dâhil her türlü kirli mekanizma kullanıldı. İktidardan ve patronlardan alışık olduğumuz bu kirli kampanyaya bazı muhalif çevrelerin de dâhil olması, bir kamu işvereni olarak İzBB yönetimin sağduyudan uzak gerilim artırıcı tutumu hayret vericidir. Neyse ki sendikanın ve CHP Genel Merkezinin sorun çözmeye odaklı ve sakin tutumu grev karşıtı zehirli dilin bir histeriye dönüşmesini bir nebze engelledi.

ÇATLAKLARI ONARMAK LAZIM

Greve dönük büyük kuşatma ve çarpıtmalar ile anti-sendikal kampanya vaka... Ancak kamuoyunda sendikanın tutumuna dönük önemli eleştiriler de söz konusu. Bu yapıcı eleştirilerin dikkate alınması ve bu eleştirilerden ders çıkarılması gerekir. Greve dönük kamuoyu tepkisinin sadece manipülasyonlardan kaynaklandığı söylemek eksik bir değerlendirme olur. Grev sürerken sendikaya yönelik tartışmaları doğru bulmadım. Çünkü asıl mesele sendikanın haklı talepleriydi. Ancak grev sonrasında bir muhasebenin yararlı olacağına inanıyorum. Böyle zorlu bir süreci yürüten sendikanın kendi organlarında ve kendi üyeleriyle sürece ilişkin kapsamlı bir değerlendirme yapacağına inanıyorum.

İzmir grevi sıradan bir grev değildi. Muhalefetin hükümetin ağır saldırısı altında olduğu bir dönemde muhalif bir belediyede gerçekleşen büyük ölçekli bir grevdi. Kuşkusuz greve ve sendika-siyaset ilişkisine dair genel doğruları vurgulamak önemli ancak bu grevin toplumsal muhalefet içinde fay hatlarını tetiklediğini, toplumsal muhalefetin kırılganlığını da bir kez daha ortaya koyduğunu görmek lazım. Grevin bu etkileri üzerine kafa yormak, eksikleri ve sorunları saptamak son derece önemli.

Grev olmazsa olmaz temel bir hak, eşit işe eşit ücret talebi son derece doğru bir talep. Ancak bu kadar büyük fay hatları ve kırılganlıkların olduğu bir ortamda greve ilişkin tahkimat, hazırlık ve kapasite hayati öneme sahip. Bir özel sektör grevinde grevci işçilerin birliği sağlamak hayati önemdedir. Bunu sağlayan sendika büyük ölçüde başarı kazanır. Ancak bir kamu grevinde üstelik bu grev halkın günlük yaşamını ve sağlığını yakından etkiliyorsa sadece içeriyi değil dışarıyı da kamuoyunu da hesaba katmak ve hazırlıkları buna göre yapmak gerekir. Sadece işçilerin birliğini sağlamak yetmez, halkın ve kamuoyunun desteğini sağlamak büyük önem taşır.

Böyle çetrefil ve kritik bir uğraktaki grevin karşılaşacağı sorunları öngörüp ona göre tahkimat yapmak önemlidir. Dolayısıyla prensipte doğru olan bir talebin toplumsal ve siyasal koşullarla birlikte değerlendirilmesi gerekir. Özellikle yerel yönetimlerdeki bir kamu grevinde sendika üyeleri kadar toplumun da ikna edilmesi ve desteğinin alınması kritik bir aşamadır.

İzmir grevi haklı taleplere dayalı bir grev olmasına rağmen toplumsal fay hatlarını tetikledi, emek ve sendika karşıtı bir iklimi besledi ve toplumsal muhalefetin dost güçleri arasında kırılmalar yarattı.  Grev karşıtı neoliberal ve neofaşizan zehirli sarmaşık bu kırılmada etkili oldu. Ancak eleştiriler bununla sınırlı değil. Grevi prensipte doğru bulan ancak toplumsal ve siyasal nedenlerle kaygı duyan çok geniş bir kesim söz konusu.

İzmir grevindeki çekişme toplumsal muhalefetin aynı safında yer alanlar arasında çatlaklar yarattı. Bu eleştirilerden hareketle grev hakkını anlamaya en yatkın kesimlerin eleştirilerini mahkum etmek, hafifsemek ciddi hata olur. Ön yargılı ve provakatif tutumları ayrı tutmak ancak yapıcı eleştiri içermek lazım. Grevi anlaması beklenen kesimler grevi anlamadıysa ve destek vermediyse burada bir tahkimat sorunu olmalı. Nerede eksik yapıldığına bakmak lazım. Belediyelerdeki sendika-yönetim, işçi-işveren ve istihdam ilişkilerindeki sorunları irdelemek lazım.

Halk sınıfları ve işçi sınıfının kendi içinde bölünmeler yaratması olası bir greve bin kez daha dikkatle, bin kez daha özenle hazırlanmak ve bin kez daha özenle cümle kurmak gerekir. Sendikal gücün, olanakların, stratejinin ve taktiklerin iyi planlanmış olması gerekir. Tahkimattaki her küçük hata büyük sorunlara yol açabilir.

Grev sarsıntısının ardından çatlakları ve kırılmaları hızla onarmak ve tahkimatı gözden geçirmek gerek. Çünkü bu grev sırasında karşı karşıya gelenler ve birbirinden uzaklaşanlar demokrasi ve hukuk için uzun ve zorlu bir yürüyüşte omuz omuza olmaya mecburlar.

Aziz Çelik/Birgün

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...