Muhalefetin biçimi ve içeriği -Oğuz Oyan-
Cumhuriyet düşmanları siyaseten birleşiyorlarsa, bu ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan cumhuriyetçiler de bir araya gelmeyi başaracaklardır, başarmak zorundadırlar. Hem de hiç vakit yitirmeden!
Önce bir öngörü ve bir saptamayla başlayalım. Öngörü, dinci-despotik iktidarın bugün artık despotizminin sınırlarına geldiğini düşünmenin son derece yanlış olacağına ilişkindir. Dinci-milliyetçi iktidar koalisyonu, arkasına tekmil dış güçlerin ve özellikle emperyalizmin desteğini almıştır; içerde de Kürt hareketiyle yeni ittifak geliştirmektedir. Dolayısıyla eski/yeni müttefiklerinin gözünde kullanım vadesi dolmamış (hatta içeride zayıfladıkça daha fazla tavize yatkın çok elverişli) bir seçenektir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, bugünleri bile aratacak bir faşizan gidişatın öngörülmesi ve muhalefetin buna göre konumlanması gerekir.
Saptama ise tam da bununla ilişkili: Her ne kadar iki aydır CHP’nin sürüklediği kitlesel mitingler (gecikmiş de olsa) yeni bir muhalefet biçimi olarak doğru yönde bir değişime işaret ediyor olsa da, kendini tekrarlayan ve içeriği derinleştirilmeyen bu tür toplanmalar bir süre sonra enerji yitirmeye mahkumdur. İktidarın gittikçe azgınlaştığı bir ortamda, bu mitingler giderek daha yetersiz kalacak hatta yapılmaları önüne yeni engeller getirilmeye çalışılacaktır. CHP tüzel kişiliğine ve yönetimine “Kurultay iptali” üzerinden tehdidin sürdürülmesi bunun sadece bir veçhesidir.
Şimdi soru şudur: CHP yönetimi iktidarın niteliği ve saldırı planlaması üzerinde ne kadar netleşmiştir? İktidarın sınıfsal/ideolojik kimliği konusunda doğru bir kavrayışa herkesin erişemediği konusunda ne yazık ki kuşkular sürmektedir. CHP adına konuşanlar arasında hâlâ iktidarın yanlış yaptığını, hata yaptığını, toplumun vicdanının bunun kabul etmediğini vurgulayanlar var. Ki halen milletvekili ama CHP Genel Başkan Yardımcılığı da yapmış bir akademisyenin 31 Mayıs’ta TELE 1’de tam da bu doğrultuda konuşmuş olmasını hayretle karşılamamak mümkün değildi. “Bu nasıl bir muhalefet anlayışı, nasıl bir siyasi analiz?” sorusunu sormak zorundayız. (Özgür Özel bile artık bu noktadan eleştirmiyor!).
Sadece adalet isteyerek, bağımsız ve tarafsız yargı talebiyle sınırlı kalarak, hatta İmamoğlu’nun tutuklanmasına cepheden itirazı bırakıp onun tutuksuz yargılanmasını talep etmeye gerileyerek veya duruşmanın TRT’den canlı yayınlanması gibi içi boş istemlere sarılarak, açılmış uydurma davalara dolaylı meşruiyet kazandırılmış olunmaktadır! Erken seçim talebi de belki 2024 seçimleri hemen sonrasında anlamlı olabilirdi ama bugün yükseltilmesi gereken bu talep olamaz. Özellikle de Erdoğan’a yeniden aday olma fırsatını adeta bir ikram gibi sunarak. Yapılması gereken, muhalefet belediyelerine karşı yürütülen operasyonun başındaki Erdoğan’ın istifasını talep etmek ve bunu meydanlara toplanan on binlere/yüz binlere söyletmektir. İktidarın aydınlanma ve laiklik karşıtı gerici kimliği, karşıdevrimci niteliği sergilenmeden, emek karşıtı sınıfsal kimliği ve emperyalizmle işbirlikçiliği teşhir edilmeden AKP karşıtlığı yapmak, düzen-içi bir muhalefet sınırları dışına hiç çıkamamak demektir. Bunun da kitlelere verebileceği fazla bir şey yoktur.
Aslına bakılırsa iktidar yanlış yapmıyor; tam tersine kendi meşrebine göre en doğrusunu yapıyor. Bunu kavramadan ne bugün şiddetlenen baskı rejimi anlaşılabilir ne de doğru bir muhalefet çizgisi geliştirilebilir. Çünkü o zaman iktidarı halkın vicdanına şikayet etmekten başka çıkışınız olmayacak demektir. İktidar yanlış değil doğru yapıyor çünkü kendi amaç setine varmak üzere en doğru araçları seçiyor. Nedir iktidarın amaç seti? Bağımsızlıkçı, laik temellere sahip Cumhuriyeti tümüyle yıkarak kendi İslamcı cumhuriyetini kurmak. Burada ne demokrasiye ne demokratik kurumlara ne güçler ayrılığına yer vardır. Şeriat düzeni peşindeki siyaset esnafının vicdanı da olamaz.
Bu amaç setine ulaşabilmek için 2017 Anayasasıyla tek adamla temsil edilen bir yürütme biçimi kurulmuştur. Bu bir hata falan değildir. Türkiye gibi 150 yıllık bir anayasal tarihi olan ve Osmanlı öncesinden beri sadrazamlık/başbakanlık kurumuna sahip olan bir ülkede bunun topluma/siyaset alanına kabul ettirilmesi kolay değildi. Hukuk dışına çıkışlar ve şimdilerde yeni anayasa baskısı bunun için kurulmakta. Bu bakımdan, anayasa komisyonuna üye vermemek ama anayasa değişikliğinden başka bir yere götürmeyecek olan “açılım süreci” için TBMM bünyesinde kurulacak bir komisyona, “fikrin sahibi biziz” gerekçesiyle üye vermeye hevesli olmak, bugünkü Meclis bileşiminde (ki o bileşimin iyice sağa kaymasına 2023’teki CHP yönetiminin ciddi anlamda katkısı olmuştur) bir “tuzağa çekilme” görüntüsü vermektedir.
Laik bir hukuk devletini çiğnemek için devletin kolluk ve yargı üzerinden zor kullanımı araçlarının harekete geçirilmesi şarttı. Yargının adalet zeminine çekilmesi talepleri bu nedenle adeta bir duvara karşı söylenmektedir. Keza emperyalizm ile meclis denetimini dışlayan dolaysız bağlar kurulması, 1 Mart 2003 tezkeresi gibi “yol kazalarının” bir daha yaşanmaması için, yasamanın da artık tek seçilmiş adamdan oluşan yürütmenin tamamen kontrolüne alınması içindir.
Sermayenin en gerici iktidarı olan bugünkü dinci-despotik rejim kendi hedefine yürürken seçimleri de bir araç olarak kullandı; ancak artık o aracın aşındığını, artık kendi lehine çalıştırılamayacağını görünce, doğrudan genel oy hakkına saldırmaya başlaması sürpriz olmamalı. Yerel yöneticileri, muhalefete aitlerse, kriminalize ederek siyaseten tasfiye etmeye yönelinmesi de öyle. Siyasal İslam temelli bir yeni rejim inşasının da “toplumsal rıza” üretilmesi üzerinden sağlanamayacağı 2015 sonrasının seçimleriyle (ve özellikle 2024 seçimiyle) iyice belli olduğuna göre, siyasi rekabetin ortadan kaldırıldığı, siyasi münavebenin fiilen sona erdirildiği bir yeni ortamı yaratma iktidar açısından kaçınılmazdır.
Kısacası, AKP despotizmi hem bir araçtır hem de giderek amaçlanan rejimin zorunlu bir parçasıdır. Araçtır, çünkü zor unsuru olmadan hedefe/menzile varmak imkansızdır. Ama aynı zamanda, hedefe varıldığında dahi, elden bırakılmaması gerekir, çünkü yeni rejimin korunması için de koyu bir despotizm şart olacaktır. O halde dinci-despotik iktidar kavramı bugünkü rejimin en tanımlayıcı sıfatıdır.
Özetle, iktidar kendi açısından hiçbir biçimde hata yapmamakta ve hedefine yürümektedir. Bunu hâlâ kavrayamayanlar ise büyük başlangıç hatalarını sürdürmektedirler.
Tekrar başa dönelim: Bugünkü iktidar bloğu, verilen ödünler ne olursa olsun, hedefe ulaşmak için her türlü dış desteği yanına/arkasına almak durumundadır. Bu nedenle şu anda Türkiye’nin jeo-stratejik konumunu emperyalizme pazarlayarak kendisini vazgeçilmez bir iktidar katına yükseltmek derdindedir. Bunu da büyük ölçüde başarmıştır. Emperyalist güçler, kolu kanadı kırılmış bir iktidarı ve onun güçler birliğini temsil eden tek adamını muhatap kabul etmeyi kuşkusuz tercih ederler. ABD ve NATO bu nedenle RTE ve AKP’nin tam destekçisi konumundadır. AB de çok büyük ölçüde aynı durumdadır. Dolayısıyla CHP’nin biz daha AB’ci, daha NATO’cuyuz, emeğin yanındayız ama sermayenin çıkarlarını da daha iyi gözetiriz tavırlarıyla bir milim mesafe kat etmesi imkanı yoktur. (Belediye “itirafçılarının” yüzde 90’ının sermaye kesiminden olması tesadüf mü?).
***
Sonuç olarak, Türkiye’de anti-emperyalist ve devrimci bir sürecin en önemli kazanımı olan Cumhuriyet’e karşı karşıdevrimci bir meydan okuma döneminden geçilmektedir. Nasıl ki anti-emperyalizm, aydınlanmacılık ve cumhuriyetçilik tarihsel bir buluşmanın ürünüyse bugünkü karşıdevrim sürecinin de bunların üçünü birden hedef aldığı bir konjonktürden geçilmektedir. Nasıl ki dinci-despotik Türk dinciliği ve milliyetçiliği, dinci-etnik Kürt milliyetçiliğiyle Cumhuriyet karşıtlığı ekseninde ve bir emperyalizm projesi çerçevesinde kolayca buluşabiliyorsa, cumhuriyetçi güçlerin de etkili bir cephe oluşturmakta hiç duraksamamaları gerekir.
Cumhuriyet düşmanları siyaseten birleşiyorlarsa, bu ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan cumhuriyetçiler de bir araya gelmeyi başaracaklardır, başarmak zorundadırlar. Hem de hiç vakit yitirmeden!
/././
Çin ‘korkusu’ bir Trump hezeyanı mı?-Gülay Dinçel-
Emperyalist rekabetin önemli bir bileşeni haline gelen Çin, elbette yayılırken sosyalizm taşımıyor, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın emekçilerini de Avrupa ve Kuzey Amerika’dakileri de kendi sömürü çarkıyla tanıştırıyor.
Timothy Snyder, Project Syndicate’te yer alan “America’s Weak Strongman”1 başlıklı yazısında Trump’ın aslında Çin’e yardım ettiğini öne sürdü. Snyder, Çin’in ABD’yi ekonomik ve askeri olarak geçeceğine dair korku son yıllardaki gelişmelerle birlikte azalmaya başlamışken, hatta tersine dönmekteyken Trump politikalarıyla birlikte Çin’e nefes aldırıldığını söylüyor: “Çin bir zamanlar elde etmek için mücadele etmek zorunda kalacağı şeyi kolayca alabilir.” Snyder’in son yıllardaki gelişmelerin Çin’in aleyhine olmasından tam olarak ne kastettiği yazıda açılmıyor. Çok büyük olasılıkla Çin büyümesinin, özellikle ihracat artışının önündeki doğal sınırlar ve belki Biden dönemi politikalarına atıfta bulunuyor.
Öngörülemez olmasa da Trump-Musk kavgasıyla gelinen nokta Trump yönetiminin “aklı”na ilişkin çok yüksek bir beklenti içinde olunmaması gerektiğini ortaya bir kez daha koydu. Ancak yukarıda bir örneği yer alan, aynı yayında benzerleri bolca bulunan yorumlar da Trump karşıtı cephenin ABD emperyalizminin yaşadığı sıkışmayı fazla hafife aldığını, tüm aşırılıklarına rağmen işi Trump yönetimine daraltma ciddiyetsizliğinde olduklarını gösteriyor.
Mariana Mazzucato’nun Şubat’ta Foreign Affairs’te yayımlanan “The Broken Economic Order”2 başlıklı yazısında ifade ettiği gibi Biden yönetimiyle Trump yönetimi arasında, Trump’ın ilk dönemi de dahil edildiğinde ABD emperyalizminin yaşadığı sıkışmayı aşmayı sağlayacak kapsamda bir sanayi politikası farkı bulunmuyor. Mazzucato, Biden dönemi sanayi stratejisiyle Trump dönemi arasında bir devamlılık olacağına, yarı iletken yatırımları başta olmak üzere yeni teknoloji yatırımlarının, yeşil dönüşüm başlığındaki kimi tıraşlamalar dışında sürdürüleceğine işaret ediyor. Bu eksende Rubio, Vance gibi isimleri yatırım yanlısı ve Biden dönemiyle daha iltisaklı gören Mazzucato, Musk “paradoksu”na da değiniyor: “Musk'ın şirketlerinin başarısı devlet desteğinin bir sonucudur: Tesla en az 4,9 milyar dolar devlet sübvansiyonu aldı, SpaceX büyük ölçüde NASA sözleşmelerine ve NASA'da geliştirilen ve eğitilen teknoloji ve personele dayanıyor. Gelecekte, ABD'nin ekonomik sağlığı ve temiz enerjiye geçiş gibi cesur hedeflere doğru ilerlemesi, piyasaları şekillendirebilen, büyümeyi yönlendirebilen ve özel sektörle sadece özel değil, kamusal değer yaratan anlaşmalar yapabilen oldukça çevik bir devlet gerektirecektir.”
Trump ya da herhangi bir ABD yönetimi için işleri zorlaştıran, Mazzucato, Dani Rodrik gibi isimlerin de işaret ettiği, “merkantilist” politikaların yetmeyeceği karmaşıklıkta bir tabloyla karşı karşıya olunması.
Trump’ın 2 Nisan’dan bu yana yaptıklarına bakıldığında kararlı bir strateji olma ihtimali düşük görünmekle birlikte ticaret politikasından başlamanın, yerel yatırımları ve üretimi artırmaya yönelik -örneğin otomotiv- gerçekçi olmaktan uzak hedeflerin daha çok “ABD sermayesi”nin sınırlarını belirleme gibi bir amaç taşıdığı, en azından el yordamıyla böyle bir arayış olduğu söylenebilir. ABD için daha kuvvetli ama Avrupa tekelleri için de geçerli bir durum, uluslararasılaşma ya da yayılma düzeyleri bir devlet stratejisi etrafında hareket etme kabiliyetlerinin aşınması anlamına geliyor. Bu durumun ABD hegemonyasının gerilemesinde ne ölçüde etkili olduğu ayrı bir tartışma ama gücün korunması ve artırılması için bir tür konsolidasyon ihtiyacı olduğu açık. Böyle bir konsolidasyonun çok büyük zorluklar taşıdığı da.
Trump, tarife politikasıyla konuyu Çin’in ihracat genişlemesinin durdurulması, ABD pazarında geriletilmesi, ABD’de üretimin genişletilmesi ve yeniden ihracat potansiyelinin artırılması gibi bir çerçeveye doğru daraltmış oldu. Oysa ki Çin, ABD ve Avrupa pazarlarına yönelik genişlemesinde doğal sınırlara ulaşmış durumda, hatta ihracat artışı da ulaştığı ölçek ve pazarların durumu düşünüldüğünde yavaşladı. Trump yönetiminin sermayeye, etkili olup olmayacağı tartışmalı olsa da, böyle bir yöntemle bir tür “merkezileştirici” kuvvet uygulamaya çalışmasının esas nedeni Çin’in emperyalist ülke pazarlarında genişlemesini önlemek değil. Daha ziyade Hindistan, Afrika, Latin Amerika gibi pazarlarda daha doğrusu pazar potansiyelinde hakim hale gelmesini engellemeye yönelik bir oyun kurmak diye düşünülebilir. Çin’in sermaye ihracıyla, doğrudan yatırımlarla yayılması, bu doğrultuda planlı bir devlet politikası izlemesi “korku”nun esas zemini olarak öne çıkıyor.
Aşağıdaki iki grafikte dünyada sermaye ihraçlarının ve çekilen doğrudan yatırımların 1990-2023 dönemindeki gelişimi yer alıyor. Çin’in sermaye ihracının 2010-2023 döneminde önemli bir sıçrama gerçekleştirdiği görülüyor. İki grafik aynı zamanda en çok sermaye ihraç eden ülkelerin en çok doğrudan yatırım çeken ülkeler olduğunu gösteriyor. ABD’nin sermaye ihracına nicel olarak yakınsamış görünse de Çin’in sermaye ihracının yüzde 45’i Hong Kong’da, yüzde 5 civarı offshore varlıklarda. Ancak yine de Çin, hem yoğunlaştığı ülkeler hem de Mazzucato’nun işaret ettiği “çevik devlet” tanımına uygun hareket etmesi nedeniyle tehlike arz ediyor.
2010-2013 döneminde Çin’in yurtdışı yatırımları ya da sermaye ihracı, çektiği doğrudan yatırımları geçti. Hong Kong ve offshore yatırımları hariç tutulduğunda Asya (264 milyar dolar), Avrupa (150 milyar dolar), Kuzey Amerika (110 milyar dolar), Afrika (42 milyar dolar) ve Latin Amerika (25 milyar dolar) sermaye ihracında öne çıkan bölgeler. Latin Amerika ülkelerinin çektiği toplam yabancı yatırımlar içinde Çin’in payı çok sınırlı ama Afrika’daki payı yüzde 10’a yakın. Asya’daki pay da Singapur, Vietnam, Endonezya, Malezya ve Tayland’da yoğunlaşıyor ve bu ülkeler için yüksek.

Çin’in uluslararası sermaye tarafından kuşatılmışlığı nicel ve nitel olarak, sermaye ihracı düzeyiyle karşılaştırıldığında çok daha güçlü ve karmaşık. Ki bu bir zayıflık olmasına rağmen, bir yandan da bir tür izolasyona tabi tutulmasını önleyen, örneğin Çin’deki yatırımlarda en büyük paya sahip Avrupa ülkelerinden güçlü bir hamle gelmesini sınırlandıran bir avantaj.
Çin’in sermaye ihracını bugünkü düzeyine göre sıçramalı bir şekilde artırma potansiyeli yüksek. Bir nedeni sermaye birikimi, kaynakların bunu mümkün kılması, sermayeye yönelik yayılma stratejisine yönelik bir ikna mesaisine ihtiyaç bulunmaması. Ama daha önemlisi büyüme potansiyeli yüksek ülkelerde yapılan/yapılacak yatırımların yeni yatırımları finanse eder hale gelmesi. Ki şu an büyük ölçüde Avrupa sermayesi ağırlıklı bir yabancı yatırım portföyü olan Hindistan bu eksendeki mücadelenin en önemli noktalarından biri olacak gibi görünüyor. Henüz Çin’in yatırımları sınırlı olmakla birlikte Hindistan enerji hariç ithalatının dörtte birini Çin’den yapıyor.
Emperyalist rekabetin önemli bir bileşeni haline gelen Çin, elbette yayılırken sosyalizm taşımıyor, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın emekçilerini de Avrupa ve Kuzey Amerika’dakileri de kendi sömürü çarkıyla tanıştırıyor.
1https://www.project-syndicate.org/commentary/only-americans-are-intimidated-by-trump-by-timothy-snyder-2025-06
2https://www.foreignaffairs.com/south-africa/broken-economic-order-mariana-mazzucato
Manisa Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek son derece talihsiz denebilecek bir şekilde yaşamını yitirdi. Arkasından söylenenlere, özellikle halkın söylediklerine baktığımızda ise iyi bir insan olduğunu anlayabiliyoruz. “İyi” ile kastım halkın yanında duran, kamusal çıkarları savunan bir siyasetçi olması. Manisa’yı yıllar sonra MHP’den almış, halkçı, toplumcu bir belediyecilik sergilemiş, kimseye imar rantı yedirmemiş, çalıp çırpmamış, kent lokantaları açmış, grevlerle dayanışmış, madencilerin yanında durmuş.
Sosyalizmden aşağısı bizi kurtarmaz, o tartışma dışı; ancak Manisa halkının neden Zeyrek için böylesine üzüldüğünü anlamak durumundayız. Halkımız onca yoksulluğun, onca sefaletin arasında, el yordamıyla eşitlikçi, adaletli bir düzen arıyor, bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Kendisinin yanında durduğunu, kendisi için çalıştığını, halkçı bir damarı bulunduğunu, liyakatli olduğunu gördüğü insanlara kıymet veriyor, ölümlerine üzülüyor, yas tutuyor.
Bu arayışın en önemli uğraklarından biri 31 Mart seçimleriydi; iktidarın kazandığı 2023 seçimlerinin üzerinden daha bir yıl geçmemişken halk sandığa gidip AKP’ye tarihinin en büyük cezasını kesmiş, oyunu iktidarın karşısındaki en büyük partiye vermişti.
Bunun ise çok basit bir nedeni vardı: İktidar seçim sonrası ekonomi yönetimini Mehmet Şimşek’e teslim etmiş, Şimşek programı “enflasyonla mücadele”nin bütün yükünü halkın omuzlarına yıkmış, yoksulluk hızla derinleşmiş, gelir dağılımı alt üst olmuş, halk da örneklerini daha önce de gördüğümüz üzere sandığa gidip tepkisini ortaya koymuştu.
Dolayısıyla 31 Mart seçimlerinde ortaya çıkan tablo halkın yukarıda sözünü ettiğimiz arayışıyla ilgiliydi; bir yandan CHP’li belediyelerin 2019’dan itibaren izlediği görece sosyal belediyecilik uygulamaları, öte yandan yoksulluğun derinleşmesine duyulan tepki, doğrudan sandığa yansımıştı.
Benzer bir durum 19 Mart sürecinde de yaşandı aslında; sokağa elbette ki seçimsizleştirme siyasetine, seçme-seçilme hakkının gaspına karşı çıkıldı ama bunun çok net bir ekonomi-politik zemini vardı. Eğer enflasyon, faiz ve işsizlik, üçü bir arada bu kadar yüksek olmasa, ekonomide işler biraz tıkırında gitse, böyle büyük eylemler muhtemelen söz konusu olmazdı.
Peki iktidar ekonomideki mevcut tabloyu değiştirebilir mi? Yani öngörülebilir bir vadede enflasyonu, faizleri, işsizliği düşürebilir, halkın refahını artırabilir mi?
Bu soruya açık bir şekilde “hayır” yanıtını verebiliriz. Bakın, geçen hafta TÜİK bilinçli bir şekilde enflasyonu beklenenden çok daha düşük açıkladı. Bunun ise basit nedenleri var. Memurlar ve emekliler için yılın ikinci zam dönemi geliyor ve enflasyon ne kadar düşük görünürse zam miktarı da o kadar az olacak.
Dahası senenin ortasında eriyip giden asgari ücret için ara zammın konuşulduğu günlerde, halka “bakın Şimşek programı işliyor, enflasyon düşüyor, zam programa zarar verir” mesajı verilmek isteniyor. Eğer ciddi bir tepki ortaya çıkmazsa programı yürütenlerin niyeti bu Temmuz’u da zamsız geçirmek.
Ancak tüm bunlardan da öte esas mesele faiz oranlarıyla ilgili. Bir süredir enflasyondaki nispi düşüşe paralel bir şekilde Merkez Bankası faiz indirimlerine başlamıştı. Ancak 19 Mart operasyonuyla birlikte sıcak para yurtdışına kaçmaya başlayınca ve dövizi tutmak için 50 milyar dolar civarı rezerv harcanınca banka yeniden faiz artırmak zorunda kalmıştı. Yüksek faizler nedeniyle ucuz krediye ulaşamayan sermaye ise giderek sesini yükseltmeye başlamış, özellikle MÜSİAD sermayesi Yeni Şafak aracılığıyla Şimşek programına diş göstermiş ve faiz indirimi talep etmişti.
İşte TÜİK’in enflasyonu yapay bir şekilde aşağıya çekmesiyle beraber yeniden faiz indirimlerine başlanabilecek, muhtemelen Merkez Bankası bu ay içerisinde faizleri birkaç puan aşağıya çekecek, bu ay olmazsa Temmuz itibariyle indirimler tekrar başlayacak.
Faizler sadece sermayenin şikâyetlerinin kaynağını oluşturmuyor; yüksek faiz koşullarında halk daha yüksek maliyetle borçlanıyor, krediler ve kredi kartları tam anlamıyla patlamış durumda, milyonlar borçlarını çeviremez haldeler, takibe düşen borç miktarı katlanarak artıyor.
Soruya tekrar dönelim: İktidar ekonomideki bu tabloyu değiştirebilir mi?
Enflasyon sene sonuna doğru hem TÜİK marifetiyle hem de talebin bu kadar bastırılması nedeniyle kısmen de olsa düşecek, buna da kısmi faiz indirimleri eşlik edecektir ama o kadar. Türkiye’nin hem enflasyonda hem faizde tek haneli sayıları görmesi için uzun yıllar gerekecek; bu iktidar iş başında kaldığı sürece ise muhtemelen hiç göremeyecek.
Dolayısıyla derinleşen yoksulluk süreklileşecek ve daha geniş kitlelere doğru yayılacak, sermayenin elinde işçi çıkarmaktan ve kölelik ücretlerini yaygınlaştırmaktan başka mekanizma kalmayacak, bunun ise elbette ki siyasal ve sosyal sonuçları olacak.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki ekonomideki tablo böyle olduğu sürece, daha şimdiden gözlemlenebildiği üzere bu iktidarın hegemonya tesis etme, yani topluma bir hikâye anlatma ve onun rızasını tesis etme potansiyeli giderek zayıflayacak.
Bugüne kadarki elindeki en önemli araç sandık, en önemli iddia da milli iradenin temsilciliği olan iktidar artık genel seçimlerden de yerel seçimlerden de birinci parti olarak çıkamayacağını biliyor, yani iktidar çoğunluğu yitirmiş durumda.
Ancak rejim inşa eden bir parti olduğu için “kaybettim, o zaman ben gidiyorum” demeyecek; bilakis gitmemek için her şeyi yapacak, seçimsizleştirme siyasetini derinleştirecek, topluma, halka daha çok sopa sallayacak, “faşizm hevesi” daha da artacak.
Türkiye önümüzdeki dönemde ekonomik krizin daha da derinleştiği ve buna zor politikalarının da yoğunlaşmasının eşlik ettiği günler yaşayacak, muhalefetin bütün kesimlerinin üzerindeki baskı artacak, halkın gidişata ses çıkarmaması, sokağın yeniden denkleme dâhil olmaması için her şey yapılacak.
İktidar böylece kendi hegemonya krizini ötelemeye çalışacak ama öte yandan da ekonomik, siyasal ve sosyal krizi derinleştirmiş olacak, bu ise kaçınılmaz olarak geniş halk kesimlerinin memnuniyetsizliğini daha da artıracak, ülke çoklu bir kriz konjonktürüne girecek.
İşte bu süreçte temel bir demokratik hakkın, yani seçme-seçilme hakkının gaspına karşı mücadele etmekle ekmeğin daha adil bölüşümü için mücadele etmek kaçınılmaz olarak iç içe geçecek, yurttaşlığı savunmakla sınıfı savunmak birbirinden ayrıştırılamaz hale gelecek.
"Halk el yordamıyla da olsa eşit, adaletli bir düzeni arıyor, istiyor" demiştik, bu arayış potansiyel olarak sol bir karakter taşıyor. İnsanca ücret, adil bir bölüşüm, sosyal politikalar, adalet… Bunların hepsi sola ait değerler, solun mücadelesini verdiği değerler.
Bir kriz geliyor doğru ama krizler aynı zamanda her türlü ihtimale açıktır ve tam da bu nedenle sol değerlerin topluma hızlı ve kolay bir şekilde ulaşmasının, solu toplum nezdinde bir alternatif haline getirmenin ve sol siyaseti etkili bir aktör, güçlü bir özne yapmanın yollarını bulmamız gerekiyor.
Türkiye halkı el yordamıyla solu arıyor, halka el uzatmamız gereken zamanlardayız.
/././























