soL "Köşebaşı + Gündem" -11 Mayıs 2025 -

Muhalefetin biçimi ve içeriği -Oğuz Oyan-

Cumhuriyet düşmanları siyaseten birleşiyorlarsa, bu ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan cumhuriyetçiler de bir araya gelmeyi başaracaklardır, başarmak zorundadırlar. Hem de hiç vakit yitirmeden!

Önce bir öngörü ve bir saptamayla başlayalım. Öngörü, dinci-despotik iktidarın bugün artık despotizminin sınırlarına geldiğini düşünmenin son derece yanlış olacağına ilişkindir. Dinci-milliyetçi iktidar koalisyonu, arkasına tekmil dış güçlerin ve özellikle emperyalizmin desteğini almıştır; içerde de Kürt hareketiyle yeni ittifak geliştirmektedir. Dolayısıyla eski/yeni müttefiklerinin gözünde kullanım vadesi dolmamış (hatta içeride zayıfladıkça daha fazla tavize yatkın çok elverişli) bir seçenektir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, bugünleri bile aratacak bir faşizan gidişatın öngörülmesi ve muhalefetin buna göre konumlanması gerekir. 

Saptama ise tam da bununla ilişkili: Her ne kadar iki aydır CHP’nin sürüklediği kitlesel mitingler (gecikmiş de olsa) yeni bir muhalefet biçimi olarak doğru yönde bir değişime işaret ediyor olsa da, kendini tekrarlayan ve içeriği derinleştirilmeyen bu tür toplanmalar bir süre sonra enerji yitirmeye mahkumdur. İktidarın gittikçe azgınlaştığı bir ortamda, bu mitingler giderek daha yetersiz kalacak hatta yapılmaları önüne yeni engeller getirilmeye çalışılacaktır. CHP tüzel kişiliğine ve yönetimine “Kurultay iptali” üzerinden tehdidin sürdürülmesi bunun sadece bir veçhesidir.

Şimdi soru şudur: CHP yönetimi iktidarın niteliği ve saldırı planlaması üzerinde ne kadar netleşmiştir? İktidarın sınıfsal/ideolojik kimliği konusunda doğru bir kavrayışa herkesin erişemediği konusunda ne yazık ki kuşkular sürmektedir. CHP adına konuşanlar arasında hâlâ iktidarın yanlış yaptığını, hata yaptığını, toplumun vicdanının bunun kabul etmediğini vurgulayanlar var. Ki halen milletvekili ama CHP Genel Başkan Yardımcılığı da yapmış bir akademisyenin 31 Mayıs’ta TELE 1’de tam da bu doğrultuda konuşmuş olmasını hayretle karşılamamak mümkün değildi.  “Bu nasıl bir muhalefet anlayışı, nasıl bir siyasi analiz?” sorusunu sormak zorundayız. (Özgür Özel bile artık bu noktadan eleştirmiyor!). 

Sadece adalet isteyerek, bağımsız ve tarafsız yargı talebiyle sınırlı kalarak, hatta İmamoğlu’nun tutuklanmasına cepheden itirazı bırakıp onun tutuksuz yargılanmasını talep etmeye gerileyerek veya duruşmanın TRT’den canlı yayınlanması gibi içi boş istemlere sarılarak, açılmış uydurma davalara dolaylı meşruiyet kazandırılmış olunmaktadır! Erken seçim talebi de belki 2024 seçimleri hemen sonrasında anlamlı olabilirdi ama bugün yükseltilmesi gereken bu talep olamaz. Özellikle de Erdoğan’a yeniden aday olma fırsatını adeta bir ikram gibi sunarak. Yapılması gereken, muhalefet belediyelerine karşı yürütülen operasyonun başındaki Erdoğan’ın istifasını talep etmek ve bunu meydanlara toplanan on binlere/yüz binlere söyletmektir. İktidarın aydınlanma ve laiklik karşıtı gerici kimliği, karşıdevrimci niteliği sergilenmeden, emek karşıtı sınıfsal kimliği ve emperyalizmle işbirlikçiliği teşhir edilmeden AKP karşıtlığı yapmak, düzen-içi bir muhalefet sınırları dışına hiç çıkamamak demektir. Bunun da kitlelere verebileceği fazla bir şey yoktur.

Aslına bakılırsa iktidar yanlış yapmıyor; tam tersine kendi meşrebine göre en doğrusunu yapıyor. Bunu kavramadan ne bugün şiddetlenen baskı rejimi anlaşılabilir ne de doğru bir muhalefet çizgisi geliştirilebilir. Çünkü o zaman iktidarı halkın vicdanına şikayet etmekten başka çıkışınız olmayacak demektir. İktidar yanlış değil doğru yapıyor çünkü kendi amaç setine varmak üzere en doğru araçları seçiyor. Nedir iktidarın amaç seti? Bağımsızlıkçı, laik temellere sahip Cumhuriyeti tümüyle yıkarak kendi İslamcı cumhuriyetini kurmak. Burada ne demokrasiye ne demokratik kurumlara ne güçler ayrılığına yer vardır. Şeriat düzeni peşindeki siyaset esnafının vicdanı da olamaz.

Bu amaç setine ulaşabilmek için 2017 Anayasasıyla tek adamla temsil edilen bir yürütme biçimi kurulmuştur. Bu bir hata falan değildir. Türkiye gibi 150 yıllık bir anayasal tarihi olan ve Osmanlı öncesinden beri sadrazamlık/başbakanlık kurumuna sahip olan bir ülkede bunun topluma/siyaset alanına kabul ettirilmesi kolay değildi. Hukuk dışına çıkışlar ve şimdilerde yeni anayasa baskısı bunun için kurulmakta. Bu bakımdan, anayasa komisyonuna üye vermemek ama anayasa değişikliğinden başka bir yere götürmeyecek olan “açılım süreci” için TBMM bünyesinde kurulacak bir komisyona, “fikrin sahibi biziz” gerekçesiyle üye vermeye hevesli olmak, bugünkü Meclis bileşiminde (ki o bileşimin iyice sağa kaymasına 2023’teki CHP yönetiminin ciddi anlamda katkısı olmuştur) bir “tuzağa çekilme” görüntüsü vermektedir. 

Laik bir hukuk devletini çiğnemek için devletin kolluk ve yargı üzerinden zor kullanımı araçlarının harekete geçirilmesi şarttı. Yargının adalet zeminine çekilmesi talepleri bu nedenle adeta bir duvara karşı söylenmektedir. Keza emperyalizm ile meclis denetimini dışlayan dolaysız bağlar kurulması, 1 Mart 2003 tezkeresi gibi “yol kazalarının” bir daha yaşanmaması için, yasamanın da artık tek seçilmiş adamdan oluşan yürütmenin tamamen kontrolüne alınması içindir. 

Sermayenin en gerici iktidarı olan bugünkü dinci-despotik rejim kendi hedefine yürürken seçimleri de bir araç olarak kullandı; ancak artık o aracın aşındığını, artık kendi lehine çalıştırılamayacağını görünce, doğrudan genel oy hakkına saldırmaya başlaması sürpriz olmamalı. Yerel yöneticileri, muhalefete aitlerse, kriminalize ederek siyaseten tasfiye etmeye yönelinmesi de öyle. Siyasal İslam temelli bir yeni rejim inşasının da “toplumsal rıza” üretilmesi üzerinden sağlanamayacağı 2015 sonrasının seçimleriyle (ve özellikle 2024 seçimiyle) iyice belli olduğuna göre, siyasi rekabetin ortadan kaldırıldığı, siyasi münavebenin fiilen sona erdirildiği bir yeni ortamı yaratma iktidar açısından kaçınılmazdır.

Kısacası, AKP despotizmi hem bir araçtır hem de giderek amaçlanan rejimin zorunlu bir parçasıdır. Araçtır, çünkü zor unsuru olmadan hedefe/menzile varmak imkansızdır. Ama aynı zamanda, hedefe varıldığında dahi, elden bırakılmaması gerekir, çünkü yeni rejimin korunması için de koyu bir despotizm şart olacaktır. O halde dinci-despotik iktidar kavramı bugünkü rejimin en tanımlayıcı sıfatıdır. 

Özetle, iktidar kendi açısından hiçbir biçimde hata yapmamakta ve hedefine yürümektedir. Bunu hâlâ kavrayamayanlar ise büyük başlangıç hatalarını sürdürmektedirler.

Tekrar başa dönelim: Bugünkü iktidar bloğu, verilen ödünler ne olursa olsun, hedefe ulaşmak için her türlü dış desteği yanına/arkasına almak durumundadır. Bu nedenle şu anda Türkiye’nin jeo-stratejik konumunu emperyalizme pazarlayarak kendisini vazgeçilmez bir iktidar katına yükseltmek derdindedir. Bunu da büyük ölçüde başarmıştır. Emperyalist güçler, kolu kanadı kırılmış bir iktidarı ve onun güçler birliğini temsil eden tek adamını muhatap kabul etmeyi kuşkusuz tercih ederler. ABD ve NATO bu nedenle RTE ve AKP’nin tam destekçisi konumundadır. AB de çok büyük ölçüde aynı durumdadır. Dolayısıyla CHP’nin biz daha AB’ci, daha NATO’cuyuz, emeğin yanındayız ama sermayenin çıkarlarını da daha iyi gözetiriz tavırlarıyla bir milim mesafe kat etmesi imkanı yoktur. (Belediye “itirafçılarının” yüzde 90’ının sermaye kesiminden olması tesadüf mü?).

***

Sonuç olarak, Türkiye’de anti-emperyalist ve devrimci bir sürecin en önemli kazanımı olan Cumhuriyet’e karşı karşıdevrimci bir meydan okuma döneminden geçilmektedir. Nasıl ki anti-emperyalizm, aydınlanmacılık ve cumhuriyetçilik tarihsel bir buluşmanın ürünüyse bugünkü karşıdevrim sürecinin de bunların üçünü birden hedef aldığı bir konjonktürden geçilmektedir. Nasıl ki dinci-despotik Türk dinciliği ve milliyetçiliği, dinci-etnik Kürt milliyetçiliğiyle Cumhuriyet karşıtlığı ekseninde ve bir emperyalizm projesi çerçevesinde kolayca buluşabiliyorsa, cumhuriyetçi güçlerin de etkili bir cephe oluşturmakta hiç duraksamamaları gerekir.

Cumhuriyet düşmanları siyaseten birleşiyorlarsa, bu ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan cumhuriyetçiler de bir araya gelmeyi başaracaklardır, başarmak zorundadırlar. Hem de hiç vakit yitirmeden!

                                                       /././

Çin ‘korkusu’ bir Trump hezeyanı mı?-Gülay Dinçel-

Emperyalist rekabetin önemli bir bileşeni haline gelen Çin, elbette yayılırken sosyalizm taşımıyor, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın emekçilerini de Avrupa ve Kuzey Amerika’dakileri de kendi sömürü çarkıyla tanıştırıyor.

Timothy Snyder, Project Syndicate’te yer alan “America’s Weak Strongman”1 başlıklı yazısında Trump’ın aslında Çin’e yardım ettiğini öne sürdü. Snyder, Çin’in ABD’yi ekonomik ve askeri olarak geçeceğine dair korku son yıllardaki gelişmelerle birlikte azalmaya başlamışken, hatta tersine dönmekteyken Trump politikalarıyla birlikte Çin’e nefes aldırıldığını söylüyor: “Çin bir zamanlar elde etmek için mücadele etmek zorunda kalacağı şeyi kolayca alabilir.” Snyder’in son yıllardaki gelişmelerin Çin’in aleyhine olmasından tam olarak ne kastettiği yazıda açılmıyor. Çok büyük olasılıkla Çin büyümesinin, özellikle ihracat artışının önündeki doğal sınırlar ve belki Biden dönemi politikalarına atıfta bulunuyor.

Öngörülemez olmasa da Trump-Musk kavgasıyla gelinen nokta Trump yönetiminin “aklı”na ilişkin çok yüksek bir beklenti içinde olunmaması gerektiğini ortaya bir kez daha koydu. Ancak yukarıda bir örneği yer alan, aynı yayında benzerleri bolca bulunan yorumlar da Trump karşıtı cephenin ABD emperyalizminin yaşadığı sıkışmayı fazla hafife aldığını, tüm aşırılıklarına rağmen işi Trump yönetimine daraltma ciddiyetsizliğinde olduklarını gösteriyor.

Mariana Mazzucato’nun Şubat’ta Foreign Affairs’te yayımlanan “The Broken Economic Order”2 başlıklı yazısında ifade ettiği gibi Biden yönetimiyle Trump yönetimi arasında, Trump’ın ilk dönemi de dahil edildiğinde ABD emperyalizminin yaşadığı sıkışmayı aşmayı sağlayacak kapsamda bir sanayi politikası farkı bulunmuyor. Mazzucato, Biden dönemi sanayi stratejisiyle Trump dönemi arasında bir devamlılık olacağına, yarı iletken yatırımları başta olmak üzere yeni teknoloji yatırımlarının, yeşil dönüşüm başlığındaki kimi tıraşlamalar dışında sürdürüleceğine işaret ediyor. Bu eksende Rubio, Vance gibi isimleri yatırım yanlısı ve Biden dönemiyle daha iltisaklı gören Mazzucato, Musk “paradoksu”na da değiniyor: “Musk'ın şirketlerinin başarısı devlet desteğinin bir sonucudur: Tesla en az 4,9 milyar dolar devlet sübvansiyonu aldı, SpaceX büyük ölçüde NASA sözleşmelerine ve NASA'da geliştirilen ve eğitilen teknoloji ve personele dayanıyor. Gelecekte, ABD'nin ekonomik sağlığı ve temiz enerjiye geçiş gibi cesur hedeflere doğru ilerlemesi, piyasaları şekillendirebilen, büyümeyi yönlendirebilen ve özel sektörle sadece özel değil, kamusal değer yaratan anlaşmalar yapabilen oldukça çevik bir devlet gerektirecektir.”

Trump ya da herhangi bir ABD yönetimi için işleri zorlaştıran, Mazzucato, Dani Rodrik gibi isimlerin de işaret ettiği, “merkantilist” politikaların yetmeyeceği karmaşıklıkta bir tabloyla karşı karşıya olunması. 

Trump’ın 2 Nisan’dan bu yana yaptıklarına bakıldığında kararlı bir strateji olma ihtimali düşük görünmekle birlikte ticaret politikasından başlamanın, yerel yatırımları ve üretimi artırmaya yönelik -örneğin otomotiv- gerçekçi olmaktan uzak hedeflerin daha çok “ABD sermayesi”nin sınırlarını belirleme gibi bir amaç taşıdığı, en azından el yordamıyla böyle bir arayış olduğu söylenebilir. ABD için daha kuvvetli ama Avrupa tekelleri için de geçerli bir durum, uluslararasılaşma ya da yayılma düzeyleri bir devlet stratejisi etrafında hareket etme kabiliyetlerinin aşınması anlamına geliyor. Bu durumun ABD hegemonyasının gerilemesinde ne ölçüde etkili olduğu ayrı bir tartışma ama gücün korunması ve artırılması için bir tür konsolidasyon ihtiyacı olduğu açık. Böyle bir konsolidasyonun çok büyük zorluklar taşıdığı da.

Trump, tarife politikasıyla konuyu Çin’in ihracat genişlemesinin durdurulması, ABD pazarında geriletilmesi, ABD’de üretimin genişletilmesi ve yeniden ihracat potansiyelinin artırılması gibi bir çerçeveye doğru daraltmış oldu. Oysa ki Çin, ABD ve Avrupa pazarlarına yönelik genişlemesinde doğal sınırlara ulaşmış durumda, hatta ihracat artışı da ulaştığı ölçek ve pazarların durumu düşünüldüğünde yavaşladı. Trump yönetiminin sermayeye, etkili olup olmayacağı tartışmalı olsa da, böyle bir yöntemle bir tür “merkezileştirici” kuvvet uygulamaya çalışmasının esas nedeni Çin’in emperyalist ülke pazarlarında genişlemesini önlemek değil. Daha ziyade Hindistan, Afrika, Latin Amerika gibi pazarlarda daha doğrusu pazar potansiyelinde hakim hale gelmesini engellemeye yönelik bir oyun kurmak diye düşünülebilir. Çin’in sermaye ihracıyla, doğrudan yatırımlarla yayılması, bu doğrultuda planlı bir devlet politikası izlemesi “korku”nun esas zemini olarak öne çıkıyor. 

Aşağıdaki iki grafikte dünyada sermaye ihraçlarının ve çekilen doğrudan yatırımların 1990-2023 dönemindeki gelişimi yer alıyor. Çin’in sermaye ihracının 2010-2023 döneminde önemli bir sıçrama gerçekleştirdiği görülüyor. İki grafik aynı zamanda en çok sermaye ihraç eden ülkelerin en çok doğrudan yatırım çeken ülkeler olduğunu gösteriyor. ABD’nin sermaye ihracına nicel olarak yakınsamış görünse de Çin’in sermaye ihracının yüzde 45’i Hong Kong’da, yüzde 5 civarı offshore varlıklarda. Ancak yine de Çin, hem yoğunlaştığı ülkeler hem de Mazzucato’nun işaret ettiği “çevik devlet” tanımına uygun hareket etmesi nedeniyle tehlike arz ediyor.

 

2010-2013 döneminde Çin’in yurtdışı yatırımları ya da sermaye ihracı, çektiği doğrudan yatırımları geçti. Hong Kong ve offshore yatırımları hariç tutulduğunda Asya (264 milyar dolar), Avrupa (150 milyar dolar), Kuzey Amerika (110 milyar dolar), Afrika (42 milyar dolar) ve Latin Amerika (25 milyar dolar) sermaye ihracında öne çıkan bölgeler. Latin Amerika ülkelerinin çektiği toplam yabancı yatırımlar içinde Çin’in payı çok sınırlı ama Afrika’daki payı yüzde 10’a yakın. Asya’daki pay da Singapur, Vietnam, Endonezya, Malezya ve Tayland’da yoğunlaşıyor ve bu ülkeler için yüksek. 

3

Çin’in uluslararası sermaye tarafından kuşatılmışlığı nicel ve nitel olarak, sermaye ihracı düzeyiyle karşılaştırıldığında çok daha güçlü ve karmaşık. Ki bu bir zayıflık olmasına rağmen, bir yandan da bir tür izolasyona tabi tutulmasını önleyen, örneğin Çin’deki yatırımlarda en büyük paya sahip Avrupa ülkelerinden güçlü bir hamle gelmesini sınırlandıran bir avantaj.

Çin’in sermaye ihracını bugünkü düzeyine göre sıçramalı bir şekilde artırma potansiyeli yüksek. Bir nedeni sermaye birikimi, kaynakların bunu mümkün kılması, sermayeye yönelik yayılma stratejisine yönelik bir ikna mesaisine ihtiyaç bulunmaması. Ama daha önemlisi büyüme potansiyeli yüksek ülkelerde yapılan/yapılacak yatırımların yeni yatırımları finanse eder hale gelmesi. Ki şu an büyük ölçüde Avrupa sermayesi ağırlıklı bir yabancı yatırım portföyü olan Hindistan bu eksendeki mücadelenin en önemli noktalarından biri olacak gibi görünüyor. Henüz Çin’in yatırımları sınırlı olmakla birlikte Hindistan enerji hariç ithalatının dörtte birini Çin’den yapıyor.

Emperyalist rekabetin önemli bir bileşeni haline gelen Çin, elbette yayılırken sosyalizm taşımıyor, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın emekçilerini de Avrupa ve Kuzey Amerika’dakileri de kendi sömürü çarkıyla tanıştırıyor. 

1https://www.project-syndicate.org/commentary/only-americans-are-intimidated-by-trump-by-timothy-snyder-2025-06

2https://www.foreignaffairs.com/south-africa/broken-economic-order-mariana-mazzucato

                                                                    /././
Halkın bir arayışı var -Fatih Yaşlı-

"Manisa halkının neden Zeyrek için böylesine üzüldüğünü anlamak durumundayız. Halkımız onca yoksulluğun, onca sefaletin arasında, el yordamıyla eşitlikçi, adaletli bir düzen arıyor."

Manisa Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek son derece talihsiz denebilecek bir şekilde yaşamını yitirdi. Arkasından söylenenlere, özellikle halkın söylediklerine baktığımızda ise iyi bir insan olduğunu anlayabiliyoruz. “İyi” ile kastım halkın yanında duran, kamusal çıkarları savunan bir siyasetçi olması. Manisa’yı yıllar sonra MHP’den almış, halkçı, toplumcu bir belediyecilik sergilemiş, kimseye imar rantı yedirmemiş, çalıp çırpmamış, kent lokantaları açmış, grevlerle dayanışmış, madencilerin yanında durmuş.

 

Sosyalizmden aşağısı bizi kurtarmaz, o tartışma dışı; ancak Manisa halkının neden Zeyrek için böylesine üzüldüğünü anlamak durumundayız. Halkımız onca yoksulluğun, onca sefaletin arasında, el yordamıyla eşitlikçi, adaletli bir düzen arıyor, bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Kendisinin yanında durduğunu, kendisi için çalıştığını, halkçı bir damarı bulunduğunu, liyakatli olduğunu gördüğü insanlara kıymet veriyor, ölümlerine üzülüyor, yas tutuyor. 

Bu arayışın en önemli uğraklarından biri 31 Mart seçimleriydi; iktidarın kazandığı 2023 seçimlerinin üzerinden daha bir yıl geçmemişken halk sandığa gidip AKP’ye tarihinin en büyük cezasını kesmiş, oyunu iktidarın karşısındaki en büyük partiye vermişti. 

Bunun ise çok basit bir nedeni vardı: İktidar seçim sonrası ekonomi yönetimini Mehmet Şimşek’e teslim etmiş, Şimşek programı “enflasyonla mücadele”nin bütün yükünü halkın omuzlarına yıkmış, yoksulluk hızla derinleşmiş, gelir dağılımı alt üst olmuş, halk da örneklerini daha önce de gördüğümüz üzere sandığa gidip tepkisini ortaya koymuştu. 

Dolayısıyla 31 Mart seçimlerinde ortaya çıkan tablo halkın yukarıda sözünü ettiğimiz arayışıyla ilgiliydi; bir yandan CHP’li belediyelerin 2019’dan itibaren izlediği görece sosyal belediyecilik uygulamaları, öte yandan yoksulluğun derinleşmesine duyulan tepki, doğrudan sandığa yansımıştı.

Benzer bir durum 19 Mart sürecinde de yaşandı aslında; sokağa elbette ki seçimsizleştirme siyasetine, seçme-seçilme hakkının gaspına karşı çıkıldı ama bunun çok net bir ekonomi-politik zemini vardı. Eğer enflasyon, faiz ve işsizlik, üçü bir arada bu kadar yüksek olmasa, ekonomide işler biraz tıkırında gitse, böyle büyük eylemler muhtemelen söz konusu olmazdı. 

Peki iktidar ekonomideki mevcut tabloyu değiştirebilir mi? Yani öngörülebilir bir vadede enflasyonu, faizleri, işsizliği düşürebilir, halkın refahını artırabilir mi? 

Bu soruya açık bir şekilde “hayır” yanıtını verebiliriz. Bakın, geçen hafta TÜİK bilinçli bir şekilde enflasyonu beklenenden çok daha düşük açıkladı. Bunun ise basit nedenleri var. Memurlar ve emekliler için yılın ikinci zam dönemi geliyor ve enflasyon ne kadar düşük görünürse zam miktarı da o kadar az olacak. 

Dahası senenin ortasında eriyip giden asgari ücret için ara zammın konuşulduğu günlerde, halka “bakın Şimşek programı işliyor, enflasyon düşüyor, zam programa zarar verir” mesajı verilmek isteniyor. Eğer ciddi bir tepki ortaya çıkmazsa programı yürütenlerin niyeti bu Temmuz’u da zamsız geçirmek. 

Ancak tüm bunlardan da öte esas mesele faiz oranlarıyla ilgili. Bir süredir enflasyondaki nispi düşüşe paralel bir şekilde Merkez Bankası faiz indirimlerine başlamıştı. Ancak 19 Mart operasyonuyla birlikte sıcak para yurtdışına kaçmaya başlayınca ve dövizi tutmak için 50 milyar dolar civarı rezerv harcanınca banka yeniden faiz artırmak zorunda kalmıştı. Yüksek faizler nedeniyle ucuz krediye ulaşamayan sermaye ise giderek sesini yükseltmeye başlamış, özellikle MÜSİAD sermayesi Yeni Şafak aracılığıyla Şimşek programına diş göstermiş ve faiz indirimi talep etmişti.

İşte TÜİK’in enflasyonu yapay bir şekilde aşağıya çekmesiyle beraber yeniden faiz indirimlerine başlanabilecek, muhtemelen Merkez Bankası bu ay içerisinde faizleri birkaç puan aşağıya çekecek, bu ay olmazsa Temmuz itibariyle indirimler tekrar başlayacak.

Faizler sadece sermayenin şikâyetlerinin kaynağını oluşturmuyor; yüksek faiz koşullarında halk daha yüksek maliyetle borçlanıyor, krediler ve kredi kartları tam anlamıyla patlamış durumda, milyonlar borçlarını çeviremez haldeler, takibe düşen borç miktarı katlanarak artıyor. 

Soruya tekrar dönelim: İktidar ekonomideki bu tabloyu değiştirebilir mi? 

Enflasyon sene sonuna doğru hem TÜİK marifetiyle hem de talebin bu kadar bastırılması nedeniyle kısmen de olsa düşecek, buna da kısmi faiz indirimleri eşlik edecektir ama o kadar. Türkiye’nin hem enflasyonda hem faizde tek haneli sayıları görmesi için uzun yıllar gerekecek; bu iktidar iş başında kaldığı sürece ise muhtemelen hiç göremeyecek. 

Dolayısıyla derinleşen yoksulluk süreklileşecek ve daha geniş kitlelere doğru yayılacak, sermayenin elinde işçi çıkarmaktan ve kölelik ücretlerini yaygınlaştırmaktan başka mekanizma kalmayacak, bunun ise elbette ki siyasal ve sosyal sonuçları olacak.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki ekonomideki tablo böyle olduğu sürece, daha şimdiden gözlemlenebildiği üzere bu iktidarın hegemonya tesis etme, yani topluma bir hikâye anlatma ve onun rızasını tesis etme potansiyeli giderek zayıflayacak. 

Bugüne kadarki elindeki en önemli araç sandık, en önemli iddia da milli iradenin temsilciliği olan iktidar artık genel seçimlerden de yerel seçimlerden de birinci parti olarak çıkamayacağını biliyor, yani iktidar çoğunluğu yitirmiş durumda. 

Ancak rejim inşa eden bir parti olduğu için “kaybettim, o zaman ben gidiyorum” demeyecek; bilakis gitmemek için her şeyi yapacak, seçimsizleştirme siyasetini derinleştirecek, topluma, halka daha çok sopa sallayacak, “faşizm hevesi” daha da artacak. 

Türkiye önümüzdeki dönemde ekonomik krizin daha da derinleştiği ve buna zor politikalarının da yoğunlaşmasının eşlik ettiği günler yaşayacak, muhalefetin bütün kesimlerinin üzerindeki baskı artacak, halkın gidişata ses çıkarmaması, sokağın yeniden denkleme dâhil olmaması için her şey yapılacak. 

İktidar böylece kendi hegemonya krizini ötelemeye çalışacak ama öte yandan da ekonomik, siyasal ve sosyal krizi derinleştirmiş olacak, bu ise kaçınılmaz olarak geniş halk kesimlerinin memnuniyetsizliğini daha da artıracak, ülke çoklu bir kriz konjonktürüne girecek. 

İşte bu süreçte temel bir demokratik hakkın, yani seçme-seçilme hakkının gaspına karşı mücadele etmekle ekmeğin daha adil bölüşümü için mücadele etmek kaçınılmaz olarak iç içe geçecek, yurttaşlığı savunmakla sınıfı savunmak birbirinden ayrıştırılamaz hale gelecek. 

"Halk el yordamıyla da olsa eşit, adaletli bir düzeni arıyor, istiyor" demiştik, bu arayış potansiyel olarak sol bir karakter taşıyor. İnsanca ücret, adil bir bölüşüm, sosyal politikalar, adalet… Bunların hepsi sola ait değerler, solun mücadelesini verdiği değerler.

Bir kriz geliyor doğru ama krizler aynı zamanda her türlü ihtimale açıktır ve tam da bu nedenle sol değerlerin topluma hızlı ve kolay bir şekilde ulaşmasının, solu toplum nezdinde bir alternatif haline getirmenin ve sol siyaseti etkili bir aktör, güçlü bir özne yapmanın yollarını bulmamız gerekiyor.  

Türkiye halkı el yordamıyla solu arıyor, halka el uzatmamız gereken zamanlardayız.

                                                           /././

TOKİ yöneticisinin damadı kamuya ait sahile çöktü + Haraç gibi giriş ücreti alan Mermerli Plajı tepkilerin ardından kapandı: Ruhsatı yokmuş -Yusuf Yavuz/soL

 

TOKİ yöneticisinin damadı kamuya ait sahile çöktü

Antalya Gazipaşa’da TOKİ ve Hazineye ait sahil, TOKİ’nin eski Başkan Yardımcısı Özçelik’in damadının şirketine tahsis edildi. 2100 yataklı otel yapmak isteyen şirket, ÇED mevzuatını aşmak için üç ayrı projeyle başvurdu, geçtiğimiz hafta ardı ardına "ÇED Gerekli Değildir" kararı verildi.
Gazipaşa Selinus sahilindeki Hazine arazisinde yapılmak istenen projenin görseli

Antalya’nın Gazipaşa ilçesinde bulunan doğal sit alanı niteliğindeki Koru sahili, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından otel yapılması için geçtiğimiz yıl Rizeli Ekşi ailesinin şirketi olan AHES Gayrimenkul’e tahsis edildi. Mülkiyeti TOKİ ve Hazineye ait olan parseller, 5 yıldızlı 3 ayrı otel yapımı için hazırlandı. TOKİ’ye ait parsellerde otel yapmak isteyen şirketin yöneticisi olan Mücahit Hamza Ekşi’nin, TOKİ’nin eski Başkan Yardımcısı Mehmet Özçelik’in damadı olduğu ortaya çıktı. ÇED mevzuatını aşmak için 2100 yataklı otel projesini üçe bölen şirket, her biri 700 yatak kapasiteli üç ayrı projeyle ÇED başvurusu yaptı. AHES Gayrimenkul ve bu şirkete bağlı iki alt şirket üzerinden yapılan proje başvurularına geçtiğimiz hafta arka arkaya ÇED Gerekli Değildir kararı verildi. Böylece Gazipaşa’da yerel halkın ‘Fidanlık’ olarak andığı bakir bir kumsala sahip olan 2 kilometrelik Koru Sahilinin betonlaşmasının önü açılmış oldu.

TOKİ’nin ikinci isminin damadı TOKİ arazisine çöktü

Antalya Gazipaşa’da bulunan Koru Sahili, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Haziran 2024’de turizm amacıyla 49 yıllığına özel bir şirkete tahsis edildi. Mülkiyeti Hazine ve TOKİ’ye ait olan parsellerin tahsis edildiği şirket, Rizeli Süleyman Ekşi’nin sahibi olduğu AHES GYO'ya verildi. Ancak TOKİ’ye ait arazileri de kapsayan tahsisi alan şirketin yöneticilerinden biri olan Mücahit Hamza Ekşi’nin, TOKİ’nin eski Başkan Yardımcısı olan Mehmet Özçelik’in damadı olduğu ortaya çıkmıştı. Halen AKP’li Fatih Belediyesinde Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Özçelik, 2014-2019 yılları arasında TOKİ’nin ikinci adamıydı. Özçelik, 2003-2014 arasında ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çeşitli birimlerde yöneticilik yapmıştı.

Ekşi ailesi kamu ihaleleriyle gündemde

TOKİ’de 5 yıl Başkan Yardımcısı olarak yöneticilik yapan, Fatih Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Özçelik’e damat olan Mücahit Hamza Ekşi, aile şirketi AHES’i baba Süleyman Ekşi ve kardeşi Ebubekir Ekşi ile birlikte yönetiyor. AHES Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı, daha önce İstanbul ve değişik illerde aldığı kamu ihaleleri ile gündeme gelmişti.

Aynı aileye ait üç şirket üç ayrı otel için ÇED başvurusu yaptı

Antalya Gazipaşa’da 5 yıldızlı otel inşa etmek için kolları sıvayan şirket, ilk önce kamuya ait arazilerin tahsisini aldı. Hazine ve TOKİ’nin mülkiyetindeki Koru sahili, 49 yıllığına Ekşi ailesinin şirketine tahsis edildi. Turizm yatırımı amacıyla üst kullanım hakkı verilen arazilerin toplamı 163 bin metrekareden büyük bir alanı kaplıyor. Doğal sit alanı olan ve batısında arkeolojik sit yer alan Koru sahilinde büyük bir otel yapmak için ÇED mevzuatının zorlayıcı olacağını gören şirket, 2100 yataklı projeyi üçe bölerek kapasiteyi küçültme yoluna gitti. Bunun için AHES Gayrimenkul ve buna bağlı iki ayrı alt şirket üzerinden 700 yatak kapasitesine sahip üç ayrı otel projesiyle ÇED başvurusu yapıldı.

Gazipaşa sahilinde aynı şirkete ait üç otel projesi için arka arkaya "ÇED gerekli değil" kararı verildi

Bakanlık üç proje için de ÇED raporu istemedi

Şirketin Aralık 2024’de sunduğu Proje Tanıtım Dosyalarını değerlendiren Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, iki projeye 3 Haziran’da, bir projeye ise 5 Haziran’da ÇED Gerekli Değildir Kararı verildiğini duyurdu. Böylece korunan alan niteliğinde olan ve bugüne kadar betonlaşmadan uzak kalan 2 kilometrelik Koru sahilinin betona boğulmasının önü açılmış oldu.

Halk karşı çıkıyor, başkan otellerden yana

Gazipaşa’da yerel halk uzunca süredir sahilin devasa otellere açılmasına karşı eylemler, basın açıklamaları yaparak seslerini duyurmaya çalışıyor. İlçe halkının Ancak CHP’li Gazipaşa Belediye Başkanı Mehmet Ali Yılmaz ilçe sahilinin 5 yıldızlı otellere açılmasından yana bir tutum izliyor. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in geçtiğimiz yıl Gazipaşa’da yaptığı konuşmada sahilin betonlaşmasını ve belediye Başkanı Yılmaz’ın ilçenin otel yatırımlarına açılmasına yönelik tavrından övgüyle söz etmesi tepki çekmiş, partiden istifalar gelmişti.

Kişiye özel imar düzenlemesiyle sahil halkın elinden alınıyor

Sahilin otellere açılması için kişiye özel imar düzenlemeleri yapıldığını savunan Gazipaşa Hepimizin Platformu, planlama çalışmasının ilçenin bütününü kapsayacak şekilde yapılması gerektiğini açıklamıştı. Koru sahilindeki Hazineye ait arazinin, 50 bin nüfuslu ilçenin tek nefes alma alanı olduğuna vurgu yapılan Platform açıklamasında, “Önceki plan notlarında, günübirlik alan tanımı ‘Toplumun yararlanmasına açık olmak kaydıyla’ diye başlarken, 2019’daki plan notlarında bu kaldırılmış, ‘konaklama tesisinin devamı, tesisin tamamlayıcı niteliğinde’ olduğu yazılmıştır. Yani sıra sıra bütün oteller, halkın kullanım alanı olması gereken günübirlik alanlara havuzlarını, barlarını yapabilecekler, günübirlik alanlarımızı otellerinin ön bahçesi olarak kullanabileceklerdir” denildi.

Bozulmamış sahillerde betonlaşma yarışı
Koru sahilinden görünüm

Antalya’nın doğusunda betonlaşmadan büyük ölçüde korunabilmiş olan Gazipaşa sahilleri son yıllarda büyük otel yatırımcılarının hedefinde. Batıdan doğuya sırasıyla Kahyalar, Selinus (Kızılin) ve Koru adıyla anılan üç küçük sahile sahip olan Gazipaşa’da, bu sahillerin tam ortasında Selinus antik kenti yer alıyor. Daha önce Selinus sahilinde 2508 yatak kapasiteli kasaba büyüklüğünde bir otel inşa etmek isteyen otel patronu Adil Üstündağ’ın projesinin ÇED süreci, proje dosyasındaki eksikler yerine getirilmediği için geçtiğimiz Ocak ayında sonlandırılmıştı. Üstündağ, daha küçük bir proje ile bu kez de Koru sahilinde otel yapmak için başvurdu. Bakanlık, 15 Mayıs 2025 tarihinde Green Park Otellerinin sahibi olan Adil Üstündağ’ın otel projesi için de ÇED Gerekli Değildir Kararı vermişti.

Nesli tehlike altında olan Caretta caretta türü deniz kaplumbağalarının yuvalama kumsallarına sahip olan Gazipaşa’da doğal ve kültürel miras alanları iç içe. Derin kazıların yapılması öngörülen devasa otel projeleri, yeraltı sularının depolandığı Gazipaşa kıyı akiferlerini de tehdit ediyor. Hazırlanan ÇED raporlarında proje alanının koruma niteliğine ilişkin yetersiz, eksik ve hatalı bilgilerin yer alması, hem koruma mevzuatı açısından hem de kullanım dengesi açısından geri dönülmesi olanaksız sonuçlar doğuruyor. Korunan alan niteliğindeki Gazipaşa Koru sahili için bir ayda 4 ayrı otel için ÇED Gerekli Değildir kararı verilmesi, koruma-kullanma dengesinin tamamen ortadan kalkarak betonun egemen olduğu bir gelecek tasarlandığını ortaya koyuyor.

Doğal sit olan Koru sahili henüz betonlaşmamış bir alan

                                                           /././

Haraç gibi giriş ücreti alan Mermerli Plajı tepkilerin ardından kapandı: Ruhsatı yokmuş!

Valiliğin şirketinden kiraladığı plajı bayram haftasında hizmete açarak kişi başına 1000 liralık giriş ücreti alan işletmenin ruhsatının olmadığı ortaya çıktı. Tepkilerin ardından kapanan Mermerli Plajı’nın girişine “tadilat nedeniyle kapalıyız” tabelası konuldu.

Antalya Valiliğine bağlı AYDAŞ şirketi tarafından bayramdan hemen önce özel bir işletmeye kiraya verilen tarihi Kaleiçi Yat Limanı bölgesindeki Mermerli Plajı kişi başı 1000 lira giriş ücreti almaya başlayınca kamuoyunun tepkisini çekmişti. Valilik şirketinin şeffaflıktan uzak biçimde yürüttüğü kiralama işleminin hemen ardından bayram tatilini fırsat bilen şirketin işletmeye açarak fahiş fiyat uyguladığı plajın ruhsatının da olmadığı ortaya çıktı. Antalya Büyükşehir Belediyesi yetkilileri sorumluluğun Muratpaşa İlçe Belediyesinde olduğunu belirtirken, Muratpaşa Belediyesi yetkilileri ise kuruma yapılmış bir ruhsat başvurusu olmadığını bildirdi. Bayram haftası boyunca binlerce kişinin hizmet aldığı görülen plajda iki ayrı şirket üzerinden fiş kesilmişti.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından Antalya Valiliği’ne devredilen Kaleiçi Yat Limanı’ndaki Mermerli Plajı’nda geçtiğimiz Şubat ayında onarım ve restorasyon çalışması başlatılmıştı. Bu gelişmeyi kent halkına "müjde" olarak duyuran Antalya Valisi Hulusi Şahin, 80 milyon liradan fazla para harcanan projenin tamamlanmasıyla birlikte Valiliğin işleteceği plajın halka ve turistlere "makul fiyatlarla kaliteli hizmet sunacağını" dile getirmişti.

Valilik şirketi bir otelciye kiraladı, 1000 lira giriş ücreti konuldu

Ancak sit alanı olan tarihi bölgede yer alan Mermerli Plajı’nın, Antalya Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı (YİKOB) bünyesinde kurulan AYDAŞ AŞ tarafından 28 Mayıs 2025 tarihinde yapılan sözleşmeyle sessiz sedasız özel bir şirkete kiraya verilmesi kent kamuoyunda tepkiyle karşılandı. Bayram tatili için kente gelen ziyaretçiler ve kent halkı plajda serinlemek isteyince, girişte 1000 lira ücret uygulamasıyla karşılaşınca tepkiler daha da arttı. İki ayrı şirket üzerinden hizmet fişi kesildiği görülen plajda, yiyecek içecek hizmeti de verilirken, fiyatların yüksek tutulması dikkat çekti.

Tepki gelince Valilik 'ücret 500'e düşecek' dedi

Konuyu gündeme getiren haberimizin ardından bir açıklama ileten Antalya Valiliği, Mermerli Plajının Kaleiçi’nde hizmet veren Puding Otel’e kiralandığını, 1000 liralık giriş ücretinin ise firmayla yapılan görüşmenin ardından 500 liraya düşürüleceğini belirtti. Valiliğin açıklamasında, plajın kiralanmasıyla ilgili sözleşmeyi imzalayan işletme sahibinin de Kerem Çankaya olduğu belirtildi.

Belediyeye sorduk, 'Ruhsat başvurusu yok' dedi

Valilik eliyle kamu kaynağı aktarılarak restore edilen ve çevre düzenlemesi yapılan Mermerli Plajı’nın daha uygun fiyat, temiz ve güvenli biçimde hizmete açılması beklenirken, bayram haftasında yapılan 1000 liralık giriş ücreti vurgununa tepki gösteren Antalya halkı, otel ve halıcılık şirketinin fişi kesilen plaj işletmesinin ruhsatının olup olmadığını da sorgulamaya başladı. Mermerli Plajıyla ilgili bir ruhsat verilip verilmediği konusunda bilgisine başvurduğumuz Antalya Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, konuyla ilgili yetkinin ilçe belediyesi olan Muratpaşa’da olduğunu bildirdi. Muratpaşa Belediyesi yetkilileri ise Mermerli Plajı’yla ilgili kendilerine ulaşan bir ruhsat başvurusunun bulunmadığını belirtti.

Valilik şirketi eliyle yaşanan skandallar zinciri

Ruhsat başvurusunun olmadığı öne sürülen Mermerli Plajında hizmet veren personelin de başka işletmelerden getirildiği belirtilirken, cankurtaran platformunun da boş olduğunun görülmesi, bayram tatili boyunca binlerce insanın sağlığının ve can güvenliğinin tehlikeye atıldığını gözler önüne serdi. Türkiye turizminin başkenti Antalya’da valiliğin kurduğu şirket eliyle yaşanan skandallar zincirinde, ruhsatı bile olmadığı öne sürülen işletmede bayram haftasında binlerce insan haraca kesilirken, vatandaşlar sorumlular hakkında idari ve adli soruşturma başlatılmasını talep etti.

Tepkilerin ardından plaj işletmesi hizmete kapandı

Gelen tepkilerin ardından bugün Mermerli Plajının kapısına kilit vuruldu. İşletmenin girişine konulan tabelada, işletmenin tadilat dolayısıyla kapalı olduğu belirtiliyor. Ancak edindiğimiz bilgilere göre Valilik şirketinden plajı kiralayan turizm şirketi yetkililerinin tepkilerden dolayı rahatsızlık duyduğu ve sözleşmeyi sonlandırmak istediği iddia edildi.

Denetim ve yaptırım yetkisi Valilikte

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca 2021 yılında çıkarılan "Basit Konaklama Tesisleri ile Plaj İşletmelerinin Belgelendirilmesine İlişkin Yönetmelik", ruhsat, işletme belgesi ve personelle ilgili düzenlemeleri içeriyor. Plaj işletmelerinde uygulanacak fiyat tarifesinin İl Müdürlükleri tarafından onaylanmasını öngören Yönetmelik, iki ayrı cankurtaran zorunluluğu ile hijyen kuralları ve yeterli personeli zorunlu kılıyor. Plajların mevzuata uygun olup olmadığının denetimi ve yaptırım yetkisi ise Valiliklere veriliyor. Ancak Antalya Valiliği’nin açıklamasında “Şezlong günlük kira bedeli Kemer, Konyaaltı ve Lara bölgesinde uygulanan kira bedelleri dikkate alınarak işletici firma tarafından tespit edilmiştir. İşletici firma ile yapılan görüşme neticesinde bugünden itibaren şezlong kira bedeli 500 lira olarak uygulanmasına karar verilmiştir” ifadelerine yer verilmesi, idarenin fiyat belirleme ve denetim yetkisini de kullanmadığını ortaya koydu.

Yusuf Yavuz/soL

Ey utanma duygusu neredesin? -Timur Soykan / BİRGÜN-

 

Skandal bir düğün yaparak denetimi altındaki banka ve özel finans kuruluşu yöneticilerinden takı toplayan BDDK Başkan Yardımcısı Aydın benden şikâyetçi oldu.

Utanma duygusunun kalmadığı yerde insan olan çaresizlik yaşıyor. Yargının kalmadığı ülkede suç işleyen üste çıkıyor, suçu ortaya çıkaran gazeteci suçlanıyor. Hemen her gün bunun örneklerini yaşıyoruz ve bizim için sıradanlaşmasına öfkeleniyorum. ‘Terzi kendi söküğünü dikemez’ misali hayatımızdaki haberi yazmıyoruz.  Sadece yaşadığım son örnekleri anlatacağım.

Bayramdan önce telefonum çaldı ve yine arayan polis memuruydu. Artık sıradanlaşmış bir diyalog.

Polis: Timur Bey yine ifade için polis merkezine gelmeniz gerekiyor.

Timur: Tabii geliyorum.

Zaten haksız ve hukuksuz bir şekilde verilen adli kontrol kararı gereği haftada üç gün karakola giderek imza veriyorum.

ŞİKÂYETÇİ: SKANDAL DAMAT

Polis merkezine gittim. Bu kez şikâyetçi Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Başkan Yardımcısı Mustafa Aydın’dı. Şaşırmadım ve şaşırmadığıma kızdım. Demokrasinin, kuvvetler ayrılığının, ahlaki değerin, adaletin, utanma duygusunun zerre kaldığı bir ülkede içinde bulunduğum durum sadece absürt bir komedi olabilirdi.

BDDK Başkan Yardımcısı Mustafa Aydın’ın benden şikâyetçi olmasının nedeni, onun skandal düğünü hakkında hazırladığım haberdi.

BDDK Başkan Yardımcısı Mustafa Aydın’ın nikah şahitleri arasında Celal Adan, Süleyman Soylu, BDDK Başkanı Şahap Kavcıoğlu da vardı. MHP nikaha damga vurdu.

TAKI MI RÜŞVET Mİ?

Mustafa Aydın, 19 Eylül 2024 günü İstanbul Şişli’deki 5 yıldızlı otelde düğün yaptı. Denetleme yetkisine sahip olduğu bankaların genel müdürlerine, özel finans kuruluşlarının yöneticilerine davetiye gönderdiğini öğrenmiştim. Yani bir hakimin, yargıladığı sanıkların hepsini düğününe çağırmasından farksız bir durumdu. Banka genel müdürleri, finans kuruluşlarının sahipleri de BDDK Başkan Yardımcısı’na ne kadarlık takı takacakları konusunda paniğe kapılmıştı. Toplantılar yaptılar, diğer bankaların ne takacağını öğrenmeye çalıştılar. Sonuçta 10 bin dolarlık takılar da karar kılanlar oldu.

5 yıldızlı oteldeki düğüne davetsiz misafir olarak gittim. TBMM Başkanvekili Celal Adan, eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, BDDK Başkanı Şahap Kavcıoğlu, kamu bankalarının yöneticileri, MHP’li vekiller nikah şahidiydi.

GENEL MÜDÜRLER KUYRUKTA

Düğün ise sadece takı merasimi için düzenlenmişti. Takı kuyruğu otelin geniş balo salonunun sonuna kadar uzamıştı. Büyük bankaların genel müdürleri, finans kuruluşlarının yöneticileri tek sıraya girip BDDK Başkan Yardımcısı’na takıyı takıyor ve birlikte poz veriyorlardı. Gelin ve damadın iki yanındaki takı torbaları defalarca doldu. Torbalar oradaki kutulara boşaltılıyordu. Bunlara düğün takısı mı rüşvet mi denir bilemedim. Düğünü hiç gizlenmeden cep telefonunun kamerasıyla kaydettim.

Aydın’ın düğünündeki takı kuyruğu salonun sonuna kadar uzamıştı.

MEHMET ŞİMŞEK’İN TALİMATI

Haber geniş yankı uyandırdı. Murat Yetkin’in haberiyle öğrendik ki; Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de bu düğünden çok rahatsız olmuş ve inceleme başlatılması talimatı vermişti. CHP de skandal düğün konusunda suç duyurusunda bulundu. Muhalefet milletvekilleri soru önergeleri verdi.

PEKİ NE OLDU?

Polislerin önünde ifade vermek için beklerken ‘Peki ne oldu’ diye düşünüyordum.

Mehmet Şimşek’in talimatı sonrası Kamu Görevlileri Etik Kurulu’nun üç ayda Mustafa Aydın hakkında rapor hazırlaması gerekiyordu. Rapor hazırlanıp ilgili kurumlara gönderildi mi? Onu bile açıklamadılar.

Düğünde takılan takı miktarı bile ısrarlı sorularımıza karşın yanıtlanmadı. Öğrenemedik.

Savcılık soruşturma açtı mı? Açmadı.

BDDK Başkan Yardımcısı Mustafa Aydın istifa etti mi? Hayır.

Görevden alındı mı? Koltuğunda oturmaya devam ediyor.

Ve ben o an polislerin karşısında şüpheli sıfatıyla oturuyordum.

ERKAN KORK TAKI TAKIYORDU

Aklıma Erkan Kork geldi. Elektronik ödeme kuruluşu Payfix ve PozitifBank’ın sahibi Erkan Kork, yasadışı bahis suçlamasıyla tutuklanmıştı. Skandal düğünde çektiğim görüntüleri incelemiştim ve Erkan Kork’un Mustafa Aydın’a takı taktığı anların kaydını bulmuştum. Onu da haberleştirmiştik. Düşünün düğün zamanı yasa dışı bahis suçlamasıyla yargılanan Erkan Kork, BDDK Başkan Yardımcısı’na takı takıyordu. Skandal skandal doğurmuştu. Üstelik bu düğünden aylar sonra Erkan Kork yeni bir yasa dışı bahis soruşturmasında tutuklanmıştı.

Aydın’ın düğününe bankacılık sektöründen üst düzey isimler katılmıştı.

EVİMİZE BASKIN

Murat Ağırel ve ben Erkan Kork ile tutuklanmasından kısa süre önce röportaj yapmıştık. O da cezaevinden savcıya ifade vererek ona üstenci konuştuğumuz iddiasıyla bizden şikâyetçi olmuştu. ‘Şantaj’ ve ‘tehdit’ suçlamasıyla evimiz sabaha karşı basıldı. Neyse ki Erkan Kork ile konuşmalarımızı kaydetmiştik. Üstelik gözaltındayken Erkan Kork’un bizle ilgili ifadesi okunduğunda şantaj ve tehdit suçlamasının bile olmadığını görmüştük. Savcı, bu suçu uydurmuştu ve uydurma suçlamayla tutuklanmaması istemişti. Hatta o gün Ankara’ya gidip Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin ‘Skandal Düğün’ haberime verdiği ödülü alacaktım ama gözaltında olduğum için gidememiştim.

Tabii ki; Mustafa Aydın’a Erkan Kork ile ilişkisi nedeniyle bir soruşturma açılmadı. Erkan Kork ifadesinde benim onun skandal düğüne katılmasıyla ilgili haberime de dikkat çekip beni suçlamıştı. Biz halen soruşturuluyoruz. Haftada üç gün imza veriyoruz ve yurt dışına çıkmamız yasak.

HUZURUNU BOZMUŞUM

‘Bu saçmalıklar silsilesini düşünürken polis karakolunda ifademe geçildi.

Polis memuru, bu haberi anlattığım TV kanalı yayının çözümlerini, yazılı haberlerimi gösterdi ve Mustafa Aydın’ın benim hakkımdaki suçlamalarını sıraladı:

“Kişisel verileri hukuka aykırı olarak ele geçirmek veya yaymak, Kişilerin huzur ve sükununu bozmak, hakaret, özel hayatın gizliliğini ihlal etmek, yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak, halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek.’

Yani bu skandallara karşı hiçbir yaptırım uygulanmayan Mustafa Aydın’ın huzur ve sükununu bozmakla suçlanıyordum.  Ayrıca skandal düğünü görüntülemek, haber yapmak da suça dönüştürülmek istenmişti. ‘Yanıltıcı bilgi’ dediklerinin ise kare kare görüntüleri vardı. Ama tüm bunlarla yetinmemişler, ne alakaysa ‘Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek’le suçlamışlardı. Hangisi daha kötü acaba? Erkan Kork ile röportaj yaptığın için ‘Tehdit ve şantaj’ ile suçlanmak mı? BDDK Başkan Yardımcısı’nın makamını kullanarak servet topladığı düğünü haber yaptığın için ‘Halkı kin ve düşmanlığa tahrikle suçlanmak mı?

CÜBBELİ AHMET’İN ŞIMARIK KIZI

Karakoldan çıktığım sırada birkaç gün önce İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde verdiğim ifade aklıma geldi. Cübbeli Ahmet, kızı Yüsra Palazoğlu ve damadı Esat Palazoğlu benden şikâyetçi olmuştu. Yüsra Palazoğlu’nun çakarlı lüks aracıyla yasak yerde U dönüşü yaptığı görüntüler sosyal medyada yayılmıştı. Yayında bu konuyu konuşurken Yüsra Palazoğlu’na ‘Şımarık’ demiştim. Savcı çok sayıda suçlamayı sıralarken ‘Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik’ maddesini de sıralamıştı. İfademde ‘Şımarık’ sözümün arkasında durduğumu ve Cübbeli Ahmet’in de insanların dini duygularını istismar ettiğini anlatmıştım.

Cübbeli Ahmet, kızı Yüsra Palazoğlu.

HALKBANK SKANDALI

Eve geldiğimde masanın üzerinde dava celpleri vardı. Halkbank’ın BirGün Gazetesi ve benim hakkımda 1 milyon TL tazminat talebiyle açtığı tazminat davası ile ceza davasının tebligatlarıydı.

Halkbank’ın suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan ile bağlantılı şirketlere 550 milyon TL kredi verdiğini belgeleriyle yayınlamıştık. Halkbank’ın MASAK’a gönderdiği kredi belgeleri, MASAK raporu, iddianamedeki savcılık tespitleri hepsi elimizde. Yani haberin tamamı resmi belgelere dayanıyor. Ama RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’in de arasında olduğu Halkbank Yönetim Kurulu soruşturulmuyor, yargılanmıyorlar ve bize dava açıyorlar. Tüm yaşadıklarımızı düşündüm, evin penceresine çıkıp avazım çıktığı kadar şöyle bağırmak istedim:

“Ey utanma duygusu neredesin…”

Timur Soykan / BİRGÜN

Antik kara liste -Timur Soykan / BİRGÜN -

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına tepki gösteren Yalın, Sertab Erener, Melike Şahin, Mabel Matiz ve Cem Adrian'ın arasında bulunduğu sanatçıların antik kent tiyatrolarında konser vermesini fiilen yasakladı. Organizasyon şirketlerine önce olumlu yanıt yazısı gönderen bakanlık, daha sonra organizatörleri arayarak “Bu isimler olmaz” dedi.

Seçme ve seçilme hakkının gasp edilmesine yönelik 19 Mart darbe girişimi sonrasında siyasi iktidarın antidemokratik uygulamalarının sonu gelmiyor. Geçmişte herkesi darbecilikle suçlayan Siyasal İslamcılar, devletin kurumlarını kullanarak her gün darbe günlerinden farksız uygulamalara yenisini ekliyor.

Ergenekon kumpas operasyonları döneminde Genelkurmay’ın andıcından bahsedilirdi şimdi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bile yıldız isimleri mimlediği ‘sanatçılar andıcı’ var. Yıllardır otoriter rejime sessiz kalmayan sanatçılara büyük baskı yapılıyor ve her gün kara listeye yeni isimler ekleniyor. Bunun son örneğini anlatacağım.

ANTİK KENT KONSERLERİ

Türkiye’de uzun zamandır antik kent tiyatrolarında yaz konserleri veriliyor. Bu konserlerde antik kentlerin zarar gördüğüne yönelik eleştiriler var. Ancak müzik dünyasında bu konserlere çok önem veriliyor. Çünkü binlerce yıllık tarihi mekanların atmosferinde verilen konserlerin prestiji yüksek.

İzmir Selçuk’taki Efes Antik Kent Tiyatro ve Antalya’daki Aspendos Antik Tiyatro, bu konserlerin en önemli mekanlarından.

2024 yılında Efes Antik Tiyatro’da Cem Adrian Senfonik (27 Temmuz 2024), Yalın- Bir Büyülü Gece (19-20-21 Temmuz 2024), Melike Şahin- Akustik (16 Temmuz 2024) konserleri vardı. Ayrıca Selda Bağcan, Mert Demir, Aşkın Nur Yengi, Gökhan Türkmen’i konserleri düzenlendi.

Aspendos Antik Tiyatroda ise Yalın (14 Ağustos 2024), Cem Adrian (4 Ağustos 2024), Melike Şahin (5 Ekim 2024) ve çok sayıda sanatçının konseri organize edildi.

2025 KONSERLERİNE MÜDAHALE

Antik kentlerdeki 2025 yılı yaz konserlerine kısa bir süre kalmasına karşın halen tüm duyuruların yapılmaması dikkat çekiyor.

Efes Antik Tiyatro için sadece şu konserler duyuruldu: Gökhan Türkmen (28 Temmuz 2025), Levent Yüksel (26 Temmuz 2025), Yıldız Tilbe (27 Temmuz 2025), Aşkın Nur Yengi (29 Temmuz 2025), Candan Erçetin (30 Temmuz 2025).

Aspendos Antik Tiyatro’da 2025’te yapılacak konserlerin takvimi ise açıklanmadı.

Çok güvendiğim haber kaynaklarımdan edindiğim ve birkaç kanaldan teyit ettiğim bilgilere göre; organizasyon şirketleri, Efes Antik Tiyatro’da konserler düzenlemek için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na mayıs ayında başvuru yaptı. Temmuz ayında düzenlenecek bu konserler için dilekçeye yazdıkları isimler arasında Yalın, Hadise, Mabel Matiz, Melek Mosso, Sertab Erener, Melike Şahin, Cem Adrian da vardı.

YAZILI YANITTA İZİN VERDİLER

Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan bu başvurulara yazılı olarak olumlu yanıt verildi. Bu haberimizi yalanlamak için bu belgeleri gösterebilirler. Ama işler belgede yazdığı gibi gelişmedi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan yetkililer, organizatörleri aradı, bu sanatçıların konserlerini antik tiyatrolarda yapamayacaklarını, yerlerine başka isimler bulmalarını söylediler. Konser biletleri bir günde tükenen, milyonlarca müzikseverin takip ettiği bu sanatçıların, antik kent tiyatrolarında konser vermesi fiili olarak engellendi. Hatta yıldızların bundan haberi bile olmadı. Çünkü organizasyon şirketleri, başvuru yapıp onay aldıktan sonra sanatçılara teklif götürüyordu. Mesela; Sertab Erener, bu sene yaz konseri vermeme kararı almıştı ama organizasyon şirketleri onun adına da başvuru yapmış ve bakanlık yetkilileri onun ismini de çizmişti.

KÜLTÜR BAKANLIĞI FİŞLEDİ

İddiaya göre; Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesine, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına ve darbe girişimini protesto eden öğrencilerin hapsedilmesine tepki gösterdikleri için bu isimleri kara listeye aldı.

Yalın’ın geçen yıl Efes Antik Tiyatro ve Aspendos Antik Tiyatro’daki ‘Büyülü Bir Gece’ konserlerinin biletleri bir günde tükenmişti. Yalın’ın kara listeye alınmasının sebebi ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ paylaşımı yapmasıydı.

Yalın, Ekrem İmamoğlu’nun CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olması için kurulan dayanışma sandıklarına giderek oy vermişti. Sosyal medya hesabında oy verdikten sonra fotoğrafını paylaşarak “Demokrasi herkese eşit hukuk ve adalet için dün dayanışma sandığına gittim… Tekrar tekrar söylemeli: ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazmıştı.

YALIN’DAN MANİDAR PAYLAŞIM

Yalın yaz konserleri öncesinde Instagram hesabında Efes Antik Tiyatro’daki konser sahnesinin bir fotoğrafını paylaştı ve manidar şekilde şöyle yazdı:

“Efes konserleri başlıyor… Sizlerden çok mesaj alıyorum… Bu yazda olacak mı ‘Bir Büyülü Gece” diye soruyor, merak ediyorsunuz… Ben de heyecanla gelecek güzel haberleri bekliyorum. O çok sevdiğim sahnede yeniden kavuşabilmek en büyük hayalim.”

Yalın paylaşımında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı etiketledi. Belki de; Yalın, kara listeye alındığını biliyor ve 1 milyon 200 bin takipçili hesabından bakanlığa mesaj veriyordu.

CEM ADRİAN DA LİSTEDE

Cem Adrian da antik kent tiyatrolarında konserleri büyük ilgi gören bir sanatçı. Bu sahneler için yasaklandığı öne sürülen Cem Adrian da Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına tepki göstermişti. Sosyal medya hesabından yaptığı edebi ve uzun mesajda “Bu ölümlü dünyada herkes ama herkes, hakkı, hukuku ve adaleti hak ediyor” yazmıştı.

MELİKE’NİN SUÇU: GENÇLERE DESTEK

Antik tiyatro sahnelerinde konser izni verilmediği iddia edilen Melike Şahin ise Ekrem İmamoğlu tutuklandıktan sonra eylem yapan gençlere destek mesajı vermişti. Şöyle yazmıştı:

“Milyonlarca genç, insanca yaşam hakkını, adalet ve özgürlük talebini haykırıyor. Bu memleketin umudusunuz. Mücadelenizle bir kapı aralandı aydınlığa. Adil ve kardeşçe bir yaşam düşümüzü dayanışmamızla diri tutacağız, biliyorum. Beraberiz.”

SERTAB ERENER’E YAPTIRIM

Sertab Erener de Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına tepki göstermişti. Instagram hesabında dayanışma sandıklarında oy kullanma çağrısı yaptı ve ‘Destan yazalım’ yazdı. 23 Mart’ta ise dayanışma sandığında oy kullandığı fotoğrafı Instagramda paylaşan Sertap Erener “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Seçimle gelen ancak seçimle gider” yazmıştı.

Hadise ise 19 Mart darbe girişimini protesto ettiği için gençlerin tutuklanmasına tepki göstermiş ve sosyal medya hesabında “Gençler, haklarını savunmak ve seslerini duyurmak istediklerinde, karşılaştıkları engellerle mücadele ediyor” yazmıştı.

Melek Mosso ise Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesinden sonra X hesabında şu paylaşımı yaptı:

“Artık hiçbirimiz güvende değiliz ve hiçbir şeyimiz garanti değil.”

Mabel Matiz ise 19 Mart darbe girişimine karşı koyan gençler için şarkı yaptı, sözünü sakınmadı ve iktidar trollerinin saldırılarına uğradı.

Demokratik bir hak olan bu paylaşımlar, devlet eliyle cezalandırılmak isteniyor. Bu sanatçılar dışında bu konser organizasyonlarından para kazanan çok sayıda emekçi var. Onların da ekmeğiyle oynanıyor.

BAKANLIK GERİ ADIM ATACAK MI?

Şimdi antik kent konserlerinin 2025 takviminin açıklanması bekleniyor. Bu sanatçıların yerine Saray’a yakın başka isimler mi sahne alacak? Yoksa Kültür ve Turizm Bakanlığı, kurulan temaslar sonucu geri adım atarak sahneyi bu sanatçılara yeniden açacak mı?

Göreceğiz.

Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasından önce de anti demokratik uygulamalara tepki gösteren sanatçılar, devletin ambargosu altında yıllardır direniyor. Konserleri iptal ediliyor, tiyatro oyunlarını sergilemeleri valilik kararıyla yasaklanıyor, iktidar kontrolündeki troller tarafından gece gündüz sosyal medya linçine maruz kalıyorlar. Devleti babalarının çiftliği zannedenler, Saray’a teşrif eden yandaş şarkıcılara kamu kaynaklarını aktarıyor. Boyun eğmeyenlere ise sahneler yasaklanıyor. Bu antidemokratik uygulamalara imza atan bakanlığın adında ‘Kültür’ yazıyor.

Bu baskıya sanatçılardan ortak ve güçlü bir ses çıkmadığı için bu pervasız düzen sanat dünyasını yutuyor. Milyonlarca insana ulaşan sanatçılar birlikte ve güçlü bir ses çıkardığında karşılarındakilerin kağıttan kaplan olduğunu görecekler.

Timur Soykan / BİRGÜN 

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...