soL "Köşebaşı + Gündem" -17 Haziran 2025 -

 

Ali Rıza Aydın: '1924 Anayasası aydınlanma ile gericiliğin birlikte yaşadığı metindir' -Özkan Öztaş-

Yeni "çözüm süreci" Lozan ve Cumhuriyet'le birlikte 1924 Anayasası'nı da tartışmaya açtı. Eski AYM raportörü Ali Rıza Aydın, 1924 Anayasası’nı yalnızca hukuki değil, sınıfsal ve tarihsel bir çerçeveden değerlendirdi.

AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana her dönemde tartışılan anayasa değişikliği, PKK’nin fesih ve silah bırakma kararı aldığı 12. Kongresi’nin ardından bir kez daha gündemde.

Kürt sorununun Lozan’la başlayan ve 1924 Anayasası’yla kurumsallaşan bir inkar politikasına dayandığını ifade eden PKK, AKP’nin son yıllarda sıkça referans verdiği 1921 Anayasası’nı dolaylı olarak olumluyor. Yeni "çözüm süreci"yle birlikte alevlenen bu tartışmalar, iktidara anayasa mühendisliği için yeni bir zemin sunarken, cumhuriyetin temel yapısına yönelik müdahaleleri de beraberinde getiriyor. 

Sorularımızı yanıtlayan Anayasa Mahkemesi eski raportörü ve soL yazarı Ali Rıza Aydın, anayasanın tarihsel zemini üzerine önemli değerlendirmelerde bulundu. 

Aydın, cumhuriyetin kurucu metninin bir yandan ilerici devrim yasalarına, diğer yandan gerici ve piyasacı yönelimlere aynı anda zemin sunduğunu vurgularken; bugünkü anayasa tartışmalarının yüz yılı aşkın bir ekonomi politik sürecin ürünü olduğuna dikkat çekiyor. Toplumsal bir anayasa hedefinin, bu tarihsel çelişkilerin kavranmasıyla mümkün olabileceğini söylüyor.

1924 Anayasası nasıl bir dönemin ürünüdür?

Kurtuluş Savaşı, saltanatın kaldırılması, Lozan Antlaşması ve Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, 20 Nisan 1924’te kabul edilip 24 Mayıs 1924’te Resmî Gazete’de yayımlanan 1924 Anayasası, ulusal kuruluşun temel belgesi olarak tanımlanır. Bu anayasayla birlikte 1876 tarihli Kanun-i Esasi ve 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır.

Siyasal ve yönetsel yapısıyla, cumhuriyetin nitelikleriyle ve ulus-devlet inşasıyla birlikte uzun ve sancılı bir döneme eşlik eden 1924 Anayasası’nın, 1960’a kadar birçok çelişkiye kaynaklık ettiğini belirten Ali Rıza Aydın, anayasanın ilk on yılına damgasını vuran “inkılap kanunları”nın bugün de anayasal koruma altında olduğuna dikkat çekiyor.

Bu dönemde Anayasa’da yer alan “İslam” ibaresi haklı bir tartışmayı beraberinde getirmiyor mu?

Evet, bu ifade döneminin tartışmalı yönlerinden biridir. 1924 Anayasası’nda, 1928 yılına kadar “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” ibaresi yer aldı. Oysa Cumhuriyet’in laiklik ilkesini esas aldığı açıktı. Laiklik, Cumhuriyet’in temel nitelikleri olan milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve devrimcilikle birlikte 1937 yılında anayasaya dahil edildi. Bu durum, 1924 Anayasası’nın ilerlemecilikle birlikte laiklikten ödün veren, aydınlanmacılıkla birlikte gericiliği de barındıran bir karakter taşıdığını gösteriyor.

Bu anayasa döneminin Türkiye siyaset tarihi açısından da uzun bir dönemi kapsadığını söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle. Tek parti dönemi ile çok partili hayatın başlangıcı aynı anayasa dönemine denk gelir. 1945’te bir yasa ile “mana ve kavramda değişiklik yapılmaksızın” dili Türkçeleştirilen anayasa, 1952’de başka bir yasayla tekrar Osmanlıca diline döndürülmüştür. Bu tür uygulamalar, anayasanın şekilsel olarak nasıl kullanıldığını gösteren örneklerdir.

Anayasaya nasıl bir perspektiften bakmalıyız?

Ali Rıza Aydın, 1924 Anayasası’na yalnızca metin düzeyinden değil, ekonomi politiği açısından da bakmak gerektiğini ifade ediyor. Bu yaklaşımın, anayasanın sınıfsal karakterini ve yapısal niteliğini ortaya koyacağını söyleyen Aydın, devlet, siyaset, hukuk, din gibi üstyapı kurumlarının TBMM aracılığıyla halk adına nasıl işletildiğinin; cumhuriyetin nitelikleriyle, toplumsal ilişkilerle ve uluslararası bağlamla incelendiğinde anlaşılabileceğini söylüyor. 

Anayasa hem ilerici hem gerici eğilimleri bir arada barındırıyor diyebilir miyiz?

Evet. 1924 Anayasası döneminde ilerici, halkçı, devletçi ve devrimci eğilimlerle birlikte faşizan yönelimler, piyasacı politikalar ve emperyalizmle bütünleşme çabaları da aynı anda yaşandı. Anayasayla özdeşleşen devrim yasalarına rağmen laikliğin adım adım aşındırılması, Türk-İslam sentezinin güç kazanması bu döneme aittir. Aynı dönemde, 20. yüzyılın ilk çeyreğinin ekonomi politiği, burjuvazinin güçlenmesi ve kamucu kalkınma çabaları bir arada yürütülmüştür.

1924 Anayasası, kamuculuk ve özel girişimciliği, aydınlanmacılık ve gericiliği, kuvvetler ayrılığı olmaksızın “meclis hükümeti” rejimiyle bir arada yaşatmanın aracına dönüşmüştür. Yurttaşlığı esas alsa da bireyci yapısıyla sosyal hakların yer almadığı bir anayasa olmuştur. Bu durum liberalizmin, emperyalizmle işbirliğinin, IMF ve NATO üyeliklerinin, feodal güçlerin egemenliğinin, rant zenginliklerinin ve dinsel örgütlenmenin önünü açmıştır.

1937 değişikliklerinin uzun ömürlü olamamasının, toprak reformunun hayata geçirilememesinin nedeni de bu ekonomi politik çelişkilerdedir. 1946 sonrası çok partili rejimin “demokratikleşme” olarak sunulması da bu ekonomi politiğin vitrin düzenlemesidir.

Cumhuriyet’in kuruluşundaki anti-emperyalist çizgiyle sonrasındaki gelişmeler arasında anayasal bir kopuş yaşandığını söylenebilir mi bu durumda?

Cumhuriyet emperyalizme karşı mücadeleyle kurulmuş olsa da, burjuva karakteri nedeniyle zamanla kapitalizmin ve emperyalizmin etkisi altına girmiştir. Sermaye sınıfının egemenliğindeki ve dinsellikle bütünleşen bu yapı, etnik fark gözetmeden tüm emekçilerin sömürülmesini esas almış, halk egemenliğine dayalı olması gereken cumhuriyeti karşıt bir içerikle şekillendirmiştir.

1950’li yılların ikinci yarısından itibaren başlayan tıkanma, önce 1961 Anayasası ile “yeniden uyum” süreciyle aşılmak istendi. Ancak yirmi yıl sonra, 1982 Anayasası ile sermayenin karşı saldırısı, bir askeri darbe ile kurumsallaştırıldı. Bu iki anayasa döneminin zemini, 1924 Anayasası tarafından hazırlanmıştır. Bu nedenle bugün anayasa tartışmalarında herhangi bir metne sabitlenmek yerine, yüz yılı aşan bu tarihsel süreci ekonomi politik ve sınıfsal bir analizle değerlendirmek gerekir.

Son söz olarak şunu diyebilirim. Demokrasi illüzyonuna kapılmadan, halkın cumhuriyeti ve toplumsal bir anayasa hedefi, ancak bu tarihsel gerçekliğin kavranmasıyla mümkün olabilir.

                                                        /././

Saray'ın maliyeti belli oldu: Günde 1797 asgari ücret harcanıyor

Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ne yönelik "kaçak yapı" tartışmaları devam ederken, 2025 yılının sadece ilk beş ayında Saray için yaklaşık 6 milyar lira harcandığı belirtildi.

Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisine inşa edilen Cumhurbaşkanlığı Külliyesi için Danıştay’dan “kaçak yapı” kararı çıktığına dair haberlerinin ardından Saray’dan basına tehdit gelmişti.

"Kaçak yapı" tartışmaları devam ederken, Saray'ın günlük maliyeti ortaya çıktı. Saray için günde 39 milyon 725 bin lira harcandığı belirtildi. Bu meblağ 1797 asgari ücrete denk geliyor. 

Beş ayda yaklaşık 6 milyar lira harcama

2012 yılında yapılmaya başlanan ve 2014'te açılan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ne yönelik tartışmalar sürerken, bir açıklama da CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut'tan geldi.

Bulut, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın, Ocak ayında 1 milyar 779 milyon 281 bin lira, Şubat ayında 1 milyar 313 bin 737 lira, Mart ayında 542 milyon 22 bin lira, Nisan ayında 1 milyar 710 milyon 494 lira ve Mayıs ayında 652 milyon 899 bin lira harcayarak 2025 yılında toplamda 5 milyar 998 milyon 432 bin lira masrafa neden olduğunu bildirdi.

Saray’ın yılın ilk beş ayında günlük yaklaşık 39 milyon 725 bin lira harcadığını belirten Bulut, “Saray’ın sadece 1 günde yaptığı harcama, yaklaşık 2 bin 746 emekli maaşına ve 1798 asgari ücrete denk geliyor. Millet açlıkla boğuşurken Saray, milletin parasıyla saltanat sürüyor. Vatandaş kemer sıkarken, dar gelirliler ve emeklilerin daha fazla zorlandığı, pazar filesini doldurmanın zorlaştığı bu dönemde, Saray’ın bu denli savurgan olması halkın vicdanında da derin bir rahatsızlık yaratıyor” ifadelerini kullandı.

Gıda, kira ve enerji gibi temel kalemlerde yaşanan fahiş artışın yurttaşların alım gücünü ciddi biçimde azalttığını hatırlatan Bulut, “Emekli daha 14 bin 469 lira maaşla ayın sonunu getiremezken, asgari ücretli 22 bin 104 lira ile evini nasıl geçindireceğini düşünürken, Saray’ın halkın parasıyla lüks ve israfa kaçması kabul edilemez" diye konuştu.

'Danıştay Saray’ın kaçak olduğunu tescilledi'

2012 yılında yapılmaya başlanan ve 2014'te açılan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi hakkında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu “ilke kararı” alarak sit alanına “zorunlu altyapı uygulamaları ve bu uygulamalar kapsamında yapılacak resmi kurum yapıları” diyerek izin vermişti.

TBMM eski Başkanvekili ve CHP Ankara eski Milletvekili Levent Gök ise kurul kararını Danıştay’a taşımış, ancak Danıştay 4. Daire, kurul kararını yerinde bulmuştu. Bunun üzerine Levent Gök, kararı temyiz ederek Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na başvurdu. 13 kişilik Kurul, 9’a karşı 4 oyla kararı bozdu. Gök, kararın ardından “Danıştay, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın kaçak olduğunu tescil etmiştir" açıklamasında bulundu.

“Kaçak yapı” haberlerinin ardından Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi Danıştay kararının “Külliye binasıyla ilgisi olmadığı”nı öne sürdü, konuyla ilgili haberleri “Cumhurbaşkanlığı makamını doğrudan hedef alan haberler” diye niteledi. DMM söz konusu haberlerin “başkaca hukuki sonuçları” olacağı tehdidinde bulundu.

‘Danıştay Saray’ın kaçak olduğunu tescilledi’ haberleri sonrası DMM’den basına tehdit (https://haber.sol.org.tr/haber/danistay-sarayin-kacak-oldugunu-tescilledi-haberleri-sonrasi-dmmden-basina-tehdit-399087)

                                                            ***

Erdoğan'ın ayakkabısı ‘yerli üretim’ yalanlaması: Cartier gözlükler, Chanel-Hermès çantalar unutuldu.

Dezenformasyonla Mücadele Merkezi "Erdoğan'ın giydiği ayakkabının yabancı bir markanın ürünü ve fiyatının 5 bin 550 avro" olduğu yönündeki iddiaların dezenformasyon olduğunu söyledi. Açıklamada “yerli üretici kullanılıyor” vurgusu yapıldı. Ancak Erdoğan çiftinin geçmişteki Fransız, İtalyan lüks markalardan yapılan alışverişleri unutuldu.

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Marmaris’te giydiği kahverengi takım elbise ve ayakkabıları sosyal medyada gündem oldu. İYİP’li Turhan Çömez, ayakkabıların İtalyan marka Stefano Ricci olduğu öne sürdü, hatta markanın sitesinden ayakkabıyı da paylaştı. 

Ayakkabılar çok konuşulunca, Fahrettin Altun'un başında olduğu Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (DMM), konuya dahil oldu. DMM, "Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın giydiği ayakkabının yabancı bir markanın ürünü ve fiyatının 5 bin 550 avro olduğu" iddiasını yalanlarken bir de “yerli üretici” vurgusu yapıldı.

İddiaların dezenformasyon ürünü olduğu öne sürülen açıklamada, "Sayın Cumhurbaşkanımızın giydiği ayakkabı, iddia edildiği gibi yabancı bir markaya ait olmayıp, tamamen yerli bir üreticinin ürünüdür. Dolayısıyla ayakkabının iddia edilen marka veya fiyatla bir ilgisi bulunmamaktadır. Sayın Cumhurbaşkanımız, milli sanayimizin gelişimine liderlik etmekte, Türkiye’nin yerli üretim kapasitesinin güçlendirilmesi ve dışa bağımlılığı ortadan kaldıracak adımları desteklemektedir" denildi.

Erdoğan'ın ayakkabısının hangi yerli marka olduğu söylenmedi.

Peki denildiği gibi Erdoğan “yerli üretici”den şaşmıyor mu?

Erdoğan 2022’nin 15 Temmuz anmasında taktığı Cartier gözlüklerle gündem olmuştu. Cartier, bir Fransız markası ve lüks ürünler üretiyor. Dönemin İBB İYİP Grup Başkan Vekili İbrahim Özkan, kişisel Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, Erdoğan’ın taktığı gözlüğün fiyatının 54 bin TL olduğunu ileri sürmüştü.

'Emine Erdoğan'ın kol saatinin fiyatı 30 bin Euro'dan başlıyor'

2021 yılında AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan'ın "Afrika Seyahatlerim" adlı kitabının piyasaya çıkması üzerine yapılan tanıtımlarda kullanılan bir fotoğraf tartışma konusu oldu.

Etiyopya ziyareti sırasında çekilen fotoğraftaki kol saatinin İsviçreli lüks marka Chopard olduğu ve fiyatının 30 bin Euro'dan başladığı öne sürüldü.

Konuyla ilgili sosyal medya hesabından açıklama yapan dönemin İYİP Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili Ahmet Erozan, "Tayyip yazar da Emine hanım yazmaz mı..! Fotoğraflarla bezenmiş 'Afrika’ya seyahatlerim' kitabı piyasada…Chopard Happy Diamonds kol saati Afrika’nın yoksulluğu ile uyum halinde… Kol saati çakma değilse fiyatı 30.000 Euro’dan başlıyor…" diye yazdı.

Belçika basını: Emine Erdoğan Brüksel'de 'mağaza kapattı'

2015 yılında Le Capitale'in ‘Brüksel: Türkiye Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan, Louise caddesindeki mağazaları kendi alışverişi için kapattı’ başlıklı haberinde, Louise Caddesi’nde yer alan lüks mağazaların  yaklaşık bir saat boyunca Emine Erdoğan’ın korumaları tarafından diğer müşterilere kapatıldığını duyurdu. Haberde “Saint Josse ilçe kurul üyesi Thierry Balsat yaklaşık bir saat boyunca sokağa ‘el koyulduğu’nu duyurdu” ifadeleri yer alıyordu.

Balsat’ın çektiği videoda bir kadının ‘Longchamps’a giremiyor muyuz?’ sorusuna ise, “Hayır hanımefendi ele geçirildi, tüm kamusal alanlar ele geçirildi”  cevabını veriyor. Video, Balsat’nın yanına gelen bir güvenlik görevlisine, “Evet bayım, ben kamusal alanda duruyorum. Adım Thierry Balsat ilçe kurul üyesiyim. Rahat olun” sözleriyle son buluyor.

Hermès, Chanel, Valextra çantalar…

Emine Erdoğan çanta tercihlerinde lüksten vazgeçmemesiyle, bu konuda haber yapan gazetecilere de dava açmasıyla biliniyor.

Gazeteci Ender İmrek, Emine Erdoğan'ın Hermès marka çantasıyla ilgili yazısında 'hakaret ettiği' gerekçesiyle yargılanmış, davadan beraat etmişti. Söz konusu çanta 2019 yılında Japonya gezisi sırasında Erdoğan tarafından takılmıştı. Sitesinde çantanın 50 bin dolar olduğu yazıyordu.

Kriz Saray'a uğramamış: Emine Erdoğan Japonya gezisinde 50 bin dolarlık çanta taktı

2021 yılında da Emine Erdoğan, G20 Liderler Zirvesi kapsamında bulunduğu Roma'da Capitolini Müzesi'ni ziyaretinde yine çantasıyla gündem olmuştu. Dana derisi olan çantanın 2 bin 250 sterling olduğu, markasının da İtalyan Valextra olduğu ortaya çıkmıştı.

20211101-2-50682845-70215829.jpg

ekran-resmi-2021-11-02-12-40-53.png

2018 yılında yine Fransız Chanel marka çantasıyla Macaristan'a uçarken görüntülenmişti. Erdoğan’ın çantası, Chanel’in resmi internet sitesinde "Classic Handbag" olarak geçen modeldi.

Emine Erdoğan, 35 bin TL'lik çantasıyla Macaristan'a gitti
Lüks çanta konusunu 2020 yılında dönemin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gündeme taşımasıyla ortalık kızışmış, Erdoğan “Sende zerre kadar yürek varsa benimle ilgili konuş, eşimle ilgili konuşma” yanıtı verirken, yardıma Hürriyet yazarı Hande Fırat koşmuştu. 

Fırat, Erdoğan savunusunda arşa çıkan yazıda, “Emine Erdoğan orijinal değil, çakma çantalar takıyor, yerli malını tercih ediyor” demişti. 

Hatta geri dönüşüme imkan veren maddelerden oluşan çanta ve aksesuarlar kullandığını yazmıştı.

Halbuki Emine Erdoğan’ın taktığı, Barbaros Şansal’dan 15 bin dolar civarı olduğunu öğrendiğimiz su sineği broşu herkesin aklında.

                                                                         ***

‘Alla Turca’ asalaklık -Nevzat Evrim Önal-

Marx, Kapital’in birinci cildinin son sayfalarında, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” çağrısı yapar. Bana sorarsanız her sermayedar bu sonu hak eder, ama sadece sömürücü değil aynı zamanda hırsız ve yağmacı alla turca sermayedar sınıf, bunu bilhassa hak etmiştir.

Kapitalist üretim biçiminin tarihsel çözümlemesinde sermayedar sınıfın “devrimci” ya da ilerici niteliği (hatta böyle bir niteliği bulunup bulunmadığı) çok tartışılmıştır. Örneğin Marx ve Engels’in 1848’de Komünist Manifesto’da burjuvaziye atfettikleri devrimcilik ile, 1867’de yayınlanan Kapital’in birinci cildinde Marx’ın sunduğu sermaye eleştirisi yan yana konduğunda, birinci metinde bu iki büyük komünistin 1848 devrimlerinin heyecanıyla biraz “aceleci” davrandıkları iddia edilebilir.

Ne var ki bu, yüzeysel bir okuma olacaktır. Marksizm, burjuvazi kendi devrimini yapar ve yeni egemen sınıfa, yani sermayedar sınıfa dönüşürken, kendi çıkarları doğrultusunda topluma dayattığı yeni üretim biçiminin eski üretim biçimi karşısında devrimci olduğunu savunur. Yani burjuvazi bir yanda, zaman içerisinde gerici ve despotik bir nitelik kazanmak zorunda olan kendi sınıf egemenliğini kurmaktadır. Diğer yanda ise, bu sınıf egemenliğinin tek güdüsü sermayenin sonsuzca biriktirilmesidir ve ortaya çıkan piyasa temelli yeni ekonomik düzende bu ancak piyasanın sonsuzca büyümesiyle mümkündür. Dolayısıyla yeni düzen daha en baştan sanayi devrimiyle insan emeğinin üretkenliğini ölçüsüz biçimde artırmıştır ve sürekli daha da artırmaya koşulludur.

Yani Marx ve Engels’in yazdıklarında bir tutarsızlık yoktur; burjuva devrimi ve kapitalizm çelişkilidir. 

Bu sistem makineleşme ile emek üretkenliğini artırır, ama ücretlerin artmasını engeller ve üretilen mallar satılamaz, ekonomik kriz yaşanır. Benzer biçimde bu sistem emek üretkenliğini artırır ama derdi olabildiğince çok üretip satmak olduğu için çalışma saatlerini kısaltmaz; aksine makineleşme çalışmayı fiziken kolaylaştırdığı için çalışma saatlerini uzatır ve ezilen sınıfın yaşantısı yorgunluk açısından neredeyse kölelerinkinden farksız sürüp gider.

Burjuvazinin devrimciliği, böyle nalıncı keseri gibi sırf kendine yontan bir devrimciliktir. Öte yandan kapitalizmin gelişimini sağladığı üretici güçler, burjuvazinin elinden alındığında tarihte görülmemiş bir refah, eşitlik ve özgürlük toplumu kurulabilir. Komünistlerin hedefi budur.

Dolayısıyla mesele, işçilerin emeği sömürülerek biriktirilmiş, yani aslında toplumsal olan zenginliklere; daha da önemlisi zenginliğin sürdürülmesinin olanakları olan üretim araçlarına toplum adına el koymak, bu olanaklara çökmüş olan asalak sermayedar sınıfı mülksüzleştirmektir.

Son haftalarda Cumhuriyetçiler Kurultayı’nın kürsüsüne de yansımış canlı bir tartışma yürüyor: Sermayedar sınıfın zenginliği cumhuriyet fikrinin ve fiilen cumhuriyet rejiminin altını oyuyorsa, cumhuriyetçiler nasıl davranmalı?  Komünist cumhuriyetçiler kapsamlı ve rıza aranmayan devletleştirmeyi savunuyor. Bu pozisyona karşı çıkanlar da var. Örneğin Özdemir İnce, Cumhuriyet gazetesinde birkaç yazıdır tanıttığı Fransız sosyalist Jean Jaurès’in “gönüllü ve sınırlı kolektifleştirmeyi savunmuş” olmasını, “özel mülkiyetin yok edilmesini değil, demokratikleştirilmesini istemesini” öne çıkartıyor.1

Kökü kooperatifçilik ile komünizm arasındaki tartışmalara kadar giden bu gündemi çok anlamlı buluyorum. Bu tartışmaların ilk turu işçi sınıfının tarihte kurduğu ilk devrimci örgütü olan Birinci Enternasyonal çatısı altında yürütülmüş ve büyük düşünsel kazanımlarla sonuçlanmıştı.

Bu çerçevede, tartışmayı Türkiye kapitalizminin gelişme sürecine bağlayarak sürdürürsek yol alacağımızı düşünüyorum.

***

Kapitalist üretim biçimi İngiltere’de ortaya çıktıktan sonra, diğer tüm kapitalistleşme süreçleri öncekilerin gölgesinde gerçekleşti. İngiltere’den sonraki iki burjuva devrimi Amerikan ve Fransız devrimleriydi. Birincisi doğrudan doğruya dev bir sömürgenin İngiltere’den bağımsızlık mücadelesi olarak, ikincisi ise her aşamasında İngiltere’yle çatışma halinde gerçekleşti. Bu ikisinin ardından gelen Alman kapitalizmi ise, önündekilere yetişip geçebilmek için önce Sedan Savaşı’nı, ardından iki dünya savaşını çıkartan güç oldu.

Türkiye bu yarışa hayli geç katıldı. Türk Devrimi 1908-1923 yılları arasında iki aşamada gerçekleşti ve tamamlandığında, dünya çoktan emperyalist güçler arasında paylaşılmış, hatta Türkiye’nin öncülü olan Osmanlı bu paylaşımın başlıca konularından biri olmuştu. Osmanlı coğrafyasında (sebebini burada tartışmaya yerimiz olmayan) karmaşık nedenlerle kapitalist üretim ilişkileri geç ve yavaş gelişmişti. Kemalist öncüler devrimi tamamladıklarında, devrim ile önü açılacak ve dünyanın geri kalanıyla rekabet etmeye başlayacak bir sanayi burjuvazisi yoktu. 1923’te Cumhuriyet, daha kendi çivisini üretemeyecek durumdaydı.

Türkiye sanayileşmediği takdirde devrimin yaşatılması mümkün değildi ama Türkiye burjuvazisinin ne böyle bir ufku ve niyeti ne de olanağı vardı. İş yine devrimcilere düştü: En yakınlarındaki başarılı devlet sanayileşmesi olan Sovyetler Birliği’ni örnek alarak ve bu dost ülkenin hatırı sayılır boyuttaki teknik desteği ile bir planlı kalkınma çabasına giriştiler. 1934-1938 yılları arasında yürütülen ve başarıyla tamamlanan ilk kalkınma planının ardından, patlak verecek dünya savaşı nedeniyle akamete uğrayacak olan ikincisine yazdığı önsözde Mustafa Kemal şu satırlara yer verecekti:

“Devletçiliğin bizce manası şudur: Bireylerin özel girişimlerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, ülkenin ekonomik durumunu devletin eline almak. (...) Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk vatanında asırlardan beri bireysel ve özel girişimlerle yapılmamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve görüldüğü gibi, kısa bir zamanda yapmayı başardı.”2

Peki bu sırada sermayedar sınıf ne yapıyordu?

Buyurun size bir örnek; İsmail Hüsrev Tökin, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Bey’in 15 Haziran 1934 tarihli Meclis konuşmasından aktarıyor. Konu, topraksız köylülere tarım yapsın diye dağıtılan (Osmanlı toprak kayıtlarında “mevat”, yani “ölü” kategorisinde bulunan) boş arazilerin başına gelenler:

“Devlet araziyi metruk arazi diye muhacire veriyor. Onlar da kullanılır duruma getiriyorlar. Sonra herhangi bir sahibi çıkıyor ve diyor ki, ‘bu benim mülkümdür’. Tapusunu gösteriyor ve muhaciri sokağa atıyor… Trabzon’da arazi çok dardır. On dönüm, yirmi dönüm araziye sahip olan kimse, büyük arazi sahibi ve zengin sayılır. Birisi çıkıp 200 bin dönüme sahip olduğuna dair mahkeme kararı gösterdi ve köylüleri oradan çıkardı… Hat boyundan geçerken Sazılar Köyü vardır. Burası muhacirlerindi. Emin Bey’e sorarım bu arazi kimin adına kayıtlıdır ve ne zaman ona geçmiştir. Böyle kaç tane arazinin sahibi çıkmıştır… Ne kadar metruk arazi kullanılır duruma getirilmişse bunların hepsinin sahibi çıkmıştır. Gedikabat Körfezi’nde yerli halk bataklığı kuruttu. Burada sıtma vardı. Bunlar her türlü tehlikeyi göze alarak bataklığı kuruttular ve yerleştiler. Ektiler, biçtiler, çalıştılar, kanallar açtılar. Bir kişi geldi bu toprakların kendisine ait olduğunu söyleyerek bunları buradan çıkardı. Halk yine topraksız kaldı. Dağlara sığındılar. Çalı çırpı toplayarak geçinmeye başladılar.” 3

1920 ve 30’larda köylünün toprağına çöken, tarımdan kazandığıyla şehirlerde gayrimenkul satın alan ama tek bir fabrika açmayan sermayedar sınıfın sicili sonrasında da farklı işlemedi. Türkiye sanayileşmesi 1930’larda da, 1960 ve 70’lerde de büyük ölçüde devlet eliyle gerçekleşti. Ve cumhuriyetin ilk yıllarında devletin köylülere dağıttığı toprakları gasp ederek zenginleşenler, 1980’den itibaren, bilhassa da AKP döneminde aynı yöntemle, bu kez özelleştirmeler yoluyla halkın kaynaklarıyla kurulmuş sanayi tesislerine, çoğu zaman ilgili sanayi kuruluşunun birkaç yıllık kârı pahasına çöktüler. Yalnızca Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşları listesinin ilk sıralarına bakarsanız, çoğunun özelleştirilmiş kamu sanayisi olduğunu görür ve yağmanın boyutlarını anlarsınız.

Türkiye’nin sermayedar sınıfı esasen girişimlerinden kâr ederek değil, el koyarak, emekçi halkı doğrudan ya da dolaylı (zira devlet malı halkın malıdır) mülksüzleştirerek zenginleşmiştir.

***

Ben komünistim. Benim için bir sermayedar, sermayesini yalnızca satışlarından kâr ederek biriktirmiş olsa da; kârın kaynağı emek sömürüsü olduğu için ortaya çıkan zenginlik kâğıt üzerinde özel mülkiyettir ama kaynağı toplumsaldır ve el konulup devletleştirilmelidir.

Ancak böyle düşünmüyor olsanız dahi, Türkiye’nin sermayedar sınıfının zenginliğini meşru görmek mümkün değildir. Türkiye’nin sermayedar sınıfının haris, fırsatçı arsızlığı, haramiliği, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurulduğu günden bu yana çürütmüş ve sonunda yıkmıştır. Balyozun Fethullahçı ve AKP’li dincilerle Yetmez Ama Evetçi liberaller tarafından sallanmış olması durumu değiştirmiyor. Bu gerici siyasi öznelerin tümü, Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarını ilerletiyor ve onun attığı kemiklerle besleniyordu.

Marx, Kapital’in birinci cildinin son sayfalarında, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” çağrısı yapar. Bana sorarsanız her sermayedar bu sonu hak eder, ama sadece sömürücü değil aynı zamanda hırsız ve yağmacı alla turca sermayedar sınıf, bunu bilhassa hak etmiştir.

Bu yüzden bugün cumhuriyetçi bir yeniden uyanış, mutlaka kapsamlı bir devletleştirme hamlesini gündemine almalı, Cumhuriyetimizi zehirleyip öldüren özel sermayeye var olma hakkı tanımamalıdır.       

1https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ozdemir-ince/jean-jaures-in-sosyalizmi-2408839 

2Atatürk Ansiklopedisi, “Nazilli Basma Fabrikası”, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/395/Nazilli_Basma_Fabrikas%C4%B1  (eski Türkçe kelimelerin yerine günümüz Türkçesindeki eşanlamlıları kullanılmıştır.)

3İsmail Hüsrev TökinTürkiye Köy İktisadiyatı, İstanbul: İletişim Yayınları, 1990, s.196-197. Bu arada, alıntıda Şükrü Kaya Bey’in laf attığı Emin Bey, Eskişehir bölgesinin namlı toprak ağası Emin Sazak’tır. Ermeni mallarına nasıl çöktüğünden toprak reformuna nasıl karşı çıktığına kadar türlü çeşitli marifetlerini yazdığı günlükleri Emin Bey’in Defteri ismiyle Bilgeoğuz yayınevi tarafından basıldı. Türkiye’nin sermayedar sınıfının nasıl tiplerden serpilip semirdiğini göstermesi açısından önemli bir belgedir.

                                                                             /././

Hindistan Başbakanı Modi'den Güney Kıbrıs'a ziyaret: 'Türkiye'ye mesaj verildi'

Hindistan Başbakanı Modi'nin Pakistan'la yaşanan çatışmanın ardından ilk yurtdışı ziyaretini Kıbrıs Cumhuriyeti'ne gerçekleştirmesi, Hint basınında "Türkiye'ye mesaj" olarak değerlendirildi. Türkiye çatışmada Pakistan tarafında konumlanmıştı.

Hindistan Başbakanı Narendra Modi, Güney Kıbrıs'a iki günlük bir ziyaret gerçekleştirdi. Pakistan'la yaşanan çatışmanın ardından ilk yurtdışı ziyaretini gerçekleştiren Modi, 2002'den bu yana Kıbrıs'a giden ilk Hint lider oldu. 

Adaya dün varan Modi, Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis tarafından havalimanında karşılandı. Modi'ye Kıbrıs'ın en yüksek nişan olan 3. Makarios Nişanı verildi. Modi ise nişanı iki ülke arasındaki dostluğa adadığını söyledi.

Modi sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada, Hristodulidis ile Hindistan-Kıbrıs ilişkilerinin tüm yelpazesini kapsayan kapsamlı görüşmeler yaptıklarını aktardı. Modi, paylaşımında "Ülkelerimiz arasındaki ikili bağların zaman testinden geçtiği yaygın olarak bilinmektedir. Bugün savunma, güvenlik, ticaret, teknoloji, sağlık, yenilenebilir enerji ve iklim adaleti alanlarındaki iş birliğinden bahsettik" ifadelerini kullandı.

AA'nın aktardığına göre Modi, bugün de Kıbrıs lideri Hristodulidis'in daveti üzerine Lefkoşa'yı ikiye ayıran Yeşil Hat'tı (Ara Bölge) ziyaret etti. Bu esnada ise Hristodulidis, Modi'ye bölge ile ilgili bilgi verdi.

modi
Modi, 3. Makarios Nişanı'nı aldığı ana ait fotoğrafı, "Bu benim onurum değil. 140 milyar Hintli için bir onur. Bu ödülü Hindistan ve Kıbrıs arasındaki ebedi dostluğa adıyorum" ifadeleriyle paylaştı.

Ortak işbirliği deklarasyonu imzalandı

Öte yandan Kıbrıs basınında yer alan haberlere göre Hristodulidis ile Modi, 10 maddeden oluşan "Ortak İşbirliği Deklarasyonu" imzaladı.

Kıbrıs ile Hindistan arasında imzalanan ve karşılıklı politik, kültürel, ekonomik işbirliğini içeren deklarasyonun "Güvenlik, Savunma ve Kriz Yönetimi" başlığı altındaki 5. maddesinde şu ifadeler yer aldı:

"Liderler denizcilik alanındaki işbirliğinin genişletilmesini de görüştüler. Hint savaş gemilerinin Kıbrıs limanlarına daha düzenli yanaşması teşvik edilecek, denizcilik farkındalığını ve bölgesel güvenliği artırmak amacıyla ortak deniz tatbikatları ve eğitimleri için yeni fırsatlar birlikte keşfedilecek."

Kıbrıs basını, Hindistan ile imzalanan "Ortak İşbirliği Deklarasyonu"nun ardından kısa bir süre sonra Hint savaş gemilerinin Kıbrıs limanlarını ziyaret etmeye başlayacağını ileri sürdü.

Kıbrıs Cumhuriyeti, daha önce başta ABD olmak üzere İsrail, Almanya, Fransa ve Mısır gibi "müttefik" olarak adlandırdığı ülkelere limanlarını açacağını, Limasol'da kurulacak deniz üssünün de bu amaca hizmet edeceğini duyurmuştu.

AB projeleri gündeme geldi

Hint gazetesi Indian Express'in ziyarete ilişkin haberinde; Kıbrıs'ın, AB projelerinde ve Yeni Delhi'nin geliştirdiği Hindistan – Orta Doğu – Avrupa Ekonomik Koridoru projesinde önemli destekleri olabileceği belirtildi.

Ziyaret öncesinde konuşan Modi "Kıbrıs hem yakın bir dost hem de Akdeniz ve Avrupa Birliği'nde (AB) önemli bir partner" demiş ve "Bu, Hindistan – Kıbrıs ilişkilerinin özellikle ticaret, yatırım ve diğer alanlarda gelişmesine ivme katacak" diye eklemişti.

Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis de 2026 yılında AB dönem başkanlığını üstlendiklerinde Hindistan'la ilişkileri öncelikli bir gündem maddesi yapacaklarını belirtmişti.

Hindistan basını: Ziyaret Türkiye'ye bir mesaj

Öte yandan Hindistan basınında çıkan haberlerde Modi'nin Pakistan çatışmanın ardından ilk yurt dışı ziyaretini Kıbrıs'a gerçekleştirmesinin Türkiye'ye bir mesaj olduğu belirtildi.

Indian Express, Kıbrıs'ın Türkiye karşısında savunma işbirliği partnerleri aradığını ve Hindistan'dan gelecek yardımlara açık olacağını aktarırken; Hindu Post ise Hindistan'ın Türkiye'nin bölgesel rakipleri olan Yunanistan, Ermenistan, Mısır ve Kıbrıs'la ilişkilerini geliştirdiği ifade edildi.

Hindistan ile Pakistan arasında 7 Mayıs'ta başlayan çatışmalar sırasında Türkiye Pakistan'ı, Güney Kıbrıs ise Hindistan'ı destekler bir pozisyonda konumlanmıştı.

                                                       ***

Gazze'de katliam hız kesmiyor: 3 günde 223 ölü, binin üzerinde yaralı

Aynı anda dört ülkeyi bombayan İsrail, Gazze'de soykırıma varan saldırılarını sürdürüyor. Yardımların durduğu, açlık krizinin derinleştiği, iletişimin kesildiği bölgede can kaybı yükseliyor.

İsrail’in 13 Haziran’da İran’a yönelik saldırıları, dünya kamuoyunun odağını Tahran’a çevirse de Tel Aviv yönetiminin Gazze Şeridi’nde yürüttüğü soykırım da sürüyor.

Gazze'deki Filistin Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre, savaşla geçen 72 saatlik süre zarfında İsrail ordusunun Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda en az 223 Filistinli hayatını kaybetti, 1102 kişi yaralandı.

Yardım noktaları, yaşam altyapısı ve sivillerin hedef alındığı saldırılar, Gazze’deki insani krizin daha da derinleşmesine yol açtı.

İsrail'in 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda toplam can kaybı 55 bin 432’ye, yaralı sayısı ise 128 bin 923’e ulaştı. Enkaz altında hala binlerce kişinin bulunduğu belirtiliyor.

Ayrıca, İsrail’in 18 Mart’tan bu yana 19 Ocak’ta varılan ateşkesi fiilen ihlal ettiği ve bu tarihten bu yana düzenlediği saldırılarda 5 bin 139 Filistinlinin öldüğü, 16 bin 882 kişinin yaralandığı açıklandı.

Yardım bölgeleri ölüm tuzağına döndü

Gazze'deki Filistin Sağlık Bakanlığı, 27 Mayıs’tan bu yana İsrail ve ABD güdümünde kurulan "Gazze İnsani Yardım Vakfı" dağıtım bölgelerinde yaşanan sistematik saldırıların bilançosuna dair verileri paylaştı.

Sağlık Bakanlığının açıklamasına göre, insani yardım almak üzere bu noktalarda toplanan Filistinliler, art arda düzenlenen saldırıların hedefi oldu.

Saldırılarda şu ana kadar en az 338 kişi hayatını kaybetti, 2 bin 831 kişi ise yaralandı.

Bakanlık, bu saldırıların yardım operasyonlarını fiilen imkansız hale getirdiğini ve sivillerin gıda, su ve ilaç temin etmek için hayatlarını riske attıklarını vurguladı.

Gazze kentinin kuzeyindeki açlık çeken binlerce Filistinli, gıda kolileri alabilmek için ABD ve İsrail güdümündeki "Gazze İnsani Yardım Vakfı" kanalıyla kurulan sözde insani yardım dağıtım merkezlerine akın etti. (Fotoğraf: AA)

Gazze'de sistematik karartma

İsrail'in saldırılarında sadece bombalar değil, iletişim de silah olarak kullanılıyor. Gazze'deki Hükümetin Medya Ofisi, İsrail'in son 20 ayda 10. kez interneti ve iletişim hatlarını tamamen kestiğini duyurdu. Bu kesintilerin rastlantı değil, sistematik ve bilinçli bir "karartma politikası" olduğu kaydedildi.

Açıklamada, iletişim hatlarının kesilmesinin sağlık ve kurtarma ekiplerinin çalışmalarını felce uğrattığı, birçok yaralının yardım ulaşamadığı için hayatını kaybettiği ifade edildi. "Her iletişimsiz geçen saniye, Gazze’de masum bir insanın hayatına mal olabilir" denilen açıklamada, uluslararası topluma bu karartmayı sona erdirmek için ivedi müdahale çağrısı yapıldı.

Yakıt bitti, belediyeler durdu

Gazze’deki insani krizin başka bir boyutu ise yakıt kıtlığı. Han Yunus, Nusayrat ve Zuveyda belediyeleri, yakıt tedarikinin tamamen durması nedeniyle temel hizmetleri durdurduklarını açıkladı.

Su pompaları, kanalizasyon arıtma tesisleri ve atık toplama hizmetlerinin durması nedeniyle en az 900 bin kişi temiz içme suyuna ulaşamıyor.

Belediyeler, bu durumun ciddi bir çevre ve sağlık felaketine yol açabileceği konusunda uyardı: Kanalizasyonların sokaklara akması, çöplerin birikmesi ve temiz suya erişimin olmaması, büyük bir salgın hastalık tehlikesi yaratıyor.

    İsrail saldırıları sonucu altyapısı büyük zarar gören Gazze Şeridi'nin orta kesiminde yer alan Nuseyrat Kampı'ndaki Filistinliler temiz içme suyuna ulaşmakta güçlük çekiyor. Nüfusun büyük bölümü, tahrip edilen su kuyuları ve depolar nedeniyle ciddi su sıkıntısı yaşıyor. Kampa gelen bir yardım kamyonu, yerinden edilen Filistinlilere su dağıtımı yaptı. (Fotoğraf: AA)

                                                                            ***

Hatay Büyükşehir'de sendikasızlaştırma için şantaj: 'İstifanı ver, paranı al'-Özkan Öztaş-

Hatay Büyükşehir Belediyesi'nde çalışan işçilere sendikadan istifa etmeleri için baskı yapıldı. İşçilere istifa ettikleri takdirde para vereceklerini söyleyen kimi yetkililer kağıt imzalatmak istedi.

Hatay Büyükşehir Belediyesi'nde çalışan belediye işçilerinin sendikalarından istifa etmeleri için baskı gördükleri orta çıktı. "Herhangi bir sendikaya üyeliğim bulunmamaktadır" yazılı kağıda zorla imza attırılan işçilere aynı zamanda sendikadan istifa ettikleri takdirde ekstradan para verileceği iddia ediliyor.

'7-8 bin işçiyi ilgilendiriyor'

Hatay Büyükşehir Belediyesi'nde yetkili sendika Belediye-İş Sendikası.

soL'a konuşan Belediye-İş Sendikası yetkilileri, belediyede son üç aydır sendikasızlaştırma yönünde bir uygulamanın devreye sokulduğunu ve bunun çalışanlar arasında ciddi huzursuzluk yarattığını ifade etti. Sendikaya göre, bazı yöneticiler işçilere sendikalı olmamaları halinde daha yüksek maaş teklifinde bulunuyor, ikramiye ve zam haklarını ise sadece sendikalı işçilere uygulayacakları söyleniyor.

Sendika yetkilisinin verdiği bilgilere göre, Hatay Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı HATSU AŞ ve İmar AŞ’de çalışan toplam 7 ila 8 bin arasında işçi bu süreçten etkileniyor. Son personel alımlarıyla birlikte sayının netleşmediği belirtilirken, mevcut tabloda ciddi sayıda istifa yaşandığı ancak sendikalı kalmayı tercih eden işçilerin çoğunlukta olduğu aktarıldı.

'Al parayı ver hakları'

Sendikadan istifa ettikleri taktirde para teklif edilen işçiler için sendika yetkilileri "Aslında sendikalı işçilerin istifa ettiklerinde alacakları ek bir para yok" diyor. 

Sendika yetkilisi, sendikasızlaştırma girişimine dair maddi vaatler için şunları söyledi:Sendikasız olanlara, sendikalıların sözleşmeden kaynaklı haklarının maaşlara yedirilerek peşin verilmesi gündemde. Bu kapsamda Temmuz ayında yapılması gereken yüzde 20’lik zam iptal edilip, maaşlara şimdiden fark yansıtılıyor. Ancak bu, işçilerin uzun vadede hak kaybına uğramasına yol açıyor. Yani işveren al parayı ver tüm özlük haklarını diyor.”

Ayrıca sendikalı işçilere ödenecek olan 30 günlük ikramiyenin, sendikasızlara verilmemesi nedeniyle toplamda yaklaşık 27 bin TL’lik bir farkın ortaya çıkacağı ifade edildi.

İşçilere imzalatılan metin

'Uygulama yasalara aykırı'

Belediye-İş Sendikası, belediyenin bu uygulamalarının anayasal hakların ihlali anlamına geldiğini ifade ediyor. Sendika, konuyla ilgili hukuki süreç başlatıldığını belirterek, birkaç yönetici hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunduklarını açıkladı. Sendika temsilcisi, ayrıca sendikal hakların engellenmesine dair ayrı bir dava sürecini de başlatacaklarını ifade etti. Temsilci, Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı’yla yapılan bir görüşmede başkanın, “Ben bu işlere karışmam. Yöneticilerimle bu konuyu çözün” dediğini aktardı.

'Kahramanmaraş modeli Hatay’a mı taşındı?'

Sendikanın dikkat çektiği bir diğer noktaysa, Hatay Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri’nin geçmişte Kahramanmaraş Belediye Başkanı olarak görev yaptığı dönemde benzer bir sendikasızlaştırma politikasını uygulamış olması. Sendika yetkilisi, “Oradaki işçilerin yaşadıklarını araştırmak yeterli olur. Bu uygulama işçinin yararına mı, zararına mı olmuş herkes görebilir” dedi.

Belediye-İş Sendikası yetkilisi, belediye yönetiminin bazı işçilere farklı sendikaları işaret ettiğine dair duyumlar olduğunu, ancak ellerinde net veri bulunmadığı için kimseyi doğrudan suçlamak istemediklerini belirtti. Kendi görev geçmişine ve sendikal dürüstlüğüne güvendiğini vurgulayan yetkili, “Sendikalı olmak da sendikasız olmak da demokratik bir tercihtir ama işçinin doğru bilgilendirilmesi gerekir. Biz bunu sağlıyoruz, umarım ilerleyen günlerde bu konuda bir sonuç sağlanır” dedi.

                                                      ***

soL


 

Krizlere milli mutabakat perdesi - Birgün -

Saray, İsrail ile fiili işbirliğini sürdürürken muhalefeti baskı altına alacak yeni bir milli mutabakat zemini yaratmaya çalışıyor. “İç cepheyi güçlendirme” adı altında yürütülen savaş konsepti, muhalefeti etkisizleştirme işlevi görüyor. Akademisyen Cangül Örnek’e göre Saray rejimi bölgedeki dönüşümün bizzat aktif bir parçası. Muhalefete uyarılarda bulunan Örnek, Kürecik Üssü’ne, NATO’ya, ABD’ye karşı net söylemler geliştirmenin önemine vurgu yaptı.

İsrail’in İran’a yönelik saldırıyla başlayan savaşın yankıları sürerken, dış politikada İsrail’e göstermelik tepkiler veren Saray yönetimi içeride rejimi tahkim etmeye çalışıyor.

İsrail ile ticareti farklı yollardan sürdüren, bölgeye istihbarat sağlayan Kürecik Üssü’nü kapatmayan, İsrail’e giden mühimmat yüklü gemileri limanlarında ağırlayan, İsrail’in saldırganlığını kırmaya dönük çaba harcamayan iktidar, tabanını da konsolide etmeye çalışıyor.

Savaşı bahane eden rejimin içeriye yönelik asıl hamlesi ise millî güvenlik söylemi üzerine kuruldu. Bu sayede muhalefet bileşenlerini yanına çekmeye, çekemediklerini ise düşmanlaştırmaya dönük bir kapı açmaya çalışıyor. Ülkedeki hukuksuzluklar, ekonomik kriz ve geçim sıkıntısı başta olmak üzere yurttaşın en yakıcı sorunlarının üzeri, “iç cepheyi güçlendirelim” argümanı ile örtülürken, “güvenlik” ve “savaş” konsepti ile rejimin ömrü uzatılmak isteniyor.

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ve MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ABD ile Batılı emperyalist ülkelere karşı suskunluğu devam ederken, İsrail üzerinden gerçekleştirilen millî mutabakat söylemleri de bunun son örneklerini oluşturdu. Emperyalistlerin müdahalesi sonrası bölgedeki yeni dizaynı kendi varlığının aracı olarak gören rejimin yönelimini ve buna bağlı yaşanan gelişmeleri Akademisyen Cangül Örnek değerlendirdi.


Saray yönetiminin kendini yeniden tahkim etmek istediği anlayışa dikkat çeken Örnek, “Güvenlikle ilgili her kaygı, güçlü iktidar ihtiyacı yaratır. Saray rejimi de İsrail’in İran’a yönelik saldırılarını ülke içinde bir araç olarak kullanmak isteyecektir,” dedi. “Millî mutabakat söylemleri bunun ipuçlarını taşıyor,” diyen Örnek, “Bugünün daha öncekilerden farkı, iç siyasette de bölgede de daha karmaşık süreçlerin yaşanması,” diye konuştu.

BÖLGESEL PLANLARINDAN AYKIRI HAREKET EDEMEZLER

Örnek şu ifadelere yer verdi:

“Rejimin aktörleri İsrail’e söz söylerken ve onun üzerinden geliştirdiği millî birlik-beraberlik söylemlerinden kaçınmaz; ancak toplumda gelişebilecek, İran’ın mağdur olacağı anlayışından da mutlu olmayacaktır. Çünkü böylesi bir algı, Saray rejiminin bölgesel planlarına aykırı bir durumu da beraberinde getirir. Rejimin bölgedeki en büyük isteğinin, Ortadoğu’da var olan Sünni revizyonist güçlerin hamisi olma arzusu olduğu unutulmamalı.

İç siyasette geliştirilmek istenen millî güvenlik kaygıları, bu role zarar vermeyecek bir şekilde ilerletilmek istenecektir. Yani, beslenecek güçlü devlet ve güçlü iktidar anlayışıyla İsrail’e istediğini söyleyebilen bir pozisyon yaratılmak istenirken, İran’ı savunacak bir söylemden de kaçınılmak zorunda kalınacaktır. Aslında bunun ilk örneklerini, İran desteklerine karşı konuşturmaya başladıkları tarikat liderlerinden görebiliyoruz.

Saray, İsrail karşıtı bir taraf değil. Dolayısıyla bugünkü saldırılar karşısında, bölgedeki hâkim düzenin değişeceği fikrine kendini adapte etmiş, dönüşümün aktif parçası hâline gelmiş Saray rejimi; İran’ın bölünmezliğini, bütünlüğünü, egemenliğini konuşmadan hegemonya savaşı içerisinde yer kapma anlayışını sürdürecektir. Ancak çok açık ki Saray rejimi, İsrail karşıtı bir taraf değil. Görünen o ki, mevcut durumu iç siyasette de ayakta kalmanın aracı olarak kullanmak ve bölgedeki hegemonya mücadelesinde pay kapma yarışını sürdürmek istiyorlar.”

KÜRT HAREKETİNİN PRAGMATİK STRATEJİSİ

21 Nisan’da Öcalan ile DEM Parti heyetinin görüşmesine dair ortaya çıkan metne de değinen Örnek, bölgedeki gelişmelerle birlikte Öcalan’ın da bir yer tutmaya çalıştığını ve Saray yönetimi ile “kazan kazan” stratejisi içerisinde olduğunu dile getirdi.

Örnek şöyle konuştu:

“Yansıyan görüşme metninde Öcalan’ın İsrail karşıtı söylemi, bir anlamda ‘Bölgede Kürtlerin çok ortağı var ama ben Türkiye Cumhuriyeti ile hareket etmek istiyorum’un bir yansıması olmuş. Yani, bölgedeki çok aktörlü durumun yarattığı konumu kullanmak isteyen bir Kürt hareketi var. Öcalan, emperyalistlerin Kürtlere olan ihtiyacını da ortaya koyarak Türkiye’ye ‘Benimle anlaşın’ mesajı veriyor. Bunu yaparken de Erdoğan’ı başka bir yere koyuyor. Aslında bu, bir kazan kazan stratejisinin yansıması olarak görülüyor. İlkeleri olmayan pragmatik bir hareketin bölgedeki yönelimine dair bir görüşme içeriği ortaya çıkmış.

Görüşmede, milliyetçi ve liberal söylemler arasında bir denge kuruluyor. Bu açıdan ortaya çıkan tabloda rejim içinde elverişli taraflar oluşuyor. Saray yönetimi nasıl İsrail karşıtı bir pozisyonda değilse, Kürt hareketi için de, Öcalan için de İsrail karşıtı bir tutumdan söz edemeyiz. Bu çok aktörlü durumdan ve bölgedeki gelişmelerden kendine fayda sağlamaya çalışan söylem düzeyleri ve taktiksel stratejiler olarak değerlendirilebilir.

Çünkü aslında perspektif diye sunulan şeyin kendisi de yeni değil. Liberal-milliyetçi söylemlerle hazır program ya da plan diye sunulan şey, reel politiğe indirgenmiş hâlde. O da tutanağa ‘değişen dengeler, yeni gelişmeler’ olarak yansımış. Pazarlık gücü artan, askerî hareket alanı genişleyen Kürt hareketi, bölge dengeleriyle beraber İran’daki durumun da kendilerine alan açacağını düşünüyor.

Ancak tablonun en yukarısında görülen netice, pay kapma, rol büyütme ve kazan kazan stratejisinin nasıl hayata geçirileceğidir.” Yaşananlar karşısında muhalefetin alacağı tutuma da değinen Örnek, “Bu yaşanan gelişmeler muhalefet için bir dezavantaj olma özelliği elbette taşıyor. Özellikle krizin daha fazla konuşulması, halkın sorunlarının dile getirilmesi, yaklaşan asgari ücret zammı gündemine dair baskının artırılması gerekirken; gündeme girecek bir güvenlik politikası ve millî mutabakat, birlik söylemleri muhalefet için eksi yaratabilir,” ifadelerine yer verdi.

“Bu gündeme yalnız bir dış politika başlığı olarak bakamayız, çünkü aynı zamanda yaşanan gelişmelerin yansıması iç politika başlığıdır,” diyen Örnek, muhalefetin net bir tutum alması gerektiğini belirtti.

ABD’YE VE NATO’YA KARŞI NET TUTUM ALINMALI

Örnek şu ifadelere yer verdi:

“Muhalefet gündeme ilişkin en başından net bir hat kurmalı. İkircikli bir muhalefetin baştan kaybedeceği bir gündemi yakın tarihte defalarca gördük. Netlikten kastımız, hem rejimin ikiyüzlülüğünü teşhir edecek hem de belli başlı sorulara net cevaplar geliştirilecek bir pozisyondur.

Örneğin, İran’a yönelik saldırılara karşı mı değil mi? Kürecik’ten NATO’ya, İsrail’e istihbarat sağlamaya devam edilecek mi? İran’ın egemenliği konusunda ne denilecek? Zorba molla rejimi devam etse de egemenlikten kasıt halkın egemenliğidir ve İran’ın egemenliği konusunda neler söylenecek? Bu sorulara doğrudan cevaplar üretilmeli.

Bir diğer netlik, Kasr-ı Şirin’e kadar gidebilir. İran’ın sınırlarındaki değişime karşı olunduğu ifade edilmeli. Ülkenin bölünmesine karşı duruş net gösterilmeli ve İran’ın geleceğinin ancak halkın kararı doğrultusunda şekilleneceği vurgulanmalı.” “Yani, birkaç madde etrafında ilkeler bütünü ortaya konulup, tüm bunların halka anlatılacağı yöntem ve araçlar geliştirilmeli. Bunları yaparken de rejimin çelişkileri açığa çıkarılmalı ki, muhalefetin dediği gibi 19 Mart bir ABD darbesi ise iktidarın aksine NATO’ya da Kürecik’e de muhalefet doğrudan ‘hayır’ diyebilmeli. Tabii ki tüm bunlar da sonunda örgütlenebilmeli.”

∗∗∗

ÜLKEYİ YIKIMA SÜRÜKLEMEYİN

İsrail’in Filistin ve İran başta olmak üzere Ortadoğu’da gerçekleştirdiği saldırı ve katliamlar Trabzon ve Rize’nin Pazar ilçesinde protesto edildi. Trabzon’da bir araya gelen Emek ve Demokrasi Güçleri, ‘‘Türkiye’de AKP iktidarının İsrail’e karşı yüksek perdeden açıklamalar yaptığı dönemlerde, İsrail ile ticaretin devam ettiği bilinmektedir ve bu politika İsrail’in emperyalizmin desteğiyle Filistinlilere yönelik olarak uyguladığı soykırım politikasına destek olmaktır. İran’ın bölgedeki direniş kollarının kırılmasıyla başlayarak bu noktaya kadar gelen saldırılarının ABD-İsrail ortak eylemi olduğu asla unutulmamalıdır” denildi.

Pazar’da SOL Parti’nin gerçekleştirdiği protestoda ise şu ifadeler kullanıldı: “ABD-İsrail emperyalizmi bölgemizi yıkıcı bir savaşa sürüklüyor. İsrail’in dün gece İran’a dönük saldırıları göz dönmüş Siyonist rejimin bölge halklarını tarifsiz bir yıkıma sürüklemekten hiçbir zaman geri durmayacağını bir kez daha gösterdi. Bu yaşananlar ABD ve İsrail eliyle açılmaya çalışılan Büyük Ortadoğu Projesinin yeni savaş sahnesidir. BOP Eşbaşkanı Erdoğan ve Bahçeli eliyle Türkiye bu tehlikeli oyuna hiçbir koşulda dahil edilmemelidir. Ülkemiz için felakete sebebiyet verebilecek olası tüm adımlara karşı sınırlarımızdaki ABD üsleri derhal kapatılmalı ve Türkiye İran’a dönük saldırılara, bölgemize büyük acılar yaşatmış BOP’un yeni sahnesine dahil edilmemelidir.”

∗∗∗

İSRAİL’İN EKMEĞİNE YAĞ SÜRDÜNÜZ

CHP Grup Başkanvekili Murat Emir, İsrail ile İran arasındaki çatışmaya ilişkin olarak yaptığı değerlendirmede, Türkiye’nin dış politikasını eleştirerek, iktidarın İsrail karşıtı açıklamalar yapıp somut adım atmadığını söyledi. ‘‘Bütün yaptıklarınız İsrail’in ekmeğine yağ sürüyor. Bütün yaptıklarınızı Trump’la koordine bir şekilde yapıyorsunuz’’ ifadelerini kullanan Emir, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a seslenerek, ‘‘Sayın Erdoğan, peki siz hâlâ Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) eş başkanı mısınız, değil misiniz? Bu soruyu açıklıkla cevaplandırmanızı bekliyoruz’’ dedi.

TBMM’de basın toplantısı düzenleyen CHP Grup Başkanvekili Murat Emir, İsrail ile İran arasında 4 gündür devam eden çatışmaya ilişkin olarak değerlendirmelerini paylaştı. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a seslenerek, “Sayın Erdoğan, peki siz hâlâ Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı mısınız, değil misiniz? Bu soruyu açıklıkla cevaplandırmanızı bekliyoruz’’ ifadelerini kullanan Murat Emir, şunları söyledi:

TRUMP’LA ANLAŞTINIZ

‘‘Trump’la anlaştınız. Trump’tan destek alıyorsunuz. Türkiye’de 19 Mart darbesini yapmadan önce bile Trump’ı bilgilendiriyorsunuz. Trump diyor ki, ‘Yürüyün, biz size bir şey demeyeceğiz. Siz de bizim Büyük Ortadoğu Projesi’mize katkı verin.’  Büyük Ortadoğu Projesi bütün o ülkelerin çökertilmesi. İsrail’in güvenliğini tehdit eden bütün ülkelerin çökertilmesi, yok edilmesi, parçalanması. Yani Amerikan - İsrail Projesi’nin Ortadoğu’da yaşama geçirilmesi adım adım uygulanıyor ve sizin dış politikanızın bütün unsurları Büyük Ortadoğu Projesi’ni inşa etmeye dönüktür.

∗∗∗

İLİŞKİLER TAM GAZ SÜRDÜ

 İsrail ile ticaret Gazze’deki katliamın başlangıcından aylar sonra bile açıktan devam etti. 7 Ekim 2023’te başlayan savaşın ardından Türkiye’den İsrail’e ihraç edilen termal tayt, içlik gibi tekstil ürünlerinin İsrail askerlerince teslim alındığına ilişkin görüntüler ortaya çıkmıştı. 
Filistin’in yanında olduklarını iddia eden AKP iktidarı İsrail’le ticarette gaza bastı. TİM’in raporuna göre İsrail’le yapılan ticaret sürekli artarken bu yıl gerçekleşen ihracat 1 milyar 140 milyon 574 bin doları buldu.

Ayrıca iktidarın ‘sıfırlandı’ dediği İsrail ile ticareti bu kez de İsrail doğruladı. Filistin’e ihracattaki astronomik artışın, İsrail’e satıştan kaynaklandığını İsrail makamları faş etti. Türkiye, 2024’te İsrail’e en çok ticaret yapan 5’inci ülke oldu.

• Bir Yunanistan şirketine ait Barselona’dan İsrail Askeri Endüstrileri’ne çelik taşımak için yola çıkan, VELA gemisi geçen hafta Mersin Limanı’na geldi. İktidara geminin durdurulması çağrısı yapılırken Madleen’e tepki gösterilip VELA’ya ses çıkarılmaması tepki çekti. VELA gemisinin sahibi Yunanistan merkezli Holler Shipping, işletmecisi ise yine Yunanistan merkezli Costamare Shipping VELA gemisi İsrail’e mühimmat taşıdığı gerekçesiyle Avustralya’da da liman işçileri tarafından protesto edildi.

İşçiler Costamare’nin işlettiği VELA’ya İsrail merkezli ZIM Lines’ın konteynerlerini yüklemeyi reddetti.

• Malatya’daki Kürecik Radar Üssü, 2012 yılında NATO tarafından balistik füze saldırılarına karşı erken uyarı radarı olarak kullanılmak üzere kuruldu. Kürecik radar sisteminden elde edilen verilerin İran’ın İsrail’e karşı fırlattığı füzelerin erken tespit edilip durdurulmasında kullanıldığı düşünülüyor. Üsten elde edilen veriler NATO üyesi ülkelerle paylaşılıyor. İran’ın daha önce de İsrail’e düzenlediği önceki misilleme saldırısında fırlattığı füzelerin de Kürecik Radar Üssü sayesinde erken tespit edilip durdurulduğu gündeme gelmişti.

• Paris Havacılık Fuarı’nda imzalanan anlaşmayla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’ın sahibi olduğu Baykar ile İsrail’e silah satan Leonardo, LBA Systems adlı ortak girişimi kurdu.

• İsrail ordusunun yakıt ihtiyacını karşılayan Azeri petrolü İsrail’e Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı üzerinden taşınıyor.

Birgün


Sömürge yasası yetmedi, koşulsuz yağma istiyorlar! Maden patronu vekillerin teklifi Meclis'te -Yusuf Yavuz /soL-

Altın arayıcısından maden şirketi patronuna AKP’li vekillerin imzasının bulunduğu koşulsuz yağmanın önünü açacak kanun teklifi TBMM’ye sunuldu.

aden şirketi patronu olan milletvekillerinin imzası da bulunan AKP’nin kanun teklifi, madencilik ve enerji alanlarında yağmayı kolaylaştırmayı amaçlıyor. AKP hükümetinin 2004 yılında Maden Yasası’nda yaptığı değişiklikle daha önce ormanı, suyu, toprağı ve kültürel mirası koruyan maddeler budanmış, bugün ülkenin dört bir yanında yaşanan vahşi madencilik yıkımının önü açılmıştı. 13 Haziran 2025 tarihinde TBMM’ye sunulan yeni düzenleme ile sömürge yasasıyla yetinmeyen maden patronlarının koşulsuz yağmasının önü açılmak isteniyor. ÇED ve izin süreçlerini kökten değiştirecek içeriğe sahip olan düzenleme ile altın gibi değerli madenlere yönelik izinlerin "kamu yararı" gözetilerek Cumhurbaşkanı Yardımcısı başkanlığında oluşturulacak Kurul tarafından verilmesi, enerji şirketlerinin ise yapı ruhsatı almaksızın üretime devam edebilmesi amaçlanıyor.

Enerji ve maden şirketleri koşulsuz yağma istiyor

Türkiye’nin dört bir yanında yıllardır süren vahşi madencilik yıkımına karşı yargı yoluyla karşı koymaya çalışan halkın karşısına yeni bir düzenleme daha getirilmek isteniyor. AKP hükümetinin 2004 yılında Maden Yasası’nda yaptığı değişiklikle mevzuattaki korumacı maddeler budanmış, daha önce sınırlama getirilen birçok alanda madenciliğin önü açılmıştı. Bu düzenlemenin yarattığı tablo, Ege’den Doğu Anadolu’ya, Karadeniz’den Toroslar’a ülkenin hemen her bölgesinde büyük bir yıkımın fotoğrafını ortaya koyuyor.

‘Yerli ve milli' diyerek yıkım yaratmak

Enerji konusunda da durum pek farklı değil. Kamusal bir hizmet olan enerjide, üretimden dağıtıma özelleştirmenin önünü açılırken, halk enerji şirketlerinin insafına terk edildi. Daha önce ucuz kömür ithal ederek enerji üreten şirketler, dövizdeki hızlı artışla birlikte "yerli ve milli’ söylemiyle yerli kömüre yöneldi. Zeytinlikler, verimli tarım arazileri, ormanlar, kültürel miras alanları ve su havzaları kömürlü termik santrallerin hedefinde.

Muğla'da termik santraller için açıklan kömür madenleri...
Muğla'da termik santraller için açıklan kömür madenleri...

Hem vekil hem maden patronlarının imzaladığı kanun teklifi

13 Haziran’da AKP tarafından TBMM’ye sunulan yeni bir kanun teklifi ise madencilik ve enerji alanında şirketlerin işini kolaylaştırmayı, ormanı, suyu, toprağı savunma çabası veren halkın önüne yeni engeller koymayı amaçlıyor. "Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi" başlığını taşıyan 22 maddelik düzenlemede 115 AKP’li vekilin imzası var. Teklifte imzası bulunan bazı AKP’li milletvekillerinin ise maden şirketi sahibi olması dikkat çekiyor.

Giresun'da çevre yıkımı yaratan AKP'li maden patronu

Kanun teklifinde imzası bulunan AKP Iğdır Milletvekili ve Alagöz Holding’in patronu Cantürk Alagöz’ün şirketleri madencilik ve enerji alanında da faaliyet gösteriyor. AKP’li Cantürk’ün şirketi, Giresun’un Çatalağaç köyünde maden arama faaliyetleri sırasında çevre yıkımına neden olmuş, yöre halkı geçtiğimiz yıl şirkete karşı eylemler yapmıştı.

Soma'da maden işleten AKP'li vekil Nasıroğlu

ÇED ve izin sürelerini hızlandırmayı, projelerle ilgili kurum görüşleri toplamayı 4 ayla sınırlamayı öngören kanun teklifinde imzası bulunan bir başka maden şirketi sahibi ise Fernas Madencilik’in sahibi AKP Batman Milletvekili Ferhat Nasıroğlu. Nasıroğlu’nun Manisa Soma’daki maden şirketinde çalışan işçiler, iş güvenliği sorunu, düşük ücret ve emek sömürüsüne karşı yaklaşık 2 ay süren bir eylem yapmış, Ekim 2024’de anlaşma sağlanmıştı.

Manisa Soma'da Fernas Madencilik işçilerinin eyleminden...
Manisa Soma'da Fernas Madencilik işçilerinin eyleminden...

Altın patronunun yeğeni ve Sudan'da altın arayan vekiller

Altın madenini de kapsayan IV. Grup "stratejik" madenlere yönelik izinlerin, "kamu yararı" gözetilerek Cumhurbaşkanı Yardımcısı başkanlığında bir Kurul tarafından verilmesini teklif eden düzenlemede imzası olan AKP Çorum Milletvekili Yusuf Ahlatçı’nın Türkiye’nin en büyük altın ihracatçılarından biri olan Ahmet Ahlatçı’nın (Ahlatçı Holding) yeğeni olması dikkat çekiyor. Sudan’da altın aradığı yönündeki haberlerle gündeme gelen AKP Denizli Milletvekili Şahin Tin de enerji ve maden şirketlerine dikensiz gül bahçesi yaratmayı amaçlayan kanun teklifinde imzası olan isimlerden biri.

Karada ve suda para eden ne varsa hepsi madendir

2004 yılında yapılan değişiklikle ilgili teklifin 2. Maddesinde, “Yer kabuğunda ve su kaynaklarında tabii olarak bulunan, ekonomik ve ticarî değeri olan petrol, doğal gaz, jeotermal ve su kaynakları dışında kalan her türlü madde bu Kanuna göre madendir…” ifadelerine yer verilmişti.

Şirketlerin önündeki hız tümsekleri kaldırılmak isteniyor

Önümüzdeki günlerde TBMM’de görüşülmesi beklenen yeni kanun teklifi ile yer kabuğunda ve su kaynaklarında doğal olarak bulunan ve paraya çevrilebilecek her türlü maddenin çıkarılıp satılması ve kolayca şirketlerin kasasını doldurması aşamalarında hız tümseği olan bariyerlerin kaldırılması isteniyor.

Bayraktar: İşlemler hızlanacak, sektör desteklenecek

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, düzenlemeyle yenilenebilir enerji yatırımlarında izin süreçlerinin hızlandırılacağını belirterek, “ÇED, orman izinleri, imar izinleri gibi uzun ve karmaşık bürokratik işlemlerin daha kısa sürede tamamlanmasını sağlayacak yeni bir mekanizma devreye girecek. Böylece 48 ayı bulabilen izin süreçleri 18 aya kadar düşürülebilecek. Maden yatırımları konusunda ise yatırımcıların karşılaştığı belirsizlikler en aza indirilecek, ruhsat ve izin süreçlerinde öngörülebilirlik sağlanacak, kamusal denetim ve çevresel sorumluluk güçlendirilecek ve kamu gelirlerinde azalma olmadan sektör desteklenecek” dedi.

Antalya'da yapılan yıkıcı madenciliğe karşı bir eylemden...
Antalya'da yapılan yıkıcı madenciliğe karşı bir eylemden...

‘Kömüre dayalı üretim milli çıkar açısından vazgeçilmez'

AKP’nin hazırladığı kanun teklifinin gerekçe bölümünde, kömürlü termik santrallerde üretilen elektrik ile doğalgaz ithalatının önüne geçildiği savunularak, “Dolayısıyla, yerli kömüre dayalı elektrik üretimi, sadece teknik bir üretim tercihi değil; aynı zamanda ekonomik istikrar, milli çıkar ve enerji bağımsızlığı açısından da vazgeçilmez bir unsurdur” deniliyor.

İspanya ve Portekiz'deki enerji kesintileri örnek gösterildi

Fosil yakıtların vazgeçilmez olduğu vurgulanan kanun teklifinde, güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kesintili üretim karakterine sahip olduğu savunularak Nisan 2025’de İspanya ve Portekiz’de yaşanan geniş çaplı elektrik kesintilerine işaret ediliyor. Teklifte, Türkiye’de benzer bir olayın yaşanmaması için yapılan öneri ise şöyle:

Elektrik arz güvenliği ve fiyat istikrarı için büyük öneme sahip mevcut yerli kömür yakıtlı termik santrallerin, hammadde arz sorunları nedeniyle kapanma tehlikelerinin bertaraf edilmesine yönelik geçici mahiyette düzenleme yapılması amaçlanmaktadır.”

Kazdağı Derneği'nden birlikte mücadele çağrısı

Önümüzdeki günlerde daha çok tartışma yaratması beklenen kanun teklifine tepki gösteren Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, “Ülkemizi enerji ve maden şirketleri için daha da dikensiz gül bahçesi yapan söz konusu kanun teklifine karşı ekoloji ve meslek örgütleri ile siyasi partilerin hep birlikte mücadele ederek, teklifin yasalaşmasını engellemek için hep birlikte mücadeleye davet ediyoruz” açıklaması yaptı.

Maden bulunan ormanlar ücretsiz MAPEG'e devredilecek

Kanun teklifi ile çevresel etki değerlendirmesi ile diğer izin süreçlerinin eş zamanlı yürütülmesinin planlandığına dikkat çekilen açıklamada, ÇED sürecinde diğer izinlerin alınabileceği, maden alanlarına denk gelen ormanların, Maden Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’ne (MAPEG) ücretsiz devredileceği, kurumlardan görüş alma süreçlerinin de MAPEG tarafından yürütüleceği kaydedildi.

Tokatlı köylülerin madencilik girişimine karşı eyleminden...
Tokatlı köylülerin madencilik girişimine karşı eyleminden...

Zeytinlikler kömür santrallerine kurban edilecek

Meclise sunulan kanun teklifiyle stratejik ve kritik madenlerde acele kamulaştırma yapılarak  Cumhurbaşkanlığı’na sınırsız yetki verileceğinin altı çizilen açıklamada, Muğla yöresindeki termik santrallara kömür sağlamak için zeytinliklerin madenciliğe açılacağı, enerji yatırımlarında orman tahsis izinlerinin ise kolaylaştırılacağı belirtildi.

EPDK'ye acele kamulaştırma yetkisi verilecek

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın, enerji ve maden yatırımları için imar planı yapabileceği ve inşaat ruhsatı düzenleyebileceğine işaret edilen açıklamada, “Kamulaştırma kararları ‘tapu’ sayılacak. EPDK’ya acele kamulaştırma yetkisi verilecek. Yapı ruhsatı almadan işletmeye geçmiş olan enerji yatırımlarından bu belgeler istenmeyecek, üretim devam edecek. Kanun Teklifi ekinde yer alan iki adet kroki ve koordinat tablosu yer alan zeytinlikler kamulaştırılacak ve kömür madenciliği yararına açılacak” denildi.

Yusuf Yavuz /soL


Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...