Irak’tan Filistin’e 24 yıllık işgalde BOP ve AKP - BİRGÜN/Hatırlatmalar-

 Bölgemizde kanın ve yıkımın giderek arttığı emperyalist yağma politikaları ve bu politikaların yürütücüsü olan Büyük Ortadoğu Projesinin başat aktörleri olan İsrail ve AKP iktidarı yıkılmadan, NATO üsleri kapatılmadan, Şam’dan Tahran’a, Gazze’den Trablus’a, Ankara’ya, bölgemizde barış, kardeşlik ve huzur dolu bir geleceğin imkânı yok. Bu hafta Hatırlatmalar sayfalarında, AKP’nin kuruluş sebebi olan Büyük Ortadoğu Projesini ve bu kapsamda Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Filistin’de sürdürülen kanlı vahşette Erdoğan iktidarının rolünü okurlarımıza hatırlatıyoruz.

İsrail’’in şimdi İran’’ı hedef alan pervasız saldırganlığı, kuşkusuz bugünle ya da Netanyahu hükümetiyle sınırlı biçimde anlaşılamaz. ABD’nin Ortadoğu’da emperyalist yıkım ve yağma politikaları henüz Soğuk Savaş döneminde Afganistan üzerindeki SSCB etkisinin kırılması için başlatılan Yeşil Kuşak projesine dayanıyor. Bu dönemde Afganistan’da doğrudan Amerikan kongresince onaylanan para yardımları ve CIA planlarıyla ülkede kurulan Taliban ve El-Kaide, bugün hâlâ bölgemizi kana bulamaya devam ediyor. Ancak ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin en kapsamlı emperyalist tasarısı, Soğuk Savaşın ardından, SSCB gibi bir uluslararası direncin ortadan kalkmasıyla şekillendi.

Erdoğan’’ın iktidarının ilk zamanlarında eşbaşkanı olmaktan gururla bahsettiği Büyük Ortadoğu Projesi, 2001’den bu yana her on yılda daha fazla işgal, iç savaş, mecburi göç ve olağanüstü bir yıkımla sürmeye devam ediyor. Bugün de İsrail bu planın yıkıcı gücü olarak, Erdoğan Türkiye’si ise taşeronu olarak kendilerine düşen rolü sürdürüyor. İsrail için emperyalizmin bölgesel karakolluğu, siyonizmin 100 yıllık varlık gerekçesi iken, Büyük Ortadoğu Projesi ise AKP’’nin varlık sebebi.

2001’de ABD’nin Irak’ı işgalinde destek gücü olarak Türkiye’yi kullanmak istediği tezkereyi reddeden Ecevit hükümetinin hızla ortadan kaldırılarak yerine konulan AKP iktidarı, 2003 Irak tezkeresinde, Suriye iç savaşında, Libya işgalinde hatta ülkede bugün sürmeye devam eden iç savaşta, İran ve müttefiklerine yönelik saldırganlıkta ve Filistin’’deki soykırımda, emperyalizmin taşeronluğunu sürdürmeye devam ediyor. 2003’te mecliste tezkere geçsin diye yalvaran AKP liderliği, 2011’den bu yana Suriye’de cihatçılar ne istediyse vermeye devam ediyor. 2010’da Libya işgali için İzmir’in merkez olmasını öneren iktidar, bugün Filistin’de soykırıma teçhizat taşıyor, İsrail’e silah satan şirketlerle ortaklığa giriyor, ülkedeki NATO üsleri üzerinde Tel Aviv’e İran silahlarının istihbaratını sağlıyor.

Bölgemizde kanın ve yıkımın giderek arttığı emperyalist yağma politikaları ve bu politikaların yürütücüsü olan Büyük Ortadoğu Projesinin başat aktörleri olan İsrail ve AKP iktidarı yıkılmadan, NATO üsleri kapatılmadan, Şam’dan Tahran’a, Gazze’den Trablus’a, Ankara’ya, bölgemizde barış, kardeşlik ve huzur dolu bir geleceğin imkânı yok. Bu hafta Hatırlatmalar sayfalarında, AKP’nin kuruluş sebebi olan Büyük Ortadoğu Projesini ve bu kapsamda Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Filistin’de sürdürülen kanlı vahşette Erdoğan iktidarının rolünü okurlarımıza hatırlatıyoruz.

***

BOP’UN TARİHSEL BAĞLAMI

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıldaki en somut ve dinamik hedeflerinden biri olarak kendini gösterdi. II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan küresel manzarada Sovyetler Birliği ile Ortadoğu’daki milliyetçi-sosyalist rejimler arasında gelişen ittifaklar, askeri ifadesini NATO’da bulan Amerikan emperyalizmini dengeleyici bir güç olarak yükseldi. Ortadoğu coğrafyasının zengin enerji kaynakları, ABD emperyalizminin klasik sömürü mantığı açısından her zaman için bir ilgi kaynağıydı. Fakat özellikle Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerin Soğuk Savaş konjonktürü bağlamında alternatif kalkınma ve genişleme projelerine eklemlenmesi hem coğrafik hem de ideolojik olarak ABD emperyalizminin ilerleyişinin önünde ciddi bir engel olarak duruyordu.

Bu bağlamda, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile oluşan yeni dünya düzeni, ABD emperyalizminin bölgedeki egemenliğinin yeniden ve daha güçlü tesis edilmesi açısından ciddi fırsatlar doğurdu. Bölgedeki birçok ulusal rejim, kendisini yeni düzenle uyumlulaştırma yoluna gitti. Buna eşzamanlı olarak, gerek IMF’nin artan gücü üzerinden geliştirilen ekonomik kıskaçlarla gerekse de bölgedeki etnik ve kültürel gerilim potansiyellerini bir iç savaş konseptine dönüştürebilecek unsurlara sunulan askerî ve lojistik destekler yoluyla bölgedeki siyasal rejimler birer birer istikrarsızlaştırıldı. Siyasal olarak düzlenen ülkelerde ABD emperyalizmiyle uyumlu şekilde çalışacak çok sayıda politik aktör siyaset sahnesinde yerini böylece almış oldu. Fakat bu durumun, ABD emperyalizmi açısından bir nihai zafer olmadığı çok geçmeden ortaya çıktı. Emperyalizmin güdümünde çalışan siyasi merkezler, ekonomik ve idari sömürünün maliyetini giderek daha fazla gerici unsura yaslanarak örtbas etmeye, dolayısıyla da kendi toplumsal dayanaklarını tahrip etmeye başladı. Emperyalizmin istikrarsızlaştırma politikaları, kendi evlatlarının da iktidarlarını sürdürme koşullarını ellerinden almıştı.

Bu çelişkili durumun en somut örneği El-Kaide idi. Sovyetler’in Afganistan’daki nüfuzunun kırılması için CIA tarafından eğitilen ve donatılan Afgan cihatçılar, daha sonra El-Kaide ismiyle örgütlenerek Taliban yönetimi içerisinde önemli bir siyasi nüfuz elde etti ve 11 Eylül 2001’de ABD’ye saldırı gerçekleştirebilecek kadar güçlü bir küresel cihatçı örgüt haline geldi. Afganistan’la başlayıp Irak’a yayılarak devam edecek işgal süreci, bir yandan emperyalizmin kendi safrasını temizlemesinin, ama bir yandan da ABD hegemonyasının küreselleşme stratejisinin, yani özünde finans-kapitalin önündeki ulusal engellerin temizlenmesinin aracı olarak kurgulandı. Yeni askerî üsler elde ederek NATO’nun etki alanını genişletmek ve askerî harcamalar, silah satışları yoluyla ekonomik durgunluğu aşmak gibi halihazırda emperyalistlerin iştahını kabartan hedeflerdi. BOP, işte böylesi bir emperyalist savaş konseptinin içerisinde, Ortadoğu’daki verili siyasal durumun ABD emperyalizminin küreselleşme politikalarıyla uyumlulaşacak şekilde yeniden dizayn edilmesinin bir ifadesiydi. Emperyalizmin “Ortadoğu’yu demokratikleştirmek” söylemi üzerinden ambalajladığı paketin içerisinde yeni savaşlar, yıllara yayılacak işgaller, emperyalist talana daha fazla açılacak topraklar bulunuyordu.

***

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİNDE TÜRKİYE’NİN ROLÜ

Uzayan işgal süreçleri ve bunun getirdiği siyasal, askerî ve ekonomik zaiyatlar, emperyalizmi hem kendi merkezlerinde hem de işgal ettiği ülkelerde ciddi bir meşruiyet krizine soktu. Bu meşruiyet krizinin giderilmesi açısından bir siyasal modelin inşa edilmesi hedefleniyordu. Bu modelin, iddia edildiği gibi bir “demokrasi” sorunu bulunmuyordu. Aksine, ulusal kalkınma gibi demokrasiye kısmen alan açabilecek rejim pratiklerin tümüyle tasfiye edildiği, emperyalist sömürü mekanizmalarının dinci-gerici siyasal iktidarlar eliyle silikleştirildiği, yalnızca biçimsel düzeyde demokrasi pratiklerinin kısmen var olacağı, Batılı emperyalist merkezlerle uyumlu çalışabilecek “ılımlı İslam” devletleri tahayyül ediliyordu. İşgal edilen ülkeler açısından durum böylesi bir modelin ortaya konmasına imkân vermiyordu. ABD emperyalizminin içsel bir nitelik arz ettiği bir bölge ülkesi olan Türkiye’nin 2000’li yıllara kendini sürekli olarak tekrar eden siyasi ve ekonomik krizler eşliğinde girmesi, böylesi bir modelin ortaya konması açısından elverişli görünüyordu.

ABD’nin, daha sonra AKP’yi kuracak olan kadrolara, özellikle ‘90’ların ikinci yarısında artmaya başlayan ilgisi böylesi bir bağlama oturuyor. Emperyalizmin açık desteğini alan 12 Eylül darbesinin yol verdiği siyasal İslamcılığın “Yenilikçi” figürleri, emperyalizmin Ortadoğu üzerinden verdiği mesajları doğru okudular ve BOP’un öngördüğü siyasal modeli gerçekleştirmeye talip oldular. AKP’nin kuruluş sürecinde, üstelik Ecevit’in Beyaz Saray’da Irak işgaline destek vermeyeceğini açıkladıktan yalnızca on gün sonra, henüz AKP liderliği dışında bir resmî sıfatı olmadığı halde Erdoğan’ın dönemin ABD Savunma Bakanı Yardımcısı Richard Perle ile gizli şekilde görüşerek özel olarak Irak meselesine, fakat daha geniş biçimde ABD’nin küresel siyasetine dair türlü güvenceler vererek masadan kalkması bunun somut ifadesiydi. CIA’nın Ortadoğu masasının bilindik isimleri olan Graham Fuller ve Henri Barkey’le de yine bu ziyarette yemekler yendi. Elbette ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki aparatı İsrail de unutulmadı ve Amerikan Yahudi Kongresi’nin yetkilileri ile ilk temaslar burada kuruldu. Başbakanlıktan BOP’un eşbaşkanlığına giden sürecin taşları burada dizilmeye başladı.

Erdoğan, dönemin Amerikan emperyalizmi için aranan kandı. Keza Erdoğan ve Gül’ün henüz daha Erbakan ile yolları ayırmadan evvel, Refah-Yol hükümeti döneminde Batı ile iyi geçinen karizmatik liderler olarak ılımlı İslam projesi için uygun aktörler olarak görülmesi bunun bir başka kanıtı. Nitekim Erdoğan da başbakan olduktan sonra birçok defa BOP eşbaşkanı olmaktan gurur duyduğunu tekrar edecekti.

***

11 EYLÜL: AKP’NİN KURULUŞU

BOP açısından Türkiye, ABD’nin Soğuk Savaş bakiyesi BAAS iktidarlarına karşı savaşında uç karakol görevi görecekti. Irak, Suriye, Libya, Yemen, Mısır ve İran’da Amerikan emperyalizmi ve neoliberalizm ile çelişkili olan iktidarlara karşı hem ideolojik bir rol modeli hem de olası bir işgal ihtimalinde ilk müdahale merkezi görevi görecekti. Nitekim Washington’ın Irak’ı işgal etme kararı sonrası, bu planın istenen biçimde uygulanmaya konabilmesi adına ilk hamle, Türkiye’de iktidar değişikliği oldu.

11 Eylül saldırıları sonrasında ABD Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk sahnesini Afganistan işgaliyle kurdu. Bunun ardından –sonradan yalan olduğu ortaya çıkacak– kimyasal silahlar iddiasıyla Irak’ı hedef tahtasına koydu. O dönemde, MHP, ANAP, DSP koalisyon hükümetinin başbakanı olarak görev yapan Bülent Ecevit, Irak’a yönelik müdahale planı karşısında temkinli bir tutum izlemeye çalışıyordu. Büyük ekonomik krizin etkisiyle sarsılan bu iktidarın sona ermesinde, ABD’nin Irak’a yönelik planına karşı gösterilen direncin de önemli bir etkisi oldu. IMF kıskacında Derviş’le izlenen yıkım politikalarının etkisinin toplumda derin bir yoksulluk olarak hissedildiği bu dönemde, Ecevit’in sağlık sorunları medyanın birincil gündemi haline geldi. Kendi partisi içerisinden Hüsamettin Özkan, İsmail Cem ve Kemal Derviş’in DSP’den ayrılması, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı, AKP iktidarının kapısını araladı. Tezkereyi reddeden Ecevit, kendi hükümet ortakları tarafından iktidardan uzaklaştırıldı ve görev işin “ehline” bırakıldı.

Erken seçimde iki partili mecliste %37 oy oranına rağmen çoğunluğu sağlayan AKP’nin ilk icraatlarından biri de Irak tezkeresini meclise sunmak oldu. ABD’’nin Irak işgaline Türkiye’yi katmak için talep erttiği “yurtdışına asker gönderme ve Türkiye’de yabancı asker bulundurma” konusundaki yetki tezkeresi 62 bin ABD askerini kapsıyordu. 255 uçak ve 65 helikopteri aşmamak kaydıyla yabancı silahlı kuvvetlerin geçici olarak konuşlandırılmak üzere 6 ay süreyle Türkiye’de bulunması; bunların Türkiye dışına intikallerinin en kısa sürede tamamlanması ve yabancı Hava ve Deniz Kuvvetleri ile özel kuvvetlerin unsurlarının muhtemel bir harekâtta kullanılmalarını sağlayacaktı. Ancak AKP’nin iktidara gelişi, tek başına Irak tezkeresinin geçmesi için yeterli olmadı. Erdoğan’ın hâlâ siyasi yasaklı olduğu, başbakanlığı Abdullah Gül’ün yürüttüğü süreçte, AKP liderliğinin tüm basıncına rağmen mecliste gizli oturumla oylamaya sunulan oturumdan tezkereye “Hayır” çıktı. Bunda, solun merkezinde olduğu savaş karşıtı kamuoyu, toplumda ABD’ye ve emperyalist işgallere yönelik antipati büyük rol oynadı. ABD’nin tezkere reddine ilk tepkisi, Amerikan askerlerinin Irak’taki TSK askerlini rehin aldığı ünlü “çuval geçirme” skandalı oldu. Ancak Washington uzun vadede 1 Mart fiyaskosundan gerekli dersleri çıkararak, bir daha tekrarı olmaması için gerekli hazırlıklara başladı.

TSK’nın tezkereye ayak diremesi, sonrasında ordunun Büyük Ortadoğu Projesi’ne uyumlulaştırılmasını hedefleyecek Ergenekon operasyonlarını gündeme getirdi. Aynı dönemde siyasal İslamcı dönüşümün önünde engel olarak görülen solun etkisizleştirilmesine yönelik operasyonlar da bizatihi Amerikan planının parçası olarak gerçekleştirilmeye çalışıldı.

Öte yandan da ABD, kendi çıkarları için Türkiye’de kısmi demokratik ortamın yok edilmesi gerektiği hususunu özellikle 1 Mart’ın bir dersi olarak değerlendiriyordu. CIA Türkiye eski şefi Paul Bernard Henze, 2006 yılında Beyaz Saray’a sunduğu Türkiye raporunda bu konuda şöyle diyordu: “Türkiye’nin bu şekliyle, Amerikan politikalarının yanında olacağından emin olamayız. Ülkeyi kuranlar, denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Hükümeti ikna ettiğimizde Meclis, Meclis’i ikna ettiğimizde ordu, orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza geçebiliyor. Eğer Amerika’nın çıkarı Türkiye’de bir federal devlet kurulması ise mutlaka ve öncelikle yargı, ordu, Meclis ve hükümeti tek elde toplayan başkanlık rejimine geçilmelidir. Bir kişiyi ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten daha kolay olacaktır. Eğer o kişi Amerikan çıkarlarına yardım etmek konusunda tereddüt ederse, bir kişi üzerine kurulmuş yapıyı yıkmak, Amerika için sorun olmaz.”

Nitekim AKP bu denetim mekanizmalarını yıkmak için o dönemki müttefiki Fethullahçılar ile birlikte uzun soluklu bir savaş verdi. Ergenekon-Balyoz operasyonları ile ordu içerisinde kendilerine engel teşkil edebilecek isimler temizlendi. Liberallerin ve Kürt hareketinin kısmi desteği ile 2010 referandumu sonucunda, yürütme yargı üzerinde hâkimiyet kurdu. İçeride tek adam iktidarına gidiş planı adım adım sürerken, BOP da Irak’tan sonraki yeni hedefine yaklaşıyordu.

***

SURİYE’NİN İŞGALİ VE TÜRKİYE’NİN ROLÜ

Arap Baharından Washington’ın çıkardığı bir diğer fırsat, Suriye’nin işgal edilme ihtimali oldu. Bölge isyanlarının en zayıf geçtiği ülkelerden biri olan Suriye’de başlayan Ekmek Eylemleri, Obama-Clinton ikilisinin ağzını sulandırırken, burada doğrudan müdahale ve merkez karakolluk görevi de Erdoğan iktidarına devredildi. Henüz daha eylemler silahlı bir boyut kazanmamışken Hatay sınırına mülteci kampları kuruldu. Dönemin Dışişleri bakanları Clinton-Davutoğlu ikilisinin hesabı, bu kamplara gelmeye başlayan insan sayısı belli bir seviyeyi geçince, bunu işgalin meşruiyeti olarak kullanmak olacaktı. Ancak planlar beklendiği gibi gitmedi, Esad hükümeti isyanlara beklendiği kadar sert tepki vermeyince, bu kez iç savaşın tırmandırılması için yeni bir strateji geliştirildi. Türkiye’nin hem Irak hem Suriye sınırı açılarak ülkeye cihatçı lojistiği sağlanmak istendi.

2001 Irak savaşında Amerikalıların kurduğu geçici hükümetin kararıyla Saddam ile işbirliğinde oldukları gerekçesiyle devletteki tüm görevlerden uzaklaştırılan, Amerikan hapishanelerinde işkencelerle radikalleştirilen Sünni cihatçıların kurduğu Irak El-Kaide’sine, Suriye’de Arap Alevi Esad hükümetini devirmeleri için her türlü destek verildi. Türkiye üzerinden Irak’tan Suriye’ye geçen cihatçı çeteler, rejim güçleriyle çatışmalara başlayarak süreci hızla kanlı bir mezhepçi iç savaşa sürükledi. ABD-AKP ortaklığında doğrudan Esad hükümetinin hedef aldığı saldırılarla büyüyen müdahale, Rusya’nın savaşa dahil olması sebebiyle hedefine istenen sürede ulaşamadı ve Suriye 14 yıl sürecek bir iç savaşa girdi.

İç savaş sürerken, Irak’tan getirilen El-Kaideci yapılanmaların kendi içlerinde radikalleşerek önce El-Nusra Cephesi, ardından IŞİD’i ortaya çıkardı. IŞİD, aynı Afganistan işgali sürecinde yine Amerikan askerî ve istihbarat faaliyetlerinin meyvesi olduğu halde 11 Eylül saldırısını gerçekleştiren El-Kaide gibi, cihatçı barbarlığı Suriye sınırlarının dışına taşıdı, Türkiye’de, Fransa’da, Almanya’da terör saldırıları gerçekleştirdi. 2015 genel seçimleri sürecinde Türkiye’deki bölgesel savaş konjonktürü içerisinde IŞİD ve TAK saldırıları, muhalefetin sindirilmesi ve sokaktan çekilmesinde önemli rol oynadı. Ardından iktidar koalisyonu içerisindeki çatışmaların bir sonucu olarak gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişimi ile birlikte bu kanlı süreç, OHAL koşullarında hileli bir referandumla Türkiye’de rejim değişikliğini getirdi. Henüz Suriye’de istenen iktidar değişimi yaşanmadan, Türkiye’de Henze’nin planı sonuçlanmış ve Ankara’nın cihatçılarla tarihinde ilk kez bu kadar içlidışlı olduğu sürecin sonucu olarak Türkiye’de tek adam rejimine geçiş sağlanmıştı.

ŞAM İSRAİL’E HEDİYE

Ancak Suriye’deki gelişmeler Rusya’nın Ukrayna’yla girdiği savaş ve 7 Ekim’in ardından İsrail’in Gazze merkezli yeni genişleme sonrası yeni bir evreye geçti. İsrail’in Suriye’deki müdahaleye karşı Esad ile işbirliği içerisindeki Lübnan Hizbullah’ını zayıflatması, Irak ve Suriye’deki İran destekli Haşdi Şabi’ye yönelik saldırıları, İran ile başlattığı çatışmalar, Suriye’de cihatçılara karşı hükümetin dış desteğini zayıflattı. Son olarak ABD’de ikinci kez iktidara gelen Trump’ın Putin’e Ukrayna konusunda verdiği garantiler sonucu Rusya’nın da Suriye’den desteğini çekmesiyle Şam’da iktidar değişimi için tüm koşullar sağlandı. Tam bu noktada Erdoğan iktidarının yıllardır silah ve eğitim desteği verdiği, Astana protokolleri çerçevesinde gözetiminde tutma sözünü verdiği İdlib’deki cihatçı güçler Şam’a doğru harekete geçti ve ciddi bir direnişle karşılaşmadan birkaç gün içerisinde rejimi yıktı. Cihatçıların Suriye’de iktidarı ele geçirmesinin ardından, AKP iktidarı HTŞ’lilerden demokrasi kahramanı yaratmak için uzun bir imaj çalışmasına girişti, Batı da bu “demokratik” cihatçıları büyük hoşgörüyle karşıladı. AKP bu kez Suriye üzerindeki kontrolünü meşrulaştırmak için içeride Kürt açılımını hızlandırdı, daha ilk günden MİT başkanından Dışişleri Bakanına saray taşeronluğunun kilit isimlerini HTŞ liderine yolladı. Ancak Suriye’de 14 senedir beklenen rejim değişikliğinin en somut sonucu, İsrail’in zaten hukuk dışı bir şekilde işgal ettiği Golan tepelerindeki askerî varlığının sınırlarını kuzeye kadar genişletmek ve İran’ın müttefikleri ile Suriye üzerinden kurduğu lojistik hatları keserek ülkedeki hegemon güç haline gelmesi oldu. Bugün dahi İsrail savaş uçakları, İran’a saldırılarında Suriye hava sahasını ikmal için kullanabiliyor.

***

LİBYA’DA BÜYÜYEN TAŞERONLUK

2010’lu yıllar, Arap Baharı ile açıldı. Mısır ve Tunus merkezli olarak başlayan isyan hareketleri, ülkelerindeki yoksulluk ve demokrasi krizine karşı halkların kendiliğinden ve örgütsüz reaksiyonu olarak baş gösterirken, hızla ABD eliyle Ortadoğu’da emperyalist plan açısından yeni ve prestijli bir fırsata dönüştü. Afganistan ve Irak savaşlarının kanlı bilançosunun Amerikan müdahaleciliğine negatif yansıması ve yarattığı meşruiyet krizi, Arap baharında kimi ülkelerde siyasal İslamcı güçlerin iktidarı ele geçirmesiyle bir nebze yumuşadı. Özellikle ABD’nin tamamen kontrolünde olmayan ülkelerdeki siyasal isyanlar ve iktidar değişiklikleri, Washington’da yeni bir fırsat penceresi açtı. Haritada Suriye ve Libya, Irak’ta geçen kanlı 8 yılın ardından yeni işgal hedefleri olarak seçildi.

Oysa bölgenin en büyük petrol rezervlerini barındıran Libya’nın bağımsızlığına kavuşması, sağlık ve eğitimin ücretsiz hale getirilmesi, okuma yazma oranının dört katına çıkarılması ve ülkenin laik bir temelde kalkınması sürecinin başrolü olan Kaddafi, Arap baharından en az etkilenen ülkeydi. Yanı başında Mısır ve Tunus’ta yaşanan kitlesel ayaklanmalara karşın, Libya’da kendiliğinden gelişen ciddi bir eylemlilik yaşanmadı. Ancak on yıllardır Amerikan karşıtı bir pozisyon ile dedolarizasyon ve Afrika Birliğini savunan Kaddafi’nin bir toplumsal ayaklanma ya da iç savaşla devrilme ihtimali ABD açısından Mısır ve Tunus’tan çok daha kıymetliydi.

Nitekim geçmişte Afganistan’da olduğu gibi Libya’da da ABD başta olmak üzere emperyalist blok el altından para ve silah desteği verdiği örgütlenmeler üzerinden yapay bir toplumsal ayaklanma örgütlemeye girişti. Kaddafi hükümetinin bu ayaklanmaları bastırma girişimi NATO müdahalesi için yeterli bir sebepti. 2016 Amerikan seçimlerinde Clinton’ın sızdırılan mailleri de Libya’ya müdahalenin temelinde Kaddafi’nin dolar yerine Afrika’nın ortak para birimi olarak altın dinarına geçilmesi için yatırım yapma “suçu” olduğunu ortaya çıkardı.

19 Mart 2011’de Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan orduları başta olmak üzere tüm NATO üyelerinin desteği ile Libya’ya hava bombardımanı başlatıldı. Libya ordusunu imha ederek Kaddafi’yi devirmeyi hedefleyen operasyon, 400’den fazla sivilin katledilmesine sebep oldu. NATO hava saldırılarının desteklediği Ulusal Geçiş Hükümeti güçleri Trablus’u ele geçirdikten sonra iktidardan düşen Kaddafi, muhalifler tarafından yakalandı, işkence edilip öldürüldü. NATO’nun desteklediği sözde “özgürlükçü” Geçiş Hükümeti, Kaddafi’nin cesedini halka göstermek için günlerce soğuk hava deposunda sergilendi.

Erdoğan, NATO işgalinde de kendisine biçilen rolü yerine getirmişti. Libya’ya müdahale eden NATO merkez komutanlığının İzmir’e taşınmasını sağlayarak işgalci kuvvetlere her türlü kolaylığı gerçekleştirdi. Nitekim TSK doğrudan bu işgale katılmasa da sonrasında ülkenin bugün bile içinden çıkamadığı bitmeyen iç savaş içerisinde daha doğrudan bir rol alacaktı. Libya iç savaşında Türkiye, Katar ile birlikte İhvancı Ulusal Mutabakat Hükümetini destekliyor.

Bu savaş aynı zamanda iktidarın yeni savaş aparatlarının da büyütülmesi için fırsat oldu. Saray rejiminin ilk kontrgerilla “şirketi” olan, gayrinizami harp örgütlenmesi eğitimleri verdiğini açıkça duyuran SADAT eliyle savaş bölgelerine cihatçı örgütlenmelerin taşınmasından, doğrudan yandaşlık hatta akrabalık ilişkileri içerisinde büyüttüğü Bayraktar’ın silahlarının pazarlanmasına kadar Libya iç savaşı emperyalist taşeronluğun seviye atlaması açısından bir fırsat alanı oldu.

***

AKP SATIYOR NETANYAHU VURUYOR

AKP iktidarının, 2015-2016 döneminde sarpa saran BOP eşbaşkanlık rolüne iki elle yeniden sarılması, 7 Ekim sonrası oluşan atmosferle mümkün oldu. İsrail’in Gazze’de yaklaşık 2 senedir sürdürdüğü soykırımın sonucunda, bilimsel araştırmalara göre yaklaşık 400 bin insanın yaşamını ya kaybettiği ya da kaybedeceği belirlendi. Ancak 21. yüzyılın bu en büyük, en kanlı soykırımına karşı, Filistin’i vicdan ve ümmet siyaseti için 23 yıldır tepe tepe kullanan iktidarın başlıca tavrı, soykırımcı İsrail’e gerekli lojistik ve hammadde desteğinin sağlanması oldu. İsrail ile ticaret, 7 Ekim’den sonra daha da arttı, doğrudan Erdoğan ailesine ait gemilerle ülkeye demir-çelik ihracatı yapılmaya devam etti. İsrail, Türkiye’den gelen demir-çeliği kendi askerî üsleri ve Gazze’deki kafes sistemleri için kullanıyor. Türkiye’nin rolü ise demir-çelik ihracatı ile sınırlı değil. Ayrıca Azerbaycan’daki bir başka tek adam rejimi olan “kardeş” hükümet İlhan Aliyev’in İsrail’e petrol satışı için kullandığı ikmal yolu da yine Türkiye limanından geçiyor. İsrail’e ticaret için Türkiye limanlarını kullanan ülkeler yalnızca Azerbaycan ile sınırlı değil, geçtiğimiz günlerde Barcelona limanından yola çıkan Vela gemisinin de Mersin limanını kullandığı ortaya çıkmış, yapılan protestolar polis müdahalesiyle karşılaşmış ve Vela gemisinin güvenle İsrail’e geçişi sağlanmıştı. Aksi biçimde, tüm dünyadan eylemcilerin ortak eylemi ile Batı Afrika’dan Filistin’e erzak desteği için yola çıkan Özgürlük Filosu, İstanbul boğazında aylarca rehin tutularak Gazze’ye geçişi yasaklanmıştı.

Ancak AKP iktidarının İsrail desteği yalnızca ticaret ve lojistik ile sınırlı değil. Geçtiğimiz günlerde iktidarın gözdesi, Erdoğan’ın damadının şirketi Bay-kar, İsrail’e silah satan İtalyan şirketi Leonardo ile ortaklık imzaladı. Böylece AKP, soykırım ve emperyalist genişlemenin yalnızca hammadde ve lojistiğinde değil, bizzat Filistinli çocukları hedef alan silahlarda da desteğinin olmasını sağladı.

Erdoğan’ın BOP eşbaşkanlığının üçüncü on yılında, 7 Ekim sonrası İsrail’in bölgesel saldırganlığında Türkiye büyük bir rol oynamaya devam ediyor ve bu rol yalnızca İsrail ile perde arkasında kurulan ilişkilerle sınırlı değil. Saray rejiminin bizzat Suriye’de rejim değişikliğinde oynadığı rol sayesinde, İsrail  hem kendisine genişleyecek yeni bir alan yarattı hem de kendisine karşı gelişen tüm direniş eksenlerini zayıflatma imkânı buldu. Keza geçtiğimiz yıl İran’ın İsrail’e yönelik füze saldırılarında, Tel Aviv’e füzelerle ilgili istihbarat ilk elden Kürecik’ten çıkmıştı. Bugün hedefte İran’ın olduğu yeni bir işgal konuşulurken, kuşkusuz sarayda da aynı Irak’ta, Suriye’de, Libya’da ve Filistin’de olduğu gibi, ABD-İsrail koalisyonuna nasıl hizmet edileceğinin planları yapılıyor.

BİRGÜN

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

 Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer-

Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim karşısına çıkarılması bekleniyor. YouTube kanalına da yine pazartesi günü RTÜK tarafından lisans talep edilmesi bekleniyor.

f

Gazeteci ve Youtube programcısı Fatih Altaylı akşam saatlerinde Nişantaşı’daki evinden gözaltına alındı.

Altaylı’nın alındığını eşi Hande Altaylı sosyal medyada paylaştığı “Az önce Fatih’i aldılar. Nereye götürdüklerini bilmiyoruz” mesajıyla paylaştı.

Altaylı’nın avukatları gözaltı kararının dün sabah Youtube kanalından paylaşılan videoda sarf edilen sözlerden kaynaklandığını düşünüyor.

Söz konusu videoda Altaylı’nın program partneri “Halka Erdoğan’ın ömrü boyunca cumhurbaşkanı kalıp kalmamasının sorulduğunu ve yüzde 70’in buna karşı çıktığını” dile getiriyor.

Altaylı bu bilgiye karşı bu oranın beklediği bir oran olduğunu ifade ettikten sonra “Türk halkının sandığı sevdiğini ve gücün kendisinde olmasını istediğini” belirtiyor.

(Türk halkının) “Babasını seçse, babasını oraya koysa, babasını değiştirme ihtimalini elinde tutmaktan hoşlandığını” söyleyen Altaylı “Bu yeni bir şey de değil, yakın geçmiş değil uzak geçmişe bak, bu millet padişahını boğmuş bir millettir. Az buz değildir öldürülen, suikasta kurban giden Osmanlı padişahı” diyerek sözlerine devam ediyor.

Daha sonra “suikasta kurban giden” sözlerini düzelten Altaylı, “Suikast demeyelim de, komploya kurban giden veyahut boğazlanan veya intihar etti süsü verilen Osmanlı padişahı” ifadesini kullanıyor.

Altaylı bu kısmın devamında “O yüzdendir ki, Türk halkı seçme hakkının elinden alınmasından veya kendi kaderini kimin belirleme hakkının elinden alınmasından hoşlanmaz” diyerek konuyu yeniden bu bölümün başında yer alan anketin sonuçlarına getiriyor.

Sosyal medyada Altaylı’nın gözaltına alınmasına neden olan videonun iki versiyonu paylaşıldı.

Videolardan bir tanesi 36 saniye uzunluğundaydı ve bu kısa versiyonda Altaylı, Erdoğan’la ilgili yorumlarının hemen ardından Türk milletinin padişahlarını boğdurduğundan söz etmeye başlıyordu.

2 dakikadan uzun versiyonda ise Altaylı sözü yaklaşık bir dakika sonra “uzak geçmişe” getiriyordu.

Fatih Altaylı’nın avukatları, ünlü gazetecinin Vatan Emniyet’e götürüldüğünü doğruladı.

Aldığımız bir diğer bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim karşısına çıkarılması bekleniyor.

Ayrıca Altaylı’nın Youtube kanalına da yine pazartesi günü RTÜK tarafından lisans talep edilmesi bekleniyor.

Daha önce RTÜK tarafından sosyal medyada paylaşılan bir gönderide Fatih Altaylı’nın kanalı için lisans alması gerektiği belirtilmiş fakat bu talep resmi kanallardan yapılmadığı gibi RTÜK’ün web sitesinden de duyurulmamıştı.

                                                                 /././

Taksim ve Şişhane Metro İstasyonları kapatıldı; valilik 24 saatlik yasak getirdi

Taksim ve Şişhane Metro İstasyonları kapatıldı; valilik 24 saatlik yasak getirdi

İstanbul Valiliği’nin aldığı karar doğrultusunda M2 hattının Taksim ve Şişhane istasyonları ile F1 füniküler hattı işletmeye kapatıldı. 22 Haziran günü kent genelinde tüm açık alan etkinlikleri yasaklandı.

Metro İstanbul, İstanbul Valiliği’nin aldığı karar doğrultusunda, ikinci bir duyuruya kadar M2 Yenikapı-Hacıosman Metro Hattı’nın Taksim istasyonu ile Şişhane istasyonu İstiklal Caddesi ve Refik Saydam girişlerinin kapatıldığını duyurdu. Ayrıca, F1 Taksim-Kabataş Füniküler Hattı da işletmeye kapatıldı. Açıklamada, “Araçlarımız Taksim istasyonunda durmayarak seferine devam edecektir” denildi.

Valilikten yapılan açıklamada ise 22 Haziran 2025 günü sosyal medya üzerinden yapılan toplanma çağrılarına dikkat çekilerek, “kamu düzeni ve toplumsal barışı bozabilecek eylemlere sebebiyet verebileceği” gerekçesiyle yasak kararı alındığı belirtildi. Açıklamanın tam metni şöyle:

“Bazı sosyal medya hesapları üzerinden; 22.06.2025 günü içerisinde toplanma çağrıları yapıldığı anlaşılmıştır. Bahse konu yapılmak istenilen toplanmaların, kamu düzeni ve toplumsal barışı bozabilecek eylemlere sebebiyet verebileceği değerlendirilerek, 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 17. Maddesi ve 5442 sayılı İl idaresi Kanunu’nun 32/ç maddesine istinaden; Kaymakamlığımızca idaremizde bulunan tüm açık alanlarda 22.06.2025 günü saat 00.01 itibari ile 24 saat süreyle toplantı ve gösteri yürüyüşü, basın açıklaması, bildiri dağıtma, oturma eylemi gibi tüm etkinlikler YASAKLANMIŞTIR.”

Valilik ayrıca şu tedbirlerin alınacağını duyurdu:

"Taksim Meydanı Cumhuriyet Anıtı’nın bariyerle kapatılması,

Taksim Meydanı, Gezi Parkı, Sıraselviler Caddesi ve İstiklal Caddesi’nin Tünel Meydanı’na kadar olan kısmı ile bağlı sokakların araç ve yaya trafiğine kapatılması,

İlçede meydana gelebilecek toplumsal olaylara karşı ihtiyaç halinde farklı noktalarda yaya ve araç trafiğinin kapatılması."

İHD’den yasak kararına tepki

İnsan Hakları Derneği (İHD), Şişli Kaymakamlığı ve İstanbul Valiliği tarafından alınan yasak kararlarına tepki gösterdi. Dernek açıklamasında şu ifadeler yer aldı:

“11. Trans Onur Haftası kapsamında gerçekleştirilmek istenen toplantı ve gösteri yürüyüşü, Şişli Kaymakamlığı ve İstanbul Valiliğinin aldığı hukuka aykırı kararla yasaklanmıştır. Anayasa'nın 34. Maddesinin ‘Herkes önceden izin almadan silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.’ düzenlemesine aykırı olan yasaklama kararı ile LGBTi+lar bir kez daha kategorik olarak toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının öznesi olmaktan çıkarılmıştır. LGBTİ+ vatandaşlar üzerindeki baskıların son bulmasını ve Onur Yürüyüşlerinin önündeki yasakların bir an evvel kalmasını talep ediyoruz.”

                                                       ***

Sebastião Salgado: Fotoğrafın içindeki fotoğrafçı -Esra Akgemci-  

Wim Wenders’ın Salgado’yu anlattığı Toprağın Tuzu adlı belgeselinde söylediği gibi, “foto” Yunancada ışık demektir, “fotoğrafçı” da ışıkla yazı yazan kişi. Gerçekten de Salgado için fotoğraf, “edebiyat gibi bir şeydi”, yazarların kalemle söylediklerini o makineyle söylüyordu.

esra akgemci 22 haziran haftalık

Bir fotoğraf karesi, bir anın ne kadarını saklayabilir? Hele bir de o anın içinde büyük suçlar ve zalimlikler varsa…

Fotoğrafçı, ölümün gözlerinin içine bakıyorsa eğer, o fotoğraf sadece makinenin aktardığı bir görüntüden ibaret değildir artık.

Ölmek üzere olan biriyle karşılaşan fotoğrafçının deklanşöre basıp basmamaya karar verdiği o an da vardır elbet fotoğrafın içinde.

Geçen ay hayatını kaybeden dünyaca ünlü Brezilyalı fotoğrafçı Sebastião Salgado, sadece eşsiz bir sanatçı değil aynı zamanda yaşadığı çağın acılarına yakından tanıklık etmiş ve onları özenle belgelemiş cesur bir aktivistti.

Salgado, acı çeken bir dünyayı görüntüledi, ölümle yaşam arasında çok ince bir çizginin olduğu bölgelerden geçti, katledilen çocukların, yerlerinden edilmiş insanların ve en ağır koşullarda çalışan işçilerin fotoğraflarını çekti.   

Onun fotoğrafları, hepimizin parçası olduğu bu dünyadaki bozuklukları yansıtan, bize bizi gösteren birer aynaydı. Bakmaya cesaret isteyen aynalar…   

Sebastião Salgado

Başkalarının acısı mı hepimizin sorumluluğu mu? 

Çok uzaklardaki insanların acılarını gösteren fotoğraflar ne işe yarar? Bu fotoğraflara bakmak bir yükümlülük müdür?

Başkalarının Acısına Bakmak (Agora, 2004) adlı kitabında bu soruları soran Susan Sontag, elbette Salgado’ya da değinmişti. “Dünyanın çeşitli köşelerinde yaşanan sefaletleri fotoğraflama konusunda uzman bir isim” olarak bahsetmişti ondan.

Buradaki temel tartışma, Salgado’nun dünyadaki sefalet manzaralarını “seyirlik”, “güzel kurgulanmış” ve “hayranlık verici” fotoğraflarla sunması ve bunları ticarileşmiş koşullarda sergilemesi üzerineydi.

Elbette Salgado’nun amacı, insanların yaşadığı acılara dikkat çekmekti. Ancak fotoğrafların estetik ve ticari değeri, fotoğrafçının etik görevini gölgeleme riski de taşıyordu.

Sontag’a göre ise mesele bundan çok daha karmaşıktı. İçinde yaşadığımız dünyada fotoğraf sanatının tüketimci manipülasyonlara hizmet ettiği açıktı. Böyle bir dünyada “hüzünlü bir sahneyi yansıtan bir fotoğrafın” insanları nasıl etkileyeceğini öngörmek mümkün değildi.  

Batı dünyasında seyirlik görüntüler, acının anlaşılmasını sağlayan dinsel anlatıların çok büyük bir parçası olagelmişti. Sontag, İsa’nın çarmıha gerilişini gösteren resimlerin etkisini hiç kaybetmediğine dikkat çekiyordu. Bir fotoğrafın, bir slogana kıyasla duyguları açığa çıkartma ihtimali daha yüksekti.

Sontag açısından sorun tam da burada başlıyordu: “Uyandırılmış duyguların ve aktarılmış bilgilerin nasıl eyleme dönüştürülebileceği”, tartışılması gereken temel meseleydi. Ona göre, şefkat, “istikrarsız” bir duyguydu ve eyleme dönüştürülmezse yok olup giderdi.[1] Eğer insanlar, yapabilecekleri bir şey olmadığı duygusuna kapılırlarsa giderek tepkisizleşmeye ve atalete kapılmaya başlarlardı.    

Mülteci kampı, Etiyopya, 1984 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)

Salgado’nun dünyanın dört bir yanında çektiği fotoğraflar, kuşkusuz “çekilen acıların küresel ölçekte çok vahim boyutlara ulaştığını” gösteriyordu. Ancak Sontag’a göre, bu fotoğraflar, yaşanan acıların yerel çaplı siyasal müdahalelerle değiştirilemeyecek kadar derin ve kalıcı olduğu mesajını da iletebilirdi.[2]  

Dahası, Sontag’a göre, bu fotoğraflarda gördüğümüz acılarla ne kadar düşsel yakınlık kurarsak kuralım; bu yakınlık “acılara yol açan gelişmelerde bir suç ortaklığımız bulunmadığımız duygusuna” kapılmamıza yol açabilirdi.

Oysa Salgado’ya göre hiçbirimiz masum değildik. Hayatını ve sanatını anlattığı kitabında şöyle diyordu:

“Hiç kimsenin kendini, çağında yaşanan trajedilerden koruma hakkı yoktur çünkü yaşamayı tercih ettiğimiz toplumda olup bitenlerden bir bakıma hepimiz sorumluyuz.”[3]

Salgado, işini yaptıktan sonra üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdiğini düşünüp gönül rahatlığıyla kenara çekilenlerden değildi. Kendi ifadesiyle “nutuk çekmek ya da şefkat hisleri uyandırarak vicdanını rahatlatmak gibi bir niyeti” yoktu. Deklanşöre basmak yeterli değildi; konuşmalar yapıyor, sorumlulara işaret ediyordu.

O her zaman herkesi bu dünya için sorumluluk almaya çağırdı. En başta kendisi harekete geçti. Her ne kadar tanıklık ettiği vahşet görüntülerinin ardından kendini aciz hissetse ve derin bir depresyona girse de bir şeyler yapmaya çalıştı. Yaptı da. Bir ütopyayı hayata geçirdi.     

Brezilya’dan Afrika’ya uzanan bir yolculuk

Sebastião Salgado, 1944’te, dünyadaki en büyük maden bölgesinde, Brezilya’nın Minas Gerais eyaletinde, Rio Doce Vadisi’nde yer alan bir çiftlikte doğdu. Sekiz çocuklu bir ailenin tek oğluydu ve kasabada okula gitmek için kırsal bölgeyi terk eden ilk kuşaktandı.

Babası onun da kendisi gibi bir çiftçi ya da bir avukat olmasını istiyordu. Sebastião, liseden sonra hukuk fakültesine kaydolduysa da 1950’lerde açılan ilk araba fabrikaları onu iktisatçı olmaya ve “modern maceraya” atılmaya teşvik etti.

20 yaşındayken, Fransız Kültür Merkezi’nde tanıştığı Léila Wanick adında 17 yaşında bir kıza âşık oldu. Bu aşk, onun hayatını en temelinden şekillendirecekti.

Sebastião ve Léila, 58 yıllık evlilikleri boyunca hayatı, sanatı ve siyaseti birlikte keşfettiler. 1964’teki askerî darbenin ardından diktatörlüğe ve insan hakları ihlallerine karşı yapılan protesto gösterilerine katıldılar. Ülke, devrimci gençler için giderek daha tehlikeli olmaya başlayınca birlikte Fransa’ya gittiler ve 1969’da Paris’te yepyeni bir hayata başladılar.  

Fotoğraf makinesini hayatlarına sokan Léila’ydı. Mimarlık okuyordu ve binaları çekmek için makineye ihtiyacı vardı. Ancak ilk fotoğraflarını çektikten sonra makineyi elinden bırakamayan Sebastião oldu. Kendine küçük bir fotoğraf laboratuvarı kurdu, depoculuk işinden ayrılarak baskılar yapmaya başladı. Foto-röportajlar yapıp para kazanınca fotoğrafçı olabileceğini düşündü. Ancak hayat karşısına başka bir fırsat çıkardı.

Salgado, 1971’de Paris Üniversitesi’nde ekonomi doktorasını tamamlamasının ardından Londra’da Uluslararası Kahve Örgütü’nde “müthiş bir iş” buldu. Uluslararası bir yönetici olmuş ve aniden çok iyi para kazanmaya başlamıştı. İşi gereği sık sık Afrika’ya seyahat ediyor, orada kalkınma projeleri oluşturmaya çalışıyordu.

Ne var ki Ruanda, Burundi, Zaire, Kenya ve Uganda’ya yaptığı yolculuklarda çektiği fotoğraflar, döndüğünde yazmak zorunda olduğu raporlardan daha çok heyecanlandırıyordu onu. Özellikle Ruanda’yı keşfetmek, ülkesini yeniden keşfetmek gibiydi. Bu insanların tarih ve gelenekleri, Brezilya kültürünün de bir parçasıydı. Hikâyesi, bu kıtaya derinden bağlıydı.

1973’te, 29 yaşındayken, Léila’nın da desteğiyle ümit vaat eden bir kariyeri ve dolgun bir maaşı bırakıp serbest fotoğrafçı oldu. Genç çift, bütün birikimlerini fotoğraf ekipmanlarına yatırdı. Aynı yıl, bir fotoğraf dizisi hazırlamak için yola çıktılar, tabii ki Afrika’ya.     

Mülteciler Korem kampının dışında bekliyor, Etiyopya, 1984 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)

Madenlerden Ormanlara: Hayata saygılı bir göz

Salgado, ilk büyük fotoğraf dizisini Afrika’ya adamıştı ancak Güney Amerika’yı da fotoğraflamak istiyordu. Kendi ülkesine gidemediğinden en azından “yakınlaşabilmek” için 1977-1984 yılları arasında sık sık Şili, Bolivya ve Peru’yu ziyaret etti. Nihayet 1979’da çıkan bir afla Brezilya’ya dönebildi ve kendi ülkesini fotoğraflamaya başladı. Daha sonra Ekvador, Meksika ve Guatemala’ya da gitti. Bu bölgede çektiği fotoğrafları, 1986’da “Diğer Amerikalar” adlı kitabında yayımladı ve aynı yıl Paris’te bir sergi açtı.

1984’te “Sınır Tanımayan Doktorlar” örgütünün kuraklıktan etkilenen insanlara gıda ve ilaç yardımı sağlamak için başlattığı kampanya kapsamında Mali, Etiyopya, Çad ve Sudan’a gitti ve on sekiz ay süren büyük bir fotoğraf projesi yürüttü. Hayatı boyunca da mültecilere dair birçok fotoğraf dizisi gerçekleştirdi.

Yemek dağıtılmasını bekleyen bir mülteci, Gundam, Mali, 1985 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)

Salgado, hiçbir fotoğrafın tek başına dünyadaki yoksulluğa çare olamayacağını biliyordu. Ama metinlerle, filmlerle, insani yardım ve çevre örgütlerinin çabalarıyla birleşince onun fotoğrafları, ayrımcılığa karşı hareketin bir parçası haline geliyordu.[4] Batılı meslektaşlarının çoğu, Salgado’ya göre, kendilerini suçlu hissettikleri için yoksulluğun fotoğraflarını çekiyorlardı. Onda ise böyle bir suçluluk hissi yoktu, yoksulluk zaten onun geldiği dünyanın bir parçasıydı.

Yine de 1979’da Brezilya’ya geri döndüğünde gördüğü yoksulluk karşısında afallamıştı. Askerî rejim dönemi, Brezilya’nın küçük kırsal toprak sahiplerini mülksüzleştirmiş, yoksulluğu ve gelir dağılımı eşitsizliğini daha da artırmıştı.  

1980’de Lélia ile birlikte “İşçiler” adlı projelerini tasarlamaya başladılar. Salgado, bu proje kapsamında, 1986 ve 1991 yılları arasında, o sırada çalıştığı Magnum’un desteğiyle, yirmi beş ülkede yaklaşık kırk fotoğraf dizisi gerçekleştirdi. Avrupa’daki birçok endüstrinin bütün olarak taşındığı Çin, Endonezya ve Hindistan’a gitti. Projenin amacı, emeğe ve işçilere bir saygı duruşunda bulunmaktı.

1980’de Brezilya’nın kuzeyindeki Pará eyaletinde keşfedilen altın, yeni bir altına hücum hareketi başlatmıştı. Salgado, 1986’da buradaki dev açık hava madenini görmek için özel izin almayı başardı ve orada çektiği fotoğraflar, zengin olma umuduyla buraya akın etmiş binlerce işçinin içinde yaşadığı kölelik koşullarını gözler önüne serdi.

Açık hava madeni, Serra Pelada, Pará, Brezilya,1986, fotoğraf: @Sebastião Salgado

1993’te yayımlanan “İşçiler” adlı kitabının ardından, Salgado “Göçler” adlı projesine başladı. Doksanlı yılların ilk yarısında bütün dünyada 150 ila 200 milyon kişi kırsaldan şehre göç etmiş, kitleler gecekondu mahallerinde yoğunlaşmaya başlamıştı. Salgado, bu sefer de yerlerinden edilmiş insanların zorlu koşullara uyum sağlama konusunda sergiledikleri inanılmaz beceriye bir saygı duruşunda bulunmak istedi.

“Göçler” projesi, Salgado’nun altı yılını aldı. Bu süre zarfında Hindistan’dan Brezilya ve Irak’a kadar birçok ülkeye gitti. Mayıs 1994’te bu yolcukların birinde, Mozambik’e gitmek üzereyken on binlerce insanın Ruanda’dan Tanzanya’ya kaçtığını öğrendi ve iki ülkenin sınırına doğru harekete geçti. Salgado’nun bundan yirmi üç yıl önce, 1970’lerin başlarında keşfettiği ve âşık olduğu Ruanda, şimdi 20. yüzyılın en büyük soykırımlarından birine sahne oluyordu.  

Ruandalıların sığındığı mülteci kampı, Benako, Tanzanya, 1994 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)

“Göçler” adlı kitabı 2000’de yayımlandı. Salgado, ülkesine döndüğünde fiziksel ve psikolojik olarak iyi değildi, Ruanda’da geçirdiği dokuz ay o kadar dehşet vericiydi ki bir noktadan sonra aklı ve bedeni çökmeye başlamıştı.[5] İşte tam da o noktada Léila, onu yeniden hayata bağlayacak bir proje önerdi: Salgado’ya ailesinden kalan zarar görmüş araziyi yeniden ağaçlandırmak!

Böylelikle Brezilya’daki ilk ulusal parkı yarattılar. Ormanı yeniden yaratmak, bir yaşam döngüsünü de yaratmak demekti. Yaptıkları araştırmaların ardından gezegenin yüzde 46’sının henüz dokunulmamış olduğunu keşfettiler. 2002’de “Genesis” fikri işte böyle doğdu. Salgado, en sıcak bölgelerden en soğuk bölgelere, çöllerden buzullara kadar gezegenin el değmemiş bölgelerine gidecekti.  Bu proje, gezegene bir saygı duruşu olduğu kadar tüm insanlara yapılmış bir çağrıydı: Vakit varken gezegeni korumak, gezegenle birlikte kendimizi de keşfetmek ve hepimizin aynı büyük yeryüzü sisteminin parçası olduğumuzu görmek için bir çağrı.[6]

Nenetler, Kutup Dairesi, Sibirya, Rusya, 2011 (Fotoğraf: @Sebastião Salgado)

Cehennemin içinde cenneti inşa etmek

Wim Wenders’ın Salgado’yu anlattığı Toprağın Tuzu adlı belgeselinde söylediği gibi, “foto” Yunancada ışık demektir, “fotoğrafçı” da ışıkla yazı yazan kişi. Gerçekten de Salgado için fotoğraf, “edebiyat gibi bir şeydi”, yazarların kalemle söylediklerini o makineyle söylüyordu.[7]   

Onun fotoğrafları dünyanın çıplak gerçeğine ve gizli ihtişamına tanıklık ediyordu. Başlangıçta göstermek istediği şey, doğal güzellikler değil, insanları etkileyen açlık ve kuraklık oldu. Avrupalılara Afrika’yı, sömürülen dünyayı ve adaletsizliği göstermek istedi.

Sontag’ın dediği gibi, “Bir cehennemi göstermek, elbette, insanların o cehennemden nasıl çıkarılacağı konusunda herhangi bir şey anlatmaz bize.” Ancak o cehennemin görüntüleri, bize şunu söyler:

“İşte bu, insanların şevkle, kendilerini haklı ve üstün görerek yapabilecekleri şeyin resmidir. Bunu unutmayın.”[8]

Salgado, bize insanların sadece diğer insanlara değil tüm gezegene neler yaptıklarını gösterdi, yeryüzündeki cehennemi sergiledi. Öyle ki “Bu fotoğrafları çeken Tanrı mı yoksa Şeytan mı?” diye sormuştu Eduardo Galeano. Zira ona göre Salgado, “içeriden fotoğraf çekiyordu.”[9]

“Aslında ben fotoğraflarımı çekmeden çok önce fotoğraflarımın içindeydim” diyen Salgado, hayatı boyunca fotoğrafladığı o cehennemin en dibine kadar cesur adımlarla ilerledi. Doğduğu topraklara geri döndüğünde, son derece kötümser bir ruh hali içindeydi. İnsanların neler yapabileceğini görmüştü. Ve orada, içine doğduğu ama sonra kaybettiği cenneti yeniden inşa etti.  

Léila ve Sebastião Salgado, Instituto Terra, Brezilya

“Hayatım boyunca beni takip eden farklı ışıkları görmeyi ve sevmeyi burada öğrendim” diyordu doğduğu yer için.[10] Çocukken hassas cildini korumak için sürekli şapka taktığından ya da bir ağacın altında oturmak zorunda olduğundan “contre-jour” ile büyümüştü. Gün ışığını arkasına alarak, yani contre-jour gelirdi babası hep ona. Ters ışık, onun için sadece bir teknik değildi, çok güçlü bir tutkuydu, onun dili ve tarihiydi.

Onun ışığı başka bir ışıktı. İnsanları, rüzgârları, ağaçları, emeği, yaşamı ve ölümü birbirine bağlayan bir ışık…

O ışık, Salgado’nun siyah-beyaz fotoğraflarından süzülmeye devam ediyor ve Galeano’ya göre, bize “çöplerin arasına gömülü olan bir sırrı” anlatıyor:

“Salgado’nun kamerası şiddetli karanlığın içinde hareket ediyor, ışığı arıyor, ışığı takip ediyor. Işık gökyüzünden mi iniyor yoksa içimizden mi yükseliyor? Fotoğraflardaki o sıkışmış ışık anı – o parıltı – bize görünmeyeni, görüleni ama fark edilmeyeni; algılanmayan bir varlığı, güçlü bir yokluğu ifşa ediyor. Bize, yaşamanın acısı ve ölmenin trajedisi içinde gizlenmiş güçlü bir sihir, insanın dünyadaki macerasını iyileştirmek için harekete geçiren ışıklı bir gizem olduğunu gösteriyor.”[11]

Salgado’nun ışığı, içimizden yükselmeye ve bize yol göstermeye devam edecek.   


[1] Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, s. 101.

[2] Başkalarının Acısına Bakmak, s. 79.  

[3] Sebastião Salgado, Toprağımdan Yeryüzüne, çev. Ahmet Ergenç, Everest, s. 88.

[4] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 52.

[5] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 85.

[6] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 98.

[7] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 38.

[8] Başkalarının Acısına Bakmak, s.115.

[9] Sebastião Salgado, An Uncertain Grace - Essays by Eduardo Galeano ve Fred Ritchin, New York, Aperture, 1990, s. 7-11.

[10] Toprağımdan Yeryüzüne, s. 19.

[11]  An Uncertain Grace - Essays by Eduardo Galeano ve Fred Ritchin, s. 8.

                                                            /././

Gerici Akit yazarı gençlerin spor yapmasını hedef aldı: 'PKK kadar tehlikeli' -soL-

Yeni Akit yazarı gerici Ahmet Gülümseyen gençlerin spor yapmasını ve okullarda mezuniyet törenleri yapılmasını hedef aldı. Gençlerin "sporla kuşatıldığını" öne süren Akit yazarı "PKK kadar tehlikeli" ifadesini kullandı.(https://haber.sol.org.tr/haber/gerici-akit-yazari-genclerin-spor-yapmasini-hedef-aldi-pkk-kadar-tehlikeli-399199)

                                                      ***

                                     

Okul mezuniyet partileri, sporcuların karanlığa sürüklenmesini hatırlattı!-Ahmet Gülümseyen /YENİ AKİT

Okul mezuniyet partileri, sporcuların karanlığa sürüklenmesini hatırlattı!

Toplumları ayakta tutan değerler vardır. Çocuk ve gençlerimiz başta olmak üzere, bu değerlerden gerekli payı almalarına katkı sağlamazsanız, sebebiyet verirsiniz. Ülke geleceğinin değerleri, ‘müstehcen’ olarak tanımlanan ve İslami değerlerden uzak olması gereken sürecin içine girmesine göz yumulduğunda, farkında olmadığınız o ‘canavar’ bir gün gelir, ‘değerlerimizi’ ısırmakla kalmaz, yok eder. Tıpkı bugün içinde yaşadığımız/yaşlandığımız süreçte tanık olduklarımız gibi…

GENÇLERİ MAHVETMEYE YÖNELİK TEHDİTLER 

Bugünkü yazımızın konusu da sıcak gündemin içerisinde yer alan ‘rezaletlerden’ esinleniyor. Gazetemiz Yeni Akit yazarlarından Zekeriya Say kardeşimizin ‘Sonunda erkeklerimizi de soydular!’ başlıklı yazısında, bugün sona erecek eğitim ve öğretim döneminde okul mezuniyet törenlerinde yaşanan kıyafet ‘rezaleti’ konusuna dikkat çekiyor; “Küresel şer güçler, karanlık odaklar ve feminist kesimin fonladığı, kiralık medyanın meşrulaştırmaya çalıştığı ve gençleri hedef alan bu tür sapkın akımlar, maalesef ülkemizde de başını CHP’nin çektiği bazı siyasi partilerden destek görüyor” diyor yazısında. Ve devam ediyor yazısına; ‘…Ülkemizin ‘sigortası’ olan gençleri mahvetmeye yönelik bu tür tehditler günden güne artarken… Müzik ve Resim dersi ‘zorunlu’ iken sözde ‘laikliğe aykırı’ denilerek Kur’an-ı Kerim ve Siyeri Nebi dersini ancak seçmeli olarak alabilen…’Çağdaşlık’ adı altında ise Batı’nın iğrenç alışkanlıklarını benimsemeye zorlanan gençlerden başka ne beklenebilirdi ki?. Muhtemelen şimdi de; ‘Değil kızlarını, erkeklerini de soyduk, beş paralık ettik’ diyerek ikinci zaferleri ile gurur duyuyorlardır! Ne diyelim… ‘Bacasız fabrika’ diyerek, turizmi kutsayanlar utansın!..”

SPOR YAPARKEN DİNİ HİÇE SAYMAK 

Batı medeniyetinin ‘batıl’ uygulamalarına selam durmak, toplumu ayakta tutan ve temel taşı benzetmesi yapılabilecek kadar öneme sahip dini inançların altına dinamit koymaktan hiç farklı değil. Bugün okulların mezuniyet partileri altında kızlı-erkekli düzenlenen ve Müslüman kimliğimizle bağdaşmayan eğlence ortamları, çocuk ve gençlerimize giydirilen açık ve seçik kıyafetlerin meydana getireceği yıkımı, ne vakit farkına varacağız acaba! Peygamber Efendimiz ‘Hayâ imandandır” buyuruyor. Bu hayasızlık sadece ‘partilerde’ mi var! Hayır. Kızlı erkekli, spor ‘maskesi/şemsiyesi’ altında da kızlı-erkekli bu hayasızlık sergileniyor. Nurettin Yıldız hocamızın ‘İslam ve spor’ başlığı altında bir sohbetinde geçen “Müslüman spor yapar ama spor yaparken kendini eğlence yapmaz, dinini heba etmez, erkekliğini-kadınlığını telef etmez. Spor yapar, bedeni güçlü olsun diye, cebine haram para girsin diye değil…” sözlerine, önemli bir ikaz olduğu için dikkat kesiliyoruz…

PKK BİTTİ AMA SPORLA  KUŞATMA DEVAM EDİYOR!

İçinde bulunduğumuz süreçte, spor adı altında ki ‘rezalete’ dikkat kesilmesi gerekiyor! Bayanların/kadınların güreşmesine karşı çıkışımız, bundan tam 20-25 yıl öncesine dayanırken, bu süreçte daha fazla kız çocuklarını güreştirmek için çaba sarf edildiğine şahit olduk. Düne kadar İslam’da yeri olmadığı için kadın ve erkeklerin birlikte olduğu deniz kenarlarına gitmeyen nesil, Müslüman kimliğiyle hiçbir uyuşmayacak şekilde çocuğuna açık-saçık kıyafet giydirip voleybol oynatıp, minderde güreştirebiliyor. Kaleyi içeriden ‘fethetmek’ derken, bundan daha iyi kuşatma olabilir mi? Toplumun milli ve manevi ayarlarıyla oynuyorlar derken, bundan daha iyi toplumun sahip olduğu dini inanç/genlerini zedelemek olabilir mi? Düne kadar ‘Spor ile yapılan milli ve manevi tahribat PKK kadar tehlikelidir’ gerçeğine, yıllar önce yine bu satırlarda değinmiştik. Bugün ise, PKK terörünü bitirdiğimizden dem vuruyoruz! Bu konuda emek saf edenlerden, Allah’ın (cc) rızasını kazanmak için gayret sarf edenlerden Allah razı olsun. Bu duayı yaparken de, bir yandan da sormak istiyorum; PKK’nın bitmesi için adımlar atıldı, elhamdülillah. Peki, PKK kadar tehlikeli gördüğümüz, içimizde yer alan neslin yok olmasına neden olan, sporu kullanarak çocuk ve gençlerimizin İslam’dan uzaklaşmasının önüne geçilmemesinin vebalini nasıl ödeyeceğiz!.

Ahmet Gülümseyen /YENİ AKİT 

                                                                 /././

Ahmet Gülümseyen

1969 yılında Bayburt’ta doğdu. İlköğretim ve Liseyi Bayburt’ta okudu.

1994-1998 Marmara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu / Spor Yönetimini bitirdi. 

2004 -2005-Ankara Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu (BESYO) / Yüksek Lisans Özel Öğrencisi. 

2016-2018-Gelişim Üniversitesi BESYO /Spor Yöneticiliği Bölümünde Yüksek Lisansını tamamladı.

2000-2002 Bağcılar Ensar Koleji Beden Eğitimi Öğretmenliği.

2002-2005 Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Spor Uzmanı /ANKARA.

2005-2008 İstanbul Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü-Spor Uzmanı.

2008-2011 İBB Spor Etkinlikleri A.Ş.- Spor Tesisi Müdürlüğü. 

2014-2018 İBB Spor İstanbul Engelliler Koordinatörü. Gazetecilik ve Televizyon tecrübeleri: 

1993-1995 Foto-Maç Muhabirlik.

1995-1997 Bakırköy Postası Dergisi (Spor Sorumlusu) 

1995-1997 Fanatik Gazetesi-Anadolu Ajansı (Fahri Muhabirlik). Akit-Anadolu’da Vakit Gazetelerinde Köşe Yazarlığı 

1997- Devam Ediyor. İstanbul Büyükşehir Beledisi WEB TV’de Spor Muhabirliği ve 2012 Avrupa Spor Başkenti Program Yapımcılığı. 

Akit TV’de ‘Spor Sohbetleri’ Program Yapımcı ve Sunuculuğu. 

Birçok spor branşında hakemlik ve antrenörlük belgesi sahibidir.  

YORUM (mstfkrc) 

Bu eğitim, bu kariyer, bu çalışma hayatı ve gelinen nokta ? "Boş zaman yoktur boşa geçen hayat vardır."


Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...