soL "Köşebaşı + Gündem" -16 Temmuz 2025-

‘Filistin Laboratuvarı’ndan yansıyanlar: İsrail işgali dünyaya nasıl pazarlıyor?-Serkan Düz-

Yüz tanıma sistemlerinden casus yazılımlara, İHA’lardan kitle kontrol teknolojilerine kadar pek çok sistem ve silah, önce burada denenir. Bu teknolojiler önce Gazze ve Batı Şeria’da Filistinlilere karşı uygulanır. Sonra “savaşta test edildi” etiketiyle dünyaya pazarlanır.

Düşünün ki bir işgalci güç, bir ülkeyi onlarca yıldır işgal altında tutuyor, halkını kırımdan geçiriyor. Ama bu işgal, yalnızca askeri bir durum değil… Aynı zamanda bir test sahası, bir vitrin ve devasa bir pazarlama stratejisinin parçası olarak çok boyutlu.

İsrail on yıllar boyu Filistin’de uyguladığı zulmü soykırıma dönüştürürken Filistin topraklarını yalnızca bir açık hava hapishanesine çevirmekle kalmadı. Aynı zamanda işgal altındaki Filistin’i yeni silahlar ve gözetim teknolojileri için bir test sahası olarak da kullandı.

Burada geliştirdiği “askeri ve güvenlik teknolojilerini” terminolojide “Combat-proven” yani "savaşta test edildi" etiketiyle dünyaya ihraç ederek savunma sanayisini küresel pazarda hakim konuma getirdi. Yani İsrail, işgali aynı zamanda büyük kârlar elde ettiği, endüstriyel büyümesinin dinamosu haline getirdiği bir gelir kaynağı olarak kullandı, kullanmayı sürdürüyor.

Avustralya’da yaşayan Yahudi gazeteci yazar Antony Loewenstein, "Filistin Laboratuvarı" adını verdiği kitabında İsrail'in işgal altında geliştirdiği teknolojileri ve güvenlik stratejilerini dünyaya ihraç etmesini inceliyor. Kendi deyimiyle Filistin Laboratuvarı, İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarını gerçek zamanlı bir test alanı olarak kullanması. 

Yüz tanıma sistemlerinden casus yazılımlara, İHA’lardan kitle kontrol teknolojilerine kadar pek çok sistem ve silah, önce burada denenir. Bu teknolojiler önce Gazze ve Batı Şeria’da Filistinlilere karşı uygulanır. Sonra “savaşta test edildi” etiketiyle dünyaya pazarlanır.

İsrail işgal teknolojilerini uluslararası pazar ve stratejik ülkelere satış yoluyla yaygınlaştırırken, Batı demokrasileri bu duruma ya göz yumar ya da ortak olur.

Loewenstein’ın görüşlerine yer verdiği yazar ve akademisyen Jeff Halper, "Halkla Savaş: İsrail, Filistin ve Küresel Pasifleştirme" adlı kitabında işgalin, İsrail’e mali açıdan yük olmanın tersine ekonomik olarak çıkar sağladığını açıklıyor. 

Dünyada sınır güvenliği endüstrisinin günümüz itibarıyla 50 milyar doların üzerinde olduğu, 2030’a kadarsa yaklaşık 79 milyar dolara ulaşacağı öngörülüyor.

Büyüyen pazardan en çok payı kimlerin alacağı da ortada.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) dünyanın en büyük 100 silah üreticisini incelediği listesinde yer alan üç İsrail şirketinin silah satışından elde ettiği toplam gelir, 2023 yılı sonunda İsrailli şirketler için bugüne kadar kaydedilen en yüksek seviyeye ulaşarak 13,6 milyar dolar oldu.

2024'te İsrail’in savunma ihracatı yüzde 13 artarak yaklaşık 14,8 milyar dolar ile tüm zamanların rekorunu kırdı. Bu ihracat, son beş yılda iki katına yükseldi. Siber güvenlik ve istihbarat teknolojileri, askerî ihracatın yaklaşık yüzde 4’ünü temsil etse de bu oran yanıltıcı.

Özellikle NSO Group’un Pegasus casus yazılımına dair skandalların ortaya çıkmasıyla 2021 sonunda İsrail Savunma Bakanlığı, siber saldırı ve gözetim araçlarının ihracatını 37 ülkeye indirdiğini duyursa da yaklaşık 450 siber güvenlik şirketi bulunan İsrail, ticareti offshore şirketler ya da üçüncü taraflar aracılığıyla sürdürüyor.

İsrail'in 2000 yılından itibaren askeri, güvenlik, silah ve ekipman ticareti ve kullanım alanlarının veritabanı DIMSE (Database of Israeli Military and Security Export) projesinin internet sitesinde yer alan bilgilere göre İsrail bu alanlarda 130 ülkeyle doğrudan ticaret yaparak her yıl dünyanın en büyük 10 silah ihracatçısı arasında yer aldı. İsrailli özel şirketlerin kayıt dışı “ticari” faaliyetlerini ekleyince bu ülkelerin sayısı artıyor. 

İsrail’in dijital istihbarat beyni Birim 8200

İsrail için işgal altındaki Filistin halkını kontrol etmek her zaman birincil önemdeydi. Bunun için İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) Askerî İstihbarat Müdürlüğü AMAN bünyesindeki sinyal istihbaratı (SIGINT) ve siber istihbarat toplamaktan sorumlu yapılanması Birim 8200’ün faaliyetlerine hız verildi. 

Lise çağından itibaren seçilen en parlak gençler, özel eğitimlerle bu birime yönlendiriliyordu. 1952’de kurulan yapı İsrail’in dijital istihbarat beyni haline geldi. İşgalin ve Filistin’in açık hava hapishanesine dönüştürülmesinin ardındaki itici güç Birim 8200 oldu. 

Dünya ölçeğinde telefon ve internet dinlemesi, siber saldırı ve savunma operasyonları, kriptografi, yapay zekâ, büyük veri analitiği, özellikle psikolojik baskı uygulama şantaj, sosyal çevre haritalama gibi amaçlarla Filistinlilere yönelik kitlesel veri toplama işini Birim 8200 üstleniyordu. Ayrıca 2005-2010 yılları arasında Stuxnet virüsüyle İran’ın nükleer tesislerinde santrifüjlerini devre dışı bırakan siber saldırıda oynadığı rol başta olmak üzere Arap ülkeleri, Afrika devletleri ve Avrupa’da gözetim faaliyetleri yürütmesiyle biliniyor.

2014’te Birim 8200’de görev yapmış 43 personelin, İsrail Başbakanı Netanyahu’ya ve Genelkurmay Başkanı Beni Gantz’a gönderdikleri açık mektup bu yapının işleyişini anlamamızı kolaylaştırıyor.

Eski çalışanlar, işgal altındaki bölgelerde hizmet vermeyi neden reddettiklerini Filistinlilere karşı sistematik olarak uygulanan istismarla açıkladıkları mektupta; Filistinlilerin cinsel yönelimleri, psikolojik travmaları, borçları ya da özel ilişkilerine dair bilgilerini istihbarat için kullandıklarını itiraf ediyorlardı.

Buradan emekli olanlar ya da ayrılanlarsa genellikle kendi siber güvenlik şirketlerini kuruyorlar. İsrail Devleti’nin, hükümetlerin, diplomatlarının, desteğiyle Filistin Laboratuvarı’nda sınanmış teknolojileri dünyaya ihraç ediyorlar.  NSO Group, Cellebrite, Paragon Solutions, Quadream, Black Cube, Intellexa gibi firmalar eski Birim 8200 çalışanlarının kurduğu ya da yöneticisi oldukları şirketler.

Kudüs’ü çembere alan Mabat 2000

Birim 8200’ün eski çalışanlarından Nir Lempert’in CEO’su olduğu Mer Security, kırktan fazla ülkede faaliyette bulunan 1200 çalışanlı uluslararası bir işletme. Şirket 1999 yılında, işgal altındaki Filistinlileri izlemek üzere Kudüs’ün Eski Şehir bölgesine yüzlerce kameranın yerleştirilmesini içeren “Mabat 2000” projesini gerçekleştirmek üzere bir anlaşma imzaladı.

Mabat 2000, İsrail polisinin Kudüs'te kurduğu, şehir genelinde ağ bağlantılı yüzlerce güvenlik kamerası üzerinden merkezi bir kontrol sağlayan gelişmiş bir gözetim sistemi. “Mabat” İbranice’de “bakış” veya “gözlem” anlamına geliyor.

Sistem, özellikle Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinlilere karşı bir dijital apartheid aracı olarak kullanılıyor. Şehirdeki ana caddeler, kavşaklar ve özellikle eski şehir çevresine yerleştirilen yüksek çözünürlüklü kameralarla bütünleşmiş bir şekilde çalışıyor. Kalabalık yoğunluğu, olağan dışı hareket gibi başlıklarda akıllı video analizi yapıyor, plaka tanıma sistemleri ve yüz tanıma algoritmalarını içeriyor. Filistinli mahallelerin gözetim seviyesi, Yahudi ağırlıklı mahallelere göre elbette çok daha yüksek. 

Şirketin yönetim kurulu başkanı ve yine Birim 8200 eski çalışanı Chaim Mer “projelerini” “Polisin, Büyük Biraderin Eski Şehir bölgesini kontrol ettiği, orada olan bitene tamamıyla hâkim olduğu bir sisteme ihtiyacı vardı.” diye açıklıyor.

Savunma fuarlarında katliam görüntüleri: İsrail dünyaya açılıyor

İsrail Savunma Bakanlığı satışlara lisans veriyor. İhracatın diplomatik boyutu Mossad veya Dışişleri Bakanlığı tarafından kontrol ediliyor, şirketler Milipol, ISS World, Paris Air Show gibi uluslararası fuarlarda boy gösteriyor.

İsrail’in siber teknolojisi yalnızca “güvenlik ürünü” değil, aynı zamanda apartheid paradigmasının küresel ölçekte yerleşiklik kazanmasında bir dış politika aracı olarak da ihraç ediliyor. İsrail’in en büyük savunma şirketlerinden Elbit Systems’ın 2009’daki Paris Air Show’da savaş sırasında çekilmiş bir İHA saldırısı görüntüsünü tanıtım filmi olarak kullanması bu konudaki çarpıcı örneklerden biri.

Videoda Filistinli sivillerin öldürülmesi konuklara gösterilmese de reklamın hedefi, diğer devletlerin bu teknolojiyi satın almak üzere hazırda bulunan general ve subayları... Gazeteci Andrew Feinstein bu durumu “Başka hiçbir ülke, bir İHA’nın çocukları öldürdüğü gerçek görüntüyü müşterilerine izletmeye cüret edemezdi.” diye açıklıyor. 

Siyonistlerin işgali kalıcılaştırmak adına saldırıları tüm şiddetiyle sürerken daha bu ay İsrailli silah tekeli Rafael, Gazze'de bir Filistinli'yi Spike FireFly insansız hava aracıyla hedef alıp öldürdükleri görüntüleri söz konusu gezici mühimmatın "birden fazla savaş bölgesinde test edildiği, güvenilir olduğu ve taktiksel üstünlük sağladığı" vurgusuyla pazarlama unsuru olarak kullandı.

İsrail’in askeri teknolojilerini ihraç etme merakı yeni değil. Tıpkı sivilleri hedef alan saldırılarının yeni olmaması gibi. Örneğin Şili’de sosyalist Allende’ye karşı 11 Eylül 1973'teki darbenin ardından Augusto Pinochet rejiminin başlıca silah tedarikçisi haline geldi. 

CIA’in bazı kısımları sansürlenmiş olan 5 Şubat 1988 tarihli bir istihbarat raporunda, İsrail’in cuntaya füze, tank ve hava aracı gibi yüksek teknolojili silahlar gönderdiğine dair ayrıntılar yer alıyordu. İsrail'in kuzeyindeki Beit Alfa kibbutzunda üretilen renkli tazyikli su sıkan araçlar, Santiago'daki protestoculara karşı kullanılıyordu.

Ya da bir diğer örnek İsrail’in, 1980'lerde General Efraín Ríos Montt yönetimi altındaki Guatemala'ya askeri danışmanlık, ekipman ve eğitim sağlaması… 

Tadiran Israel Electronics Industries tarafından kurulan bilgisayar tabanlı bir dinleme merkezi, nüfusun yüzde 80'inin isimlerini kayıt altında tutarak rejim karşıtlarını tespit etmek için kullanıyordu. Bu sistemin hanelerdeki enerji ve su kullanımındaki değişiklikleri saptayarak evde baskı makinesi kullanılıp kullanılmadığını bile tespit edebildiği belirtiliyor.

O yıllarda Guatemala’daki İsrailli “askeri danışman” Yarbay Amatzia Shuali’nin "Centillerin (Eski Ahit'te “İsrailoğulları'ndan olmayan" anlamında kullanılan tabir) silahlarla ne yapacakları umurumda değil, önemli olan Yahudilerin kâr etmesi" sözleri, niyetlerini açıkça ifade ediyordu.

Ya da Lübnan’da İsrail’in neden olduğu korkunç olaylardan en kötü şöhretlisi, Eylül 1982’ de İsrail destekli Falanjist milislerin Beyrut’ta Filistinlilerin kaldığı Sabra ve Şatila kamplarında gerçekleştirdiği ve yaklaşık 3500 sivilin öldürüldüğü katliam…

Filistin’e bir karabasan gibi çökmek

İsrail katliamlarına aralık vermeden devam ediyor. Gazzeli çocuklar, her gün irkildikleri silah, bomba, füze, top mermisi, dron seslerini eksiksiz taklit edebiliyorlar artık.

Peki İsrail yeni silahlar ve gözetleme teknolojileri için Filistin’i bir test sahası olarak nasıl kullanıyor? Filistin toprakları, İsrail'in Filistinlileri kontrol altında tutmak, ayrıştırmak ve etkisiz hale getirmek için "paha biçilmez bir deneyim" kazandığı bir laboratuvara nasıl dönüştü? 

Burada şüphesiz en öne çıkan başlıklardan biri gözetim ve kuşatma. 7 Ekim 2023’ten bu yana neredeyse tamamen yıkılan Gazze tel örgüler, İHA'lar ve dinleme cihazlarından oluşan bir sistemle kuşatılmıştı. İsrail 2,3 milyon Filistinlinin yaşadığı toprakları dünyanın en büyük açık hava hapishanesi olarak tutmayı amaçlıyor, Filistinlilerin boyun eğmesini umuyordu.

Batı Şeria'da da Filistinlilerin hareketleri, yüz tanıma teknolojileri ve biyometrik veriler kullanılarak belgeleniyor böylelikle sürecin otomatikleştirilmesi ve "gerçek bir etkileşimin ortadan kaldırılması" da hedefleniyordu. 

Birleşmiş Milletler'e gore Batı Şeria’da Filistinlilerin hareket alanını kısıtlayan 593 kontrol noktası bulunuyor. İsrail'i Batı Şeria ve Gazze'ye bağlayan otuzdan fazla kontrol noktasının yarısından fazlası 2005'ten bu yana özelleştirildi. 

Loewenstein “Sözde güvenlik hizmetlerinde “dış” kaynaklar kullanıldıkça İsrail’in öldürme amaçlı ateş açma politikası daha da yaygınlaşıyor. Amaç da bu zaten” diyor, fiziki herhangi bir kötü muamele gerçekleştiğinde İsrail suçu özel şirketin üzerine yıkabiliyor.

Yazar, 2016 yılında Kalandiya kontrol noktasında özel güvenlik görevlileri 24 yaşındaki Meram Salih Ebu İsmail’i ve 6 yaşındaki kardeşi İbrahim Taha’yı öldürdüğünde bu olaydan sorumlu tutulanın olmadığını aktarıyor. Filistinliler için Kalandiya kontrol noktasında kendilerini durdurup sorgulayanın İsrailli bir memur mu yoksa özel güvenlik görevlisi mi olduğu hiç fark etmiyor, çünkü sonuç aynı.

Öte yandan özelleştirilmiş güvenlik görevlerini alan şirketlerde genellikle İsrail ordusundan emekli olanlar çalışıyor. Bu şirketler aynı zamanda Batı Şeria’daki yerleşim bölgelerinde de faaliyet gösteriyor. G1 Secure Solutions, Malam Team, Modi’in Ezrachi ve T&M Israel’in de aralarında bulunduğu özel şirketleri yerleşimci örgütlenmeleri kiralıyor.

İsrail, Batı Şeria ve Gazze'deki Filistinlilerin nüfus kayıt işlerini işgal çıkarlarına uygun olarak düzenliyor. Kimlere Filistin pasaportu ve nüfus cüzdanı vereceği, hangi vatandaşların bölgeye girip çıkacağına izin vereceği konusunda mutlak güce sahip ve bu kayıt işlerini 1967'den beri yönetiyor. Yani 7 Ekim öncesinde de yıllarca milyonlarca Filistinli sıcak çatışma koşulları dışında da işe, sağlık hizmetlerine, düzgün bir eğitime veya hukuk sistemine erişim sağlayamadı.

Elde edilen veriler günlük işgal ve kontrol mekanizmalarının içinde kolay hedef haline getirilen Filistinlileri aynı zamanda “insandışılaştırma” amacıyla da kullanıldı. 

İsrail ordusunun 2020'de geliştirdiği bir uygulama ile sahadaki bir komutanın elektronik bir cihazla hedefe dair ayrıntıları birliklere gönderebiliyor ve bu yolla Filistinlileri öldürmek ya da yaralamak İsrail’li askerlere göre pizza vermek kadar kolay oluyor. Zira İsrailli Albay Oren Matzliach, Israel Defense internet sitesinde bu uygulamanın kullanımı için "akıllı telefondan Amazon'dan kitap veya pizzacıdan pizza sipariş etmek gibi" ifadelerini kullanıyor.

“Filistin laboratuvarında” kandan imal edilmiş bazı siber güvenlik teknolojilerine göz atalım.

İsrail askerlerinin işgalci rekabet oyunu: Blue Wolf

Blue Wolf, İsrail ordusu tarafından işgal altındaki Batı Şeria’da görevli askerlerin kullanımı için geliştirilmiş bir yüz tanıma uygulaması. Bu uygulama, cep telefonlarına kurularak askerlerin karşılaştıkları her Filistinlinin yüzünü anında tarayıp merkezi bir veri tabanı olan “Wolf Pack” ile karşılaştırmasına olanak tanıyor. Sistem yalnızca kimlik tespiti yapmakla kalmıyor; aynı zamanda kişinin güvenlik seviyesi, aile geçmişi, önceki gözaltı bilgileri ve hatta eğitim durumu gibi çok sayıda kişisel veriye ulaşıyor.

Uygulama şöyle işliyor: İsrail askeri, örneğin kontrol noktasında durdurduğu bir Filistinlinin yüzünü Blue Wolf ile taradığında, uygulama o kişiye ait dijital profil kartını getiriyor. Eğer sistem, kişinin “risk seviyesini” yüksek olarak işaretliyorsa, asker anında güç kullanma, gözaltına alma ya da “daha ileri kontrolleri” başlatma hakkına sahip oluyor.

2022 itibarıyla, İsrail ordusu askerlerine her nöbet süresince en az 50 farklı Filistinlinin fotoğrafını Blue Wolf’a yüklemeleri zorunlu kılındığı belirtiliyor. Ancak bu sayı tamamlanmadığı takdirde nöbet sona ermiyor. Blue Wolf sisteminin askerler arasında daha fazla sayıda veri toplama yarışlarının düzenlendiği, en çok veri yükleyen askerlerin ödüllendirildiği bir uygulamaya döndüğü biliniyor.

Smart Shooter: İşgalin mikro kozmosu El-Halil’de Filistinlileri yapay zekâ hedef alıyor 

Batı Şeria’nın en büyük şehri El Halil, (İsraillilerin adlandırmasıyla Hebron) İsrail’in gözetim teknolojilerini en yoğun ve ileri düzeyde uyguladığı şehirlerden biri. Şehirde yalnızca sokaklarda değil, bazı Filistinlilerin evlerinin içine dahi yönlendirilmiş kameralar yerleşik. Bu kameralar, yapay zekâ destekli yüz tanıma algoritmaları ile sürekli tarama yapıp gelen geçen her kişiyi tanıyor, geçmişteki aktiviteleriyle eşleştiriyor ve güvenlik skorları oluşturuyor. Şehir İsrail işgalinin bir mikro kozmosu olarak da adlandırılıyor.

2022 yılında El-Halil’de kurulan bir başka sistem, yapay zekâ destekli uzaktan kitle kontrol platformu. Smart Shooter tarafından geliştirilen bu sistem uzaktan kumandayla göz yaşartıcı gaz, sünger başlı mermi ve ses bombası fırlatırken hedef tespitini tamamen yapay zekâ gerçekleştiriyor.

Bu teknolojiyle asker veya polis, kalabalığın içinden “potansiyel tehlike” teşkil eden kişiyi fiziksel olarak tanımak zorunda kalmadan kamera sistemine bütünleşik çalışan yapay zekâ, veri tabanlarındaki geçmiş suç kaydı, yüz ifadesi analizi, vücut dili gibi parametreleri değerlendirerek hedef seçimi yapıyor.

Yalnızca askeri bir kontrol aracı değil, aynı zamanda pazarlanabilir bir “akıllı savaş” ürünü haline getirilen bu sistemi Smart Shooter’ın bugüne kadar en az 10 ülkeye ihraç ettiği biliniyor.

Cebinizdeki gizli ajan Pegasus

Pegasus, İsrail merkezli NSO Group tarafından geliştirilen, gelişmiş bir casus yazılım. Bu yazılım, hedef aldığı akıllı telefona genellikle bir bağlantı aracılığıyla ya da tamamen ‘zero-click’ olarak adlandırılan tıklama gerektirmeyen yöntemlerle bulaşır. Bir kez bulaştığında telefonun mikrofonuna, kamerasına, GPS verilerine, rehberine, mesajlarına ve WhatsApp gibi şifreli uygulamalarına erişim sağlar.

İsrail, bu yazılımı önce Filistin davası için mücadele edenler, gazeteciler ve diplomatlar üzerinde kullandı. Ardından dünyanın birçok ülkesine “savaşta test edildi” etiketiyle satmaya başladı. Pegasus’un teknik özelliği, hedef alınan cihazın kullanıcısına herhangi bir uyarı vermeden ve veri kullanımında dahi fark edilemeyecek düzeyde sessiz kalabilmesi.

Örneğin Suudi Arabistan’ın Pegasus'u Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’nın cinayetinden önce hem kendisini hem de çevresini izlemek için kullandığı, NSO Group’un Kaşıkçı’nın Kanada’da yaşayan yakın arkadaşı Ömer Abdulaziz’in telefonuna yazılımı sızdırarak Kaşıkçı’nın mesajlarını ele geçirdiği açıklandı.

Yazılımın eriştiği bilgi türleri arasında ses kayıtları, ekran görüntüleri, dosya sistemindeki tüm medya içerikleri ve e-posta hesapları yer alıyor. Üstelik Pegasus, bu bilgileri kullanıcının internete bağlı olup olmamasına bakmaksızın toplayabiliyor.

Pegasus’un bir diğer alıcısı Meksika. Uyuşturucu kartelleriyle mücadelede kullanıldığı iddia edilse de başta gazeteciler olmak üzere muhalifleri takip etmek için kullanıldığı bilinen bir gerçek. Örneğin, Meksika'da yıllarca suç örgütlerini araştıran ve 2017’de kimliği belirsiz kişiler tarafından öldürülen gazeteci Javier Valdez Cardenas'ın ölümünden günler sonra gazeteci eşi Griselda Triana’nın telefonuna Pegasus yazılımıyla sızma girişimleri tespit edildi.

Cellebrite: Mobil cihazlardan verileri kazıyan sistem

Cellebrite, temelde fiziksel erişim sağlanan cep telefonlarındaki tüm verileri kopyalayabilen bir “adli analiz” sistemi. “UFED” (Universal Forensic Extraction Device, Evrensel Adli Bilişim Çıkarma Cihazı), hedef cihazın bağlanmasıyla birlikte dosya sistemi içindeki şifreli, silinmiş veya erişilmesi engellenmiş tüm verileri çıkarabiliyor.

İsrail, bu cihazları işgal altındaki Filistin’de özellikle kontrol noktalarında kullanıyor. Askerler, geçiş yapan Filistinlilerin telefonlarını toplayıp Cellebrite cihazına bağlayarak birkaç dakika içinde tüm içeriği indirebiliyor. Bu içerikler arasında özel mesajlaşmalar, sosyal medya uygulamalarındaki konuşmalar, konum verileri, rehber ve internet geçmişi gibi kritik bilgiler yer alıyor.

Yazılımın algoritması, ayrıca cihazdaki uygulamalardan elde edilen verilerle kişinin sosyal çevresini, siyasi görüşünü ve potansiyel ‘radikal eğilimlerini’ de analiz etmeye çalışıyor. Cellebrite bu verileri polise, askere veya istihbarata anlık raporlar olarak sunuyor.

2015 yılında San Bernardino'da düzenledikleri saldırıda 14 kişiyi öldüren IŞİD’li saldırganlardan Rizwan Farook'a ait Apple ile FBI arasında dava konusu olan iPhone'un şifresinin de Cellebrite aracılığıyla kırıldığı tahmin ediliyor.

FBI, Farook'un telefonuna işbirliği yaptığı kişiler olup olmadığını ve başka saldırılar planlayıp planlamadığını anlamak için ihtiyaçları olduğu gerekçesiyle erişmek isterken Apple telefonların şifresini kendilerinin de kıramadığını, gerekirse Cloud'daki bilgileri verebileceklerini duyurmuştu. Telefonun şifresini kıran FBI davadan vazgeçmişti.

Apple’ın yazılımlarında tüm telefonlara erişim sağlayacak bir açık kapı bırakmanın, müşterilerinin gizlilik hakkının ihlali olacağı tartışmalara neden olurken Cellebrite yetkilileri BBC’ye FBI ile çalıştıklarını ancak daha fazlasını söyleyemeyeceklerini açıkladı. Cellebrite’in dijital veri toplama cihazlarını en az 150 ülkeye sattığı bildiriliyor. 

AnyVision: Mimikleriniz dahi veri olarak işleniyor 

AnyVision şimdiki adıyla Oosto, İsrail merkezli bir başka gözetim şirketi olup Batı Şeria’daki İsrail kontrol noktalarına ve yerleşim bölgelerine yüz tanıma kameraları yerleştirmesiyle biliniyor. Şirket, cihazlarının tam olarak nerelerde kullanıldığını açıklamasa da araştırmalar, bu kameraların Batı Şeria’daki onlarca bölgede aktif olarak çalıştığını gösteriyor.

Sistem, yalnızca biyometrik verileri değil, yapay zekâ destekli analizle kişilerin yüz ifadeleri, kıyafet türleri, birlikte yürüdükleri kişiler gibi detayları da veri olarak işliyor. Google Ayosh adı verilen projeyle sunulan bu sistem, sürekli izleme ve davranış tahminleme amacı güdüyor. 

"Google" teknolojinin insanları arama “yeteneğini”, "Ayosh" işgal altındaki Filistin bölgelerini ifade ediyor. Proje uluslararası tekellerin o kadar hoşuna gidiyor ki

2019 yılında Microsoft 74 milyon dolarlık Seri A finansman turunun bir parçası olarak AnyVision'a yatırım yapacağını duyuruyor.

CEO Eylon Etshtein, Batı Şeria’da uygulama yapıldığını önce reddederken daha sonraları yapılan açıklamalarda şirketin “ırk ya da din temelli ayrım yapmadan çalışan bir yüz tanıma sistemi” sunduğunu iddia ediyor. Batı Şeria’da fiilen uygulama alanının yalnızca Filistinlileri kapsadığı bilinen bir gerçek. 

Batı Şeria'da yaşayan, İsrail vatandaşlığı veya oy hakları olmayan Filistinlilerin İsrail hükümeti tarafından her hareketlerini izleyen proje, 2018'de İsrail’in en iyi savunma ödülünü kazandı. 

İsrail Savunma Bakanı törende “büyük miktarlarda veri” kullanarak “yüzlerce terör saldırısını” önlediklerini övgüyle anlattı. İsrail bu ödülü 1958’den bu yana her yıl cumhurbaşkanı eliyle takdim ediyor.

Loewenstein, 2021’de adını Oosto olarak değiştiren şirketin, yapay zekâ destekli gözetim araçlarını daha da geliştirmek üzere o yıl 235 milyon dolar topladığını belirterek “Görsel istihbarat sayesinde daha güvenli bir dünya” inşa ettiğini iddia eden şirketin danışmanlığını Mossad’ın eski başkanı Tamir Pardo’nun yaptığını; kadrosunun da tahmin edileceği üzere Birim 8200’ün emekli üyelerinden oluştuğunu aktarıyor.

Teknolojisini ABD’ye ihraç eden Anyvision’a eski Beyaz Saray basın sekreteri Jen Psaki'nin "kriz iletişim danışmanlığı” yaptığı da ortaya çıkmıştı.

Intellexa ve Predator: Ruhunuz duymadan verilerinizi çalıyor

Intellexa, eski İsrail generali ve istihbarat yetkilisi Tal Dilian tarafından kurulan, merkezi Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nde bulunan ancak faaliyetleri küresel olan bir casus yazılım grubu. Kıbrıs son zamanlarda Yahudi topluluklarının adanın hem kuzey hem güneyinde giderek daha fazla toprak satın alarak Siyonist gettolar oluşturmasıyla gündeme geliyor. İsrail, Yunanistan ve GKRY arasında savunma sektöründe güçlü bir bağ var. Dilian’ın şirketinin en dikkat çekici ürünü, Yunanistan ve Mısır gibi ülkelerde kullanılan Predator adlı casus yazılım. 

Predator, NSO’nun Pegasus’una benzer biçimde telefona sızıyor, ancak genellikle sosyal medya veya WhatsApp üzerinden gönderilen sahte bağlantılarla çalışıyor. Yazılım bulaştığında telefonun kamerasına, mikrofonuna, mesajlara ve dosyalara erişebiliyor; ekran kaydı alıp GPS takibi yapabiliyor.

Intellexa, sistemlerini genellikle Avrupa, Afrika ve Orta Doğu’da pazarlıyor. Yunanistan’da muhalif siyasetçilerin ve gazetecilerin telefonlarının Predator’la izlendiği ifşa edilmiş, bu skandal ülkenin başbakanlık ofisine kadar ulaşmıştı. Bu yazılımların önemli bir özelliği, izleme işleminin hedefin hiçbir farkındalık geliştirmemesi için özel olarak optimize edilmesi.

2019'un yaz ve sonbahar aylarında Larnaka Uluslararası Havalimanı'nda seyahat edenler, yenilenen Wi-Fi sistemiyle internet sörfünün keyfini çıkarırken yeni ekipmanı kuran şirket, bu süre zarfında kurduğu üç erişim noktasıyla şehrin ana seyahat merkezinden geçen 9 milyondan fazla mobil cihazdan kişisel verileri çalıyordu.

Tal Dilian 2019’da Forbes muhabirine verdiği röportajda, Predator yüklü bir casus kamyonun içini gösterip herhangi bir cep telefonuna gizlice erişim sağlayabileceklerini anlatıyordu. Ne de olsa casusluk da demokrasinin bir parçası…

Diplomasi ve Mossad’ın rolü

İsrail’in küresel pazarda yerini alan siber güvenlik teknolojileri hakkında çok daha fazla konuşulabilir. Elektronik kelepçeler konusunda uzmanlaşan Supercom hapisten çıkan mahkumları izlemek için ABD'ye satılan teknolojilerden. Finlandiya'ya da GPS takip sistemi olarak satıldı. Güney Sudan, Azerbaycan ve Endonezya'ya satılan Verint Systems iletişim dinleme teknolojisinin bu ülkelerde LGBT topluluklarını hedef almak için kullanıldığı belirtiliyor.

İsrail’in siber güvenlik ve gözetim teknolojileri, yalnızca ekonomik birer ürün değiller. Bu sistemler aynı zamanda dış politika aracı olarak da kullanılıyor. Bu teknoloji ihracatı sayesinde İsrail, birçok ülkeyle askeri ilişki kurmadan stratejik ittifaklar geliştiriyor.

İsrail dış istihbarat teşkilatı Mossad, bazı ülkelerde bu yazılımların pazarlığını bizzat yürütüyor; örneğin Suudi Arabistan’la NSO anlaşmalarında doğrudan devreye girdiği Suudi Arabistan’ın, İsrail ile resmi diplomatik ilişkileri yokken Pegasus’u lisanslamak için Mossad üzerinden gizli görüşmeler yürüttü açığa çıkmıştı.

Birleşik Arap Emirlikleri, 2020 yılında Beyaz Saray'da imzalanan İsrail’le normalleşme anlaşması öncesinde Pegasus sistemini satın almış, Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Reşit el Maktum’un ülkeden kaçışı dünya gündemine oturan kızı Prenses Latifa ve 2019’da İngiltere’ye giden eski eşi Prenses Haya’nın telefonlarının izlendiği ortaya çıkınca el Maktum İngiliz mahkemelerince suçlanmıştı.

NSO yetkilileri 2019 yılında Uganda ve Ruanda ile doğrudan milyonlarca dolarlık anlaşma yapmış NSO Başkanı Shalev Hulio, Uganda’yı bizzat ziyaret etmişti.

Ülkelerin yazılımı muhalif gazetecileri hedef almakta kullandığı belirtilirken 2021’in sonlarında, NSO teknolojilerinin ABD’nin Uganda’daki Dışişleri Bakanlığı yetkililerini hedef aldığının ortaya çıkması İsrail ve ABD arasında krize yol açacak; şirket bundan duyduğu derin üzüntüyü dile getirerek bunun, ABD’li yetkililerin mağdur edildiği bilinen ilk durum olduğunu açıklayacaktı.

Afrika ülkeleriyle yapılan yazılım anlaşmalarının çoğu, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki İsrail lehine oylamaları etkilemenin bir parçası olarak da değerlendiriliyor.

Batı illüzyonsuz yapamaz: Sınırları İsrail dronları koruyor, siber savaş aygıtları AB projeleriyle fonlanıyor, yasaklar deliniyor

İsrail menşeli gözetim yazılımları pek tabii “Batı demokrasilerinde” yaygın şekilde kullanılıyor. ABD'de, 49 eyalet polisi Cellebrite sistemlerini aktif olarak kullanıyor. İngiltere, özel güvenlik şirketleri üzerinden NSO “çözümlerini” kullanıyor; içişleri bakanlıkları gözetim izni vermeksizin yazılımları test ediyor.

Avrupa Birliği içerisinde Cellebrite, İsrail’de de yatırımlar yapan AB destekli teknoloji araştırma programı Horizon Europe projelerine dahil edilen sistemlerden. Şirket, AB fonlarından pay alıyor ve güvenlik araştırmalarına katılıyor. Bu tür örnekler, Filistin’de başlayan ve işgale dijital hizmeti sunan sistemlerin nasıl globalleştirildiğini gösteriyor. Yazılım burada test ediliyor, Batı’da “gelişmiş teknoloji” olarak karşılık buluyor.

İsrail şirketleri, uluslararası baskılarla karşılaştığında iki temel stratejiye başvuruyor: “Biz satıyoruz, onlar nasıl kullanırsa” yaklaşımıyla suçu kullanıcı ülkeye atmak ve teknolojiyi bir kahramanlık aracı olarak sunmak. Örneğin Cellebrite, “Kahramanların Ardındaki Kahramanlar” adlı reklam kampanyasında, ürünlerini “pedofili ağlarını çökerten, kaçırılan çocukları kurtaran” çözümler olarak tanıtıyor. 

Gazetecilerin Pegasus’la hedef alınması üzerine NSO Group’un CEO’su Washington Post'a verdiği röportajda “Bu teknoloji kelimenin tam anlamıyla dünyada görüp görülebilecek en kötü aktörlerle mücadele etmekte kullanıldı. Pis işleri de birilerinin yapması gerekiyor. Biri çıkıp da suçluları, teröristleri yakalamak, bir pedofilden bilgi almak için daha iyi bir yol bulduğunu söylese bu şirketi kapatırım” diyerek “bu şirketi hayat kurtarmak için kurduklarını” savunuyordu.

Hayat kurtarmak AB’nin en ikiyüzlü olduğu başlıklardan biri. Ağustos 2021'de AB'nin sınır koruma kurumu Frontex, Akdeniz'i geçmeye çalışan göçmenleri izlemek için insansız hava araçları temin etmek ve işletmek üzere Airbus, Israel Aerospace Industries (IAI) ve yine İsrail şirketi Elbit Systems ile 100 milyon Avro değerinde sözleşme imzaladı.

İsrail’li Elbit'in Hermes İHA'ları ve Heron insansız hava araçları (MALE RPAS) Frontex'in Akdeniz'de kullanmaya başladığı en işlevsel araçlarından. Göçmenleri uzak tutma mücadelesinde Frontex’in yardımına koşulan ve Gazze’de test edilerek “combat-proven” etiketiyle satışa sunulan bu İHA'lar termal kameralar, hareket eden hedefleri belirleyen yapay zekâ teknolojileri ve cep telefonu müdahale sistemleri gibi ekipmanlar taşıyor. 

İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch-HRW) tarafından 2022’de yayımlanan bir rapor Orta Akdeniz'de göçmen teknelerinin tespit edilmesinde ve daha sonra Libya güçleri tarafından durdurulmasında oynadıkları rolü belgeliyor. Bu araçlar, video görüntülerini ve diğer bilgileri Varşova'daki Frontex merkezinde bulunan ve göçmen tekneleri hakkında ne zaman ve kimin uyarılacağına dair operasyonel kararların alındığı bir merkeze iletiyor.

İHA'lar, denizde zor durumdaki göçmenlerin yerini tespit etme, ancak kurtarma çalışmalarına doğrudan katılmama ve hatta “boğulmalarına göz yumma” veya onları Libya Sahil Güvenliği'ne teslim etme seçeneğini sunuyor. 

Geçtiğimiz günlerde AB’nin işgal teknolojisini üreten şirketlerle el altından yürüttüğü işbirliği yeni bir raporda açığa çıktı. “İşgal Ekonomisinden Soykırım Ekonomisine” başlıklı rapor, Birleşmiş Milletler'in 1967'den beri işgal altında tutulan Filistin topraklarındaki insan hakları özel raportörü Francesca Albanese tarafından, ABD'nin kendisine yaptırım uygulayacağını açıklamasından önce Haziran ayında derlendi.

Albanese’nin raporu Avrupa Uzay Ajansı’nın (ESA), 2024’te İsrail savunma ödülünü de alan en büyük silah şirketlerinden Elbit’le kurduğu ticari ağı anlatıyor. Rapora göre geçtiğimiz ay Belçika merkezli bir Elbit yan kuruluşu olan OIP, ESA’nın Venüs misyonunda kullanılması için “yüksek çözünürlüklü termal kızılötesi dağıtıcı spektrometre” geliştirmek üzere seçildiğini duyurdu. 

Belçikalı bir firma olarak tanıtılarak İsrail bağlantıları gizlenmeye çalışılan OIP, bu “yeni teknolojinin” potansiyel kullanım alanları arasında “hedef belirleme” ve hava kalitesinin izlenmesinin yer aldığını açıkladı. Geçtiğimiz Aralık ayında da firma, Güneş'in koronasını gözlemlemek üzere iki uzay aracı gönderilmesini içeren bir ESA projesine “kritik bileşenler” sağlamakla görevlendirilmiş.

Merkezi Paris'te bulunan Avrupa Uzay Ajansı kamu tarafından finanse edilen bir kurum. Öte yandan AB kurumu olmasa da “Dünya gözlemi” uydu programı Kopernik bünyesinde AB ile bir ortaklığa sahip. Albanese’nin raporu yılın başlarında OIP’in, Kopernik için bir “bulut görüntüleyici” teslim etmek üzere başta havacılık ve siber güvenlik alanlarında faaliyet gösteren Fransız silah sanayii tekeli Thales ile sözleşme imzalamasına da yer veriyor.

Elbit ve diğer İsrailli silah üreticilerinin geçen ayki Paris Air Show'a katılmaları yasaklanmış, Batı basını silah tekellerinin fuardaki stantlarının kapatıldığı görüntüleri büyük bir iştahla servis etmişti. İsrail’in herhangi bir yasağı tanıdığı görülmemiştir. OIP de “Belçikalı” bir firma olarak fuara katılmış. 

Uygar Batı göçmenlerin yaşam ve ölüm kararlarını havadan gözetleme yoluyla toplanan bilgilere dayanarak alıyor. İsrailli şirketlerle ortaklıklar kuruyor. İsrail’in askeri, dijital ve psikolojik işgal stratejisinin parçası ölüm makineleri sadece Filistinliler üzerinde değil, dünya ölçeğinde kullanılıyor.

Türkiye eksik kalır mı?

Başta devlet şirketi Israel Military Industries olmak üzere Aeronautics Defense Systems, Cellebrite, Israel Aerospace Industries (IAI), Rafael Advanced Defense Systems Türkiye’nin İsrail’le askeri ve siber güvenlik teknolojileri ticareti yaptığı başlıca şirketler. F 4, M60, İHA modernizasyonu gibi projelerde geçmiş dönemlerde 2 milyar dolar civarı toplam ticaret hacminin olduğu hesaplanıyor.

Siber güvenlik alanındaysa Cellebrite ve benzeri dijital analiz sistemleri Türkiye’de özellikle adli bilişim alanında ve emniyet teşkilatlarında kullanılıyor. 2016 yılında darbe girişiminin ardından dijital delil çıkarımında en çok Cellebrite cihazlarından yardım alındığı belirtiliyor.

Pegasus’un üçüncü taraflar üzerinden dolaylı olarak Türkiye’ye sızdığı, NSO dışındaki firmalara ait casus yazılımların da Türkiye’de özel şirketler aracılığıyla satıldığına dair bulgularla birlikte, havalimanı güvenlik altyapısı, sınır geçişleri ve büyükşehir belediyelerine ait kamera sistemlerinde Anyvision vb. İsrail çıkışlı yüz tanıma yazılımlarıyla entegrasyonu bulunan sistemler kullanıldığı yine güçlü iddialar arasında.

İsrail kökenli ancak ABD üzerinden faaliyet yürüten Verint Systems’ın İstanbul’da bir ofisi ve farklı alanlarda faaliyet gösteren pek çok partneri bulunuyor. Türkiye'nin 2000’li yıllarda iletişim gözetimi altyapısını kurarken GSM şebekelerine entegre olarak arama kayıtları, konum verileri, SMS içerikleri ve internet kullanımını gerçek zamanlı analiz eden Verint ürünlerini kullandığı biliniyor.

Bu sistemlerin kullanımı genellikle istihbarat birimleri içinde olduğu için doğrudan kamuya açık belgeler bulunmamakla birlikte örneğin WikiLeaks belgelerinde ve uluslararası sızıntılarda, Türkiye'nin Verint “çözümleriyle” ilişkisine dair bilgiler bulunuyor.

soL’un İran-İsrail Savaşı Dersleri yazı dizisinde Okan Ataer, Türkiye ile İsrail arasında siber güvenlik ve gözetleme alanındaki çok katmanlı işbirliğini Check Point ve CyberArk gibi İsrailli şirketlerle Turkcell arasındaki ortaklığa da değinerek anlatmıştı.

İşgal sansürsüz olmaz

“Filistin Laboratuvarı’nın” işleyişi sansürle de güvence altına alınıyor. Facebook, Instagram, TikTok, Twitter gibi sosyal medya şirketleri, İsrail'i eleştiren veya Filistinlilerin bakış açısını gösteren içerikleri düzenli olarak engelliyor. Loewenstein kitabında 2021 Mayıs ayındaki Hamas-İsrail çatışması sırasında Şeyh Cerrah Mahallesi'ndeki yıkımla ilgili #SaveSheikhJarrah etiketli gönderilerin anında kaldırılarak erişime engellenmesini hatırlatıyor. Bugün Filistinlilerin "direniş" ve "şehit" gibi kelimeleri içeren paylaşımları da algoritmalar tarafından "şiddete teşvik" olarak algılanıp kaldırılıyor. 

Sosyal medya platformlarının içerik politikaları İsraillilerin ırkçı söylemler içeren gönderileri konusundaysa bekleneceği üzere aynı doğrultuda işlemiyor. 2016 yılında İsrail Adalet Bakanı Ayelet Şaked, Facebook yöneticileriyle yaptığı görüşmenin ardından övünerek YouTube, Google ve Facebook’un İsrail hükümetinin talebiyle, şiddete teşvik ettiğini iddia ettikleri içeriklerin yüzde 95’ini kaldırdığını söylüyor. 

Şaked’in Filistinli çocukların hepsini “düşman savaşçılar” ve “küçük yılanlar” olarak niteleyerek öldürülmelerini savunduğu konuşması tabii ki Facebook’un filtrelerine takılmıyor.

“Filistin Laboratuvarı”nda sınanan emperyalist saldırganlık tüm dünyayı büyük bir ateşin içine atıyor. O ateş yalnızca füzelerle, topla, tüfekle değil; algoritmalar, kodlar ve uygulamalarla harlanıyor.(https://youtu.be/aMOKLl2hb8w)

                                                              /././

Kemal Okuyan'dan 'süreç' değerlendirmesi: Cumhuriyetle dertleri var

AKP, MHP ve DEM arasındaki işbirliğini "basit bir yakınlaşma değil, Cumhuriyet’e dönük tarihsel ve ideolojik hesaplaşmanın yeni evresi" olarak tanımlayan TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, "Cumhuriyet ile dertleri var" dedi.

Türkiye Komünist Partisi, AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "süreci bundan sonra AKP, MHP, DEM ile ittifak halinde yürüteceğiz" sözlerini Cumhur İttifakı'nın genişlemesi olarak değerlendirmiş ve bu süreci yalnızca güncel bir pazarlık ya da taktiksel yakınlaşma değil; geçmişten bugüne Cumhuriyet’e karşı yürütülen ideolojik ve siyasal hesaplaşmanın yeni bir evresi olarak nitelemişti.

TKP açıklamasının ayrıntılarını ve yeni "çözüm süreci"ne ilişkin son gelişmeleri TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'a sorduk.  

Meselenin basit bir siyasi işbirliği olmadığını vurgulayan Okuyan, “Farklı kalkış noktalarıyla da olsa Cumhuriyet’in kuruluşu ile sorunu olan iki siyasi çizginin işbirliğinden söz ediyoruz” dedi.

TKP'nin süreci yalnızca silahların susması üzerinden değil, ideolojik ve tarihsel içeriğiyle de değerlendirdiğini hatırlatan Okuyan, “Ortaya çıkan, ana hatları belli olan mutabakatta benimsediğimiz hiçbir şey yok. Tersine son derece tehlikeli bir süreç işliyor” yorumunda bulundu.

İktidarın "genişleyen Türkiye" söyleminin emperyalizmin ihtiyaçlarıyla da birleştiğine işaret eden Okuyan, bölgede bir "sermaye barışının" hedeflendiğini söyledi.

Türkiye Komünist Partisi, hükümetin "Terörsüz Türkiye", PKK'nin "Barış ve Demokratik Toplum" diye adlandırdığı sürece ilişkin 12 Temmuz'da yaptığı açıklamaya "Genişletilmiş Cumhur İttifakı'na dair ilk değerlendirmeler" başlığını attı. Ancak Erdoğan'ın aynı gün yaptığı konuşmada yer alan "süreci bundan sonra AKP, MHP, DEM ile ittifak halinde yürüteceğiz" ifadesi resmi basın açıklamasından çıkarıldı. Bu nasıl açıklanmalı? Genişletilmiş Cumhur İttifakı henüz oluşmadan tarih mi oldu?

İktidar kanadının acelesi var. Hayat pahalılığından ve adaletsizlikten bezmiş olan topluma hızla bir şeyler sunmak ve Cumhur İttifakı'nın daralan toplumsal tabanını genişletmek istiyorlar. Günler boyunca "müjde geliyor" diye anonsu yapılan konuşmada ilgi çekici yeni bir unsur yoktu. Bu açığı kapatmak için DEM'in artık "düşman" tanımından çıkarıldığını ve muteber bir parti haline geldiğini Bahçeli'den sonra ilan etme ihtiyacı duydu belli ki. Ancak bunun DEM tabanında güle oynaya karşılanması mümkün değildi. Bu nedenle Erdoğan'ın konuşmasının hemen ardından Pervin Buldan bir yandan konuşmanın içeriğinden çok memnun olduklarını ifade ederken diğer yandan da Cumhur İttifakı'nın parçası haline geldikleri izlenimini ortadan kaldırmaya ya da en azından yumuşatmaya çalıştı.

Erdoğan bu ifadeleri, hiç karşılığı olmadığı halde kendi kendine mi söylemiş oldu?

Hayır, öyle olur mu! Uzun bir süredir görüşmeler yapılıyor en ince ayrıntısına kadar. Erdoğan'ın konuşmasında bir emrivaki olduğunu düşünmek saçma. Ancak bu sürecin pürüzsüz, gerilimsiz gelişmesini beklemek de anlamsız. Bu ne Türkiye ne bölge ne dünya gerçekliğine uygun.

Peki DEM'in parti olarak, Cumhur İttifakı'nın parçası olmasa bile hükümetle birçok konuda işbirliği yapması mümkün mü? Bu işbirliğinin bir Anayasa değişikliği ile somutlanması olasılığı hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Bu işbirliği bir olasılık değil, bir gerçek olarak görülmeli artık. Bakın dar anlamıyla DEM'den söz etmiyoruz. Kısa süre öncesine kadar bir itham ve suç unsuru olarak görülen Öcalan, DEM, PKK bağlantısı resmi bir kabul gördü, hatta devlet açısından bir olanağa dönüştü. Bu anlamda şu ana kadarki mutabakatın parti içinde ortaya çıkabilecek ve çıkan tereddütler bir yana DEM'i de kapsadığını biliyoruz. DEM'in iç tartışmaları bu partiyi ilgilendirir. Zaten DEM'in yeniden yapılandırılacağı, hatta yeni bir oluşumun ortaya çıkacağı da söyleniyor. Ne olursa olsun iktidar ile girilen süreç, basit bir "silah bırakma" değil. İki tarafın da stratejik hesap ve hedefleri var. Bunların örtüşen kısmı var, örtüşmeyen kısmı var. Ama örtüşen kısmıyla devam etmeye karar verdiler ki, olay bu noktaya kadar geldi. Tarafların sürece dönük angajmanlarına bakıldığında bu sürecin kolay kolay terk edilemeyeceği kolaylıkla anlaşılır.

Nedir örtüşen kısmı?

Parti açıklamamızda da yer alıyor. Farklı kalkış noktalarıyla da olsa Cumhuriyet'in kuruluşu ile sorunu olan iki siyasi çizginin işbirliğinden söz ediyoruz. Bunun basit, geçmişe dönük bir olgu biçiminde değerlendirilmesi büyük bir hata olur. Elbette geçmiş geçmiştir ama geçmişe bakış aynı zamanda güncele müdahaledir. TKP'nin spekülasyonu değil bu. AKP iktidarının 23 yılına, beri yanda sadece Öcalan'ın bu son süreçteki konuşmalarındaki vurgulara bakmak bile yeterli. Cumhuriyet ile dertleri var. Bunun tartışılacak bir yanı bulunmuyor.

Ancak iktidar çevrelerinden son dönemde Atatürk'e saygı olarak değerlendirilebilecek açıklamalar geliyor. Bir değişim olamaz mı bu?

Değişim şurada. Bu toplum Mustafa Kemal'e tutunarak ciddi bir direnç üretti ya da AKP'yi itirazın önemli bir bölümü Mustafa Kemal'e tutundu. Fark etmez. İktidarın bunu görmemesi mümkün değil. Bu nedenle doğrudan bir karşı karşıya geliş yerine başka yöntemlerle kırmaya çalışıyorlar söz konusu direnç ve tutamak noktasını. Ancak iktidar cenahından birçok kişi ya da odak süreklileşmiş bir biçimde hakarete varan söylemlerle Cumhuriyetle hesaplaşmayı canlı tutuyor. Evet, gerek görüldüğünde bunlar iktidar sözcüleri tarafından kınanıyor ama iktidar bu tür salvoları haylazlık olarak değil zorunluluk olarak görüyor. Bu ülkede son 20 yıl boyunca en büyük özgürlük alanı halifelik, imparatorluk, şeriat özlemcilerine açıldı. Bunu "arada aşırılar da var" diye açıklayanlar yanılıyor. Türkiye'de siyasal İslam bir bütün olarak iktidardadır, onun hiçbir parçası üvey evlat değildir. 

AKP ile DEM arasındaki mutabakata geri dönecek olursak, Cumhuriyet konusunun dışında bir başlık yok mu?

Cumhuriyet çok kapsamlı bir mesele. Daha sonra aşınan, aşındırılan birçok değer 1923'te Cumhuriyet ile taçlanan kurtuluş ve kuruluşta bu topraklara yerleşti. Kamuculuk, yurtseverlik, aydınlanmacılık bu ülkede hâlâ bir biçimde direniyorsa bunun tarihsel kökleri, enerji kaynakları olduğunu kim inkar edebilir. Bu değerleri kazımak, toplumun hafızasını bu değerlerden temizlemek için yıllardır sistematik bir çaba gösteriliyor. Bu çabanın sahipleri ve destekçileri orta yerde dururken aptalı oynayacak değiliz. Aslında bugüne kadar uzanan bir siyasi çekişmede aynı safta yer alan iki hareketten söz ediyoruz. Bu nedenle Turgut Özal'da kolayca anlaştılar örneğin. Bu tercih sadece "Özal Kürt sorununu çözecekti"ye daraltılamaz. Özal'ın Türkiye tarihinde özel bir anlamı var. 1900'lerin başından bugüne gelen bir çekişmede taraflardan birinin kendini gizlemeyen fanatik kadrolarındandır Özal. Türkiye'nin bütün tarihini bu çekişmeyle açıklayamasak da, bir ileri-geri kavgası yaşandığı ortada. Burada bir tutarlılık var. Batı ittifakı, NATO konusunda örtüşüyorlar. "Yerelleşme" konusunda örtüşüyorlar. "Militan laiklik" eleştirisinde örtüşüyorlar. Bu örtüşmeler daha net bir tablonun çıkmasına mı yarayacak yoksa bu süreç kısa vadeli bazı hesapların ardından bir tıkanma mı yaşayacak bunu göreceğiz. Ancak bizim şu anda veri alacağımız, tarafların kendi içindeki tartışmalar değil, en yetkili ağızların dillendirdikleri ve fiilen yapılanlardır. Her meselede olduğu gibi bu konuyu da içeriğe bakarak değerlendireceğimizi başından beri söyledik, onu yapıyoruz. Dolayısıyla konunun "silahların susması" kısmı kesinlikle olumludur, buna itiraz etmek abestir. Tabular, yasaklar bu toplumu esir aldı. Şimdi madem "siyaset" deniyor, konuyu siyaseten tartışalım. Bu bağlamda açık açık ilan ediyoruz ki, ortaya çıkan ana hatları belli olan mutabakatta benimsediğimiz hiçbir şey yok. Tersine son derece tehlikeli bir süreç işliyor. İçerik ve doğrultu itibariyle. Buna karşı farklı bir program geliştirilmelidir, bunu yapıyoruz zaten.

Türkiye'de bu süreçle birlikte siyasetin alanının genişleyebileceğini düşünüyor musunuz? CHP'ye dönük operasyonlar sürerken bu mümkün mü?

Bugünkü adaletsizlikler, siyaset alanına müdahaleler, seçme ve seçilme hakkının gasp edilme girişimleri iktidarın gücünü mü zayıflığını mı gösteriyor sorusuna kesin yanıt vermek çok zor. İktidar bu ölçüde keyfi uygulamaları gözünü kırpmadan yapabiliyorsa güçlüdür. Ancak bu uygulamalar iktidarın tabanını daraltmaya, öfkeyi artırmaya ve hem hükümet hem devlet içi gerilimleri derinleştirmeye yol açıyorsa, ciddi bir zayıflıkla da karşı karşıyayız demektir. Suriye'de iktidar değişikliğinde AKP'nin parmağı vardı ama Halep-Şam hattındaki bu başarı toplumda zerre heyecan yaratmadı. Sonra yeni çözüm süreci ilan edildi, ilerledi, Öcalan açıklama yaptı, video çekti, silahlar yakıldı yine heyecan yok. Baklava kutusunda para görüntüleri yayınladılar, bütün kanallar binlerce kez döndürdü o görüntüleri, yine heyecan yok. AKP tabanından söz ediyorum. "PKK ile anlaştık, diğerlerini dövmeye devam edebiliriz" türünden bir anlayışla bu ülke yönetilemez. Dahası, Türkiye'de bugünkü düzen CHP olmaksızın ayakta kalamaz, yıkılır. Bu nedenle sürdürülemez bir durum var. AKP bu işi bir yere bağlamaya çalışacak. Bir demokratikleşme filan olamaz ama bir yumuşama görüntüsü elbette olabilir. Ancak olasılıklardan sadece bir tanesidir bu. 

Selahattin Demirtaş'ın ve DEM'li başka siyasetçilerin serbest bırakılacağı söyleniyor. Sizce bu mümkün mü?

Mümkün elbette. Her zaman söyledik, süreç içinde birçok siyasetçi rehin alındı. Ne için? Pazarlık için. Bir noktada bırakacaklardı. Bir demokratikleşme görüntüsü yaratmak için bir fırsat. Öte yandan hukuk ya da adalet açısından baktığınızda zaten tartışılacak bir taraf yok. Derhal bırakılmaları gerekiyor. Bunun başka yararları da olacak. İçerik ve doğrultuyu konuşacağız. İçerik ve doğrultuyla ilgili mücadele edeceğiz. Türkiye'de insanlara yapılan haksızlıklar gerçek siyasal taraflaşmaların önünde bir engel olarak durdu yıllarca.

Diğer olasılık, AKP'nin daha da sertleşmesi mi?

Tekrar altını çiziyorum, AKP iktidarının ya da daha genel söyleyeyim bugünkü sistemin bir demokratikleşme süreci yaşaması imkansızdır. Mümkün olan, AKP'nin kendisini kabullenenlerle bir "normalleşme" görüntüsü vermesidir. Zaten şu anda Genişletilmiş Cumhur İttifakı bile AKP'ye daha da sertleşme imkanı vermiyor. Diğer olasılık olarak görülmesi gereken, tepedeki kavgaların Türkiye'yi derin bir yönetme krizine sokmasıdır. Bu kuşkusuz bir normalleşme görüntüsünü imkansız hale getirir.

Tepede bir kavga mı var?

Dünyada içeride ya da yönetimin tepesinde kavga olmayan pek az ülke var. Defalarca söyledik, görünürde AKP ile CHP arasında bir mücadele sürmesine karşın, konu çok daha kapsamlı. Türkiye'de sistem içi siyasi gerilimlerden sadece bir tanesi AKP ile CHP arasında. Ama başka gerilimler de var. Devlet kurumları arasında, tarikatlar arasında, AKP içinde, kabinede, sermaye grupları arasında. Ve bunların hepsi birbiriyle etkileşim içinde. Hatırlayalım, geçtiğimiz hafta herkes Hakan Fidan ile İbrahim Kalın arasındaki mücadeleyi konuşuyordu. Bu çekişmeler bazen kişisel düzeyde başlayıp sonra farklı çekişme ve taraflaşmalarla etkileşime girerek daha kapsamlı hale geliyor, hatta uluslararası boyut kazanabiliyor. Erdoğan'ın bütün bu sürtüşmeleri yönetebildiğini söylemek mümkün değil. Şu anda bazı konularda hiç aykırı ses çıkmamasını mutlak uyumla açıklamak en büyük yanlış olur. Burjuva politikası açıklık ve samimiyetle değil, riya ve ilkesizlikle yürür. 

Bu kavga son çözüm sürecini de etkiler mi?

Son çözüm sürecinde mutabakat halinde gözüken siyasi güçlerin içinde oldukça farklı eğilimler var. Şimdilik bir yol bulunmuş gözüküyor. Ancak konu başka güçleri de ilgilendiriyor. ABD, İsrail, İngiltere, Fransa, İran ve diğerleri. Başka sorunlardan yalıtık ya da kimilerinin iddia ettiği gibi her şeyin üstünde bir sorunla ilgili değil yeni süreç. Bütün konular iç içe. Ticaret yolları, enerji kaynakları, etki alanları, İsrail'in güvenliği, Çin'in kuşatılması, Rusya'nın bölgedeki etkisinin azaltılması... Bütün bu başlıklarda gerilimsiz, çekişmesiz ve hatta çatışmasız bir dünya olmaz. Şu anda bu sürece önemli bir itiraz gelmiyor gibi ama bunun nedeni, birçok aktörün bu sürece istediği yönü verebileceğine dair bir inanç. Yarın o farklı çıkar ve hedefler çekiştirmeye başlayacak. Bakın Suriye'de HTŞ'yi devlet yapan süreçte İngiltere, İsrail, Türkiye, ABD, Katar vardı. Ortak hareket ettiler. Ancak her birinin Suriye tasarımı bir ötekinin ayağına çelme takabiliyor. İngiltere ve ABD arasında bile çekişme var Suriye'de. Aynısı "PKK sonrası bölge" açısından söylenebilir. Dolayısıyla iktidarın "müjde, önümüzü açtık inşallah" söyleminin bir karşılığı yok. 

Ama birçok açıdan Türkiye'nin istediği gibi gitmiyor mu süreç? Örneğin ABD Büyükelçisi Barrack'ın açıklamaları sevinçle karşılanıyor.

Türkiye'nin istediği gibi ifadesinden uzak durmak gerek. AKP diyelim, iktidar diyelim, Türkiye kapitalizmi diyelim. Halkımızın Barrack ya da bir başka ABD yetkilisinin tek bir açıklamasını "sevinçle" karşılaması bile zuldür. Ne yapacağız Osmanlı'yı övdü diye mi alkışlayacağız?

Suriye'nin bölünmesine izin vermeyeceklerini de söyledi. Hatta SDG'nin ismini zikrederek "onlara özerklik borcumuz yok" dedi.

Suriye'yi illa resmen bölmeleri gerekmiyor. Açık açık söylediler, Şara bizim adamımız diye, biz yetiştirdik filan. Ajanımız diyorlar. Şara'nın Suriye'yi yönetecek gücü yok. Hemen arkasından özerk bölge yönetiminden bir açıklama geldi, "merkezi hükümet içinde asla erimeyiz" diye. Bu tartışmalar sürecek. Ancak Suriye'nin tamamının Şam merkezli hükümete biat etmesi imkansız. Yalnızca SDG değil, Dürzi bölgesi de bunu yapmaz. Bir yol bulurlar ya da çatışmalar yine başlar. İşte daha bugün Dürzi bölgesinden şiddetli çatışma haberleri geldi. Barrack denen adamdan mı öğreneceğiz siyaset yasalarını!

Sevr tartışmalarına değinmek istiyorum biraz. Ayrı devletten, federasyondan, özerklikten vazgeçtik dedi Öcalan. Bu bir rahatlama sağlamaz mı? Bölünme paranoyası siyaseti kilitleyen faktörlerden biri değil miydi?

Bölmek, parçalamak amaç değildir, bir yöntemdir. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ya da Sovyetler yıkıldıktan sonra gündeme gelen "bölücü" hamleler emperyalist ülkeler arası çelişkilerin ve hegemonya mücadelesinin ve de çok uluslu tekellerin yayılma perspektifinin ürünüydü. Esas olan, doğal zenginliklere, enerji kaynaklarına, ticaret yollarına, yeni pazarlara, ucuz iş gücüne çökme arzusudur. Bu arzu bitmiş değil. Türkiye söz konusu olduğunda, zaten on yıllar boyunca istedikleri yola soktular. Ancak arzu ve hırsları bitmez. Lozan, can sıkıcı bir gelişmeydi emperyalistler için. Bunu unutmuyorlar. Bundan kurtulmak elbette isterler. Şu anda Türkiye'yi gevşetme stratejisiyle hareket ediyorlar. Gevşetme nedir? Sınır geçişkenliği, belirsizleşmesi... Bu tek taraflı olmaz. Türkiye'de holdinglerin ihtirasları, ki TÜSİAD da MÜSİAD da bu işin içinde ve AKP'nin Osmanlıcılık sevdası, bu gevşemeyi dışa doğru da olanaklı hale getiriyor. Bu süreç, "barış" getirmez. Rekabet keskinleşir. Kimse Türkiye kapitalizmine "al bu bölgenin efendisi sen ol" demez. Geçici bir mutabakat olur ama buradan kavga çıkar. İşte o kavgada gevşeyen Türkiye, dağılmaya sürüklenebilir. 

TKP bir "sermaye barışı"ndan söz etti açıklamasında. Bunun anlamı nedir? Bir de sermayeden de gelse barış kötü bir şey mi? 

Para kazanmak istiyorlar. Büyük kârlar elde etmek. Çin'i dışarıda bırakmak, onun yükselişine alternatif olacak bölgeler yaratmak. İbrahim anlaşmalarının hedefi sadece İsrail'in güvenliği değildi. Filistin, Suriye, Irak, Lübnan çok uluslu tekellerin yağmasına açılacak. Burada bir "sermaye barışı" hedefleniyor. AKP de buna gözünü dikti ve güveniyor. Son sürecin burada el yükselttiğini düşünüyorlar. Ama unutmayalım, son süreçte şantaj mekanizması devreye girdi. "İsrail'in oyununu bozduk" diyorlar. Hayır İngiltere ve İsrail şantaj yaptı. Hedeflenen buydu. Şimdilik bir uyum var. Ama bu alanda büyük rekabet olacak. Emperyalist dünyada rekabet, savaş demektir. O yüzden sermaye barışı diyoruz. Sermaye barışı da savaş demektir. Daha şimdiden Türkiye İmparatorluğu demeye başladılar. Az önce de vurguladım, kendi tabanında dahi heyecan yaratmıyor bu güncel fetihçilik. Çünkü insanlar korkuyor. Tarihten biliyor, güncel olarak biliyor, yayılmanın sonuçlarını. 

TKP ne yapacak bu süreçte?

Ne yapacağımızı, yapmakta olduğumuzu her fırsatta açıklıyoruz. Cumhuriyetçi birikimi antikapitalist bir zeminde yeniden ayağa kaldırmak için üzerimize düşeni yapacağız. Biz bu son sürecin karşısında değiliz. Biz emperyalizme, sömürüye, tarikatlara, yayılmacılığa, cumhuriyet düşmanlığına karşıyız. "Asla görüşülmez, uzlaşılmaz" demekle "ne görüşüldü, nerede uzlaşıldı" sorusunu sormak arasında çok önemli bir fark var. Biz bir siyasi partiyiz. Taraflar gerçek meseleler üzerinden, program, hedef ve ilkelerden hareketle oluşmalı, bu toplum taraflaşmalıdır. Sonuçta aydınlık ve ilerici olan kazanacaktır.

                                                         ***

ABD büyükelçisi duyurdu: Azerbaycan-Ermenistan koridorunun denetiminin ABD'li şirkete devredilmesi teklif edildi

ABD'nin Ankara Büyükelçisi Barrack, Azerbaycan'la Ermenistan arasında oluşturulması planlanan koridorun denetiminin ABD'li şirkete 100 yıllığına devredilmesi için teklif sunulduğunu açıkladı.

ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Tom Barrack, geçtiğimiz Cuma günü gazetecilere verdiği demeçte, Azerbaycan'la Ermenistan arasında uzun süredir askıda kalan diplomatik müzakereleri ilerletmek amacıyla, ABD'nin iki ülke arasında planlanan ulaşım koridorunu devralmayı önerdiğini aktardı.

Middle East Eye'ın aktardığına göre, Barrack, New York'ta düzenlenen bir brifingde gazetecilere, "32 kilometrelik yol konusunda tartışıyorlar, ancak bu önemsiz bir konu değil. On yıldır sürüncemede kaldı" dedi.

Büyükelçi, "Yani olan şu ki, Amerika devreye giriyor ve 'Tamam, biz devralacağız. 32 kilometrelik yolu bize yüz yıllık bir kira sözleşmesiyle verin, siz de paylaşabilirsiniz' diyor" diye devam etti.

Azerbaycan'ın koridor için koşulları pürüzler yaratıyor

Ermenistan ve Azerbaycan Mart ayında koridor konusunda taslak bir barış anlaşması üzerinde fikir birliğine varmış olsalar da, Bakü anlaşmayı resmen imzalamadan önce birkaç ek koşul üzerinde ısrar etmeye devam ediyor.

Azerbaycan, Erivan'ın anayasasını değiştirerek Azerbaycan topraklarına yapılan atıfları ve diğer koşulları kaldırmasını talep ediyor.

Ana anlaşmazlık noktalarından biri, Azerbaycan'ı Ermenistan toprakları üzerinden kendi toprakları olan Nahçıvan'a bağlayacak olan Zengezur Koridoru olmaya devam ediyor.

Bölgeyi "Syunik" diye adlandıran Erivan yönetimi, "egemen Ermeni toprakları üzerinde saldırgan çağrışımlar" taşıdığını savunarak "Zengezur Koridoru" terimini kullanmayı reddediyor.

Azerbaycan ise koridorun Ermenistan'ın tam kontrolüne verilmemesi konusunda ısrarcı davranarak, Erivan'ın sınırsız erişimi garanti altına alamayacağına dair endişesini dile getiriyor.

Ermenistan da, güzergahın kontrolünün herhangi bir üçüncü tarafa devredilmesine kesinlikle karşı çıkıyor.

32 kilometre uzunluğundaki koridor, Ermenistan ve Azerbaycan arasında kalıcı barışın sağlanmasının önünde hâlâ önemli bir engel olarak görülüyor.

Trump'ın bu planı daha önce dile getirilmişti

Barrack'ın açıklamaları, Trump yönetiminin koridoru tarafsız bir garantör olarak hizmet verecek özel bir ABD ticari operatörü aracılığıyla yönetmeyi teklif ettiğine dair ilk resmi onay oldu.

Carnegie Uluslararası Barış Vakfı tarafından yakın zamanda yayınlanan bir raporda, planın daha önceki bir Avrupa Birliği önerisine dayandığı ve bu önerinin, güzergah boyunca kargo geçişini yönetmek ve izlemekle görevli bir ABD lojistik şirketini görevlendireceği ve verileri tüm taraflarla şeffaf bir şekilde paylaşacağı belirtilmişti.

Raporda, önerinin "Gürcistan'ın ayrılıkçı bölgeleri" denilen noktalardaki uluslararası denetim emsallerinden esinlendiği ve Bakü'nün güçlü ve uzun vadeli güvenlik garantileri talebini karşılarken Erivan'ın koridor üzerindeki egemenliğini korumayı amaçladığı belirtildi.

'Fikri ilk olarak Türkiye önerdi'

Bu arada Türkiye de, Azerbaycanlı yetkililere "İran'ın azalan etkisi" gibi değişen bölgesel dinamikleri hatırlatarak, Bakü'yü sessizce barış anlaşmasını imzalamaya çağırdı.

Müzakerelere aşina bir bölge kaynağı, koridoru yönetecek özel bir şirket fikrini ilk olarak Türkiye'nin önerdiğini ve bunun hem Ermenistan hem de Azerbaycan tarafından onaylandığını belirtti.

Kaynak, "Ancak Ermeni tarafı, şirketin koridorun Nahçıvan tarafında da çalışmasını talep etti ve bu Bakü için kabul edilemezdi" dedi.

Dağlık Karabağ savaşı neden oldu ve sonrasında neler yaşandı?

Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki çatışma, Birleşmiş Milletler tarafından Azerbaycan toprağı olarak tanınan tartışmalı bölgeyi Ermeni güçlerinin ele geçirdiği 1993 Dağlık Karabağ Savaşı'na dayanıyordu.

2020 sonlarında altı hafta süren kanlı bir savaşın ardından Azerbaycan, Dağlık Karabağ'ı geri almak için Eylül 2023'te bir askeri harekât başlatmış ve bu da ateşkes anlaşmasıyla sonuçlanmıştı. Bölgedeki Ermeni nüfusunun çoğu kaçmış ve Ermenistan'ın bölgeyi işgali 1 Ocak 2024'te resmen sonlanmıştı.

Türkiye'nin Ermenistan'la normalleşme süreci de, Azerbaycan ve Ermenistan arasında bir barış anlaşması yapılması olasılığıyla yakından bağlantılı.

Türk yetkililer, Ermenistan'ı, Türkiye'yi Orta Asya'ya doğrudan bağlayacak olan "Orta Koridor"da hayati bir bağlantı noktası olarak görüyor. Türk şirketleri de Ermenistan'daki potansiyel altyapı projelerine katılmak için istekli.

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz ay Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in hemen ardından Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan'ı ağırlamıştı. Bu, bir Ermeni liderin Türkiye'ye yaptığı ilk resmi ziyaretti.

Rus etkisinin azalmasında Türkiye'nin rolü ve ABD-İsrail ekseninin kazancı

Rusya’nın Güney Kafkasya’da nüfuzunu kaybetmeye başladığı bu süreçte Türkiye'nin de rolünün olduğuna dair emareleri bu ayın başında soL’dan Can Kuyumcuoğlu yazmıştı.

Ayın başlarında, Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan'ın Zengezur Koridoru konusunda anlaşmaya yakın olduğuna dair hem Azeri hem de Ermeni kaynaklardan iddialar ortaya atılmaya başlanmıştı. Bu, Rusya'nın bölgedeki askeri ve siyasi nüfuzunun neredeyse biteceği anlamına geliyordu.

Güney Kafkasya’daki son gelişmeler, aynı Ortadoğu’da olduğu gibi ABD-İsrail ekseninin çıkarları doğrultusunda ilerlediğini de gösteriyordu.

Suriye’de Beşar Esad’ın düşmesiyle Rusya’nın elini büken, İran’ın da nüfuzunu büyük ölçüde azaltan ABD-İsrail tarafı, burada da sürecin kazananı olma yolunda.

                                                                    ***

İBB şoförleri niye tutuklandı? Sorgudaki WhatsApp mesajı: ‘İtirafçı olursa belki çıkar’ + Tam 5.333.995.000 TL! Yangın çıkaran şirketle ilgili bir skandal daha-Bahadır Özgür / halkTV

İBB şoförleri niye tutuklandı? Sorgudaki WhatsApp mesajı: ‘İtirafçı olursa belki çıkar’

İBB operasyonlarının en tuhaf dalgası belki de ‘şoför operasyonu.’ Türkiye tarihinde bu kadar fazla resmi makam şoförü, yolsuzluk iddiasıyla tutuklanmamıştır. İktidar yanlısı medyada ‘şoför dalgasının’ veriliş tarzına bakınca, “onca şoförü boşa almamışlardır. Kesin sır küpü bunlar” diye düşünüyor insan.

Peki sahiden öyle mi? Şoförler neyle suçlanıyorlar? Ne anlattılar?

Kamuoyunun belki de en az bilgi sahibi olduğu şu ‘şoför dosyasını’ biraz aralayalım. İddiaları ve ifadeleri tek tek inceleyelim…

***

Şu ana kadar 8 makam şoförü gözaltına alındı. İkisi ‘etkin pişmanlıktan’ yararlandığı için bırakıldı. Bunlar, tutuklu iş insanı Hüseyin Köksal’ın şoförü Servet Yıldırım ve Ekrem İmamoğlu’nun danışmanlığını yapmış Ertan Yıldız’ın şoförü Bayram Yıldırım.

Tutuklanan 6 şoför ise şöyle: İBB Harita Mühendisi Yakup Öner’in şoförü Kamuran Ataç, İmamoğlu’nun Özel Kalem Müdürü Kadriye Kasapoğlu’nun şoförü Sabri Caner Kırca, İBB Spor Kulübü Başkanı Fatih Keleş’in şoförü Hüseyin Yurddaş, İbrahim Özkan’ın şoförü Mustafa Bostancı, Büyükçekmece Başkan Vekili Ahmet Şahin’in şoförü Sonkan Turan ve Murat Ongun’un şoförü Kadir Öztürk.

6 şoförün tutuklanmasının sebebi, Bayram Yıldırım’ın verdiği ifade. Yıldırım’ın iddiası şu:

“Florya’daki eski başkanlık konutunda özel toplantılar yapılıyordu. Fatih Keleş’in kullandığı konuta pick-up cinsi araç yanaşırdı. Aracın arkasındaki yemek sepetleri binaya alınır, sonra boş çıkardı. Paraları Ongun, Kasapoğlu ve Keleş’in şoförleri alıp giderdi. Şoförler defalarca bana bunu anlattı.”

Yani yemek sepetleri geliyor, sonra boş çıkıyor. İddiasına bakılırsa içleri para dolu. Lakin somut delil sunmuyor. Diğer şoförleri işaret ediyor sadece.

O halde tutuklanan şoförlerin ifadelerine bakalım şimdi.

ŞOFÖRLER NELER ANLATTI?

Ongun’un şoförü Kadir Öztürk’ün ifadesi: “Böyle bir olayı ilk defa duydum. Hiç şahit olmadım. Ben sadece Ongun’un el çantasını taşırdım. İçinde laptop vardı. Bayram Yıldırım ile 2023’ten beri hiç görüşmedim. Kadir Topbaş döneminden beri İBB’de şoförlük yapıyorum.”

Kadriye Kasapoğlu’nun şoförü Kırca’nın ifadesi: “Ben bahsedilen pick-up araçlar ve yemek sepetlerine asla tanık olmadım. Bayram Yıldırım ile işimiz gereği aynı yerde bulunsak da hiç konuşmayız. Kendini kurtarmak için iftira atıyor. 3 gündür (gözaltında) düşünüp duruyorum. Neden bunu yaptığını anlamıyorum. Tutuldum kaldım. Bir şey bilsem anlatırım. Delil olsa boynum kıldan ince. Ne ceza verseniz razıyım.”

İbrahim Özkan’ın şoförü Hüseyin Bostancı’nın ifadesi: (Bayram Yıldırım’ın, kutular içinde son model iPhone’ların İbrahim Özkan’a verilmek üzere teslim edildiği iddiası üzerine) Yıldırım kutuyu bana Özkan’a teslim edilmek üzere verdi. Özkan’ın şoförüyüm. Kutuyu açtığım şeklindeki iddiayı kabul etmiyorum. Makama ait kutuları açamayız. 10-15 gün sonra Özkan’ın Ataşehir’deki makam odasında o kutu veya benzerini gördüm. Özkan şehit yakınları, muhtaç aileler ve öğrencilere tablet ve telefon yardımı yaptığı için içinde tablet veya telefon olabileceğine yordum. Suçlamaları kabul etmiyorum. İçeriğini bilmediğim bir konudan ötürü buradayım.”

Yakup Öner’in şoförü Kamuran Ataç’a sorulan sorularda da yine kendisini ilgilendiren tek cümleye rastlanmıyor.

Daha ziyade Taş Yapı’nın sahibi Emrullah Turanlı’nın ve ‘gizli tanık Rüzgar’ın, Öner ile ilgili iddiaları soruluyor. Ataç sadece makam aracını kullandığını, ne bahsedilen olayları ne de kişileri tanıdığını söylüyor. Ataç’a bazı para transferleri gösteriliyor. Sordukları kişiler kardeşi, kayınpederi ve kayınvalidesi. Telefon görüşmeleri ve meşhur ‘baz sinyalleri’ de sunuluyor ayrıca. Onlar da Yakup Öner, kayınbiraderi İlker Hamal ve Ongun’un şoförüne ait. Ataç, bu kişilerle irtibatın yaptığı iş icabı normal olduğunu vurguluyor.

Son ifade de Fatih Keleş’in şoförü Hüseyin Yurddaş’ın: “Bayram Yıldırım’ın bahsettiği olayı ilk kez duyuyorum. Keleş, Florya’daki binaya genelde sabah erken gelip kahvaltısını yapar, fazla da durmazdı. Ben de çoğunlukla arabayı yıkardım. Pick-up cinsi araç ve yemek sepetleri ile neyin kastedildiğini anlamadım. İPA binası büyük bir yer. Makam şoförleri olarak oradaki toplantılara vakıf olmamız imkansız. Şoförler olarak dışarıda çay içip beklerdik. Bahsi geçen (Yıldırım’ın ifadesindeki) sohbetlere hiç dahil olmadım.”

Yurddaş’a sorulan bazı WhatsApp mesajları ise dikkat çekici. Soru şöyle:

“K.İ.V. isimli şahsın ekran görüntüsü gönderdiği, bu ekran görüntüsünün içeriğinde ‘İBB Spor Başkanı Fatih Keleş’in oğlu ve yeğeni örgüt üyeliği gerekçesi ile tutuklandı’ yazıldığı görülmüş, devamında ‘Abi bunlar s…ler çıkamazlar haberin olsun’ yazıldığı görülmüş, Hüseyin Yurddaş isimli şahsın bu mesaja cevaben ‘İtirafçı olurlarsa belki’ yazdığı görülmüştür.”

Benzer şekilde A.E.A. isimli birisiyle yapılan yazışmada Yurddaş’ın “Senin eski çalıştığın adam kimdi” diye sorduğu, “Noldu, itirafçı mı” yanıtı da soruluyor.

Yurddaş’ın savunmasına bakalım:

“Mesajlar bana aittir. K.İ.V. adlı şahıs bir iş adamının korumasıdır. Konuşmanın içeriği Keleş’in yeğeni ve oğlunun tutuklanması haberi üzerineydi. ‘İtirafçı olurlarsa belki çıkar’ cevabından kastım, medyada duyduğumuz kadarıyla bu dosyadan dışarı çıkanların yalnızca itirafçılar olduğuydu… A.E.A. ise Keleş’in asistanıdır. İkimiz de Keleş’in çalışanı olduğumuz için Türkiye’deki hemen her vatandaş gibi İBB dosyasını kendi aramızda konuşuruz.”

SAVCI ŞOFÖRLERİ NİYE TUTUKLADI?

İşte şoförlere sorulan iddialar ve yanıtlar böyle. Hiç birisine doğrudan bir itham, suçlama bulunmuyor. Öyleyse neden tutuklandılar?

Onu da sulh ceza hakimliğinin tutuklamaya sevk yazısından aktaralım:

“… İşverenleri pozisyonunda bulunan şahıslarla birebir ve uzun süre çalıştıkları ve icra ettikleri mesleklerin dışına çıkarak bir çok eylemlerinde aracılık ettikleri, işverenleri konumunda bulunan şahısların rüşvet ya da irtikap adı altında toplanan paraları ilgili kişilerden doğrudan elden aldıkları/naklettikleri, işverenleri ile uzun süredir güvene dayalı olarak çalıştıkları nazara alındığından söz konusu para, telefon ya da tabletlerin suçtan kaynaklanan malvarlığı olduğunu bilemeyecek olmalarının hayatın olağan akışına aykırı olduğu, kendileri ile aynı mesleği yapan Bayram Yıldırım’ın ifadeleri ile ortaya çıktığı…”

İddiaları, ifadeleri ve tutuklama gerekçesini okuyunca akla “aha sır küplerini yakaladılar” düşüncesi geliyor mu?

Benim gelmedi açıkçası. Şimdiye kadar delil diye sunulanlara bakınca, kimisi Kadir Topbaş döneminden beri makam şoförlüğü yapan isimlerin uzun süre çalışmaları, bir makam şoförünün yaptığı araç kullanma, paket/çanta taşıma vb. rutin işleri yerine getirmeleri ve itirafçılıkla serbest kalan birinin beyanı üzerine tutuklandıkları görülüyor.

NOT: Tutuklanan 6 şoförden birisi olan Büyükçekmece Belediye Başkan Vekili Ahmet Şahin’in şoförü Sonkan Turan’ın ifadesini şu yazıda anlatmıştım:(https://halktv.com.tr/makale/yine-ayni-skandal-rusvet-iddiasi-ile-bazi-bir-turlu-cakistiramadilar-953938)

                                                  /././

Tam 5.333.995.000 TL! Yangın çıkaran şirketle ilgili bir skandal daha

İzmir Valiliği, İzmir Bölgesi’ndeki dört büyük yangının Aydem Enerji’ye bağlı elektrik dağıtım şirketlerinin elektrik hatlarından çıktığını açıkladı. Ama hala bir soruşturma açılmış değil. Anladık ki, devletin ilgili kurumları resmi yazı yazıp uyarmak dışında da hiçbir denetim yapmıyor.

Eğer elektrik dağıtım şirketi hakkıyla denetlenseydi belki de bu sebeple çıkan pek çok yangın önlenebilecekti. Başka ne ortaya çıkacaktı biliyor musunuz?

Bakım, onarım ve yatırım için bizlerden faturalar yoluyla bizden toplanan milyarlarca liranın aslında nereye, kimlere gittiği…

Nasıl mı?

İşte size Sayıştay daha önce defalarca uyardığı büyük bir skandal daha.

TEDAŞ RESMİ YAZI GÖNDERDİ

TEDAŞ, 21 Mayıs 2025 günü tüm dağıtım şirketlerine bir uyarı yazısı göndererek, her yıl daha büyük alanları tehdit eden orman yangınlarına karşı elektrik dağıtım şirketlerinin gerekli önlemleri alması istendi. Yazıda orman içinde veya yakınından geçen enerji nakil hatları, trafo ve diğer elektrik dağıtım teçhizatlarının düzenli bakımı yapıldığında, elektrik kaynaklı yangınlar büyük ölçüde önlenebileceği de vurgulandı.

Ama görünen o ki ADM ve GDZ yine işini yapmamış. Neden? Yatırım için yeterli kaynakları mı yok?

Bu soruların yanıtı, ihalelerde gizli.

ADM ve GDZ şirketlerinin hem kaliteli hizmet sunak hem de orman yangını gibi felaketleri önlemek amacıyla yapılacak işler için açtığı ihaleler incelendiğinde, büyük bir skandal ortaya çıkıyor.

Detayları ile bakalım şimdi…

ADM Elektrik Dağıtım AŞ ve GDZ Elektrik Dağıtım AŞ’nin resmi belgelerinden alınan ihaleler büyük oranda Inoven Enerji Mühendislik ve Tic. AŞ, Panobel Elektrik Gereçleri AŞ, Panorama Teknoloji AŞ, BND Group Teknoloji AŞ, Elsa Bilişim AŞ, GDZ Enerji Yatırımları AŞ, İmpera Enerji ve Mühendislik AŞ adlı şirketlere verildi.

whatsapp-image-2025-07-14-at-12-12-15.jpeg

Bu şirketler tek tek incelendiğinde hepsinin kurucusunun veya yöneticisinin, Aydem Enerji (eski adı Bereket) ile ilişkili olduğu görülüyor. Çoğu Aydem’in sahibi olan Saldanlı ailesine mensup. Bazıları da doğrudan Aydem’le ilişkili şirketler.

Bakım, onarım ve yeni yatırım için açılan en büyük 33 ihale söz konusu şirketler arasında paylaştırılmış. Toplam bedeli 5 milyar 333 milyon 995 bin lira. Yani faturalarla halkın ödediği ve daha iyi hizmet için harcanması gereken paralar, eş dost üzerine kurulu taşeron şirketlere aktarılmış.

SAYIŞTAY ‘KARDEŞİ YASAKLAYIN’ DİYOR

Geçen hafta kamu ihaleleri konusunda uzman olan Prof. Dr. Uğur Emek’in, Karar gazetesinde yazdığı yazısında şu bilgileri vermişti:

“Mevzuata göre dağıtım hatlarının iyileştirilmelerine ve genişletilmelerine ilişkin yatırımlar zamanında ve gerektiği şekilde yapılacak. Hizmet kalite standardına göre elektrikler sıklıkla ve günlerce kesilmeyecek. EPDK bu planları kabul ederek, yatırım maliyetlerini tüketici tarifelerine yansıtmaktadır. Yani sonuçta bu yatırımlar tüketiciler tarafından finanse etmektedir. Sayıştay 2021 yılında açıkladığı, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) 2020 Denetim Raporunda bu ihalelerde rekabetin yeterince sağlanamadığını söylüyor. Dağıtım şirketlerinin satın alma ihalelerine, bu şirketlerle grup ilişkisi olan şirketlerde katlıyormuş. Sayıştay ihalelerde yeterince rekabet sağlanmadığında, yatırım bedellerinin yükseleceğini ve dolayısıyla tüketiciye ekstra yük yükleneceğini belirtiyor. Ayrıca, kardeş şirketlerin, kazandıkları yatırım ihalelerinde kaliteye ne kadar özen gösterdikleri hususu da önemli bir endişe nedenidir. Sayıştay bu endişeyi gidermek için kardeş şirketlerin, dağıtım şirketlerinin ihalelerine katılımının yasaklanmasını tavsiye etti. Bunun içinde mevzuatta değişiklik yapılmasını öneriyor. Ama EPDK 5 yıldır bu uyarıyı dikkate almıyor ve dağıtım şirketlerinin eksik rekabetli ihalelerine hoşgörü gösteriyor.”

Kısaca faturalar yoluyla halktan toplanan ve yatırım, bakım, onarıma ayrılan kaynak, ihaleler yoluyla yine dağıtım şirketi ile ilişkili şirketlere aktarılmış. Yıllardır gelen şikayetlere ve en son yangına sebep olan hatlara bakınca da işin de doğru düzgün yapılmadığı ortaya çıkıyor.

Bahadır Özgür / halkTV


soL "Köşebaşı + Gündem" -13 Temmuz 2025-

Cumhuriyetçilerin birliği için notlar(VI): Mustafa Kemal ve arkadaşlarının döneminde olmayan sorunlarla başa çıkmak -Erhan Nalçacı-

Bu sefer 1923 Devrimcilerinin hiç rastlamadığı sorunları nasıl aşacağımıza ilişkin üç soruyu yanıtlamaya çalışacağız: Cumhuriyet iklim değişikliği ve çevre kirliliği ile nasıl başa çıkacak? Cumhuriyet yapay zekâyı nasıl kullanacak? Bütün dünyada üretimin toplumsallaşmasına karşı Cumhuriyet ne yapacak?

Cumhuriyetçilerin birliğine katkı olması niyetiyle başladığımız zihin egzersizlerinin bu köşede sonuna geldik.

Cumhuriyetçilik geçmişe dönük bir nostalji değil, geleceğe dönük bir eylem olmak zorunda günümüzde. Bu nedenle bu sefer 1923 Devrimcilerinin hiç rastlamadığı sorunları nasıl aşacağımıza ilişkin üç soruyu yanıtlamaya çalışacağız.

1923 Cumhuriyeti kurulduğunda Meclis çok büyük sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştı. Ülke emperyalist ülkelerin adeta yarı-sömürgesi durumundaydı, borçlar Reji işçilerinin emeğiyle ödeniyor, nüfusun çoğunluğunu oluşturan toprak ağalarına bağlı yoksul köylü ağır feodal vergilerin altında eziliyor, insan gücü cehalet ve tarikatların karanlığı altında çürüyor, sıtma, verem gibi sosyal hastalıklardan kırılıyordu.

Şimdi ise sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada insanlığın sınandığı büyük felsefi, siyasi, ideolojik sorunlarla karşı karşıyayız. Yeni bir Cumhuriyet için ayağa kalkanların bu sorunlarla yüzleşmesi gerekiyor.

Çünkü bugün Cumhuriyetçi olmak devrimci olmak, devrimci olmak ise ne yapacağını bilmek anlamına geliyor.

Soru 16: Cumhuriyet iklim değişikliği ve çevre kirliliği ile nasıl başa çıkacak?

Her şey gibi iklim de çağlar boyunca değişiyor, dünyanın ekseninde değişimler oluyor vb.. Ancak son yüzyıldır -insan etkisiyle deniyor- çok hızlı bir iklim değişikliği yaşandı. “İnsan” burada kapitalizm altında hızlı sanayileşme, petrol kullanımı ve ormansızlaşma anlamına geliyor.

1750 yılına göre günümüzde atmosferdeki karbondioksit oranının yüzde 50, metan oranının yüzde 160 civarında arttığı bildiriliyor. Buna bağlı olarak yaşanan ısınma eğilimi sayısız ve birbirini tetikleyen zincir reaksiyona yol açıyor. Bu yazıyı teknik ayrıntılara boğmanın anlamı yok, ancak Türkiye büyük bir sulak alan kaybına uğradı ve kuraklık tarafından her geçen yıl daha fazla tehdit ediliyor.

Cumhuriyet’in 10. yılında ülkeyi boydan boya demiryolları ile kaplamaktan bahseden 1923 Devrimcileri, bir 15 yıl kadar sonra ülkede bulunmayan petrole bağlı karayolu ulaşımına ülkenin teslim edileceğini, günümüzde bütün otomotiv tekellerinin Türkiye’ye fabrika kurarak, ülkeyi araba pazarına çevireceklerini tahmin edemezdi.

Cumhuriyet’in 50. yılı kutlanırken Marmara Denizi’ne giren bir genç 50 sene içinde denizin canlılığını yitireceğini aklına bile getirmezdi.

Her tarafın plastikle kaplandığını görüyoruz ama tek tek hücrelerimizde biriken plastiğin vücudumuzu nasıl bir çöplüğe çevirdiğini görebilseydik dehşete düşerdik.

Sermaye sınıfı için sanayinin çevreye saçtıklarıyla baş etmek bir maliyet unsurudur. Kârı kadar ufku olan bu sınıfın kendi ofisi haline getirdiği devletinin çevre ve iklim sorunlarını çözme şansı bulunmaz. 

Cumhuriyet’i bitiren başlıca unsurlardan biri halkın ve bir ülkenin geleceği karartılırken buna müdahale edeceği kanalların giderek daha çok kapatılması oldu.

“Sürdürülebilir kalkınma” kapitalizmi işlediği bütün çevre cinayetlerine rağmen sadece ömrünü uzatmaya dayanıyor. Oysa yaşam tarzımızda, nasıl ürettiğimiz ve tükettiğimizi içerecek şekilde büyük bir değişikliğe gereksinim var. Bu değişiklik ancak toplumsal mülkiyet zemininde halkın üretim ve tüketim üzerinde egemenliği ile sağlanabilir. 

Bugün Cumhuriyet emekçi halkın yaşamın bütünü üzerindeki egemenliğinin sağlanmasıdır.

Soru 17: Cumhuriyet yapay zekâyı nasıl kullanacak?

Beynimiz milyarlarca yıllık evrimin ürünüdür ve hâlâ keşfedilmeyi bekleyen yanları ile son derece karmaşık bir yapıdır. Toplum tarihi boyunca bütün emek süreçlerinin, kültürün yaratılmasının, dilin, belleğin, sanat ve bilim gibi yaratıcı bütün aktivitelerin çok önemli bir yanını sağlar.

Ancak biyolojisi istediğiniz gibi hızlanmasına veya yeni ünitelerin takılıp çıkarılmasına izin vermez. Yapay zekâ teknolojisi bu anlamıyla insan beyninin kapasitesini geçme olanağına sahiptir.

Ancak sorun tüm üretim araçları gibi bu teknolojinin de sermaye sınıfının elinde olması ve onun çıkarına kullanılmasıdır. Yapay zekâ bütün dünyada tekelci sermayenin elinde bağımlılık yaratan, yaratıcı emeği ortadan kaldıran, bilgi edinmeyi küçümseyen, çocuk beynini körelten bir araç haline geldi. Emekçi halkı aşağılayan, çaresiz bırakan bir saldırıya dönüşmüş durumda.

Cumhuriyet’in önemli deneyimlerinden biri olan ve ne yazık ki köydeki gerici sınıflar yok edilmediği için sönümlenen Köy Enstitüleri deneyimi çok yönlü insan yetiştirmeye adamıştı kendini. Hem bilen hem üreten insanı, tek kelimeyle düşünmesini öğrenmiş insanı hedeflemişti.

Eğer bir Cumhuriyet sonlandıysa egemenleri çocukların zihinsel gelişiminden korkar hale gelirler. İnsan aklına saldırının bir yanı eğitimin dinselleştirilmesiyse diğer yanı çocuk zihninin onları geliştirmeyecek şekilde yapay zekâ uygulamalarına bağımlı hale getirilmesidir.

Cumhuriyetimizde, insan refahı ve mutluluğunun en önemli unsuru çok yönlü gelişim olacaktır. İnsanlar eşit şekilde biyolojik kapasitelerini bütün toplumsal olanaklarla alabildiğine geliştirebilmeliler. Yapay zekâ uygulamaları, buna izin verecek şekilde kullanılır olacaktır, ağır bedensel işlerin hafifletilmesi, karmaşık planlama hedeflerine ulaşılması vb.. Yapay zekânın insan iradesinin yerine geçmesine izin vermeyeceğiz.

Bu teknoloji konusunda muhafazakâr olduğumuz anlamına gelmiyor. Cumhuriyetin meclisi belki yapay zekâ-makine yapıların fiziksel, kimyasal, biyolojik ve toplumsal hareketten sonra yani bir hareket biçimi olarak sonsuz evrende devinmesine izin verebilir, bu o zamanın tartışması olacaktır.

Soru 18: Bütün dünyada üretimin toplumsallaşmasına karşı Cumhuriyet ne yapacak?

1923 Devrimcileri emperyalizmin limanlardan tarım havzalarını bir sivrisineğin iğnesi gibi emen bir sömürü ekonomisiyle karşılaşmışlardı. Ancak yolu olmayan on binlerce Anadolu köyüne bu düzenin ulaşması mümkün değildi.

Şimdiyse Türkiye’deki bütün tarım havzaları mazottan gübreye, tarım ilacından hayvan aşı ve ilaçlarına kadar uluslararası tekellerin pazarı haline gelmiş durumda.

İşçiler Türkiye’de ürettikleri ara ürünlerin hangi ülkede üretilen bir makinenin parçası olacağını bilmeden çalışıyorlar. Ulusal sınırları defalarca aşan tedarik zincirleri ile dünya birbirine bağlandı. Dünya sınırları aşan enerji, iletişim ve ulaşım hatlarıyla kaplanıyor. Daha büyük coğrafyaların ekonomik ve kültürel olarak bütünleşmesi için siyasi projeler geliştiriliyor. Büyük işgücü orduları sınırları aşarak üretime katılıyorlar.

Üretimin böylesine toplumsallaşması insanlığın büyük bir sıçramanın eşiğinde olduğunu hissettiriyor. 

Ancak bu sıçrama gerçekleşmiyor. Emperyalist rekabet bir silahlanma yarışına dönüşüyor ve emekçi halkları tehdit ediyor. Çoğunlukla üretimin toplumsallaşması emekçilerin dünyanın her yerinde benzer şekilde sömürülmesi, iş ve sosyal güvencelerini yitirmeleri, büyük göçmen kitlelerinin en ağır işlere mahkûm edilmeleri anlamına geliyor.

Böylesine toplumsal olanaklarla emekçi halkın yaşam koşulları arasında büyük bir açı bulunuyor.

Bu açıyı yaratanın üretimin toplumsallaşmasına karşılık üretim araçlarının bir azınlığın özel mülkü olmasında yattığını fark etmemek için kör olmak gerekiyor.

Notların dördüncüsünde Cumhuriyet’in bağımsız olacağını belirtmiştik.

Ancak bu bir emekçi cumhuriyetinin dünyadaki diğer cumhuriyetlerle bütünleşmeyeceği anlamına gelmiyor.

Birleşmiş Milletler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kuruldu. Bir 45 yıl sosyalist ve halk cumhuriyetlerini de içerdiği için belki daha fazla bir dünya cumhuriyeti kavramını temsil etmeye yaklaşmıştı. Bugünse bir iki ülke hariç tekelci sermaye iktidarlarının temsilcilerinin bulunduğu oligarşik bir yapıyı temsil ediyor.

Bağımsız ve egemen Cumhuriyetimiz emekçi cumhuriyetlerin temsilcilerinden oluşan bir Dünya Cumhuriyeti’nin parçası olmaktan onur duyacaktır.

***

Bu yazı dizisini tamamlarken bir kez daha vurgulayalım:

Bugün Cumhuriyetçilik büyük bir devrimci hamledir. 1923 Devrimi’nin deneyimi ve sağladığı zemin üzerinde bu sıçramayı gerçekleştirecek özgüven ve cesarete sahibiz. Çünkü ne yapacağımızı biliyoruz.

                                                       /././

SOCAR sahnede, İsrail gölgede: Şara Bakü'ye gitti, doğal gaz desteği aldı

Şara ve Aliyev görüştü, Azerbaycan'ın Türkiye üzerinden Suriye'ye gaz ihraç etmesi için el sıkıştı. Ayrıca Suriye ile SOCAR anlaşma imzaladı. Bu sırada Suriye ve İsrailli yetkililerin Bakü'de görüştüğü öne sürüldü.(https://haber.sol.org.tr/haber/socar-sahnede-israil-golgede-sara-bakuye-gitti-dogal-gaz-destegi-aldi-399791)

                                                           ***

Patronlar 'organize' sömürü için Şam’da: TOBB heyeti Şara ile görüştü

Türkiye sermayesi, savaşın enkazından yeni kâr olanakları çıkarmak için çalışmalarını sürdürüyor. Suriye'ye giden TOBB heyeti, organize sanayi bölgesi modeli ve gümrük modernizasyonu için temaslarda bulundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/patronlar-organize-somuru-icin-samda-tobb-heyeti-sara-ile-gorustu-399787)

                                                      ***

Okul açma yetkisi genişletiliyor, eğitim sermayeye entegre ediliyor: Proje Okulları Yönetmeliği’nin ardındaki ‘proje’ ne?-İrem Yıldırım-

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan “Milli Eğitim Bakanlığı Proje Okulları Yönetmeliği” Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Komünist Öğretmenler laik, kamusal ve bilimsel eğitim anlayışına doğrudan müdahale olarak gördükleri bu yönetmeliğin “ciddi bir kırılma noktası” olduğu kanaatinde.(https://haber.sol.org.tr/haber/okul-acma-yetkisi-genisletiliyor-egitim-sermayeye-entegre-ediliyor-proje-okullari)

                                                                   ***

Öne Çıkan Yayın

“Baltacı ve Katerina efsanesi” yazıları üzerine bir özür ve etik tartışma -Faruk Bildirici /T24-

Mehmet Ali Çiçekdağ, Metin Gülbay ve Vikipedi’den alıntılar yapmış ama hiç kaynak göstermemiş. Gülbay ise Vikipedi’den alıntı yaptığı bölüml...