Silah tekelleri İstanbul'da, yurttaşlar eylemde: 5 kişi gözaltına alındı + Trump’ın dostu Filistin davasını savunabilir mi?-EVRENSEL-

Silah tekelleri İstanbul'da, yurttaşlar eylemde: 5 kişi gözaltına alındı -EVRENSEL-

Filistin'deki soykırıma silah temin eden şirketlerin yer aldığı IDEF 2025, İstanbul'da protesto edildi: "İktidar, soykırımın umurunda olmadığını bir kez daha gösterdi."

İsrail'e silah satan şirketlerin de yer aldığı 17’nci Uluslararası Savunma Sanayii Fuarı (IDEF 2025), İstanbul Fuar Merkezinde Milli Savunma Bakanlığı ev sahipliğinde başladı. 27 Temmuz'a kadar sürecek fuar, Filistin Eylem Komitesi tarafından İstanbul'da Yenibosna metro çıkışında, "Soykırım ordusunu besleyen şirketleri kovun" çağrısıyla protesto edildi.

"Soykırım ortakları defolsun", "Soykırımcı İsrail'i silahlandırmayı durdurun" ve "Soykırım ordusunu besleyen şirketlere geçit yok" dövizlerinin taşındığı eylemde İsrail'e askeri ambargo uygulanması talep edildi.

Fotoğraf: Evrensel

"Filistinliler, emperyalistlerin tam desteğiyle katlediliyor"

Eylemde yapılan açıklamada, 77 yıldır siyonist işgal altında olan Filistin'in son 22 aydır ağır bir soykırım saldırısıyla karşı karşıya olduğu vurgulandı.

"Emperyalistlerin tam desteğini arkasına alan Siyonist işgal devleti İsrail, kendisine sunulan sınırsız askeri güçle Filistinlileri çeşitli şekillerde katletmeye devam ediyor. Uçakların, tankların, İHA’ların, misket bombalarının kullanıldığı askeri saldırıların yanında uygulanan abluka nedeniyle Gazze’de her gün açlığa bağlı ölümler yaşanıyor" denildi. 

"Filistinliler üzerinde test ettikleri silahları pazarlıyorlar"

Silah şirketlerinin, ürettikleri silah ve askeri teknolojiyi bu soykırım ve abluka boyunca Filistinliler üzerinde kullandığına dikkat çekilen açıklamada, "Filistin halkının yaşam hakkı pahasına soykırımdan para kazanan bu şirketlerden birçoğu bugün İstanbul’da IDEF 2025’te ağırlanıyor ve Filistinliler üzerinde test ettikleri silahları pazarlamaları sağlanıyor" ifadeleri kullanıldı.

"Fuar, İsrail'i besleyen onlarca şirkete alan açıyor"

Fuarın Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanlığı desteğiyle Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı tarafından düzenlediği hatırlatılan açıklamada, "Bu fuar, İsrail ordusunu besleyen onlarca şirkete alan açarken şu anda soykırım saldırısı altındaki Filistin halkından utanmadan kendini 'daha güvenli bir dünyaya olan taahhüt' şeklinde tanıtıyor" denildi.

Fotoğraf: Evrensel

"Bu iki yüzlülüğü artık kimse kabul etmiyor"

Açıklamanın devamında, fuarda ağırlanan soykırımın tedarikçisi şirketler sıralanarak şunlar kaydedildi:

"Her fırsatta Filistin halkının yanında olduğunu söyleyen siyasi iktidar, Filistinlilerin açlıktan artık onar onar ölmeye başladığı bugünlerde; soykırımcı İsrail ordusuna F-16 ve F-35 savaş uçakları, saldırı helikopterleri, füzeler, zırhlı araçlar, radar sistemleri, denizaltılar ve daha pek çok askeri mühimmat ve teknoloji üreten LOCKHEED MARTİN’e, BAE SYSTEMS’e, LEONARDO’ya, TKMS’ye, GE AEROSPACE’e, ROLLS ROYCE POWER SYSTEMS’e, HONEYWALL’a, HP’ye, LEUPOLD’a ve TELEDYNE’e  en üst düzeyde koruma sağlayarak ürünlerini pazarlamalarını sağlıyor. Bu iki yüzlülüğü artık kimse daha fazla kabul etmiyor."

"Bu şirketlerin ülkeye sokulması daha fazla suç işlemeye teşviktir"

"Bu şirketlerin ülkeye sokulması ve böylesi etkinliklerde yer bulması, soykırım ortağı şirketlerin bu suçu daha fazla işlemeye teşvik edilmesi demektir. IDEF 2025 derhal iptal edilerek soykırımcı İsrail’e silah yemin eden şirketlerin tanıtım yapmasına izin verilmeyeceği açıklanmalıdır."

"İktidar, soykırımın umurunda olmadığını bir kez daha gösterdi"

"Filistin’e soykırım saldırısının başladığı günden bu yana, soykırım ordusuna petrol akışını kesmeyen hatta bu akıştan kazanılan parayı gururla dile getiren, İsrail’e istihbarat ve hava savunma desteği sunan üsleri kapatmayan, İşgal devletine askeri hammadde dahil her türlü malzemeyi taşıyan gemilere limanlarını kapatmayan, son olarak 12 ülkenin açıkladığı 'İsrail’e askeri ambargo' kararını imzalamaktan kaçınan Türkiye’deki siyasi iktidar, Filistin’de süren soykırımın umurunda olmadığını açıkça bir kez daha gösterdi."

"Türkiye devleti suç ortaklığına son vermeli"

"Türkiye devleti suç ortaklığına son vererek soykırımda payı olan bu şirketleri ülkeden çıkarmalı ve bu şirketlerle ortak yapılan tüm faaliyetleri yasaklamalıdır. Gelinen noktada Türkiye hükümeti daha fazla gecikmeden İsrail’e açık bir askeri ambargo kararı almalıdır.

Biz Filistin halkının dostları olarak; açlıktan hayatını kaybeden Filistinlilere sırtımızı dönmeyeceğiz, her gün onlarca Filistinliyi soğukkanlılıkla öldüren bir soykırım makinesini normal karşılamayacağız. İşgal devletini yalnızlaştırmak için tüm dünyadaki Filistin dostlarıyla birlikte mücadelemizi her gün daha fazla büyüteceğiz. Filistin halkının özgürlüğü ve yaşamını hiçe sayanları rahat bırakmayacağız!"

Fotoğraf: Evrensel

Eylem öncesi yasak ve gözaltı

Filistin Eylem Komitesi'nin bugün gerçekleştirilen eyleme yaptığı çağrı sonrası, Filistin İçin Bin Genç, 3 kişinin ev baskınıyla gözaltına alındığını duyurdu. Duyuruda, "Bugün Üsküdar Meydanı’nda işgalci İsrail’le ilişkiler kesilsin dediğimiz için üç arkadaşımız, taşıdıkları dövizler bahane edilerek evlerine baskın düzenlenip gözaltına alındı. Suç, döviz taşımak değil; suç, soykırımcı İsrail’le işbirliği yapmaktır!" ifadeleri yrer aldı.  Gözaltına alınan 3 kişi daha sonra serbest bırakıldı.

Öte yandan, eylem duyurusunun ardından Metro İstanbul, Yenikapı-Atatürk Havalimanı Metro Hattı'nın Dünya Ticaret Merkezi (DTM) ve Atatürk Havalimanı istasyonlarının saat 10.00'dan itibaren ikinci bir duyuruya kadar işletmeye kapalı olacağını bildirdi.

Filistin Eylem Komitesi, "Soykırım tüccarlarını protesto çağrımız üzerine İstanbul Valiliği fuar çevresindeki metro seferlerini iptal etti!" diyerek eylem için belirlenen yeri güncelledi.

İlk başta belirlenen yer Atatürk Havalimanı kapısı iken yeni buluşma noktası ve saati 13.00, Yenibosna Metro Çıkışı oldu. 

5 kişi gözaltına alındı

Filistin Eylem Komitesi'nin açıklamasına göre protestonun ardından 5 kişi gözaltına alındı. Gençlerin evlerinden gözaltına alındığı bildirildi. Aralarından Emek Gençliği üyesi olan bir genç ise hakkında gözaltı kararı olmadan alındı.

"Siyonistlere ve ortaklarına karşı geri adım atmayacağımızı bildiriyoruz"

Filistin Eylem Komitesi gözaltılara ilişkin bir açıklama yayımdı. Komite yapmış olduğu açıklamada, “Fuar süresini kapsayan 6 günlük eylem yasağı kararı alanlar, Filistin halkının mücadelesinin karşısındadır!” dedi.

Açıklama şu şekilde:

"Bugün Filistin Eylem Komitesi çağrısıyla IDEF 2025 fuarına karşı gerçekleştirdiğimiz eylemde, Siyonist işgal devletine silah, mühimmat ve askeri teknoloji üreten şirketlerin İstanbul’da ağırlanmasına ses çıkaran beş arkadaşımız gözaltına alındı!

Filistin’de 22 aydır süren soykırım sürecinde işgalci İsrail’e karşı hamasi söylemler kullanıp etkili yaptırımlar uygulamaktan kaçınan siyasi iktidar dayanışma eylemlerini hedef alıyor. Gazze’de her gün onlarca Filistinlinin açlıktan ölmeye başladığı günlerde, soykırımın en önemli suç ortakları olan en az 10 askeri sanayii şirketinin fuar kapsamında kendilerini tanıtmasına, soykırım araçlarını pazarlamasına izin veren iktidar bu iki yüzlülüğe kayıtsız kalmayarak sokağa çıkanları tüm gücüyle engellemeye çalışıyor.

Fuarın açılışını yapacağı saatlerde Filistin dostlarının eylem çağrılarına karşılık metro seferlerini durduran ve fuar süresini kapsayan 6 günlük eylem yasağı kararı alanlar, Filistin halkının mücadelesinin karşısındadır!

Yasaklarla yetinmeyen siyasi iktidar, tüm engellemelere rağmen Filistin halkının sesini sokağa taşıyanları gözaltına almaya başladı.

Bugün yapılan fuar protestosuna katılan beş arkadaşımız şu anda gözaltında.

Filistin halkını hedef alan silahların sergilendiği IDEF 2025’i siyasi iktidarın “kazasız belasız” atlatmaya çalıştığını görüyoruz. Ancak bu apaçık suç ortaklığına göz yummayacağız.

Bulunduğumuz her yerde mücadelemize devam edeceğimizi, Siyonistlere ve ortaklarına karşı geri adım atmayacağımızı bildiriyoruz."

Evlerinden gözaltına alınan 3 gence ilişkin Filistin için Bin Genç'in paylaşımı ise şu şekilde:

"Savaş Suçları Fuarı İDEF'i Teşhir Eden Gençler Gözaltında! Bugün Filistin Eylem Komitesinin çağrısıyla gerçekleştirilen eylemde, İDEF Savaş Sanayi Fuarı’nı protesto eden 3 arkadaşımız GBT gerekçesiyle ve evlerinden alınarak, hukuksuz biçimde gözaltına alındı. Filistin halkına karşı işlenen savaş suçlarının meşrulaştırıldığı bu fuarı teşhir edenler, Türkiye'nin siyonist işbirliğine karşı ses çıkaranlardır. Sömürgeciliğe karşı yükselen bu sesi gözaltılarla bastıramazsınız. Savaş suçlarını gizlemeye çalışanların değil, bu suçları ifşa edenlerin yanındayız. Arkadaşlarımız derhal serbest bırakılsın! Siyonizmle işbirliği suçtur, teşhir etmek değil!"

                                                           ***

Trump’ın dostu Filistin davasını savunabilir mi?-Yusuf Karadaş-

İsrail her geçen gün Gazze’deki soykırım suçlarına yenilerini ekliyor. Gazze’de 7 Ekim 2023’ten beri devam eden saldırı ve katliamlarında yaşamlarını yitiren sivillerin sayısı 55 bini geçerken İsrail, insani yardım bekleyen sivilleri katlediyor ve bu saldırılar nedeniyle açlıktan ölümler artıyor. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin, İsrail’in Gazze’de soykırım suçundan yargılanması ve Gazze’ye yönelik saldırıların son bulması amacıyla aralık 2023’te BM’ye bağlı Uluslararası Adalet Divanına (UAD) yaptığı başvurunun kabul edilmesinin ardından bu kararların uygulanması için oluşturulan ‘Lahey Grubu’ geçtiğimiz hafta Kolombiya’nın başkenti Bogota’da ‘acil durum konferansı’ düzenledi. Türkiye’nin de aralarında yer aldığı 30 ülkenin katıldığı konferansta İsrail’e karşı açıklanan 6 maddelik ‘eylem planı’, 12 ülke tarafından imzalanırken Türkiye’nin henüz imza atmaması tartışma yarattı. İsrail’e karşı ‘eylem planı’na imza atılmaması konusunda yapılan eleştirilere Dışişleri Bakanlığının verdiği yanıt, özrü kabahatinden büyük deyimini hatırlatıyor. Bogota toplantısı, Erdoğan’ın İsrail’e yönelik sert söylemlerinin pratikte hiçbir karşılığının olmadığını ve iktidarının Ortadoğu’da ABD’nin politik ekseninden çıkmadığını/çıkamadığını gösteriyor.

Uluslararası Adalet Divanında açtığı ‘soykırım’ davası ile İsrail’in savaş suçlarının dünya kamuoyuna taşınmasına öncülük eden G. Afrika Cumhuriyeti, UAD’nin İsrail’a karşı aldığı yaptırım kararlarının uygulanması için 9 ülkenin kurucu üye olarak katıldığı ‘Lahey Grubunun (G. Afrika, Belize, Bolivya, Kolombiya, Küba, Honduras, Malezya, Namibya, Senegal) oluşturulmasına da öncülük etmişti.

İşte Lahey Grubunun çağrısıyla 15-16 Temmuz’da Bogota’da düzenlenen ‘acil durum konferansına Türkiye’nin aralarında olduğu 30 ülke katılmış ancak konferansın ardından İsrail’e karşı açıklanan 6 maddelik ‘eylem planı’, sadece 12 ülke tarafından imzalanmıştı. Eylem planında “İsrail’e silah, mühimmat ve askeri alanda kullanılacak ürünlerin gönderilmesinin engellenmesi; İsrail’e silah ya da mühimmat taşıyan gemilerin bandırası ne olursa olsun limanlara sokulmaması; imzacı ülkelerin yük gemilerinin hiçbir şekilde İsrail’e askeri malzeme taşımaması; İsrail’le yapılmış anlaşmaların gözden geçirilip iptal edilmesi ve İsrail’e karşı alınmış yaptırım ve ceza kararlarına tam olarak uyulması” gibi kararlar yer alıyor. Her fırsatta kendini Filistin davasının en büyük savunucusu gibi göstermeye çalışan Erdoğan iktidarının bu bildiriyi imzalamaması, Filistin sorunundaki ikiyüzlü politikasını yeniden tartışma konusu haline getirdi.

Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin ‘eylem planı’na imza atmamasıyla ilgili eleştirilere ‘sert’ yanıt verirken aslında kendi suçunu da itiraf ediyordu. Dışişleri Bakanlığının açıklamasında Türkiye’nin ortak bildiriye imza atmadığı konusundaki eleştirilerin “Asılsız ve dezenformasyon amaçlı” olduğu söyleniyor ancak devamında 20 Eylül 2025’e kadar bildiriye imza atılabileceği belirtilerek bugüne kadar imza atılmadığı kabul ediliyordu. Daha da önemlisi, bakanlığın açıklamasında bir yandan “Ortak bildiride zikredilen tedbirlerin tamamına yakını ülkemiz tarafından halihazırda uygulanmaktadır” deniliyor. Öte yandan da imza atılmamış olması “Ortak bildiride yer alan hususlardan bazıları, ülkemizin uluslararası hukuki yükümlülükleri bakımından kurumlararası eş güdüm gerektirme”si ile gerekçelendiriliyor. Görüldüğü gibi, bakanlık; “Söz konusu tedbirlerin tamamına yakınının uygulandığı” iddiasını, bildiriyi imzalamamasını “uluslararası yükümlülükler”e bağlayarak aslında kendisi yalanlıyor!

Kararların tamamına yakını uygulanıyorsa Türkiye, Filistin davasının uluslararası haklılığını arttıracak bu bildiriye neden imza atmadı?

Asıl dezenformasyon hangisi: Türkiye’nin bildiriyi imzalamadığı gerçeğini söylemek mi yoksa bakanlığın bunu “uluslararası yükümlülükler” gerekçesinin arkasına saklaması mı?

Demek ki, geçtiğimiz dönemde İsrail’e savaş malzemeleri taşıyan Maersk ve Vela gibi gemilerin Türkiye’de Mersin Limanında demirlemesi de bu “uluslararası yükümlülükler” arasında yer alıyormuş! Ancak bu “uluslararası yükümlülükler” Erdoğan iktidarının savaş suçlarına ortaklığını gizlemeye yetmiyor. Yine Erdoğan iktidarının “İsrail’le ticarete son verildiği” açıklamalarına rağmen bu ticari ilişkilerin aracı ülkeler ve Filistin yönetimi üzerinden sürdürüldüğünü bizzat İsrailli kaynaklar söylüyor.

Türkiye’nin İsrail’e karşı eylem planını imzalamamasının gerçek nedenini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kuzey Kıbrıs ziyareti sonrasında gazetecilerin sorularını yanıtlarken Gazze ile ilgili yaptığı açıklamalar ortaya koyuyor. Erdoğan, Gazze’deki soykırım ve “ateşkes” konusuyla ilgili soruya “Bu konuda Amerika Birleşik Devletleri’nin adımlarını sürekli olarak takip ediyoruz. Amerikan Dışişleri Bakanı ile Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan Bey sürekli görüşüyor” diyerek yanıt veriyor. Erdoğan, Gazze’deki soykırımın sona erdirilmesi konusunda çözümü İsrail’in en büyük destekçisi ABD emperyalizminden bekliyor. Aylardır “ateşkes” diyerek dünya kamuoyunu oyalayan ve İsrail’in soykırımının devam etmesini sağlayan Trump’ın çözümü zaten biliniyor: Bütün Filistinlilerin sürülmesi ve Gazze’nin kalıcı ilhakının sağlanması. İsrail’in Gazzelileri bir yandan katlederken öte yandan açlıktan ölüme mahkum eden saldırı ve kuşatmasıyla bu plan adım adım uygulanıyor.

Erdoğan iktidarının İsrail’e yönelik sert açıklamalarına rağmen bu açıklamaların gereği olan adımları atmaması/atamaması, Ortadoğu’da ABD emperyalizmi ile bağımlılık ilişkilerinden ve bu ilişkiler bağlamında üstlendiği rolden bağımsız düşünülemez.

ABD Başkanı Trump’ın Suriye’de rejim değişikliği sonrasında Erdoğan’a yaptığı övgüler, Erdoğan iktidarının ABD emperyalizminin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme politikasında üstlendiği role yönelik bir ‘teşekkür’ olarak anlam kazanıyordu. Son dönemde Trump’ın yakın dostu ve ABD’nin hem Ankara Büyükelçisi ve hem de Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile Erdoğan iktidarının söylem ve politikası arasındaki benzerliği de Türkiye’nin bu yeniden dizayn politikasında üstlendiği ve üstlenmek istediği rolle bağlantılı olarak okumak gerekiyor. Erdoğan’ın “Türk, Kürt, Arap ittifakı” vurgusu ile Barrack’ın “Osmanlı millet sistemi” söylemi, Erdoğan iktidarının ABD emperyalizminin bölgesel taşeronluğu bağlamında 2000’li yılların başında soyunduğu Yeni Osmanlıcı politikanın günümüz şartlarında rezive edilerek yeniden uygulanmak istendiğini ortaya koyuyor.

Erdoğan iktidarı, kader birliği yaptığı ülkedeki tekelci burjuva gericiliğin çıkarları temelinde Ortadoğu’nun yeniden dizaynında daha ileriden rol üstlenmeye çalışıyorken ve bu konuda önü ABD emperyalizmi tarafından açılmışken Filistin sorununun bu politikaya gölge düşürmesini istemiyor.

Dahası Erdoğan iktidarı, en önemli direnç merkezlerinden biri olan Esad rejiminin devrilmesinde oynadığı rolle Filistin davası karşısında İsrail’e tarihte eşine az rastlanır bir hizmet sunmuş oldu. Şurası da açıktır ki, bölgesel yeniden dizayn bağlamında İran’ın geriletilmesi ve ortaya çıkacak boşluğun Türkiye tarafından doldurulması politikası da Filistin davası karşısında İsrail’in işini kolaylaştırmaya hizmet edecektir.

Türkiye’nin desteğinde Suriye’de yönetimi ele geçiren HTŞ (Heyet Tahrir eş Şam) ve lideri Colani’nin ilk icraatlarından biri de Suriye’de Filistinli grupların faaliyetlerinin yasaklanması ve bazı liderlerinin tutuklanması olmuştu. Colani, Suriye İsrail’in saldırı ve işgali altındayken bile  İran’ı “en büyük tehdit” ilan edip Ortadoğu’da ABD ekseninde İsrail ile iş birliğini geliştirmeyi amaçlayan ‘Abraham/İbrahim Anlaşmalarını imzalama sinyallerini verince Trump tarafından ödüllendirilmişti (Suriye’ye yönelik yaptırımlar kaldırılıp HTŞ, terör örgütleri listesinden çıkartılmıştı).

Sonuç olarak, Erdoğan ve Trump arasındaki “sevgi” ve “dostluk; ülkedeki iktidarın daha fazla pay kapma hevesiyle ortak olduğu Filistin ve bölge halklarına ağır bedeller ödettirmeyi amaçlayan emperyalist sömürü ve yağma düzeninin devamını amaçlayan saldırganlık ve iş birliğinin ifadesi olarak anlam kazanmaktadır. Bugün Filistin ve bölgenin diğer ezilen halklarıyla dayanışmanın yolu öncelikle ülkedeki iktidarın ikiyüzlü politikasına ve ABD başta emperyalistlerle bağımlılık ilişkilerine karşı mücadeleden geçiyor.

                                                                 /././

Evrensel

Refahı ve adaleti demokrasiyle getireceğiz - Ekrem İmamoğlu / T24 -

Ülkemizin bereketini kaçırıp milletimizi fakirliğe mahkûm eden, her kararı tek adamın ağzından çıkacak söze bırakan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni muhakkak değiştireceğiz. Halkın tamamının seçtiği tek organ olan TBMM’yi siyasetin merkezine yerleştirebilmek ve yargıyı yürütmenin tasallutundan kurtarabilmek için ne yapacak ne edecek bu sistemden kurtulacağız. TBMM’de anayasayı değiştirecek bir büyük uzlaşma sağlayıp parlamenter sisteme döneceğiz. Çok az kaldı…

İmamoğlu

Ekrem İmamoğlu, henüz tutuklanmadan önce, hakkında başlatılan soruşturmalar kapsamında ifade verdikten sonra Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi önünde açıklama yaparken


Alacağı her karar, yapacağı her kanun için Cumhurbaşkanının iki dudağının arasından çıkacak bir çift sözü bekleyen milletvekillerinin çoğunluğu oluşturduğu bir yasama; Cumhurbaşkanı adaylarını, parti liderlerini, seçilmiş milletvekillerini, gazetecileri, öğrencileri, sendikacıları cezaevine doldurup, ülkenin birinci partisini kimin yöneteceğine karar vermeye kalkışan bir yargı; “faiz sebep enflasyon sonuç” diyen Cumhurbaşkanının talimatıyla faizleri düşürüp önce enflasyonu sonra faizleri zıplatan, atacağı her imza için “beyefendi ne der?” diye düşünen bir yürütme…

Kuvvetler ayrılığına, denge ve denetime, yargı bağımsızlığına, demokrasiye, adalete, liyakate, iyi yönetime, berekete ve refaha veda etmiş bir ülke…

Ülkemin hali ne yazık ki bu.

Peki Türkiye hep böyle miydi?

Değildi.

Yasamamızda, yargımızda, yürütmemizde, kuvvetler ayrılığında, denge ve denetleme sisteminde, demokrasimizde hep sorunlar vardı. Ama bugünkü manzara bir başka.

Demokrasimizin bu kadar gerilediği, kuvvetler arası ilişkinin bu kadar bozulduğu, yürütmenin hem yasamaya hem de yargıya bu kadar hâkim olduğu bir dönemimiz hiç olmamıştı. Ülkeyi yönetmek üzere seçimle iş başına gelenlerin kendilerini bu kadar devlet saydığı, devlet mekanizmasının bu kadar siyasileşip, bu kadar muhalefete karşı kullanıldığı bir dönem hiç olmamıştı.

Peki ne oldu da işler bu hale geldi?

Cevabı hepimiz biliyoruz. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi diye afili bir adla anılan otoriter tek adam rejiminden başka bir sebebi yok bu olanların. 2016’daki darbe girişiminin yol açtığı siyasi atmosferi ve OHAL kapsamında, basın ve ifade özgürlüğünün kısıtlandığı ortamı kullanarak yapılan anayasa değişikliğiyle Türkiye’nin yüz elli yıllık parlamenter sistemi sona erdirildi.

Gazi Meclis zayıflatıldı. Meclisin kanun yapma, bütçe belirleme ve hükümeti denetleme işlevi zayıflatıldı. Gensoru ve sözlü soru imkanları ortadan kaldırıldı, Meclis soruşturmaları imkânsız nisaplara bağlandı ve böylece denetim mekanizmaları yok edildi veya işlemez hale geldi. Geçmişte, devletin tarafsız başı olan Cumhurbaşkanı artık bir siyasi partinin genel başkanı; yürütmenin başı olarak seçimlerde partisinin milletvekili listelerini belirleyip yasama üzerinde kontrolsüz bir güç edinmiş durumda.

Tutuklu İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu

Tüm bu yapısal sebeplerle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi parlamentoyu esaslı ölçüde zayıflattı.

Yargının temel taşı olan Hâkimler ve Savcılar Kurulu'nun yapısı değiştirildi ve yürütmenin fiili etkisi altına girdi, yargı bağımsızlığı zayıflatıldı.

Devletin tüm yetkilileri, A’dan Z’ye bir kişinin takdirine kalmış bir karar sistemiyle atanıyor. Atamalar, kişilerin görev süreleri kanun koruması altındayken, her kurumla ilgili kanunda liyakat/tecrübe kriterleri mevcutken, tüm bunlar yok edilerek devletin kurumsal yapısı zayıflatıldı.

Yasama ve yargının yürütme üzerindeki denge ve denetleme gücü zayıflatıldı, yürütme fiilen yasama ve yargıyı kontrol etmeye başladı. Yürütmenin bütünüyle Cumhurbaşkanına devredildiği bir “süper başkanlık” modeli getirildi. Kuvvetler ayrılığı ilkesi fiilen ortadan kalktı, kuvvetler birliği modeline geçildi.

Berekete, refaha, adalete, liyakate, iyi yönetime kavuşabilmek için bu tek adam rejiminden kurtulmak, demokrasiye, kuvvetler ayrılığına, hukukun üstünlüğüne dönmek zorundayız. Yargıyı bağımsız, Meclis'i yeniden siyasetin merkezi kılmadan, yürütmeyi ehliyet sahiplerine teslim etmeden, Cumhurbaşkanının gücünü sınırlamadan ne refaha kavuşabiliriz ne adalete ne de berekete.

Bütün bunların gerçekleşeceği bir Türkiye uzak değil. Önümüzdeki ilk seçimlerden sonra bunları tek tek yapmaya başlayacağız.

Kuvvetler ayrılığını yeniden tesis edeceğiz

Ülkemizin bereketini kaçırıp milletimizi fakirliğe mahkûm eden, her kararı tek adamın ağzından çıkacak söze bırakan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni muhakkak değiştireceğiz.

Halkın tamamının seçtiği tek organ olan TBMM’yi siyasetin merkezine yerleştirebilmek ve yargıyı yürütmenin tasallutundan kurtarabilmek için ne yapacak ne edecek bu sistemden kurtulacağız. TBMM’de anayasayı değiştirecek bir büyük uzlaşma sağlayıp parlamenter sisteme döneceğiz.

Parlamenter sisteme dönene kadar boş durmayacak, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni demokratikleştirecek reformlar yapacağız. Cumhurbaşkanlığı yetkilerini kullanmak, Meclis’te yasal düzenleme yapmak ya da anayasal değişikliğe gitmek, hangisiyle yapabiliyorsak o yolla, yürütmenin yetkilerini sınırlandıracak, yasamayı güçlendirecek ve yargıyı bağımsız kılacağız.

Öncelikle Cumhurbaşkanlığına bağlı çalışan kurulları lağvedecek, bu kurullarca ifa edilen yetki ve görevleri ilgili bakanlıklara devredeceğiz. Halk tarafından seçilmiş milletvekilleri arasından belirlenecek bakanlar yetkili ve söz sahibi olacaklar.

Ardından yürütmenin vesayeti altına girmiş, dengeleme ve denetleme gücünden mahrum edilmiş bulunan Meclis’e gücünü ve itibarını yeniden kazandıracağız. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde kaldırılan ya da etkisizleştirilen genel görüşme, soru, meclis araştırması, gensoru gibi denetim araçlarını geri getirecek ya da işlevsel kılacağız. TBMM’nin bütçe hakkını güçlendireceğiz.

Torba kanun uygulamasını kaldıracak, temel kanun uygulamasını amacına uygun hale getirecek, kötüye kullanımına son vereceğiz.

Yasama süreçlerine sivil toplumun ve akademinin desteğini artıracağız. TBMM komisyonlarının uzman kapasitesini artıracak, milletvekillerinin yasama ve denetim faaliyetlerini etkinleştirecek, komisyonların STK’lar ve akademiyle işbirliği içinde çalışmasını sağlayacağız.

Yeni bir Meclis iç tüzüğü hazırlanmasına öncülük edecek, müzakereyi ve muhalefetin Meclis gündemini belirleme hakkını iç tüzükle güvence altına alacağız.

Ekrem İmamoğlu, Silivri'deki Marmara Kapalı Ceza İnfaz Kurumu mahkeme salonunda

Yargıyı yürütmenin tasallutundan kurtaracağız

Köklü bir yargı reformu yapacağız. Yargıyı tarafsız ve bağımsız, hukuku üstün, adaleti erişilebilir kılacağız. AYM ve AİHM kararlarının bağlayıcılığını tartışmasız kabul edecek, anayasal denetim mekanizmalarını güçlendireceğiz. Anayasa Mahkemesi’nin görev tanımını yeniden yapacak, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerini ve tüm yürütme işlemlerini yargı denetimine tabi kılacağız.

HSK’nın yapısını yargı bağımsızlığını güvence altına alacak şekilde yeniden düzenleyeceğiz. Hâkim ve savcı atamalarında coğrafi teminat ilkesini getirecek, doğal hâkim ilkesine saygı göstereceğiz. Yargılama devam ederken hâkim ve savcıların değiştirilmesine izin vermeyeceğiz.

Hukukun üstünlüğüne döneceğiz

Vatandaşların düşüncelerini serbestçe dile getirdiği, kimsenin fikir, inanç ve kimliğinden dolayı dışlanmadığı bir siyasi iklim oluşturacağız. Terörle Mücadele Kanunu'nda ve Türk Ceza Kanunu'nda ifade özgürlüğünü kısıtlayan düzenlemeleri değiştireceğiz. Cumhurbaşkanına hakaret, dezenformasyon yasası gibi yasaların keyfi biçimde uygulanmasının önüne geçeceğiz.

Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının evrensel ölçülerde kullanılmasını sağlayacak, kolluğun orantısız ve uluslararası insan hakları standardına aykırı biçimde kuvvet kullanmasına son vereceğiz.

Sendikal hakların etkin şekilde korunmasını, çalışanların örgütlenme ve toplu sözleşme haklarının güçlendirilmesini sağlayacak, emek mücadelesini engellemeye dönük grev yasaklarına son vereceğiz.

Seçimleri adil ve serbest kılacağız

Siyasi rekabetin eşit şartlarda gerçekleşmesini ve seçmen iradesinin eksiksiz bir biçimde Meclise yansımasını sağlamak için Siyasi Partiler Kanunu’nu değiştirecek, seçim güvenliğini sağlamak için YSK’yı bağımsızlaştıracağız. İktidar partilerinin seçim dönemlerinde avantaj elde etmelerine yol açan uygulamalara son vereceğiz. Siyasi partilerin mali kaynaklara ve medyaya erişiminde adaleti sağlayacağız. Siyasetin finansmanını şeffaflaştıracak, siyasi partilere yapılan devlet yardımlarının adil olmasını sağlayacağız. Bağış ve harcama süreçlerini kamuya açık hale getireceğiz. Siyasi ahlak yasasını çıkaracak, temiz siyaseti hâkim kılacak, yolsuzluklarla etkin mücadele edeceğiz. Siyasetin finansmanının şeffaflaşmasını “görev yapacak il başkanı bulamayız” diyerek karşılayan anlayıştan kurtulduğumuzda, Türkiye’de siyaset gerçek manada millet için yapılacak.

Şiddeti savunmayan tüm siyasi yaklaşımları meşru ve yasal kabul edeceğiz. Muğlak suçlamalarla parti kapatmalarına son verecek, bireysel sorumluluk ilkesini esas alacağız. Belediye başkanlarının yargı süreci tamamlanmadan görevden alınmasına imkân veren kayyım uygulamalarını kaldıracağız.

Ekrem İmamoğlu, duruşma salonunda savunma yaparken

İşleri ehline emanet edeceğiz

Kamu görevlilerinin atanmasında nesnel kriterlerin esas alınmasını temin edeceğiz. Üst kademe kamu personeli istihdam edilirken yapılacak mülakatlarda görüşmeleri kayıt altına alacak, sonuçlara itiraz hakkı getireceğiz.

Alt kademe kamu personeli alımlarında mülakatı kaldıracak, yazılı sınavların güvenilir komisyonlar tarafından hazırlanmasını sağlayacağız.

Bakanlıklarda müsteşarlık sistemini yeniden getireceğiz.

Medyayı özgürleştireceğiz

Medya özgürlüğü ve ifade özgürlüğünü güvence altına alacağız. Medya mensuplarına yönelik baskıları bitirecek, basın özgürlüğünde evrensel standartları geçerli kılacağız.

Medya sahipliğini şeffaf hale getirecek, medya gücünün ekonomik ve siyasi nüfuz oluşturmakta kullanılmasının önüne geçeceğiz. Medyada çoğulculuğu ve kamusal denetimi esas alacağız.

Kamusal tartışma ve haber/bilgi alma hakkını güçlendireceğiz. Reklam gelirlerinin dağıtımında şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerini esas alarak, bağımsız bir denetim platformu oluşturacağız. RTÜK ve Basın İlan Kurumunu yeninden yapılandıracak, her iki kurumun da tarafsızlık, şeffaflık ve eşitlik ilkelerine uygun bir biçimde çalışmasını sağlayacağız.

TRT’nin ve Anadolu Ajansı’nın tarafsız, ilkeli ve kamu yararına yayın yapmasını temin edeceğiz.

Dijital ve geleneksel medyayı birlikte ele alan yeni bir medya yasası hazırlayacağız. Google ve Meta gibi dijital devlerin reklam gelirlerinden yerel medya kuruluşlarına pay aktarımını zorunlu kılacağız. Dijital platformların algoritmik karar alma süreçlerine şeffaflık getirilerek içerik üreticileri için adil rekabet koşulları oluşturulmasını teşvik edeceğiz.

İBB'nin Saraçhane'deki binası önünde CHP mitingi

Düzenleyici ve denetleyici kurumları özerkleştireceğiz

Güçlü bir devlet için güçlü, kaliteli, hesap verebilir, şeffaf kurumlar gerekir. Gerçek ekonomik ve idari istikrar, güçlü kurumsal yapıyla sağlanır. Çünkü kurumsal yapı, ekonomide öngörülebilir ve rasyonel kararların alınmasını sağlar.

Çağdaş ekonomilerde güvenin sağlanması için düzenleyici ve denetleyici kurumların özerkliği kritik önem taşır. Bu kurumlar liyakatli, profesyonel ve ekonominin tüm paydaşları açısından adil rekabet koşullarını sağlayan objektif kararlar alabilirse, ekonomiye güven artar, yatırım ortamı güçlenir ve ekonomi “kapsayıcı” hale gelir.

İktidardan bağımsız olması gerekirken fiilen cumhurbaşkanlığına bağlanıp iktidarın siyasi çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteren düzenleyici ve denetleyici kurumları özerk, hesap verebilir ve profesyonel yapılara dönüştüreceğiz.

RTÜK, TCMB, BDDK, TÜİK, SPK, EPDK, Kamu İhale Kurumu gibi düzenleyici ve denetleyici bütün kurumları siyasi baskıdan ve yürütmenin vesayetinden kurtaracak, kamu yararına uygun hareket etmelerini sağlayacağız. Bu kurumlara yapılacak atamaları şeffaf ve denetlenebilir kılacak, atanacak yöneticilerde ve kurul üyelerinde ilgili sektörde eğitim ve deneyim şartı arayacağız.

Ekrem İmamoğlu

Yerel yönetimleri güçlendireceğiz

Yerel yönetimleri idari, mali ve siyasi açıdan güçlendirecek, demokratik çoğulculuğu temel şart haline getireceğiz. Son yıllarda anlamını ve gerekçesini yitirmiş bir biçimde, yerel yönetimlerin yetkileri esaslı şekilde törpülenmiş, pek çok yetki Cumhurbaşkanı veya ilgili bakanlığa devredilmiştir.

Yerel yönetimleri sadece hizmet birimleri olarak değil demokrasinin derinleşip yerleşmesine hizmet eden kurumlar olarak göreceğiz. Yerel yönetimlere daha fazla yetki devredeceğiz. Bu çerçevede kayyım uygulamalarına son verecek, seçmen iradesinin yargı ve bürokrasi eliyle gasp edilmesine izin vermeyeceğiz.

Belediyelere ayrılacak bütçe payında ve kaynak aktarımında adaleti sağlayacak, yerel yönetimlerin mali özerkliğini anayasal güvenceye kavuşturacağız. Katılımcı demokrasiyi yaygınlaştırmak amacıyla mahalle meclisleri, yerel referandumlar ve kent konseylerini etkinleştireceğiz.

Refah, adalet ve demokrasi…

Bu üç kavram birbiriyle doğrudan bağlantılı. Adalet ve demokrasi olmadan refahın olması mümkün değil.

Bir devlet ancak adalete dayanırsa halk nazarında güçlü meşruiyete sahip olur, ancak adalet olursa toplumsal huzur gerçekleşir ve ülke refaha kavuşur. Vatandaşlar ancak adil ve güvenli bir ortamda olursa, motive olur, üretir ve uzun vadeli yatırımlar yapar. Ancak adalet olursa beyin ve sermaye göçü tersine döner, Türkiye dünya için cazibe merkezi olur.

Adalet ve hukuk olmayan ülkede bereket olmaz.

Bahsettiğimiz bu reformları yaptıkça, ekonomimiz hızla düzelecek, 86 milyon insanımız yoksulluğu değil zenginliği, güçlü geleceği ve bereketi konuşacak.

21. yüzyılda mesele doğal kaynak değil insan kaynağıdır.

Biz insan kaynağımıza da insan irademize de güveniyoruz.

Çalışacağız, üreteceğiz, adil paylaşacağız.

Barış ve huzur içinde REFAHI, ADALETİ VE BEREKETİ YAŞAYACAĞIZ.

Çok az kaldı.

Ekrem İmamoğlu / T24

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -22 Temmuz 2025-

Kalıcı çözüm yerine sadaka: Milyar liralık örtü -Mustafa Bildircin-

Giderek ağırlaşan ekonomik buhrana kalıcı çözüm üretemeyen ve yoksulluğu sosyal yardımlar ile yamamaya çalışan AKP, “Yoksullukla mücadele” adı altında 2025’in ilk yarısında 180,2 milyar TL’lik rekor kaynak kullandı.

Türkiye’deki ekonomik buhran, AKP’nin bütçe kullanım tercihleri ile giderek daha da derinleşti. Haziran 2025 itibarıyla Türkiye’de 4 milyondan fazla hane, yaşamını ancak sosyal yardımlar ile sürdürebilir hale getirildi.

Derin yoksulluğa kalıcı çözüm üretemeyen AKP iktidarı, çözümü sosyal yardım musluklarını açmakta buldu. AKP hükümetleri döneminde, “Ekonomik krizin yurttaş üzerindeki etkisine yama” olarak kullandığı gerekçesiyle tartışılan, “Yoksullukla Mücadele ve Sosyal Yardımlaşma” programı kapsamında yapılan harcama rekor seviyeye tırmandı. Merkezi bütçeden Yoksullukla Mücadele ve Sosyal Yardımlaşma Programı için Ocak-Haziran 2025 döneminde yapılan harcama, 49 program için yapılan harcamayı geçti.

YAMA TUTMUYOR

İktidarın övündüğü yoksullukla mücadele programının Ocak-Haziran 2025 dönemine yönelik faturası açığa çıktı. Türkiye’deki ekonomik krizin boyutunu bir kez daha gözler önüne seren harcamaya göre, merkezi bütçeden 2025 yılının ocak-haziran döneminde yoksullukla mücadele için yapılan harcama 180 milyar 212 milyon 190 bin TL oldu.

Türkiye’deki ekonomik krizin yarattığı derin yoksulluğu perdelemek için 2025 yılının ilk ayında 20 milyar 771 milyon 469 bin TL harcandı. Merkezi bütçeden, “Yoksullukla Mücadele ve Sosyal Yardımlaşma Programı” adı altında yapılan harcama, şubat ve mart aylarında ise sırasıyla 47 milyar 404 milyon 894 bin TL ve 21 milyar 899 milyon 565 bin TL olarak gerçekleşti.

Yoksulluk derinleştikçe, yoksullukla mücadele harcamaları nisan, mayıs ve haziran aylarında da hız kesmeden devam etti. Bu kapsamda yoksullukla mücadele için nisan ayında 24 milyar 626 milyon 505 bin TL, mayıs ayında 33 milyar 411 milyon 106 bin TL, haziran ayında ise 32 milyar 98 milyon 650 bin TL kaynak kullanıldı.

∗∗∗

FATURASI ÇOK AĞIR

Yoksullukla mücadele için harcanan 180,2 milyar TL’nin, merkezi bütçeden pay ayrılan 68 programın 49’undan fazla olması dikkati çekti. 2025’in ilk yarısında yoksullukla mücadeleden daha az kaynak kullanılan bazı programlar ve harcama tutarları şöyle sıralandı:


***
Bölücünün 500 yıllık bilinçdışı -Selçuk Candansayar

İsmail Saymaz, Halktv’ nin internet sitesindeki 18 Temmuz tarihli yazısında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, partili milletvekilleriyle yaptığı bir toplantıda, “cumhurbaşkanının iki yardımcısı olsun, biri Alevi diğeri de Kürt olsun”, dediğini yazdı. Ne Bahçeli’den ne de MHP’den bu yazıya yalanlama, düzeltme, itiraz vb. geldi. Bahçeli’ye atfedilen bu öneri, özü “Lübnanlaşırız” olan haklı tepkilere yol açtı.

Bahçeli’ye yapılan eleştiriler, gelecekte gerçekleşebilecek rejim krizi ve/ya da inşa edilmek istenilen “yeni rejimin” yapısal özellikleriyle ilgili. İşin bu yanı politik bir tartışma. Bahçeli’nin sözleri başka bir açıdan da çok önemli ve dahası bir tür “bilinçdışının” dile gelmesi. Bahçeli’nin bilinçdışından fışkıran 1950’lerden bu yana neredeyse hiç iktidardan inmeden ülkeyi yöneten “Sünni Türk Sağının”  düşman kodu. Osmanlı’dan devraldıkları en az 500 yıllık düşman tanımının ne olduğunu itiraf etmiş oldu Bahçeli.

Osmanlı’nın en büyük düşmanı Kızılbaş-Alevilerdi. 16. yüzyılda Şeyhülislam Ebu Suud efendinin gözünde Kızılbaş-Aleviler ve Ezidiler, Ermeniler, diğer gayrimüslimler ve Kürtlerden çok daha “aşağıda”, katli vacip kafirlerdi.  Öyle ki, bir Kızılbaşın Müslümanlığa “geçebilmesi” için önce Hristiyan olması gerektiğine dair fetvalar vardı. Bu düşmanlığı Safevi devleti, Şah İsmail, İran tehlikesiyle açıklayanlara bakmayın. Bu gerekçeler düşmanlığın neden 500 yıl sürdüğünü açıklayamaz. Araştırmacılar, Osmanlı “tahrir” defterlerinde Kızılbaş-Alevi fişlemesinin 16. yüzyılda başladığını ve bu fişlemeyi Cumhuriyet’in devralarak günümüze kadar sürdürdüğünü kanıtlıyor. Osmanlı’nın Anadolu tarihi, özünde Osmanlı yağmacılığına isyan eden Kızılbaş-Alevi ayaklanmaları ve isyanların kanla, katliamla bastırılma tarihidir. Cumhuriyet’in ilk 30 yılı boyunca laiklik ilkesinin o da kısmen uygulanabilmesi, Alevilerin ağırlıklı olarak Cumhuriyet’e bağlılığının da asli nedeni olabilir. 1950’li yıllardan başlayarak iktidarı ele geçiren, ilk andan başlayarak laikliğin altını oyan Sünni Türk Sağı, Maraş, Çorum, Madımak katliamlarını bu tarihsel birikimiyle gerçekleştirdi. 1960’lardan başlayarak da önce Komünizm ardından da Kürtler, bu düşman koduna dahil edildiler. 500 yıllık mirasa sırtını dayayan Sünni Türk sağı için, solcu, Kürt ve Alevi her zaman iç düşman olarak fişlendiler.

Bahçeli, iki cumhurbaşkanı yardımcısı Alevi ve Kürt olsun diyerek, hala onları “düşman öteki” olarak gördüğünü de söylüyor.  Herhalde göklerden gelen bir kararla “içine doğan” dış tehdit hissi nedeniyle de Kürt ve Alevileri iktidara ortak edermiş gibi yaparak “iç cepheyi” tahkim etmeye çalışıyor. Bir yardımcı Kürt, bir yardımcı Alevi olunca mecburen “esas oğlan” Sünni Türk oluyor.

Bahçeli ve MHP’si, bize her ne kadar dilinden Atatürk’ü düşürmese de 70 yıldır ülkeyi asıl olarak bölücülerin yönettiğini gösteriyor. Sünni Türk sağının, halktan, eşitlikten, adaletten, laiklikten nasıl nefret ettiklerini de kanıtlıyor.  Bahçeli zihniyeti, “halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini” düşman olarak görüyormuş demek ki! Demek ki, Devlet, kim Alevi, kim Kürt, kim solcu hep kayıt altına alıyormuş. Demek ki, eşlerden biri Alevi ya da Kürt olursa da bu fişleme devam ediyormuş. “Karma” evlilikler Sünni Türk kabul edilmiyormuş. Yoksa nasıl anlaşılacak Cumhurbaşkanı yardımcılıklarına “getirilecek” olanların Kürt ya da Alevi oldukları? Herhalde adayların soy geçmişleri Osmanlı tahrir defterlerine kadar araştırılıp “öz hakiki” Alevi ya da “Kürt” olup olmadıklarına karar verilecektir!

Bahçeli, her yıl boşuna Osmanlı’nın kuruluşuna adanan Ertuğrul Gazi Şenlikleri’ne katılmıyormuş. Osmanlı’nın kendisine isyan etmeye kalkanları önce kanlı bir katliamdan geçirip, ardından da aralarından birine “beylik”, “toprak ağalığı”, “paşalık” gibi unvan tesellileri/rüşvetleri vererek iktidarına tabi kılma politikasını hatmetmiş olmasından anlaşılıyor. Sanki şimdi de biraz “paşalık” vererek “sorunu” çözeceğini sanıyor olabilir. Bakalım bu kez paşalığı kabul eden/ler olacak mı?

                                                                 /././

Servet azınlıkta kümeleniyor - BİRGÜN- 22 Temmuz 2025-

Ülkede gelir dağılımı eşitsizliği uçuruma döndü. Gelir adaletsizliğinde Avrupa lideri Türkiye, dünyada ilk 10 ülkenin içine girdi. BDDK’ye göre toplam mevduatın neredeyse yüzde 80’i en zengin yüzde 1’lik kesimin hesabında. Banka hesaplarının yüzde 83’ünde 10 bin lira bile yok.

Servet ülkede küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşırken, milyonlarca yurttaş  yoksulluk ve sosyal dışlanma riskiyle yaşamaya zorlanıyor. Avrupa ülkeleri arasında gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu ülke olan Türkiye, aynı zamanda dolar milyoneri sayısını en hızlı artıran ülke konumunda. Bu tablo, iktidarın ekonomi politikalarının sermayeden yana işlediğini ortaya koyuyor.

Alım gücünün giderek eridiği, bir avuç azınlık servetine servet katarken geniş halk kesimlerinin yoksulluğa mahkûm edildiği Türkiye’de gelir dağılımında denge bozuluyor. Gelir dağılımında terazi zenginlerden yana ağırlaşırken adalet her geçen gün daha da tahrip oluyor. Türkiye, bu alanda da ‘dünya liderliğine’ aday oldu. Dolaylı vergilerin ağırlığı altında ezilen yurttaşlar, temel tüketim ürünlerinde bile yüksek vergi öderken yüksek gelir grubundakiler zenginliklerini koruyor.

Derin eşitsizlik ülkede bir anda ortaya çıkmadı. Uygulanan ekonomi politikalarının, IMF’ye bakarak girişilen kemer sıkma planlarının, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in faturayı çok değil, az kazanana kestiği programının sonucu ülkeyi daha da yoksulluğa itti. Tablo, her geçen gün kötüleşti. Türkiye’de her 3 kişiden biri yoksulluk ve sosyal dışlanma riskiyle karşı karşıyayken çoğunluğun banka hesaplarında 100 lira bile bulunmuyor.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) güncel Risk Merkezi raporu da adaletsizliğin geldiği ciddi seviyeyi gözler önüne serdi. Buna göre ülkede mevcut mevduat hesaplarının toplam bakiyesinin yüzde 79’u, yüzde 1’lik kesimin elinde bulunuyor. Ülkede var olan banka hesaplarının yüzde 83’ü, 10 bin liraya kadar bakiyeye sahip hesaplardan oluşuyor. 166 milyon hesapta, toplam 132,7 milyar liralık bakiye bulunuyor. Yüzde 83’ü meydana getiren 10 bin liralık hesapların toplam mevduattaki payı ise yüzde 1 bile değil. Bu oran, hesaplar için yüzde 0,6 seviyesinde bulunuyor.

‘‘Yüklü’’ hesaplarda ise bakiye oranı ise devasa boyutlara ulaşıyor. 1 milyon liranın üstünde bakiyesi bulunan 2,2 milyon hesabın toplam bakiyesi 16,2 trilyon liradan oluşuyor.

Ekonomi’den Alaattin Aktaş’ın hesaplamasına göre 1 milyon lira ve üzeri bakiye bulunan hesapların, hesap sayısındaki payı yalnızca yüzde 1,1 iken bu hesapların toplam mevduattaki payı yüzde 78,8’e çıkıyor. Hesabındaki para on bin liranın altında olan 166 milyon hesap sahibinin ortalama mevduatı 799 lira gibi düşük bir tutarda kalıyor. Bunun yanında hesabındaki para 1 milyon liranın üstünde olan 2,2 milyon kişinin ortalama mevduatı tam 7,2 milyon lira olarak hesaplandı.

BÜYÜK DİLİM ZENGİNE

Her türden veri de gelir adaletsizliğini adeta tescilledi.

Türkiye’deki en zengin yüzde 1’lik kesimin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’dan (GSYH) aldığı pay yüzde 14,6’ya ulaşırken bu oran Avrupa’da Türkiye’yi takip eden Bulgaristan’da 7,4’te kaldı. Bir başka deyişle, Türkiye’de üretilen toplam gelirin yedide biri yalnızca binde birlik bir azınlığa gidiyor.

Söz konusu adaletsizlik sadece GSYH verilerine de yansımıyor. TÜİK verilerine göre, en zengin yüzde 10’luk kesim ülkedeki her 100 liranın 39,2 lirasını cebine koyarken en yoksul yüzde 20’lik kesimin toplam gelirden aldığı pay yalnızca 6,3 lirada kalıyor. Üstelik en zengin yüzde 20’lik kesim toplam gelirin neredeyse yarısına denk gelen yüzde 48,1’i alıyor.

∗∗∗

TEMELDEN YOKSUN BIRAKILIYORLAR

Aylıklarına sefalet düzeyinde zam yapılan emekliler ve düşük ücretlere işgücü sömürülen yaşlı yurttaşlar yoksullukta dibe gidiyor.

Derin Yoksulluk Ağı’nın yaşlı yoksulluğu araştırmasının sonuçlarına göre, ülke nüfusunda 9 milyon 112 bin kişi, 65 ve üzeri yaşta, yaşlı niteliği taşıyor. Ülkede yaşlılar, devamlı yoksullaşırken ağır işlerde çalışıyor, iş cinayetlerinde yaşamdan koparılıyor. Araştırma, yaşlı yoksullarının boyutlarını ortaya koyarken TÜİK, OECD ve Eurostat verilerine de dikkati çekti.

2024’te yaşlıların yüzde 23,3’ü yoksulluk veya sosyal dışlanma riski altındaydı. Yaşlı yoksulların sayısı, 3 yılda devamlı arttı. Eurostat verilerine göre bu oran yüzde 28,8 olarak hesaplanırken on yıl önce bu oran yüzde 18,7’ydi. Pandeminin ilk yılı olan 2020’de dahi yaşlı yoksulluğu, yüzde 23,5 ile bugünden daha düşük seviyedeydi. Türkiye’de her 100 yaşlıdan 22’si, yaşamının dinlenme günlerini yoksullukla mücadele ederek geçiriyor. 2019 yılında bu oran 100 kişiden 19 kişi olarak hesaplanmıştı.

Yoksullukla mücadele etmeye mecbur bırakılan yaşlılar, günlerini çalışarak ya da iş kuyruklarında bekleyerek geçiriyor. Sadece yılın ilk 6 ayında 60 ve üzeri yaşta 9 bin 442 kişinin İŞKUR aracılığıyla işe girdiği tespit edildi. İŞKUR’a kayıtlı 28 bin yaşlı, çalışmak için iş bulmayı bekliyor.

Yaşlıları yoksullukla boğuşan Türkiye, OECD ülkeleri içinde 65 yaş üstü nüfusta gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu 5’nci ülke konumunda. Yaşlı yurttaşlar için sosyal destekler ve bakım hizmetleri de etkin işletilmiyor. Derin Yoksulluk Ağı raporuna göre, her 4 haneden birinde en az 1 yaşlı yaşarken 1,75 milyon yaşlı ise tek başına yaşıyor.

"Maaşlara ve yardımlara yapılan zamlar yüksek enflasyon ve özellikle büyükşehirlerdeki konut kiraları dikkate alındığında temel yaşam giderlerini karşılamada yetersiz kalıyor" denilen raporda, 65 yaş ve üzeri her 5 yaşlıdan yaklaşık 4’ü kronik hastalığa sahip olduğunun da altı çizildi. Yaklaşık 1,5 milyon bakım ihtiyacı olan ve 1 milyona yakın kiracı yaşlının varlığına karşın, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın verilerine göre 2024 Aralık itibariyle Türkiye’de yaşlı bakım kuruluşlarının sayısı yalnızca 505. Bu tesislerde bakım gören toplam yaşlı sayısı 30 bin 668’de kaldı. Yoksulluğa itilen yaşlı yurttaşlar, barınma hakkından dahi geri bırakıldı.

∗∗∗

MİLYON DOLARLAR ARTTI

Dar gelirliler borç batağında dibe çekilmeye devam ederken bir avuç zengin servetine servet kattı. Union Bank of Switzerland’ın (UBS) geçen ay yayınlanan 2025 Küresel Servet Raporu, ülkede servet dağılımının dengesizliğini ortaya koymuştu. Buna göre Türkiye, yerel para cinsinden serveti en çok azalan ülke olmasına rağmen zenginler servetlerini katladı. Ülke, dolar milyoneri sıralamasında dünya lideri oldu. Rapora göre Türkiye, dolar milyoneri sayısı en çok artan ülke oldu. Bir önceki yıl 61 bin olan dolar milyoneri sayısı raporun incelediği yılda 68 bine dayandı. Ülkede yetişkin başına düşen servet bir yılda yüzde 14 gerilerken zengin azınlık gayrimenkul, altın, döviz ve faizle kazancına kazanç kattı.


BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

“Baltacı ve Katerina efsanesi” yazıları üzerine bir özür ve etik tartışma -Faruk Bildirici /T24-

Mehmet Ali Çiçekdağ, Metin Gülbay ve Vikipedi’den alıntılar yapmış ama hiç kaynak göstermemiş. Gülbay ise Vikipedi’den alıntı yaptığı bölüml...