Kartallı Kazım’dan Molla Mahmut’a: Kurtuluş kavgasında bizimkiler -Toprak Tütünsüz-
İyiye, güzele doğru olan ne varsa hep karşısında duran, kendi menfaatleri ve gelecekleri için memleketi satmaktan çekinmeyenler… Bugün de böyle değil midir?
yaralandı birkaç kere ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan…’
Kartallı Kazım, bizimkilerden yalnız biri. Daha binlercesine borçlu olduğumuz memleketin ne çiftlik ne apartıman sahiplerinden. Kazımlar savaştan önce bahçıvandı, rençberdi, işçiydi ve savaştan sonra da.
Kuvayi Milliye Destanı, Millî Mücadele’yi bizimkilerin yöresinden anlatan en önemli eserlerden biri kuşkusuz ama yalnız değil. Edebiyatımızda, Kurtuluş kavgasını Kartallı Kazım gibi emekçilerin, yoksul köylülerin yani bizimkilerin gözünden işleyen, kenarda köşede kalmış ya da bırakılmış nice romanımız var. Bu eserleri alternatif tarih yazımı ya da daha doğru olacak bir tabirle halkın tarihi yazımı gözüyle değerlendirmek mümkün olabilir.
Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat serisinin üçüncü kitabında romanla gerçeklik arasındaki ilişkiyi şöyle kuruyor:
‘Romanı, yaşamın içine alıyorum. Bu, başlangıçta, romanı ciddiye almak demek. Bir bilim adamı ise ancak ve öncelikle gerçekliği ciddiye alır. Öyleyse ayırım yapmadan romanı ciddiye almak, ayırım yapmadan her romanda bir gerçeklik bulmak demek. Hiç kuşku yok, her romanda bir gerçeklik var. Ziya Gökalp aktarıyor: ‘Roman, tarihten daha doğru bir tarihtir’ demişler. Katılmamak, imkânsız. Romanın tarihten daha doğru tarih olması, tarihin tekil olaylarında olmayan bir düzenliliğin, insanın yaratıcı eylemi ile eklenmiş olan bir düzenliliğin, romanda bulunmasından ileri geliyor.’
Küçük’ten aktardığımız bu paragrafta tarihle roman arasında kurulan ilişki bizi özellikle şimdi daha çok ilgilendiriyor. Cumhuriyet’in bunca tartışıldığı, değersizleştirildiği bir dönemde Millî Mücadele yıllarını anlatan romanlarda özellikle hikâyenin gizli kahramanlarını okumak hem gerçekliği görmek hem de bugüne ilişkin daha doğru bir perspektif çizebilmek için çok değerli olsa gerek.
Öyleyse, esas sorumuza gelelim; Millî Mücadele dönemine ilişkin kimler neler yazdı, nasıl yazdı? Kurtuluş romanlarına bakarken Halide Edip'i biliriz, Mithat Cemal Kuntay'ı, Tarık Buğra'yı, Şevket Süreyya'yı... Ateşten Gömleği, Üç İstanbul'u, Küçük Ağa'yı, Suyu Arayan Adam'ı biliriz, ya bir temel eserler önerisinden ya da çok okunanlar listesinden.
Peki ya Erol Toy'u? Talip Apaydın'ı, Samim Kocagöz'ü, Hasan İzzettin Dinamo'yu? Ya çok okunanlar listelerinde yer bulamayanları; Toprak Acıkınca'yı, Köylüler'i, Vatan Dediler'i, Toz Duman İçinde'yi, Kalpaklılar'ı? Ya Kutsal İsyan'ı, Halime Kaptan'ı, kurtuluşu emekçilerden anlatanları? Ağaların, din tüccarlarının, işbirlikçilerin elinde inim inim inleyip de hiç düşünmeden ayağa kalkanları, yani bizimkileri…
Toprak ne zaman doyar?
Edebiyatımızın en üretken yazarları arasında yer alan isimlerden biri de şüphesiz Erol Toy. En çok Koç ailesinin zenginleşme öyküsünü anlattığı İmparator romanı ile bilinse de derinliği ve öğreticiliği ile kült olarak değerlendirilebilecek çok sayıda romanın altında Toy'un imzası bulunuyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarından 12 Mart Muhtırası sonrasına kadarki işçi sınıfı mücadelesini yazdığı Gözbağı, Osmanlı'daki Fetret Devri'ni ve Şeyh Bedreddin İsyanı’nı anlattığı Azap Ortakları ve Batı Anadolu'daki kurtuluş mücadelesini yoksul köylülerin yöresinden aktardığı Toprak Acıkınca başa yazmamız gereken kitapları arasında:
‘Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. O da yetmez Hasanım. Gayri alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır.’
Yoksul dağ köylülerinin ağalara, din tüccarlarına, işgalcilere ve işbirlikçilere rağmen ayağa kalkmasının hikâyesidir aslında okuduğumuz. Emeklerini, kanlarını ve sevdiklerini verdikleri topraklara bile sahip olamayan köylülerin hikâyesi…
Balkan Savaşları’ndan Birinci Cihan Harbi’ne, oradan Kurtuluş Savaşı’na kadar uzanan geniş ve bir o kadar da karmaşık bir zaman diliminde yoksul köylülerin alt üst olan yaşamlarını, çıkış arayışlarını, umutlarını, öfkelerini, umutsuzluklarını, aşklarını, özlemlerini ve acılarını tarihi gerçeklerle birlikte okuruz Toprak Acıkınca’da. Erol Toy, büyük bir ustalıkla bütünleştirmiş tarihsel akışı, bizimkilerin kavgasıyla…
Karaayakoğlu Halil Bey’in bin bir maskeyle sömürdüğü köylülerin üzerinden okuruz yaklaşık 10 yıllık kesiti. Halil Bey, sadece emeklerine değil aşklarına da çöker bizimkilerin.
Garip Hasan’ın Satı ile aşkını, Yetim Hasan’ı, Dudu’yu, Süllü Dayı’yı bir hayatta kalma kavgasının içinde okuruz. Öte yandan dönemin geleneklerini, yaşama biçimlerini de yine aynı ustalıkla bırakır satır aralarına Erol Toy.
Diğer yanda ise ovadaki toprak sahipleri ve din adamları vardır. Amerikan mandasını isteyenlerle, Yunanlılar ve İngilizlerle iş tutanların çekişmelerini okuruz. İlginçtir, ne kadar kavga etseler de yumurta kapıya dayandığında ortaklaştıkları tek bir soru vardır: Memleketin kaymağını yine kendileri mi yiyecektir?
Sait Molla, Şeyh Mehmed Efendi romanda padişahın ve saltanatın yılmaz koruyucularıdır. Hacı Kosti, karmaşık ilişkilerin yürütücülerindendir, karşımızda yer alır.
Ve bir yandan büyük kavga başlar, bizim hikayemizdir: İşgalcilere karşı ilk ayağa kalkanlar yine Garip Hasanlar, Topal Aliler olur. Burada Topal Ali karakterine ufak bir parantez açmak gerekir, zira cesareti ve becerileri ile Kuvayi Milliye’ye hayati faydaları olmuştur, topal bir köylü parçasıdır. İşte bu ağalar, beyler için asla kabul edilemez bir şeydir.
Bu bölümü kapatırken Çanakkale’den bir bacağını kaybedip de köyüne dönen Kerim’in cephedeki komutanı Mustafa Kemal için söylediği birkaç cümleye yer vermek gerek:
‘Kemal’in geldiği günü görecektiniz. Tuvana bir yiğit. Mavi bakışlarıyla hepimizi tek tek süzüyor. Bakışları bedenimizi yarıp arkamıza geçiyor sanki… Aramızda geziyordu durmadan. Biz uyumadık mı, o da uyumuyordu. Ama gözümüze bakacak bir şey diyecek diye içimiz gidiyordu.’
Kurtuluş kavgasının dümeninde bir kadın: Halime Kaptan
'Sen, ben neyiz ki bu patırtıda? Hepimiz bir araya gelirsek bir güç oluruz ancak.'
Kurtuluş kavgasında cephe savaşlarının yoğunlaştığı bölge Batı Anadolu olmuş. Çok sayıda yazarın bu bölgeyi yazması, hikâyelerini anlatması olağan. Öte yandan cephe gerisinde tozun dumanın değil belki ama sislerin ve pusların arasında verilen kavgayı görmek için Rıfat Ilgaz'ın Halime Kaptan'ına bakmak gerek.
Sarı Yazmanın diyarı Cide'deyiz. Asker kaçaklarıyla, eşkıyalarla ve Rum korsanlarla dolup taşan Cide'de. Çanakkale Boğazı kapanmıştır, tuz bile gelmez Cide'ye. Açlıkla ve yoksullukla çevrilen Karadeniz'in yorgun ama inatçı insanlarına zor bir görev düşmüştür: İstanbul'daki cephaneler kaçırılacak, Anadolu'ya, kurtuluş kavgasına taşınacaktır:
'Hasköy, Halıcıoğlu depolarında çok tüfekler, çok cephaneler vardı İnebolu iskelesine götürüp Kemal Paşa’nın subaylarına teslim edecek… Oradan da Ecevit-Kastamonu yolundan, gene çoğu kendisi gibi kadınların ‘Ho…’ deyip sürdüğü kağnılarla Ankara İstasyonuna indirilecekti. Eğer bu savaş kazanılacaksa böyle kazanılacaktı. Erkeklerine cephelerde, tutkulu siyaset adamları tarafından yüzyıllardır kıyılan bir memleketin kurtuluş savaşına kadınlar da karışmalıydı.'
Biz romanda asker kaçağı Sabri'nin karısı, Temel Reis'in gelini, Memiş'in annesi Halime'nin, Halime Kaptan olma öyküsünü okuruz aslında. Kenara köşeye itilenlerin, hayatın merkezine yerleşme hikâyesini yani.
Gebeş Köyü'nde yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmıştır sadece. Yıllardır süren savaşlar, erkekleri un gibi öğütmüştür. Halime Kadın, kalkıp dümenin başına geçer, odun çeker Köseli'den. Esir de düşer, Sivastopol'a götürürler Halime kadını, kaçar ve kurtulur. Artık Halime Kaptan'dır o.
Sonra Kurtuluş kavgası başlar. Memlekete de Karadeniz'e de ağır bir pus çökmüştür. Kim dosttur, kim düşman, kim Kuvayi Milliyecidir, kim yanadır saltanattan bilinmez.
Gerçek bir macera romanıdır okuduğumuz, İngiliz gemilerinden gizlenerek, çatışarak, vuruşarak Anadolu'daki kurtuluş kavgasına omuz veren yoksul ve onurlu insanların, Halime Kaptanların öyküsüdür...
Bugünün kavgası dünün ateşinde pişer
‘O toprağa emek vereceksin ki o memleketi sevesin.’
Böyle diyor Talip Apaydın, öyle de yapıyor, emek veriyor toprağa ve seviyor memleketini. Köy Enstitülü bir öğretmen var karşımızda. Bazen ‘köylücü’ diyerek ötelenen ama hep filizlenen hep inat eden:
‘Doğru bildiğinden geri durmayacaksın, karşındaki kim olursa olsun, sen bağıracaksın, susmayacaksın.’
Bu yazının konusu yazarlarımız değil kuşkusuz fakat bahsetmeden de olmaz. Her yazarın bir derdi vardır, onu okuruz yazdıklarında. Çok şey bırakmış bizlere Talip Hoca. Bir de romanlar bırakmış çokça. Memlekete sevgisini en çok oradan biliyoruz. Romanlarının arasında bir üçleme var ki; tam da bu yazıyla kesişiyor yolu: Toz Duman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler…
Talip Apaydın, Kurtuluş kavgasında sadece işgalcilerle değil ağalarla ve zenginlerle de vuruşanları anlatır üçlemesinde. Buradaki çatışma, diğerlerinin aksine sıcaktır, vurulur yurtseverler ağaların kurşunlarıyla. Kurtuluş kavgasının anlamı biraz da buradadır: Bir büyük kavganın içinde bir başka kavganın kıvılcımları çakılmıştır ve on yıllar boyunca bazen harlanacak bazen gebermeye yüz tutacak fakat hep çakılı duracaktır orada.
Üç roman üç ayrı dönemi konu edinir. Tarihsel açıdan doğru bir dönemselleştirme yapıldığını da söyleyebiliriz.
Uşak’tayız. Molla Mahmud, Çanakkale Savaşı’nda yaralanmış ve köyü Tacım’a dönmüştür. Savaşın kasıp kavurduğu Anadolu, hiç olmadığı kadar yoksuldur. Ancak her ne hikmetse yöre zenginlerinin cebi pek bir kabarmıştır. İmam Ziver, padişah fermanı olmadan işgalcilere karşı çıkmak isteyenlerin karşısına dikilir. Hacı Nuri, köylüleri aç bırakmak pahasına sömüren zenginlerden biridir. Molla Mahmudlar, ilk bunlarla dövüşür.
Molla Mahmud, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesinin ardından, kolları sıvar. İlk çeteyi kurarlar. Haceli’yi, Çopur Hamdi’yi, Aşır’ı, Kazım’ı memleket için dövüşürken görürüz. Bir yandan işgalcilerle bir yandan işbirlikçi ağalarla ve dincilerle kıyasıya bir mücadele başlar. Kurtuluş kavgasının ilk safhasıdır, Toz Duman İçinde’den okuruz.
Tacım Çetesi, ağaları soyar, vuruşurlar. Ağaların davul zurnayla karşıladıkları işgalciler de peşlerine düşmekte gecikmez. Zaman yürümüş ve artık düzenli ordu kurulmuştur. Tacım Çetesi’nin atlıları, düzenli orduya katılmak için sürerler atlarını. İstikametleri Afyon’dur, düşman pusularının arasında, kelle koltukta yetişirler orduya.
Vatan Dediler’den okuruz, kavganın ikinci dönemidir. Çete savaşları bitmiştir, artık ordular savaşacaktır. Romanımızda kurtuluş kavgasının büyük savaşlarını tarihsel bir akış içerisinde okuruz. Ve yepyeni karakterler girer dünyamıza.
Teğmen Galip, Tacım Çetesi’nin üyelerinin komutanıdır. Zaferin ardından her şeyin değişeceğine inancı tam, devrimci bir subay vardır karşımızda. Roman boyunca Hacı Nurilerin, düşmanla iş birliğinin ne boyutlara vardığını da okuruz bir yandan. Ahenkle akar gider bu iki büyük kavga romanın içerisinde.
Burada bir de Bekir karakterine ufak bir parantez açmak gerekir. Teğmen Galip ve emrindeki Molla Mahmud ile Haceli, Eskişehir’dedir. Mühimmat ve silah takviyesi için gitmişlerdir ve Bekir ile orada tanışırlar. Daha önce hiç duymadıkları kelimeleri ilk Bekir’den duyarlar: Emek, sömürü, eşitlik…
Bekir’in Teğmen Galip’e söylediği birkaç cümleyi aktaralım:
‘Meclisi bugünkü gibi beyler, ağalar, hacılar, hocalar doldurursa halk yararına yasalar yapılmaz. Bu köylü askerlerin akıttığı kanlar, verdiği canlar boşa gider teğmenim…’
Üçüncü romandayız, Köylüler’de. Zafer kazanılmış, düşman kovulmuştur, saltanat ve hilafet de defedilecektir memleketten.
Molla Mahmud ve Haceli, terhis olup Tacım’a dönerler. Ancak Bekir’in dedikleri doğru çıkmıştır. İşgalcilere ziyafet verenler, iş birliği yapıp köylüleri sömürenler ‘cumhuriyetin yılmaz savunucusu’ olmuştur. Cumhuriyetimizin en büyük çelişkisi işte budur ve büyük bir ustalıkla anlatır bu çelişkiyi Talip Apaydın.
Savaş sırasında gösterdiği yararlıklar nedeniyle kendisine Tacım Köyü parti temsilciliği verilen Molla Mahmud, eline tutuşturulan kâğıtlardan bir şey anlamaz. Haceli’ye gösterir kâğıtları. Haceli’nin ağzından:
‘Geç bunları arkideş. Kuru söz… İpe un seriyorlar. Lafa boğuyorlar işi. Kimdi o gelenler, gene boynu kravatlılar mı? Hiçbir şey çıkmaz.’
Gerisi, Kartallı Kazım hikâyesidir. Kavgadan önce yoksul olup da memleket için kanlarını döken Molla Mehmedler, Haceliler yine yoksuldur. Bir zamanların iş birlikçisi şimdilerin cumhuriyetçisi ağaların sunduğu her şeyi ellerinin tersi ile iterler ve başlarlar alın teri dökmeye. İşte torunları olduğumuz insanların gerçek hikâyesi budur.
Demiri geçmişe vurmak, geleceği dövmek
‘Vur demirci boş durma sen bugün de
Ocağından dört bir yana kıvılcımlar saçılsın.
Şimdiye pas tutan o altın örsün önünde
Sana bolluk ve mutluluk kapıları açılsın.’
Hasan İzzettin Dinamo’nun dizelerinden okuruz, geçmişe duyulan öfke sadece bir sitem değil; geleceği inşa etme iradesidir. Bu, kendi toprağında kimseye boyun eğmeden, özgürce yaşamak isteyen insanların haykırışıdır.
Kutsal İsyan’ın yazarıdır Hasan İzzettin Dinamo. Büyük bir külliyattır başlı başına. İlk baskısını 1966-67 yıllarında sekiz cilt olarak yapmış bir eserden bahsediyoruz. Bu yazının sınırlarını hacmiyle aşar Kutsal İsyan ancak yine de bahsetmeden geçemiyoruz.
Uzun bir tarihsel kesiti, gözden kaçan ayrıntıları gün yüzüne çıkararak anlatır Hasan İzzettin Dinamo. Kitap kurgusal olmakla birlikte halkın acılarını ve ağır yoksulluğu, dönemin hemen hemen bütün figürlerini içine alan destansı bir dille anlatır bize:
‘İstasyonlarda üstleri başları parça-parça, avurtları çökmüş iskelet gibi ihtiyarlar, çocuklar kadınlar görünüyordu. Her yerde kör, topal, çolak binlerce genç insan, el açmış dileniyor ve gelip geçen trenlerden medet umuyor, asker tayını istiyorlardı. Bunları gördükçe Mustafa Kemal’in bütün umutları kırılır gibi oluyor, bu umutsuzluktan açlıktan iskelet haline gelmiş insan yığınlarını nasıl yeni bir savaşa zorlayacağını anlayamıyordu.’
Samim Kocagöz’ün Kalpaklılar’ı da yukarıda bahsettiğimiz haykırışın romanlaşmış halidir. Toprağına sahip çıkanların, tarihi yeniden yazanların, alın teriyle kazanılan bir bağımsızlığın hikâyesidir:
‘Esir yaşamayacağız… Ya bu vatanı kurtaracağız… Ya da öleceğiz…’
Roman, Yunan işgali altındaki Anadolu’da, özellikle Aydın çevresinde filizlenen halk direnişini anlatır. Şerif’in gözünden, Kuvayı Milliye ruhunun doğuşuna, çaresizlikle yoğrulan bir halkın özgürlük mücadelesine tanıklık ederiz. Kocagöz, yalnızca savaşın değil, yoksul halkın teriyle ve kanıyla yazılmış bir destanın anlatıcısıdır.
Geçmişin kırılma anları ya da günümüzün çıkmazları, yazma ihtiyacını doğurur. Çünkü her çaresizlik beraberinde bir mücadeleyi getirir. Her hayal kırıklığı, yerine konulacak yeni umutlar için cesaretli eller bekler. İşte o eller, geçmişin demirine vurdukça, geleceği yoğurur. Hayal kırıklığını ve o öfkeyi anlatır Kalpaklılar bize:
‘Düşman donanması açıklarda demirlemiş, iki harp gemisi rıhtıma biraz daha yaklaşmıştı… Güvertedeki askerler ellerini, şapkalarını sallıyor, marşlar söylüyorlardı… Mavili beyazlı elbiseler giymiş genç kızlar, ellerinde çiçekler, vapurlardaki askerlere öpücükler yolluyorlardı…’
Öfke yalnızca edebi bir metafor değildir Samim Kocagöz için. Kurtuluş kavgasını anlatırken de aynı öfkeden bahseder:
‘Türkiye’yi yağmaya gelen 1919 yılının sömürgecilerine karşı kabaran öfke, o yılların öfkesidir; o yılların hiddetidir. Ama bugün de sömürgeciliğe karşı duyulabilecek öfkenin aynıdır elbette.’
Eğer bugün edebiyat ya da sanat, yaşadığımız öfkeyi yansıtmayacaksa; eğer öfkemiz akılla birleşmeyecek, bir yön tayin etmeyecekse, hikâyemizi yazmayacak ve anlatmayacaksak, söylediklerimiz sadece bir fısıltı olarak kalacaktır. Büyük ustalarımızdan ve yaşamlarımıza biçim veren romanlarından öğrenmemiz gereken en önemli şey tam da budur.
Arap Aliler’in, Topal Aliler’in, Molla Mahmudlar’ın, Halime Kaptanlar’ın yani bizimkilerin hikâyesidir okuduklarımız, kurtuluş kavgasının gerçek öyküleridir… Karşılarında Adnan Beyler, Hacı Nuriler, Karaayakoğlu Halil Ağalar, Molla Saitler, Hacı Kostiler, İmam Ziverler vardır. İyiye, güzele doğru olan ne varsa hep karşısında duran, kendi menfaatleri ve gelecekleri için memleketi satmaktan çekinmeyenler… Bugün de böyle değil midir?
Artık vakti gelmiştir: Öfkeyi harmanlamanın, haykıra haykıra anlatmanın zamanıdır.
/././
Tuzağa doğru -Aydemir Güler-
Bu mayınlar sökülemez. Tarla temizlenemez. Tuzak yolu açılmış, patlama yakınlaşmış bulunuyor. Türkiye’de ve bölgede anti-emperyalist ve laik güçler zamana karşı yarışmak durumundadır.
Ankara, hiç ağzından düşürmediği gibi Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor mu?
Öyle olsaydı, krizli yılların tamamında bu hedefi gerçekleştirmeye yetenekli biricik özneye karşı en olmadık girişimlerde bulunmazdı. Gerçekten de Suriye’nin bütünlüğünü korumaya ehil hareket, Esad liderliğindeki Baas’tan başkası değildi.
Baas, Suriye toplumunun “bileşenlerinden birine” indirgenemeyecek bir ulusal hareketti. Suriye modernleşmesi aşiret ve mezheplere bölünmüş bir eski düzeni aşma yoluna girmişti. “Arap Baharı” veya Amerikancı Müslüman Kardeşler krizi savaşa dönüştüğünde Şam yönetimi, savaşmanın dışında, bu bir arada tutma yeteneğini ete kemiğe kavuşturmak için de uğraştı. Ulusu oluşturan kimliklere seslendi. Çetelerin kontrolüne giren bölgelerde duran kamu hizmetleri için maaş ödemeyi sürdürdü. Af çıkarttı. Seçime gitti...
Ama en önemli iki şeyi yapamadı: Suriye’nin dünya kapitalizmine entegrasyonunu arzulayan, dolayısıyla teslim olmasını tercih eden burjuvaziyi sırtından atamadı. Ne de olsa yakın akrabaydılar… Ve halkın devlete yabancılaşmasının somut nedeni olan yozlaşmayı, rüşvet mekanizmasını kurutamadı. Akrabalar kuşatmıştı devleti.
Bu iki başlık tamamen sınıfsaldır ve Baas’ı, Beşar Esad’ı aşar. Burjuva siyasetinde ilericiliğin sınırı var. O sınırın gerisinde kalanlar, sınıfsal bir hat çekildiğinde, birileri dışta bırakılacağı için güç yitirileceğini sanırlar. Oysa tam tersi doğrudur. İleriye yürümek için, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul emekçilerin enerjisini yükseltmek gerekir. Bu da, olsa olsa hedefleri netleştirerek, mücadele programını radikalleştirerek hayata geçirilebilir. Geçirilebilirdi…
Suriye’nin, genel sekreteri, Ammar Bagdaş’ı geçenlerde Atina’da toprağa veren komünist partisi, teorik olarak bu seçeneğin öznesidir. Pratikte bu konuma hiç gelemedi.
Baştaki soruya dönersem, Ankara Baas’a savaş ilan edip bilumum şeriatçıyı destekledikten sonra Suriye’nin bütünlüğünün sadece “lafını” edebilirdi. Herhangi bir inandırıcılığı yoktur.
Ancak Türkiye’nin bölgesel güvenliğinin her bir komşusunun istikrarıyla bire bir ilgili olduğu gerçeğinin yerine başka bir şey geçirilemez. Ankara çevresini toptan işgal ve ilhak ederek güvenlik “yaratamayacağına” göre, lafta da olsa çevresindeki ülkelerin toprak bütünlüğü ve ulusal birliğinden dem vurmak zorundadır.
İşte bu noktada kaba bir güldürü başlar: Ankara’nın beklediği ve gerçekten ihtiyaç duyduğu birlik ihalesi HTŞ denen şeriatçı çetede kalmış bulunuyor!
Bir kere, HTŞ’nin kontrolü birden fazla devletin elinde: İsrail, İngiltere, ABD, Türkiye… Bu ağırlıkların bileşkesi Suriye’nin kontrollü biçimde dağıtılmasına çıkar. Bunu en çok isteyen İsrail, istemeyen ise Türkiye’dir… Çözülmesi kaçınılmaz görünen Suriye’de bu kadere direnecek bir güç bulunmamaktadır.
İkinci olarak, geçtim HTŞ’nin Suriye’nin bütününü temsil etmesini, Alevilerle, Dürzilerle, Hıristiyanlarla ve Kürtlerle çatışmak, iktidardaki örgütün ideolojisinin temelidir. Güvenlik konsepti hemen ilk adımlarda paldır küldür çökmektedir.
Lakin son olarak, HTŞ’ye Şam yönetimi emanet edilmiş durumdadır. Dolayısıyla bu iktidarın sürmesinin koşulu, HTŞ’nin darbeyi yapmazdan önceki iktidar alanını korumasıdır. Burada İsrail’in açtığı delikler elbette anlayışla karşılanır! Ama o kadar. İsrail’in açtıklarına Türkiye’nin yenilerini eklemesine zaten yine İsrail izin vermeyeceğini ilan etmiş bulunuyor. Yolun daha başında, Ankara’nın üsse çevirmek için göz koyduğu bir tesis, hemen uçurulmuştu. Fidan’ın bütünlük laflarını “müdahale ederiz” mesajına bağlamasının ardından geçen gün İdlib’de bir silah deposu havaya uçtu. Aslında El Cezire’ye göre Temmuz ayında bu üçüncüydü! Failin İsrail olabileceğini ise CNN Türk hatırlattı. Başka haber çıkmayabilir, ama silah deposu geri gelmez ve mesaj da yerini bulur.
Aradan geçen günlerde, Öcalan’ın fesih çağrısının kapsamına girdiğine Ankara’da inanılmak istenen Kürt yönetimi ile Şam arasında gerginlik bir nebze azaltıldı. Ama mekanizma kurulmuş bulunuyor. Suriye artık bir mayın tarlasıdır. El yordamıyla mayınların temizlenebilmesi teknik bir işlem değildir. Buna izin veren bir perspektif gerekir. Şam’da olmayacağını yukarıda söyledim.
Ankara ondan hallice değil. Türkiye’nin güvenlik sorununun kaynağının, artık doğrudan veya taşeronlar aracılığıyla Batı emperyalizmi olduğuna itiraz eden kaldı mı? Buna karşı Ankara komşularının istikrarlı birimler oluşturmasını arzulamalı ve buna yardımcı olmalıdır. Lakin Batı ittifakının üyesi olarak Ankara, tam tersine, komşularını istikrarsızlaştırmakla da sorumludur!
Bu mayınlar sökülemez. Tarla temizlenemez. Tuzak yolu açılmış, patlama yakınlaşmış bulunuyor.
Türkiye’de ve bölgede anti-emperyalist ve laik güçler zamana karşı yarışmak durumundadır.
/././
Maddeyi savunmak, geleceği kurmaktır -Kaya Tokmakçıoğlu-
Son yıllarda solda da eleştiriden muaf tutulan, neredeyse kendiliğinden ilerici bir çerçeve olarak sunulmaktadır disiplinlerarasılık. Ancak burada ciddi bir ideolojik tuzakla karşı karşıyayız.
Yaşadığımız tarihsel momentte, yalnızca iktisadi ve siyasal değil, aynı zamanda epistemolojik bir krizle karşı karşıyayız. Sermaye düzeni, dünyayı anlamlandırma biçimlerini de üretim sürecinin bir parçası hâline getiriyor. Akademi, medya, teknoloji ve bilimsel söylem; bilgiyi parçalanmış, göreli ve araçsal bir çerçeveye hapsediyor. Her şeyin “yorum”a dönüştüğü bu çağda, gerçekliğe ve onun kavranışına dair sistemli bir yaklaşım neredeyse dışlanmış durumda. Türkiye'nin siyasal ve kültürel ikliminde ise, felsefi düşüncenin yerini ya dar bir akademizm ya da piyasacı popülerlik dolduruyor. Her iki uç da düşüncenin toplumsal devinimle bağını koparıyor. Böyle bir tabloda, “düşünceyle pratiği, bilimle toplumsallığı, doğayla tarihselliği” aynı anda kavrayan bir perspektifin ayakta kalabilmesi başlı başına bir mücadele konusu.
İşte tam da böyle bir dönemde, Yazılama Yayınevi tarafından üçüncü baskısı yapılan Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm başlıklı kolektif çalışma, bu kriz ortamına bütünlüklü bir düşünme biçimiyle müdahale ediyor. Kitap, doğa bilimlerinden psikiyatrik kurama, bilinçten fiziğe, matematikten evrime dek geniş bir yelpazede diyalektik materyalist yöntemin güncelliğini sergiliyor.
Diyalektik materyalizm: Tarihsellik, bütünsellik, dönüşüm
Diyalektik materyalizm, doğayı ve toplumu durağan değil, çelişkilerle devinen, sıçramalarla dönüşen bir süreç olarak kavrar. Bu yöntemde dünya; sabit, değişmez nesneler yığını değil, hareket, çelişki ve dönüşüm içindeki ilişkiler bütünüdür. Tam da bu nedenle, diyalektik materyalizm yalnızca felsefi değil, bilimsel düşünüş için de vazgeçilmezdir.
Bugün akademide “disiplinlerarası” olarak takdim edilen çoğu yaklaşım, gerçekte bu çelişkili yapıyı göz ardı eden, parçaları yan yana koymakla yetinen yüzeysel bir sentez üretmektedir. Son yıllarda solda da eleştiriden muaf tutulan, neredeyse kendiliğinden ilerici bir çerçeve olarak sunulmaktadır disiplinlerarasılık. Ancak burada ciddi bir ideolojik tuzakla karşı karşıyayız. Bu yaklaşım, doğası gereği pozitivist ya da postmodern metodolojilerin dağınıklığına yaslanmakta, birbirinden kopuk bilgi alanlarını yapay biçimde birleştirmeyi hedeflemektedir.
Oysa Marksist dünya görüşü, yalnızca disiplinler arasında değil, doğa ile toplum, nesne ile özne, nicelik ile nitelik arasında da tarihsel ve devingen bir bağ kurmayı gerektirir.
Bu anlamda söz konusu kitap, disiplinlerarası değil, bütünsel bir bakışı temsil eder. Çünkü bütünsellik yalnızca alanlar arası geçişlilik değil, gerçeğin kendisinin çok katmanlı, çelişkili ve tarihsel yapısını kavrayabilme becerisidir.
Bilim alanlarında diyalektik materyalizm
Kitabın yazarları arasında farklı disiplinlerden gelen araştırmacılar yer alıyor. Ancak ortak paydaları, her birinin çalışmalarında diyalektik materyalist yöntemi temel almaları.
Erhan Nalçacı’nın iki yazısı, hem yöntemin tarihsel bir perspektifle nasıl anlaşılması gerektiğini ortaya koyuyor hem de nörobiyolojik bir örnek olan sinaptik entegrasyon üzerinden diyalektiğin bilimsel açıklamalarda nasıl işler hâle geldiğini gösteriyor. Gizem Gül’ün canlılığın ortaya çıkışına dair yazısı, indirgemeci ya da teleolojik açıklamaları dışlayarak, doğal sürecin içsel çelişkiler ve niteliksel sıçramalarla evrildiğini gözler önüne seriyor. Iraz Akış’ın evrim kuramı, Kıvanç İbrahim Ünlütürk’ün nicelik-nitelik ilişkileri ve sıçrama olgusu üzerinden fiziğe yaklaşımı, Alp Öztarhan ve Mehmet Ali Olpak’ın modern fizikteki felsefi sorunlara dair müdahaleleri, her biri mevcut bilimsel sorunların neden yalnızca materyalist-diyalektik bir zeminle aşılabileceğini ortaya koyuyor. Tolga Binbay’ın psikoz üzerine yazısı ise, hem güncel psikiyatri tartışmalarına radikal bir müdahale niteliğinde hem de idealist yorumların nasıl mistifikasyon ürettiğini ifşa eden güçlü bir örnek. Tüm yazıların ortak yönü, kavramları akademik jargona hapsetmek değil, onları emekçi halkın anlayabileceği bir açıklıkla ve tarihsel bağlamla sunmaları.
Disiplinlerarası değil, bütünsel
Kitabın bir başka ayırt edici özelliği, girişte de belirttiğimiz üzere “disiplinlerarası” olmaması. Bu bir eksiklik değil, tersine bir üstünlük. Disiplinlerarasılık, çoğu zaman sermaye düzeninin bilgi alanlarını iş bölümüne tabi tutmasının ideolojik bir uzantısı olarak işliyor. Alanlar arası geçiş, gerçeğin parçalanmış kavranışına çare olmuyor; yalnızca onun yeniden ambalajlanması oluyor.
Oysa bu kitapta, gerçeği bölünemez, çelişkili ve tarihsel bir bütün olarak kavrama çabasına tanık oluyor okur. Bilimin ancak bu bütünsellik içinde, yani felsefenin —özellikle de Marksist felsefenin— yol göstericiliğinde ilerleyebileceğine ikna ediliyor.
Bugün neden diyalektik materyalizm?
Bugün hakikatin yerine “algı”yı, nesnelliğin yerine “duygu”yu, sınıfın yerine “kimlik”i koyan yaklaşımlar sistemin işine yarıyor. Bu bağlamda diyalektik materyalizmin, yalnızca bir felsefi yönelim değil, egemen ideolojiye karşı açık bir cephe alma biçimi olduğunu iddia etmemiz mümkün. Emperyalist savaşlar, ekolojik yıkım, salgın hastalıklar, zihinsel ve fiziksel çöküş biçiminde açığa çıkan krizler, bilimsel üretimi de etkiliyor. Bilgi, piyasaya tabi kılınmış, üniversiteler şirketleşmiş, akademi “üretkenliği” ölçen endekslerin kölesi hâline gelmiş durumda. Bu tabloda, sınıf karakteri tanınmamış bir bilim anlayışı kaçınılmaz biçimde egemen ideolojinin yeniden üretimine hizmet ediyor. Bugünün dünyasında, “gerçeklik-sonrası” (post-truth) çağından, yapay zekâdan, kimlik siyasetinden, dijital gözetimden söz eden onlarca tartışma var. Ancak bu tartışmaların çok azı, insanlık tarihinin neden böyle bir eşikte olduğunu, krizin kökenlerinin maddi üretim ilişkilerinde nasıl cisimleştiğini anlayabiliyor. Çünkü çoğu yaklaşım, ya bireyin iç dünyasına ya da verilerle sınırlı bir teknik akla sıkışıyor.
Üçüncü baskısını yapan Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm, yalnızca bilimin içeriğine değil, üretim koşullarına ve politik bağlamına da müdahale ve düşünüş çağrısı yapan bir kitap. Bilimsel bilgi ile devrimci amaç arasında köprü kuran, felsefeyi soyut spekülasyondan çıkarıp toplumsal pratikle yeniden buluşturan bir örnek. Kuramsal berraklığıyla, siyasi kararlılığıyla ve kolektif emeğiyle, günümüz krizlerinin ortasında bir pusula işlevi görüyor ve genç bilim emekçileri için bir rehber, ilerici akademi için bir çağrı, devrimci politika içinse bir tartışma zemini sunuyor. Bilginin biçimsiz dağılımına karşı, hem bir yöntem hem bir duruş önerirken, “neden ve nasıl mücadele etmeliyiz?” sorusuna felsefi bir açıklık getiriyor.
/././









