soL " Köşebaşı + Gündem" -3 Ağustos 2025-

 

Kartallı Kazım’dan Molla Mahmut’a: Kurtuluş kavgasında bizimkiler -Toprak Tütünsüz-

İyiye, güzele doğru olan ne varsa hep karşısında duran, kendi menfaatleri ve gelecekleri için memleketi satmaktan çekinmeyenler… Bugün de böyle değil midir?

‘Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan…’

Kartallı Kazım, bizimkilerden yalnız biri. Daha binlercesine borçlu olduğumuz memleketin ne çiftlik ne apartıman sahiplerinden. Kazımlar savaştan önce bahçıvandı, rençberdi, işçiydi ve savaştan sonra da. 

Kuvayi Milliye Destanı, Millî Mücadele’yi bizimkilerin yöresinden anlatan en önemli eserlerden biri kuşkusuz ama yalnız değil. Edebiyatımızda, Kurtuluş kavgasını Kartallı Kazım gibi emekçilerin, yoksul köylülerin yani bizimkilerin gözünden işleyen, kenarda köşede kalmış ya da bırakılmış nice romanımız var. Bu eserleri alternatif tarih yazımı ya da daha doğru olacak bir tabirle halkın tarihi yazımı gözüyle değerlendirmek mümkün olabilir. 

Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat serisinin üçüncü kitabında romanla gerçeklik arasındaki ilişkiyi şöyle kuruyor:

Romanı, yaşamın içine alıyorum. Bu, başlangıçta, romanı ciddiye almak demek. Bir bilim adamı ise ancak ve öncelikle gerçekliği ciddiye alır. Öyleyse ayırım yapmadan romanı ciddiye almak, ayırım yapmadan her romanda bir gerçeklik bulmak demek. Hiç kuşku yok, her romanda bir gerçeklik var. Ziya Gökalp aktarıyor: ‘Roman, tarihten daha doğru bir tarihtir’ demişler. Katılmamak, imkânsız. Romanın tarihten daha doğru tarih olması, tarihin tekil olaylarında olmayan bir düzenliliğin, insanın yaratıcı eylemi ile eklenmiş olan bir düzenliliğin, romanda bulunmasından ileri geliyor.

Küçük’ten aktardığımız bu paragrafta tarihle roman arasında kurulan ilişki bizi özellikle şimdi daha çok ilgilendiriyor. Cumhuriyet’in bunca tartışıldığı, değersizleştirildiği bir dönemde Millî Mücadele yıllarını anlatan romanlarda özellikle hikâyenin gizli kahramanlarını okumak hem gerçekliği görmek hem de bugüne ilişkin daha doğru bir perspektif çizebilmek için çok değerli olsa gerek.

Öyleyse, esas sorumuza gelelim; Millî Mücadele dönemine ilişkin kimler neler yazdı, nasıl yazdı? Kurtuluş romanlarına bakarken Halide Edip'i biliriz, Mithat Cemal Kuntay'ı, Tarık Buğra'yı, Şevket Süreyya'yı... Ateşten GömleğiÜç İstanbul'u, Küçük Ağa'yı, Suyu Arayan Adam'ı biliriz, ya bir temel eserler önerisinden ya da çok okunanlar listesinden. 

Peki ya Erol Toy'u? Talip Apaydın'ı, Samim Kocagöz'ü, Hasan İzzettin Dinamo'yu? Ya çok okunanlar listelerinde yer bulamayanları; Toprak Acıkınca'yı, Köylüler'i, Vatan Dediler'i, Toz Duman İçinde'yi, Kalpaklılar'ı? Ya Kutsal İsyan'ı, Halime Kaptan'ı, kurtuluşu emekçilerden anlatanları? Ağaların, din tüccarlarının, işbirlikçilerin elinde inim inim inleyip de hiç düşünmeden ayağa kalkanları, yani bizimkileri…

Toprak ne zaman doyar? 

Edebiyatımızın en üretken yazarları arasında yer alan isimlerden biri de şüphesiz Erol Toy. En çok Koç ailesinin zenginleşme öyküsünü anlattığı İmparator romanı ile bilinse de derinliği ve öğreticiliği ile kült olarak değerlendirilebilecek çok sayıda romanın altında Toy'un imzası bulunuyor. 

Cumhuriyetin ilk yıllarından 12 Mart Muhtırası sonrasına kadarki işçi sınıfı mücadelesini yazdığı Gözbağı, Osmanlı'daki Fetret Devri'ni ve Şeyh Bedreddin İsyanı’nı anlattığı Azap Ortakları ve Batı Anadolu'daki kurtuluş mücadelesini yoksul köylülerin yöresinden aktardığı Toprak Acıkınca başa yazmamız gereken kitapları arasında:

Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. O da yetmez Hasanım. Gayri alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır.

Yoksul dağ köylülerinin ağalara, din tüccarlarına, işgalcilere ve işbirlikçilere rağmen ayağa kalkmasının hikâyesidir aslında okuduğumuz. Emeklerini, kanlarını ve sevdiklerini verdikleri topraklara bile sahip olamayan köylülerin hikâyesi… 

Balkan Savaşları’ndan Birinci Cihan Harbi’ne, oradan Kurtuluş Savaşı’na kadar uzanan geniş ve bir o kadar da karmaşık bir zaman diliminde yoksul köylülerin alt üst olan yaşamlarını, çıkış arayışlarını, umutlarını, öfkelerini, umutsuzluklarını, aşklarını, özlemlerini ve acılarını tarihi gerçeklerle birlikte okuruz Toprak Acıkınca’da. Erol Toy, büyük bir ustalıkla bütünleştirmiş tarihsel akışı, bizimkilerin kavgasıyla… 

Karaayakoğlu Halil Bey’in bin bir maskeyle sömürdüğü köylülerin üzerinden okuruz yaklaşık 10 yıllık kesiti. Halil Bey, sadece emeklerine değil aşklarına da çöker bizimkilerin.  

Garip Hasan’ın Satı ile aşkını, Yetim Hasan’ı, Dudu’yu, Süllü Dayı’yı bir hayatta kalma kavgasının içinde okuruz. Öte yandan dönemin geleneklerini, yaşama biçimlerini de yine aynı ustalıkla bırakır satır aralarına Erol Toy. 

Diğer yanda ise ovadaki toprak sahipleri ve din adamları vardır. Amerikan mandasını isteyenlerle, Yunanlılar ve İngilizlerle iş tutanların çekişmelerini okuruz. İlginçtir, ne kadar kavga etseler de yumurta kapıya dayandığında ortaklaştıkları tek bir soru vardır: Memleketin kaymağını yine kendileri mi yiyecektir?

Sait Molla, Şeyh Mehmed Efendi romanda padişahın ve saltanatın yılmaz koruyucularıdır. Hacı Kosti, karmaşık ilişkilerin yürütücülerindendir, karşımızda yer alır. 

Ve bir yandan büyük kavga başlar, bizim hikayemizdir: İşgalcilere karşı ilk ayağa kalkanlar yine Garip Hasanlar, Topal Aliler olur. Burada Topal Ali karakterine ufak bir parantez açmak gerekir, zira cesareti ve becerileri ile Kuvayi Milliye’ye hayati faydaları olmuştur, topal bir köylü parçasıdır. İşte bu ağalar, beyler için asla kabul edilemez bir şeydir. 

Bu bölümü kapatırken Çanakkale’den bir bacağını kaybedip de köyüne dönen Kerim’in cephedeki komutanı Mustafa Kemal için söylediği birkaç cümleye yer vermek gerek: 

Kemal’in geldiği günü görecektiniz. Tuvana bir yiğit. Mavi bakışlarıyla hepimizi tek tek süzüyor. Bakışları bedenimizi yarıp arkamıza geçiyor sanki… Aramızda geziyordu durmadan. Biz uyumadık mı, o da uyumuyordu. Ama gözümüze bakacak bir şey diyecek diye içimiz gidiyordu.

Kurtuluş kavgasının dümeninde bir kadın: Halime Kaptan

'Sen, ben neyiz ki bu patırtıda? Hepimiz bir araya gelirsek bir güç oluruz ancak.'

Kurtuluş kavgasında cephe savaşlarının yoğunlaştığı bölge Batı Anadolu olmuş. Çok sayıda yazarın bu bölgeyi yazması, hikâyelerini anlatması olağan. Öte yandan cephe gerisinde tozun dumanın değil belki ama sislerin ve pusların arasında verilen kavgayı görmek için Rıfat Ilgaz'ın Halime Kaptan'ına bakmak gerek. 

Sarı Yazmanın diyarı Cide'deyiz. Asker kaçaklarıyla, eşkıyalarla ve Rum korsanlarla dolup taşan Cide'de. Çanakkale Boğazı kapanmıştır, tuz bile gelmez Cide'ye. Açlıkla ve yoksullukla çevrilen Karadeniz'in yorgun ama inatçı insanlarına zor bir görev düşmüştür: İstanbul'daki cephaneler kaçırılacak, Anadolu'ya, kurtuluş kavgasına taşınacaktır: 

'Hasköy, Halıcıoğlu depolarında çok tüfekler, çok cephaneler vardı İnebolu iskelesine götürüp Kemal Paşa’nın subaylarına teslim edecek… Oradan da Ecevit-Kastamonu yolundan, gene çoğu kendisi gibi kadınların ‘Ho…’ deyip sürdüğü kağnılarla Ankara İstasyonuna indirilecekti. Eğer bu savaş kazanılacaksa böyle kazanılacaktı. Erkeklerine cephelerde, tutkulu siyaset adamları tarafından yüzyıllardır kıyılan bir memleketin kurtuluş savaşına kadınlar da karışmalıydı.'

Biz romanda asker kaçağı Sabri'nin karısı, Temel Reis'in gelini, Memiş'in annesi Halime'nin, Halime Kaptan olma öyküsünü okuruz aslında. Kenara köşeye itilenlerin, hayatın merkezine yerleşme hikâyesini yani. 

Gebeş Köyü'nde yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmıştır sadece. Yıllardır süren savaşlar, erkekleri un gibi öğütmüştür. Halime Kadın, kalkıp dümenin başına geçer, odun çeker Köseli'den. Esir de düşer, Sivastopol'a götürürler Halime kadını, kaçar ve kurtulur. Artık Halime Kaptan'dır o. 

Sonra Kurtuluş kavgası başlar. Memlekete de Karadeniz'e de ağır bir pus çökmüştür. Kim dosttur, kim düşman, kim Kuvayi Milliyecidir, kim yanadır saltanattan bilinmez.

Gerçek bir macera romanıdır okuduğumuz, İngiliz gemilerinden gizlenerek, çatışarak, vuruşarak Anadolu'daki kurtuluş kavgasına omuz veren yoksul ve onurlu insanların, Halime Kaptanların öyküsüdür...

Bugünün kavgası dünün ateşinde pişer

O toprağa emek vereceksin ki o memleketi sevesin.

Böyle diyor Talip Apaydın, öyle de yapıyor, emek veriyor toprağa ve seviyor memleketini. Köy Enstitülü bir öğretmen var karşımızda. Bazen ‘köylücü’ diyerek ötelenen ama hep filizlenen hep inat eden:

Doğru bildiğinden geri durmayacaksın, karşındaki kim olursa olsun, sen bağıracaksın, susmayacaksın.

Bu yazının konusu yazarlarımız değil kuşkusuz fakat bahsetmeden de olmaz. Her yazarın bir derdi vardır, onu okuruz yazdıklarında. Çok şey bırakmış bizlere Talip Hoca. Bir de romanlar bırakmış çokça. Memlekete sevgisini en çok oradan biliyoruz. Romanlarının arasında bir üçleme var ki; tam da bu yazıyla kesişiyor yolu: Toz Duman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler

Talip Apaydın, Kurtuluş kavgasında sadece işgalcilerle değil ağalarla ve zenginlerle de vuruşanları anlatır üçlemesinde. Buradaki çatışma, diğerlerinin aksine sıcaktır, vurulur yurtseverler ağaların kurşunlarıyla. Kurtuluş kavgasının anlamı biraz da buradadır: Bir büyük kavganın içinde bir başka kavganın kıvılcımları çakılmıştır ve on yıllar boyunca bazen harlanacak bazen gebermeye yüz tutacak fakat hep çakılı duracaktır orada. 

Üç roman üç ayrı dönemi konu edinir. Tarihsel açıdan doğru bir dönemselleştirme yapıldığını da söyleyebiliriz.

Uşak’tayız. Molla Mahmud, Çanakkale Savaşı’nda yaralanmış ve köyü Tacım’a dönmüştür. Savaşın kasıp kavurduğu Anadolu, hiç olmadığı kadar yoksuldur. Ancak her ne hikmetse yöre zenginlerinin cebi pek bir kabarmıştır. İmam Ziver, padişah fermanı olmadan işgalcilere karşı çıkmak isteyenlerin karşısına dikilir. Hacı Nuri, köylüleri aç bırakmak pahasına sömüren zenginlerden biridir. Molla Mahmudlar, ilk bunlarla dövüşür.

Molla Mahmud, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesinin ardından, kolları sıvar. İlk çeteyi kurarlar. Haceli’yi, Çopur Hamdi’yi, Aşır’ı, Kazım’ı memleket için dövüşürken görürüz. Bir yandan işgalcilerle bir yandan işbirlikçi ağalarla ve dincilerle kıyasıya bir mücadele başlar. Kurtuluş kavgasının ilk safhasıdır, Toz Duman İçinde’den okuruz. 

Tacım Çetesi, ağaları soyar, vuruşurlar. Ağaların davul zurnayla karşıladıkları işgalciler de peşlerine düşmekte gecikmez. Zaman yürümüş ve artık düzenli ordu kurulmuştur. Tacım Çetesi’nin atlıları, düzenli orduya katılmak için sürerler atlarını. İstikametleri Afyon’dur, düşman pusularının arasında, kelle koltukta yetişirler orduya. 

Vatan Dediler’den okuruz, kavganın ikinci dönemidir. Çete savaşları bitmiştir, artık ordular savaşacaktır. Romanımızda kurtuluş kavgasının büyük savaşlarını tarihsel bir akış içerisinde okuruz. Ve yepyeni karakterler girer dünyamıza. 

Teğmen Galip, Tacım Çetesi’nin üyelerinin komutanıdır. Zaferin ardından her şeyin değişeceğine inancı tam, devrimci bir subay vardır karşımızda. Roman boyunca Hacı Nurilerin, düşmanla iş birliğinin ne boyutlara vardığını da okuruz bir yandan. Ahenkle akar gider bu iki büyük kavga romanın içerisinde. 

Burada bir de Bekir karakterine ufak bir parantez açmak gerekir. Teğmen Galip ve emrindeki Molla Mahmud ile Haceli, Eskişehir’dedir. Mühimmat ve silah takviyesi için gitmişlerdir ve Bekir ile orada tanışırlar. Daha önce hiç duymadıkları kelimeleri ilk Bekir’den duyarlar: Emek, sömürü, eşitlik… 

Bekir’in Teğmen Galip’e söylediği birkaç cümleyi aktaralım: 

Meclisi bugünkü gibi beyler, ağalar, hacılar, hocalar doldurursa halk yararına yasalar yapılmaz. Bu köylü askerlerin akıttığı kanlar, verdiği canlar boşa gider teğmenim…’  

Üçüncü romandayız, Köylüler’de. Zafer kazanılmış, düşman kovulmuştur, saltanat ve hilafet de defedilecektir memleketten. 

Molla Mahmud ve Haceli, terhis olup Tacım’a dönerler. Ancak Bekir’in dedikleri doğru çıkmıştır. İşgalcilere ziyafet verenler, iş birliği yapıp köylüleri sömürenler ‘cumhuriyetin yılmaz savunucusu’ olmuştur. Cumhuriyetimizin en büyük çelişkisi işte budur ve büyük bir ustalıkla anlatır bu çelişkiyi Talip Apaydın.

Savaş sırasında gösterdiği yararlıklar nedeniyle kendisine Tacım Köyü parti temsilciliği verilen Molla Mahmud, eline tutuşturulan kâğıtlardan bir şey anlamaz. Haceli’ye gösterir kâğıtları. Haceli’nin ağzından: 

Geç bunları arkideş. Kuru söz… İpe un seriyorlar. Lafa boğuyorlar işi. Kimdi o gelenler, gene boynu kravatlılar mı? Hiçbir şey çıkmaz.

Gerisi, Kartallı Kazım hikâyesidir. Kavgadan önce yoksul olup da memleket için kanlarını döken Molla Mehmedler, Haceliler yine yoksuldur. Bir zamanların iş birlikçisi şimdilerin cumhuriyetçisi ağaların sunduğu her şeyi ellerinin tersi ile iterler ve başlarlar alın teri dökmeye. İşte torunları olduğumuz insanların gerçek hikâyesi budur. 

Demiri geçmişe vurmak, geleceği dövmek

Vur demirci boş durma sen bugün de
            Ocağından dört bir yana kıvılcımlar saçılsın.
            Şimdiye pas tutan o altın örsün önünde
            Sana bolluk ve mutluluk kapıları açılsın.

Hasan İzzettin Dinamo’nun dizelerinden okuruz, geçmişe duyulan öfke sadece bir sitem değil; geleceği inşa etme iradesidir. Bu, kendi toprağında kimseye boyun eğmeden, özgürce yaşamak isteyen insanların haykırışıdır.

Kutsal İsyan’ın yazarıdır Hasan İzzettin Dinamo. Büyük bir külliyattır başlı başına. İlk baskısını 1966-67 yıllarında sekiz cilt olarak yapmış bir eserden bahsediyoruz. Bu yazının sınırlarını hacmiyle aşar Kutsal İsyan ancak yine de bahsetmeden geçemiyoruz. 

Uzun bir tarihsel kesiti, gözden kaçan ayrıntıları gün yüzüne çıkararak anlatır Hasan İzzettin Dinamo. Kitap kurgusal olmakla birlikte halkın acılarını ve ağır yoksulluğu, dönemin hemen hemen bütün figürlerini içine alan destansı bir dille anlatır bize:

İstasyonlarda üstleri başları parça-parça, avurtları çökmüş iskelet gibi ihtiyarlar, çocuklar kadınlar görünüyordu. Her yerde kör, topal, çolak binlerce genç insan, el açmış dileniyor ve gelip geçen trenlerden medet umuyor, asker tayını istiyorlardı. Bunları gördükçe Mustafa Kemal’in bütün umutları kırılır gibi oluyor, bu umutsuzluktan açlıktan iskelet haline gelmiş insan yığınlarını nasıl yeni bir savaşa zorlayacağını anlayamıyordu.

Samim Kocagöz’ün Kalpaklılar’ı da yukarıda bahsettiğimiz haykırışın romanlaşmış halidir. Toprağına sahip çıkanların, tarihi yeniden yazanların, alın teriyle kazanılan bir bağımsızlığın hikâyesidir:

Esir yaşamayacağız… Ya bu vatanı kurtaracağız… Ya da öleceğiz…

Roman, Yunan işgali altındaki Anadolu’da, özellikle Aydın çevresinde filizlenen halk direnişini anlatır. Şerif’in gözünden, Kuvayı Milliye ruhunun doğuşuna, çaresizlikle yoğrulan bir halkın özgürlük mücadelesine tanıklık ederiz. Kocagöz, yalnızca savaşın değil, yoksul halkın teriyle ve kanıyla yazılmış bir destanın anlatıcısıdır.

Geçmişin kırılma anları ya da günümüzün çıkmazları, yazma ihtiyacını doğurur. Çünkü her çaresizlik beraberinde bir mücadeleyi getirir. Her hayal kırıklığı, yerine konulacak yeni umutlar için cesaretli eller bekler. İşte o eller, geçmişin demirine vurdukça, geleceği yoğurur. Hayal kırıklığını ve o öfkeyi anlatır Kalpaklılar bize:

Düşman donanması açıklarda demirlemiş, iki harp gemisi rıhtıma biraz daha yaklaşmıştı… Güvertedeki askerler ellerini, şapkalarını sallıyor, marşlar söylüyorlardı… Mavili beyazlı elbiseler giymiş genç kızlar, ellerinde çiçekler, vapurlardaki askerlere öpücükler yolluyorlardı…

Öfke yalnızca edebi bir metafor değildir Samim Kocagöz için. Kurtuluş kavgasını anlatırken de aynı öfkeden bahseder:

Türkiye’yi yağmaya gelen 1919 yılının sömürgecilerine karşı kabaran öfke, o yılların öfkesidir; o yılların hiddetidir. Ama bugün de sömürgeciliğe karşı duyulabilecek öfkenin aynıdır elbette.

Eğer bugün edebiyat ya da sanat, yaşadığımız öfkeyi yansıtmayacaksa; eğer öfkemiz akılla birleşmeyecek, bir yön tayin etmeyecekse, hikâyemizi yazmayacak ve anlatmayacaksak, söylediklerimiz sadece bir fısıltı olarak kalacaktır. Büyük ustalarımızdan ve yaşamlarımıza biçim veren romanlarından öğrenmemiz gereken en önemli şey tam da budur. 

Arap Aliler’in, Topal Aliler’in, Molla Mahmudlar’ın, Halime Kaptanlar’ın yani bizimkilerin hikâyesidir okuduklarımız, kurtuluş kavgasının gerçek öyküleridir… Karşılarında Adnan Beyler, Hacı Nuriler, Karaayakoğlu Halil Ağalar, Molla Saitler, Hacı Kostiler, İmam Ziverler vardır. İyiye, güzele doğru olan ne varsa hep karşısında duran, kendi menfaatleri ve gelecekleri için memleketi satmaktan çekinmeyenler… Bugün de böyle değil midir?

Artık vakti gelmiştir: Öfkeyi harmanlamanın, haykıra haykıra anlatmanın zamanıdır.

                                                              /././

Tuzağa doğru -Aydemir Güler-

Bu mayınlar sökülemez. Tarla temizlenemez. Tuzak yolu açılmış, patlama yakınlaşmış bulunuyor. Türkiye’de ve bölgede anti-emperyalist ve laik güçler zamana karşı yarışmak durumundadır.

Ankara, hiç ağzından düşürmediği gibi Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor mu?

Öyle olsaydı, krizli yılların tamamında bu hedefi gerçekleştirmeye yetenekli biricik özneye karşı en olmadık girişimlerde bulunmazdı. Gerçekten de Suriye’nin bütünlüğünü korumaya ehil hareket, Esad liderliğindeki Baas’tan başkası değildi. 

Baas, Suriye toplumunun “bileşenlerinden birine” indirgenemeyecek bir ulusal hareketti. Suriye modernleşmesi aşiret ve mezheplere bölünmüş bir eski düzeni aşma yoluna girmişti. “Arap Baharı” veya Amerikancı Müslüman Kardeşler krizi savaşa dönüştüğünde Şam yönetimi, savaşmanın dışında, bu bir arada tutma yeteneğini ete kemiğe kavuşturmak için de uğraştı. Ulusu oluşturan kimliklere seslendi. Çetelerin kontrolüne giren bölgelerde duran kamu hizmetleri için maaş ödemeyi sürdürdü. Af çıkarttı. Seçime gitti...

Ama en önemli iki şeyi yapamadı: Suriye’nin dünya kapitalizmine entegrasyonunu arzulayan, dolayısıyla teslim olmasını tercih eden burjuvaziyi sırtından atamadı. Ne de olsa yakın akrabaydılar… Ve halkın devlete yabancılaşmasının somut nedeni olan yozlaşmayı, rüşvet mekanizmasını kurutamadı. Akrabalar kuşatmıştı devleti.

Bu iki başlık tamamen sınıfsaldır ve Baas’ı, Beşar Esad’ı aşar. Burjuva siyasetinde ilericiliğin sınırı var. O sınırın gerisinde kalanlar, sınıfsal bir hat çekildiğinde, birileri dışta bırakılacağı için güç yitirileceğini sanırlar. Oysa tam tersi doğrudur. İleriye yürümek için, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul emekçilerin enerjisini yükseltmek gerekir. Bu da, olsa olsa hedefleri netleştirerek, mücadele programını radikalleştirerek hayata geçirilebilir. Geçirilebilirdi…

Suriye’nin, genel sekreteri, Ammar Bagdaş’ı geçenlerde Atina’da toprağa veren komünist partisi, teorik olarak bu seçeneğin öznesidir. Pratikte bu konuma hiç gelemedi.

Baştaki soruya dönersem, Ankara Baas’a savaş ilan edip bilumum şeriatçıyı destekledikten sonra Suriye’nin bütünlüğünün sadece “lafını” edebilirdi. Herhangi bir inandırıcılığı yoktur.

Ancak Türkiye’nin bölgesel güvenliğinin her bir komşusunun istikrarıyla bire bir ilgili olduğu gerçeğinin yerine başka bir şey geçirilemez. Ankara çevresini toptan işgal ve ilhak ederek güvenlik “yaratamayacağına” göre, lafta da olsa çevresindeki ülkelerin toprak bütünlüğü ve ulusal birliğinden dem vurmak zorundadır.

İşte bu noktada kaba bir güldürü başlar: Ankara’nın beklediği ve gerçekten ihtiyaç duyduğu birlik ihalesi HTŞ denen şeriatçı çetede kalmış bulunuyor!

Bir kere, HTŞ’nin kontrolü birden fazla devletin elinde: İsrail, İngiltere, ABD, Türkiye… Bu ağırlıkların bileşkesi Suriye’nin kontrollü biçimde dağıtılmasına çıkar. Bunu en çok isteyen İsrail, istemeyen ise Türkiye’dir… Çözülmesi kaçınılmaz görünen Suriye’de bu kadere direnecek bir güç bulunmamaktadır.

İkinci olarak, geçtim HTŞ’nin Suriye’nin bütününü temsil etmesini, Alevilerle, Dürzilerle, Hıristiyanlarla ve Kürtlerle çatışmak, iktidardaki örgütün ideolojisinin temelidir. Güvenlik konsepti hemen ilk adımlarda paldır küldür çökmektedir.

Lakin son olarak, HTŞ’ye Şam yönetimi emanet edilmiş durumdadır. Dolayısıyla bu iktidarın sürmesinin koşulu, HTŞ’nin darbeyi yapmazdan önceki iktidar alanını korumasıdır. Burada İsrail’in açtığı delikler elbette anlayışla karşılanır! Ama o kadar. İsrail’in açtıklarına Türkiye’nin yenilerini eklemesine zaten yine İsrail izin vermeyeceğini ilan etmiş bulunuyor. Yolun daha başında, Ankara’nın üsse çevirmek için göz koyduğu bir tesis, hemen uçurulmuştu. Fidan’ın bütünlük laflarını “müdahale ederiz” mesajına bağlamasının ardından geçen gün İdlib’de bir silah deposu havaya uçtu. Aslında El Cezire’ye göre Temmuz ayında bu üçüncüydü! Failin İsrail olabileceğini ise CNN Türk hatırlattı. Başka haber çıkmayabilir, ama silah deposu geri gelmez ve mesaj da yerini bulur.

Aradan geçen günlerde, Öcalan’ın fesih çağrısının kapsamına girdiğine Ankara’da inanılmak istenen Kürt yönetimi ile Şam arasında gerginlik bir nebze azaltıldı. Ama mekanizma kurulmuş bulunuyor. Suriye artık bir mayın tarlasıdır. El yordamıyla mayınların temizlenebilmesi teknik bir işlem değildir. Buna izin veren bir perspektif gerekir. Şam’da olmayacağını yukarıda söyledim.

Ankara ondan hallice değil. Türkiye’nin güvenlik sorununun kaynağının, artık doğrudan veya taşeronlar aracılığıyla Batı emperyalizmi olduğuna itiraz eden kaldı mı? Buna karşı Ankara komşularının istikrarlı birimler oluşturmasını arzulamalı ve buna yardımcı olmalıdır. Lakin Batı ittifakının üyesi olarak Ankara, tam tersine, komşularını istikrarsızlaştırmakla da sorumludur!

Bu mayınlar sökülemez. Tarla temizlenemez. Tuzak yolu açılmış, patlama yakınlaşmış bulunuyor.

Türkiye’de ve bölgede anti-emperyalist ve laik güçler zamana karşı yarışmak durumundadır.

                                                     /././

Maddeyi savunmak, geleceği kurmaktır -Kaya Tokmakçıoğlu-

Son yıllarda solda da eleştiriden muaf tutulan, neredeyse kendiliğinden ilerici bir çerçeve olarak sunulmaktadır disiplinlerarasılık. Ancak burada ciddi bir ideolojik tuzakla karşı karşıyayız.

Yaşadığımız tarihsel momentte, yalnızca iktisadi ve siyasal değil, aynı zamanda  epistemolojik bir krizle karşı karşıyayız. Sermaye düzeni, dünyayı anlamlandırma biçimlerini de üretim sürecinin bir parçası hâline getiriyor. Akademi, medya, teknoloji ve bilimsel söylem; bilgiyi parçalanmış, göreli ve araçsal bir çerçeveye hapsediyor. Her şeyin “yorum”a dönüştüğü bu çağda, gerçekliğe ve onun kavranışına dair sistemli bir yaklaşım neredeyse dışlanmış durumda. Türkiye'nin siyasal ve kültürel ikliminde ise, felsefi düşüncenin yerini ya dar bir akademizm ya da piyasacı popülerlik dolduruyor. Her iki uç da düşüncenin toplumsal devinimle bağını koparıyor. Böyle bir tabloda, “düşünceyle pratiği, bilimle toplumsallığı, doğayla tarihselliği” aynı anda kavrayan bir perspektifin ayakta kalabilmesi başlı başına bir mücadele konusu.

İşte tam da böyle bir dönemde, Yazılama Yayınevi tarafından üçüncü baskısı yapılan Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm başlıklı kolektif çalışma, bu kriz ortamına bütünlüklü bir düşünme biçimiyle müdahale ediyor. Kitap, doğa bilimlerinden psikiyatrik kurama, bilinçten fiziğe, matematikten evrime dek geniş bir yelpazede diyalektik materyalist yöntemin güncelliğini sergiliyor.

Diyalektik materyalizm: Tarihsellik, bütünsellik, dönüşüm

Diyalektik materyalizm, doğayı ve toplumu durağan değil, çelişkilerle devinen, sıçramalarla dönüşen bir süreç olarak kavrar. Bu yöntemde dünya; sabit, değişmez nesneler yığını değil, hareket, çelişki ve dönüşüm içindeki ilişkiler bütünüdür. Tam da bu nedenle, diyalektik materyalizm yalnızca felsefi değil, bilimsel düşünüş için de vazgeçilmezdir.

Bugün akademide “disiplinlerarası” olarak takdim edilen çoğu yaklaşım, gerçekte bu çelişkili yapıyı göz ardı eden, parçaları yan yana koymakla yetinen yüzeysel bir sentez üretmektedir. Son yıllarda solda da eleştiriden muaf tutulan, neredeyse kendiliğinden ilerici bir çerçeve olarak sunulmaktadır disiplinlerarasılık. Ancak burada ciddi bir ideolojik tuzakla karşı karşıyayız. Bu yaklaşım, doğası gereği pozitivist ya da postmodern metodolojilerin dağınıklığına yaslanmakta, birbirinden kopuk bilgi alanlarını yapay biçimde birleştirmeyi hedeflemektedir.

Oysa Marksist dünya görüşü, yalnızca disiplinler arasında değil, doğa ile toplum, nesne ile özne, nicelik ile nitelik arasında da tarihsel ve devingen bir bağ kurmayı gerektirir.

Bu anlamda söz konusu kitap, disiplinlerarası değil, bütünsel bir bakışı temsil eder. Çünkü bütünsellik yalnızca alanlar arası geçişlilik değil, gerçeğin kendisinin çok katmanlı, çelişkili ve tarihsel yapısını kavrayabilme becerisidir.

Bilim alanlarında diyalektik materyalizm

Kitabın yazarları arasında farklı disiplinlerden gelen araştırmacılar yer alıyor. Ancak ortak paydaları, her birinin çalışmalarında diyalektik materyalist yöntemi temel almaları.

Erhan Nalçacı’nın iki yazısı, hem yöntemin tarihsel bir perspektifle nasıl anlaşılması gerektiğini ortaya koyuyor hem de nörobiyolojik bir örnek olan sinaptik entegrasyon üzerinden diyalektiğin bilimsel açıklamalarda nasıl işler hâle geldiğini gösteriyor. Gizem Gül’ün canlılığın ortaya çıkışına dair yazısı, indirgemeci ya da teleolojik açıklamaları dışlayarak, doğal sürecin içsel çelişkiler ve niteliksel sıçramalarla evrildiğini gözler önüne seriyor. Iraz Akış’ın evrim kuramı, Kıvanç İbrahim Ünlütürk’ün nicelik-nitelik ilişkileri ve sıçrama olgusu üzerinden fiziğe yaklaşımı, Alp Öztarhan ve Mehmet Ali Olpak’ın modern fizikteki felsefi sorunlara dair müdahaleleri, her biri mevcut bilimsel sorunların neden yalnızca materyalist-diyalektik bir zeminle aşılabileceğini ortaya koyuyor. Tolga Binbay’ın psikoz üzerine yazısı ise, hem güncel psikiyatri tartışmalarına radikal bir müdahale niteliğinde hem de idealist yorumların nasıl mistifikasyon ürettiğini ifşa eden güçlü bir örnek. Tüm yazıların ortak yönü, kavramları akademik jargona hapsetmek değil, onları emekçi halkın anlayabileceği bir açıklıkla ve tarihsel bağlamla sunmaları.

Disiplinlerarası değil, bütünsel

Kitabın bir başka ayırt edici özelliği, girişte de belirttiğimiz üzere “disiplinlerarası” olmaması. Bu bir eksiklik değil, tersine bir üstünlük. Disiplinlerarasılık, çoğu zaman sermaye düzeninin bilgi alanlarını iş bölümüne tabi tutmasının ideolojik bir uzantısı olarak işliyor. Alanlar arası geçiş, gerçeğin parçalanmış kavranışına çare olmuyor; yalnızca onun yeniden ambalajlanması oluyor.

Oysa bu kitapta, gerçeği bölünemez, çelişkili ve tarihsel bir bütün olarak kavrama çabasına tanık oluyor okur. Bilimin ancak bu bütünsellik içinde, yani felsefenin —özellikle de Marksist felsefenin— yol göstericiliğinde ilerleyebileceğine ikna ediliyor.

Bugün neden diyalektik materyalizm?

Bugün hakikatin yerine “algı”yı, nesnelliğin yerine “duygu”yu, sınıfın yerine “kimlik”i koyan yaklaşımlar sistemin işine yarıyor. Bu bağlamda diyalektik materyalizmin, yalnızca bir felsefi yönelim değil, egemen ideolojiye karşı açık bir cephe alma biçimi olduğunu iddia etmemiz mümkün. Emperyalist savaşlar, ekolojik yıkım, salgın hastalıklar, zihinsel ve fiziksel çöküş biçiminde açığa çıkan krizler, bilimsel üretimi de etkiliyor. Bilgi, piyasaya tabi kılınmış, üniversiteler şirketleşmiş, akademi “üretkenliği” ölçen endekslerin kölesi hâline gelmiş durumda. Bu tabloda, sınıf karakteri tanınmamış bir bilim anlayışı kaçınılmaz biçimde egemen ideolojinin yeniden üretimine hizmet ediyor. Bugünün dünyasında, “gerçeklik-sonrası” (post-truth) çağından, yapay zekâdan, kimlik siyasetinden, dijital gözetimden söz eden onlarca tartışma var. Ancak bu tartışmaların çok azı, insanlık tarihinin neden böyle bir eşikte olduğunu, krizin kökenlerinin maddi üretim ilişkilerinde nasıl cisimleştiğini anlayabiliyor. Çünkü çoğu yaklaşım, ya bireyin iç dünyasına ya da verilerle sınırlı bir teknik akla sıkışıyor.

Üçüncü baskısını yapan Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm, yalnızca bilimin içeriğine değil, üretim koşullarına ve politik bağlamına da müdahale ve düşünüş çağrısı yapan bir kitap. Bilimsel bilgi ile devrimci amaç arasında köprü kuran, felsefeyi soyut spekülasyondan çıkarıp toplumsal pratikle yeniden buluşturan bir örnek. Kuramsal berraklığıyla, siyasi kararlılığıyla ve kolektif emeğiyle, günümüz krizlerinin ortasında bir pusula işlevi görüyor ve genç bilim emekçileri için bir rehber, ilerici akademi için bir çağrı, devrimci politika içinse bir tartışma zemini sunuyor. Bilginin biçimsiz dağılımına karşı, hem bir yöntem hem bir duruş önerirken, “neden ve nasıl mücadele etmeliyiz?” sorusuna felsefi bir açıklık getiriyor.

                                                         /././

GÜNDEM -3 Ağustos 2025-

 ‘Yine bize yoksulluk bıraktılar’-Evrensel Manşet-

Türk-İş ve Hak-İş, 6 aylık yüzde 24, yıllık yüzde 30 zamma imza attı, grevler iptal edildi. İşçiler, “İki ay sonra yine geçinemeyiz diyeceğiz. Bu anlayış sürdükçe sözleşmeler Saray’da biter” dedi.

Türk-İş ve Hak-İş yönetimleri, iktidarın uyguladığı sermaye programında yer alan rakamlara imza attı. 6 aylık yüzde 24, yıllık yüzde 30 zam için grevler iptal edildi. İşçiler “Bize kalan yine yoksulluk. İki ay sonra geçinemeyiz diyeceğiz yine. Bu anlayıştan kurtulmadığımız sürece sözleşmeler böyle Saray’da biter” dedi. 600 bin işçiyi ilgilendiren kamu çerçeve protokolü (KÇP) masasına yüzde 90 zam talebiyle oturan Türk-İş ve Hak-İş, ilk 6 ay yüzde 24’e imza attı. Yıllık bazda kümülatif ücret artışı orta vadeli programın (OVP) hedefleri doğrultusunda yüzde 30’da sınırlı kaldı. İki yıldır “Geçinemiyoruz” diyen işçilere “Sözleşmeyi bekleyin” diyen sendikal bürokrasinin imzasından geriye yine ağır yoksulluk kaldı. Sözleşmenin biteceğinin belli olmasının ardından sendika genel merkez yönetimleri de grev kararlarını iptal etti. Zonguldak madenlerinde örgütlü GMİS, “Kamu çerçeve protokolünün imza altına alınacağı sebebiyle GMİS ile TÜHİS arasında özel hakem heyetine başvuruda bulunularak grev iptal edilmiştir” açıklamasını yaptı. Erdoğan’ın imzasıyla Eti Maden grevinin yasaklanmasına ise tek kelime edilmedi. Anlaşmayı “sefalet sözleşmesi” diye nitelendiren kamu işçileri tepkili: “Bu sendikacılar bizi yine yarı yolda bıraktı. 600 bin işçi olarak satıldık. Önümüzdeki dönem zor geçecek. Elimize geçecek toplu para gözümüzü boyamasın. İki üç aya kalmaz yine geçinemiyoruz diyeceğiz. Ama biz de şunu bilelim. Sürekli şikayet etmekle olmuyor. Bunları sendikalardan defetmediğimiz sürece başka sonuç olmaz.” Açlık sınırı: 26 bin 413 lira /Yoksulluk sınırı: 86 bin 36 lira 

Talep edilen Taban ücret: 1800 TL, Yüzde 50 zam, Ortalama net ücret: 58 bin 325 lira, İkinci 6 ay: Yüzde 25 zam, Ortalama net ücret: 87 bin 453 lira İmzalanan Taban ücret: 1400 lira, Yüzde 24 zam, Ortalama net ücret: 42 bin 275 lira, İkinci 6 ay: 50 lira + yüzde 11 zam, Ortalama net ücret: 44 bin 270 lira

“Elektrikte yeni tarife” iddiasına tepki: “Gaz lambası mı, mum mu yakalım?”-Evrensel-

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın elektrik faturalarında uyguladığı kademeli tarifenin ocak ayında değişeceğine yönelik iddialara yurttaşlar tepki gösterdi.

Kadirli ilçesinde vatandaşlar, elektrik faturalarında uygulanan kademeli tarifenin Ocak 2026'da değişeceği iddialarına tepki gösterdi. Bir vatandaş, "Nasıl az kullanalım elektriği arkadaş? Gaz lambası mı yakalım bilmiyorum, ne bileyim eski çağlardaki gibi mum mu yakalım" dedi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın elektrik faturalarında uyguladığı kademeli tarife sisteminde değişiklik yaparak yıllık 5 bin kilowattsaatin üstündeki kullanımlarda devlet desteğinin kaldırılması uygulamasında 5 bin sınırını daha da aşağı çekebileceği ileri sürülüyor. Yapılacak değişiklikle birlikte 2026 yılında elektrik faturası 750 lirayı aşan kullanıcıların iki katı bedel ödemek zorunda kalacağı belirtiliyor.("Emekliler geçinemiyor, çiftçinin mahsulü zarar ediyor") Osmaniye'nin Kadirli ilçesinde vatandaşlar yeni yılda hayata geçirileceği belirtilen değişikliğe tepki gösterdi. Bir vatandaş, şunları söyledi: "2026 Ocak ayından itibaren elektrik desteğindeki sübvansiyonun kalkması bizleri şimdi bir nevi zora sokacak. Ondan gelen 600- 700 liralık bir katkıyı pazarda kullanıyorduk işte ne bileyim bir ihtiyacımıza veriyorduk. Şimdi zaten emekliler zor geçiniyor. Biz bu desteğin ocak ayından itibaren de devam etmesini istiyoruz. Akmasa da damlıyordu misali biz buna karşıyız. Zaten geçim sıkıntısı var ülkemizde şimdi, zaten insanlar pazara çıkamıyor, alışverişini yapamıyor. Çiftçilerin ektiği mahsuller zarar ediyor. Bari oradan daha bir insanlara katkı oluyordu az da olsa. Devam etmesi herkesin yararına olur yani. Nasıl az kullanalım elektriği arkadaş? Gaz lambası mı yakalım bilmiyorum, ne bileyim eski çağlardaki gibi mum mu yakalım? "  Bir başka vatandaş ise "Bizim gibi garibanlar ne yapsın nasıl ödeyelim? 750 lira gelen fatura bin 500 liraya çıkacak, ödeyecek durumumuz yok”

AKP’liler çalışırken değil hamamda terleyecekler -Deniz Ayhan/Sözcü-

300 bin nüfuslu ilçenin belediyesi de hamam sevdasına kapıldı. 250 günde tamamlanacak 514 metrekarelik hamamda renkli mermer kullanılacak.(https://www.sozcu.com.tr/akp-liler-calisirken-degil-hamamda-terleyecekler-p202249)

Konkordatoda rekor kırıldı! Son bir ayda 358 yeni karar...-Cumhuriyet-

Konkordatolarda her ay yeni rekorlar gelmeye devam ediyor. Temmuzda mahkemeler 358 dosya için geçici mühlet kararı verirken, bu sayı 2018’den bu yana ölçülen en yüksek aylık konkordato sayısı oldu.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/konkordatoda-yeni-rekor-son-bir-ayda-358-yeni-karar-2423397)

Cumhuriyet "Köşebaşı + Gündem" -2 Ağustos 2025-

Hizbullahçı babanın El-Kaide ve IŞİD’le bağlantılı oğlu: ‘Şeriat ve savaş’ çağrısıyla yeniden sahnede -Aytunç Ürkmez-

Radikal İslamcı Tevhid ve Köklü Değişim dergileri, Gazze bahanesiyle düzenledikleri yürüyüşte “ümmet”, “şeriat” ve “İsrail’le savaş” çağrıları yaptı. Tevhid Dergisi, IŞİD ve El-Kaide bağlantıları nedeniyle yargılanıp tahliye edilen selefi lider Halis Bayancuk’un yayın organı olarak biliniyor. Örgütlenmelerini mescitler, dergiler ve çocuk okulları üzerinden sürdüren yapı, Ankara’da yüzlerce kişiyle eylem gerçekleştirdi.

Filistin Gazze’deki ablukaya karşı radikal İslamcı örgütler Köklü Değişim ve Tevhid dergilerinin ortak düzenlediği yürüyüşte “ümmet”, “şeriat” ve “İsrail’le savaş çığırtkanlığı” yapıldı. Gözler bu iki örgüte çevrildi. Laik Türkiye Cumhuriyeti’ne tehdit oluşturan bu yapılardan Tevhid Dergisi; selefi Halis Bayancuk’un elebaşılığını yaptığı “Tevhid ve Sünnet Cemaati”nin yayın ve eğitim organı olarak biliniyor. Bayancuk; geçmişte selefi terör örgütleri El-Kaide ve IŞİD bağlantıları nedeniyle cezalar almasına karşın Yargıtay’ın kararıyla önce serbest bırakıldı ve daha sonra tahliye edildi. Ancak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı; bu kararların ardından Tevhid Dergisi’ne “IŞİD’in Ankara yapılanması” kapsamında operasyon düzenlemişti.İsrail tarafından Filistin Gazze’ye yönelik uygulanan ablukaya karşı radikal İslamcı gruplar Köklü Değişim ve Tevhid dergileri önceki pazar Ankara’da ortak yürüyüş düzenledi. Ancak yürüyüşte atılan sloganlar ve yapılan basın açıklamasında Gazze yerine “ümmet”, “şeriat” ve “İsrail’le savaş çığırtkanlığı” yapılması dikkat çekerken; polis müdahale yerine izlemekle yetindi. Bu eylemlerin ardından gözler Ankara’nın göbeğinde yüzlerce kişiyle eylem gerçekleştiren bu iki yapıya çevrildi.(HİZBUT TAHRİR KADAR TEHLİKELİ) Gazetemiz Cumhuriyet; söz konusu yapılardan Köklü Değişim Dergisi’ni mercek altına almış; derginin Yargıtay tarafından terör örgütü kabul edilen ve “hilafet devleti” kurmak için mücadele veren Hizbut Tahrir’in yayın organı olduğunu okuyucularına aktardı. Tevhid Dergisi ise en az Hizbut Tahrir gibi laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti açısından tehdit oluşturan selefi bir yapı olarak karşımıza çıkıyor.(HİZBULLAH YÖNETİCİSİNİN OĞLU) Tevhid Dergisi, Ebu Hanzala kod adıyla da bilinen selefi Halis Bayancuk’un elebaşılığını yaptığı “Tevhid ve Sünnet Cemaati”nin yayın ve eğitim organı olarak biliniyor. Selefi Bayancuk; Hizbullah terör örgütünün ileri gelen isimlerinden Hacı Bayancuk’un oğlu olarak 1984’te Diyarbakır’da doğdu. Hacı Bayancuk; 1981’de terör örgütünün kurucu elebaşısı Hüseyin Velioğlu ile örgütün kurucu şurasında yer aldı. Hacı Bayancuk’un Diyarbakır’da PKK terör örgütüne mensup kişilerin öldürülmesi ve eski Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın katledilmesinin planlayıcılarından olduğu biliniyor.(2008’DE EL-KAİDE BAĞLANTISI NEDENİYLE TUTUKLANDI) Selefiliğin merkezi Mısır’da dini eğitimler almasının ardından Halis Bayancuk; selefi ideolojisini yaymak için 2007’de Türkiye’de internet siteleri üzerinden ilk örgütlenmesine başladı. Faaliyetlerini dükkan tarzı binalarda ufak mescitler açarak sürdüren Bayancuk’un selefi örgütlenmesine yönelik ilk olarak 2008’de operasyon düzenlendi ve selefi silahlı terör örgütü El-Kaide bağlantısı iddiasıyla tutuklandı. Bayancuk, 2010’da İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından El-Kaide üyesi olması suçuyla 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.(İKİ MAHKEME KARARINA KARŞIN TAHLİYE EDİLMİŞTİ) Mahkemenin kararının ardından Bayancuk, kararı temyize gönderdi. Yargıtay 16. Ağır Ceza Dairesi, 2017 tarihli kararıyla yerel mahkeme hükmünü Bayancuk aleyhinde bozdu. Bozma kararı ardından dosya Bakırköy 16. Ağır Ceza Mahkemesi’nce görülmeye devam etti. Bu mahkemede yargılama sürerken, Sakarya 2. Ağır Ceza Mahkemesi de Bayancuk’a IŞİD kapsamında “silahlı terör örgütü kurma veya yönetme” suçundan 12 yıl 6 ay hapis cezası verdi. Bu gelişmelerin ardından Yargıtay 5. Ceza Dairesi iki dosyayı birleştirdi ve söz konusu ceza onandı. Ancak Bayancuk 2021’de Yargıtay’ca “kaçma şüphesi bulunmadığı” kararıyla tahliye edildi. Bayancuk, Haziran 2023’te ise tahliye edildi.(YARGIYA MEYDAN OKUMUŞTU)  Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca 27 Şubat 2024’te Tevhid Dergisi’ne “IŞİD’in Ankara yapılanması” suçlamasıyla sabah operayonu düzenlendi ve kadınların da aralarında bulunduğu 20 kişi gözaltına alındı. Tevhid Dergisi’nden söz konusu operasyonlara ilişkin; “Dergimize yöneltilen IŞİD isnadının bir iftiradan ibaret olduğu bilinen bir gerçektir” açıklaması geldi. Bayancuk ise gözaltılara ilişkin sosyal medya hesabından şu açıklamada bulundu: “Sisteme göre suçluyuz; zira insanları Allah’a kul olmaya, şirkten ve tağuttan uzak durmaya davet ediyoruz. Amasız, fakatsız, lakinsiz İslam ahkamıyla yönetilmek istiyoruz. Allah’a isyan eden düzene teslim olmuyor, ne yaparlarsa yapsınlar yolumuzdan dönmüyoruz. Şayet bunlar birer suçsa, biz bu suçu işlemeye devam edeceğiz. Siz de zulmetmeye devam edin. Biz tevhidimiz ve adil şahitliğimizle abad olmayı umuyoruz. Umulur ki sizler de zulmünüzle abad olursunuz.” Ancak söz konusu 20 kişi 1 Mart 2024'te adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Bu kişilerin arasında Bayancuk da vardı.(ÖRGÜTLENMEYE ÇOCUKLARDAN BAŞLIYORLAR) Tevhid ve Sünnet Cemaati; Tevhid Derigisi ve kitapevi ile bu ismi taşıyan sosyal medya araçları üzerinden oluşturduğu yazılı ve görsel içeriklerle selefi - cihatçı politikalarını yayarken, başta “ribat” adıyla açtığı çocuk okulları (sıbyan mektepleri), mescitler ve dergi binaları üzerinden de örgütlenmesini sürdürüyor. Bayancuk’un başta Hizbut Tahrir ve Hizbullah olmak üzere birçok yurtiçi ve yurtdışı cemaatle de eylem ortaklığı bulunuyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hedefinde bu kez kadınlar ve giyim kuşam özgürlüğü var: Laikliğe ve özgürlüklere açık saldırı

Diyanet, cuma hutbesinde kadınların bedenini ve yaşam tarzını hedef aldı; giyim özgürlüğünü “haram” ilan etti. Cuma hutbesini eleştiren Nazlıaka, Diyanet’in anayasal sınırlarını aştığını söyledi. Sarıhan ise bu tür açıklamaların toplumda ayrışmaya neden olacağına dikkat çekti.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu haftaki cuma hutbesinde hedef, kadınların giyim özgürlüğü oldu. Kısa giyinmenin “Allah’ın emrini ihlal ettiği” öne sürülen hutbede, “Ahlak ve edep ölçülerinin çiğnenmesine sessiz kalan herkes büyük bir vebal altındadır” dendi.

Dün 81 kentteki camilerde okutulmak üzere hazırlanan hutbede giyim sektörünün, modacıların ve bazı medya çevrelerinin çıplaklığı özendirdiği, örtünmeyi değersizleştirdiği öne sürülüp “Kısa giysiler ve şeffaf kıyafetler giyilmesi, nerede ve hangi amaçla olursa olsun Allah’ın örtünme emrini ihlaldir, haramdır” vurgusu yapıldı.

Kamuoyunda tepki toplayan açıklamalardan sonra Cumhuriyet, CHP Genel Başkan Yardımcısı Aylin Nazlıaka ve 29 Ekim Kadınları Derneği genel başkanı avukat Şenal Sarıhan ile konuştu.

Nazlıaka, Diyanet’in hutbesinin kadınların yaşam hakkına müdahale olduğuna dikkat çekerek “Diyanet’in hutbesi laikliğe aykırı” dedi. Nazlıaka şunları söyledi:

“AKP iktidarı döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı, anayasal sınırlarını aşarak siyasi iktidarın ideolojik aygıtı haline gelmiştir. Son olarak ‘Haya: Allah’ın emri, fıtratın gereği’ başlıklı hutbede kadınların giyim tercihleri ve kişisel kararları hedef alınmış, televizyon dizilerinden sosyal medya paylaşımlarına kadar toplumsal yaşamın her alanı baskı altına alınmaya çalışılmıştır” dedi.

‘DÜPE DÜZ BASKI’

AKP iktidarının laiklik ilkesini sistematik biçimde aşındırdığını ifade eden Nazlıaka, “Kadınların üzerinde denetim kurmaya çalışmaktadır. Giyim tarzını ‘haram’, estetik müdahaleleri ‘şeytanın oyunu’ ilan etmek, düpedüz baskıdır, cinsiyetçiliğin kurumsal dilidir. Kadının kıyafeti üzerinden aile kurumunu tehlikede görmek, kadını ailenin hizmetkârı olarak görmek anlamına gelir. Kadının eşit birey olma hakkını yok sayan bu anlayış, çağdışı ve baskıcı zihniyetin ürünüdür” diye konuştu.

Nazlıaka, “Biz yaşam tercihlerimizden dolayı utanmıyoruz. Asıl utanılması gereken, kamusal kaynaklarla lüks içinde yaşayan ama kadınların bedenine dil uzatan bu çifte standarttır. Laiklik kırmızı çizgimiz. Kadınların hayatı, kimliği ve bedeni yalnızca kendilerine aittir. Ülkenin geleceği, baskı ve korkuyla değil, eşitlikle, özgürlükle ve laiklikle kurulacaktır” ifadelerini kullandı.

‘ÇÜRÜMÜŞLÜĞÜN ÜZERİNE GİTMELİ’

Diyanet’in, bazı dernekler aracılığıyla eğlence mekânlarında ve “eskort hizmetlerinde” harcamalar yaptığı, bu harcamaları da imamların “oturum izni gideri” gibi sahte kalemlerle sisteme işlediği iddialarını anımsatan Aylin Nazlıaka, “Ancak Diyanet, kendi içindeki bu çürümüşlüğün üzerine gitmek yerine, kadınların kıyafetine karışmayı görev edinmiştir” dedi. 

‘DİNE KARŞI TEPKİ YARATIR’

29 Ekim Kadınları Derneği genel başkanı avukat Şenal Sarıhan, Diyanet’in hutbesinin görev alanına girmeyen ve özel yaşama müdahale içeren ifadelerden oluştuğuna değinerek “Yaşam herkes içindir ve kadın ya da erkek olalım her birimiz kendi özel yaşamımız içinde istediğimiz gibi davranma, giyinme, süslenme, boyanma gibi haklara sahibiz. Buna kimse müdahale edemez” dedi.

Bu tür açıklamalarını toplumda ayrışmaya neden olacağına dikkat çeken Sarıhan, “Kendi özel giyimleri olan insanların da belli inançları olabilir. Aynı inançtan da olabilirler. Bu durum dine karşı tepkiyi de yaratır. Çünkü din iç dünyasıyla ilgili bir olgudur. Bu konuda Diyanet’in kendi sınırını bilerek o sınır içinde davranması gerektiği inancındayım” ifadelerini kullandı.

Trump’ın BOP’u -Mehmet Ali Güller-

Açılım’la beraber, o denklemler yeniden raftan indi. “Musul ve Kerkük’ü almazsak, Diyarbakır’ı veririz” denmeye, “Türkiye büyümezse küçülür” denmeye başlandı yine.

Oysa...

1960’lar: Irak-İran Kürtleri ABD’nin federasyon planıydı bu aslında. Senato Üyesi Sadi Koçaş 1977’de yazdığı anılarında anlatmıştı: “ABD AP’yi ve Demirel’i 1965’te iktidara getirdiğinde, ‘Irak-İran ve Türkiye Kürtlerini Federe bir Cumhuriyet haline getirelim, bunu Türkiye’ye bağlayalım’ isteğinde bulundu. ” Amiral Vedii Bilget 24 Şubat 1987’de Cumhuriyet’te doğruladı bunu: ABD, 1965 yılında, Türkiye’ye bağlanacak bir “Federe Kürt Cumhuriyeti” için Başbakan Süleyman Demirel’in ağzını aramıştı.

Evet, 60’larda Irak-İran Kürtleri Türkiye’ye bağlanmak istenmişti ABD tarafından.

Sonra...

1990-2010: IRAK KÜRTLERİ 

1986 yılında Türkiye’ye gelen ABD Savunma Bakan Yardımcısı William Taft, konuyu “Türkiye himayesinde Kürdistan” planı olarak yeniden Ankara’ya dayattı. Kenan Evren ve Turgut Özal kabul etti, Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ karşı çıktı. ABD’nin Irak’a 1991’de saldırısı sırasında, Turgut Özal bu projeyi “Bir koyup üç alacağız” diyerek Türk ordusuna yutturmaya çalıştı. Danışmanı Cengiz Çandar “Türkiye büyümezse küçülür” diyerek ABD adına sopa salladı.Sonra ABD’nin 2003 Irak işgali geldi ve plan, bu kez ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) merkezi konularından biri oldu. BOP Eşbaşkanı  Erdoğan, “Diyarbakır’ı ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde bir merkez yapacağız” dedi. Henri Barkey, ABD’nin “Güneydoğu ve Kuzey Irak’ı kapsayan bir Nitelikli Sanayi Bölgesi’nin kurulmasını önereceğini” açıkladı. Birkaç ay sonra, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson ilan etti: “Anadolu’nun güneyini, doğusunu ve Kuzey Irak’ı alırsanız, tek bir ekonomik bölge olduğunu görürsünüz.”

ABD bunları açıklarken, “our boys”u Kenan Evren, 2007’de sahneye çıkıyor ve “Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir” diyordu.  Erdoğan daha 1990’larda eyalet sistemini savunuyordu zaten ve 12 Eylül 2010 referandumunun akşamında yaptığı konuşmada, “Federal meclis, federal konsey”e işaret etti!

2025: IRAK VE SURİYE KÜRTLERİ

Görüldüğü üzere ABD, İran’ı hedef alırken Türkiye’yi Irak ve İran Kürtlerine hamilik ettirmek istedi. Irak’a saldırdığı 90’larda ve 2000’lerde ise Irak Kürdistan’ını Türkiye’ye bağlamayı hedefledi.

Suriye’de Beşşar Esad yönetimi devrildi ve proje bu kez Irak ve Suriye Kürtlerini kapsayarak yeniden Türkiye’nin önüne konuldu. İşte yeni açılım budur.

Devlet Bahçeli’nin Halep, Musul ve Kerkük’e plaka dağıtması, Ahmet Türk’ün “Irak ve Suriye Kürtleri tıpkı Osmanlı’daki gibi Türklerle birlikte yaşamak istiyor” demesi, ABD Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın “Osmanlı millet sistemi” önerisi, Erdoğan’ın   “Türk-Kürt-Arap” ittifakı ile ümmete işaret etmesi...Sorun şu ki   “Türkiye büyümezse küçülür” sopasına taktıkları “Türkiye’yi Irak ve Suriye Kürtleriyle genişletme” oltası, aslında ve son tahlilde “Türkiye’yi büyüterek küçültme” projesidir.

GÜNCELLENEN BOP 

ABD Büyükelçisi Barrack, bir diplomat değil, işadamı ve her şeyi açık açık anlatıyor. HaberTürk televizyonunda Trump’ın “çok sayıda ülke ve farklı planlar arasında yaşanan karmaşayı” nasıl ayırmak ve ilerletmek istediğini açıkladı:  “Düşünün, İbrahim Anlaşmaları’nı, bölgenin güçlü oyuncularından Türkiye’yi birleştirdiğinizi. Ama sadece Türkiye değil; Arap olmayan nüfusu Müslüman ağırlıklı bir ülke olarak Türkiye, İsrail, Körfez, Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün, kuzeye çıkın Azerbaycan, Ermenistan... Bunları birleştirdiğinizde dünyanın en güçlü bölgesi ortaya çıkar.”

Güncellenen BOP’tur bu, Trump’ın BOP’u...

Kürt meselesi, demokratikleşme, büyük Türkiye vb. diyerek, ABD’nin “yeni Ortadoğu düzeni”ne uyum sağlama peşindeler. ABD’nin yeni düzenine uyarak iktidarlarını sürdürebilmenin derdindeler.

CHP’nin ‘komisyon’ değeri -Mehmet Ali Güller-

CHP’nin Türk-Kürt-Arap komisyonuna katılmayı kabul etmesi kritik hatalarından biri dahadır. Neden mi?

1) Adı henüz netleşmeyen, iktidarın “terörsüz Türkiye” komisyonu dediği TBMM komisyonu, CHP’nin dışarıda tutulduğu bir sürece “yasallık” ve meşruiyet” kazandırma girişimidir.

ABD, Cumhur İttifakı ve PKK üçgeninde ele alınan; Barrack, Erdoğan, Bahçeli, Öcalan, Kandil ve DEM arasında pişirilen bir süreç bu...

Taraflar, her adımını kendi aralarında gizli bir şekilde yürüttüler, şimdi sıcak kestaneleri alma aşamasında, “CHP de olsun” diyorlar.

YENİDEN ‘NORMALLEŞME’ YANLIŞI

2) CHP’yi belediye seçimlerinde DEM’le işbirliği yaptığı için suçlayan, belediyelerine terör operasyonu yapan iktidarın, DEM ve seçmenini CHP’den koparıp kendi yedeğine almaya dönük bir operasyondur süreç bir yönüyle...

CHP’nin bu yönü bulunan bir sürece, şimdiki aşamada komisyona katılarak dahil olması, kendi ayağına sıkmasından başka bir anlama gelmez.

3) CHP belediyelerine terör operasyonları sürerken, belediye başkanları terörle iltisaklı olmakla suçlanıp yerlerine kayyum atanmışken, CHP’nin bu komisyona dahil olması, teslimiyet görüntüsü vermektedir.

4) CHP’ye operasyonların sürdüğü, belediyelerinin silkelendiği, cumhurbaşkanı adaylarının telef edildiği şartlarda, CHP’nin operasyonun sahipleriyle komisyonda buluşması, siyaseten vahimdir ve Özgür Özel’in düzelttiği “normalleşme” yanlışına yeniden düşmesi demektir.

TÜRK-KÜRT-ARAP KOMİSYONU

5) Bu açılım ne Kürt meselesine çözüm arayışıdır ne de Türkiye’yi demokratikleştirmeyle ilgilidir. Bu mesele, iktidarın “yeni Ortadoğu düzeninden” pay kaparak içeride iktidarını sürdürmesinin açılımıdır.

CHP’nin komisyona katılması, bu oyuna düşmesi demektir.

6) Terörsüz Türkiye, Milli Birlik ve Kardeşlik, Barış ve Demokratik Toplum vb. isimlerin havada uçuştuğu bu komisyonun niteliksel adı “Türk-Kürt-Arap komisyonu”dur.

Barrack’ın “Osmanlı millet sistemi” önerisi, Erdoğan’ın “Türk-Kürt-Arap ittifakı” çıkışı, Bahçeli’nin “Cumhurbaşkanının Kürt ve Alevi yardımcıları olmalı” isteği, Ahmet Türk’ün “Irak ve Suriye Kürtleri tıpkı Osmanlı’daki gibi Türklerle birlikte yaşamak istiyor” demesi, Öcalan’ın AKP’ye “Yavuz gibi çözün, Safevi’ye karşı Türk-Kürt ittifakı kurun” çağrısı, AKP’nin Yavuz-Kürt İdris ittifakına işaret etmesi, bir bütünün parçalarıdır.

CHP, bu tehlikeli bütüne meşruiyet kazandırmak için komisyona davet ediliyor.

DEMOKRATİK DEĞİL, AK KOMİSYON

7) Erdoğan’ın ifadesiyle “AKP-MHP-DEM ittifakı” kurulmuş durumda. Kaldı ki kurdukları komisyonun sandalye dağılımıyla, DEM’e bile ihtiyaç duymamayı garantiye almış durumdalar. Yani hedef güya demokratikleşme ama komisyonun yapısı antidemokratik!

Dolayısıyla CHP’nin bu komisyona dahil olması, içeriğe katkısı ve etkisi bakımından hiçbir anlam ifade etmemektedir.

8) AKP ve MHP, 2016’da Türk-İslam sentezli rejim değişikliğine soyundu ama CHP birinci parti durumunda. Rejim değişikliğini tamamlamak için DEM’e ihtiyaç duyuyorlar. O nedenle Türk-Kürt-İslam sentezli rejim değişikliğini hedefliyorlar.

Yani aslında değiştirdikleri, değişimini tamamlamak istedikleri rejim, kurucusu CHP olan rejimden kalanlardır. CHP bu komisyona katılarak, kuruculuğunun mirasının katline dahil edilmiş oluyor.

CHP’NİN SÜRECE MEŞRUİYET KAZANDIRMA MİSYONU 

9) AKP, MHP ve DEM’in bu süreç için de ardından tamamlayıcısı olacak yeni anayasa süreci için de CHP’ye sayısal bakımdan ihtiyacı yok. Ancak CHP’nin dahil edilmediği süreçler, toplum nezdinde meşruiyet kazanmamış olacak. İşte o meşruiyeti kazanmak için CHP’yi kullanıyorlar, fikirlerinden ya da sürece katkısından dolayı değil!“CHP onaylamasın ve itiraz etsin ama mutlaka komisyonda olsun” istiyorlar, çünkü birinci partinin dahil edilmediği bir sürecin yürümesi mümkün olmayacak.

10) CHP’nin iktidar açısından değerini belirleyen, sürece olası katkısı değil, sürece “meşruiyet” kazandırma yanıdır. CHP yönetimi, Cumhuriyetle hesaplaşma yönü olan bu komisyona dahil olarak, AKP nezdinde değerlenebilir ama kendisini birinci parti yapan geniş kitle açısından değer kaybedecektir.

Bu hatadan hâlâ dönme şansı varken uyaralım...

Öne Çıkan Yayın

Savcı ‘İngiliz casusu’ olmakla suçluyor! Yöneticisi olduğu şirkete siber güvenlik ihalesi verildi -Bahadır Özgür /halkTV-

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başlattığı ‘ casusluk ’ soruşturması, İBB dosyasında şimdiye kadarki en ağır itham. Savcılık CIA, MOSSA...