BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -3 Ağustos 2025-

 Aile hekimlerinden uyarı: 'Verilerin indirilmesi riskli'

1 Ağustos itibarıyla kullanıma açılan “Aşıla” uygulaması, aile hekimliği sisteminde zorunlu hale getirilirken, uygulamanın kişisel cihazlara indirme zorunluluğu getirilmesinin bir dizi soruna yol açabileceği vurgulandı.

Aile hekimliği uygulamasında 1 Ağustos itibariyle zorunlu hale getirilen “Aşıla” uygulamasının kişisel cihazlara indirme zorunluluğu getirilmesinin yanlışlığına dikkat çeken Birlik ve Dayanışma Sendikası Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Melike Sizege, verilerin aile hekimliği yazılımı dışındaki bir uygulamaya aktarılmasının KVKK açısından ciddi risk oluşturduğunu söyledi.

Birimlerin iş telefonunun akıllı telefon olma zorunluluğu yokken sağlık çalışanlarına kamu yararına olduğu iddia edilen bu uygulamayı kişisel cihazlarına indirme zorunluluğu getirildiğini, oysa bu cihazların kurumsal değil, bireysel mülkiyette olduğunu da ifade eden Sizege, “Bu durum, kişisel mülkiyet hakkına ve çalışanların özel alanına müdahale anlamı taşımaktadır” uyarısında bulundu.

ENDİŞE DUYUYORUZ

Aile hekimliği verilerinin, mevcut ve güvenilir aile hekimliği yazılımları dışındaki bir uygulamaya aktarılmasının riskli olduğuna dikkat çeken Sizege, Sağlık Bakanlığı’nın SİNA, e-Reçete ve e-rapor gibi mevcut dijital sistemlerinde yaşanan aksaklıklar her ay tekrar ederken, benzer teknik sorunların “Aşıla” uygulamasında da yaşanmasından endişe duyduklarını açıkladı.

Aşı reddi formlarının hâlâ manuel olarak kağıt üzerinde doldurulmasının, ebe ve hemşirelere ek iş yükü oluşturduğunu hatırlatan Sizege, aşı reddi gibi kritik bir sorumluluğun yalnızca sağlık çalışanlarının omuzlarına bırakılmasını eleştirdi. Aşıla uygulamasında aşı reddi seçeneğinin de bulunmadığını belirten Sizege “Bu nedenle güvenli kayıt yapma imkanı sağlayan mevcut aile hekimliği yazılımlarının dışına çıkılması gereksiz bir risk oluşturmaktadır. Teknik altyapısı yetersiz, hukuki, mesleki ve maddi sorumluluğu yalnızca sağlık çalışanlarına yükleyen bu uygulamanın, çalışanlara ne gibi bir katkı sunduğu belirsizdir. Asıl olarak kime hizmet ettiği kamuoyuna açık ve şeffaf biçimde açıklanmalıdır. Bizler bütün gelişmiş toplumlarda olduğu gibi koruyucu sağlık hizmetlerinin kamu tarafından desteklenmesini istiyoruz” diye konuştu.

                                                              ***

Tekirdağ'da anestezi gazı üretilen fabrikada patlama: 2 işçi hayatını kaybetti

Tekirdağ'ın Ergene ilçesinde anestezi gazı üretilen fabrikada kazan patladı. Patlamada 2 işçi yaşamını yitirdi.(https://www.birgun.net/haber/tekirdag-da-anestezi-gazi-uretilen-fabrikada-patlama-2-isci-hayatini-kaybetti-643095)

                                                ***

Yurttaşa sürpriz vergi şoku: Emlak vergisinde astronomik artış geliyor!-Tuncay KAPUSUZOĞLU - Vergi hesap uzmanı-

2026 yılında uygulanacak emlak vergisi tutarlarında astronomik artış yapıldı.

2026 yılında uygulanacak emlak vergisi tutarlarının hesaplandığı emlak vergisine esas teşkil eden asgari ölçüde arsa ve arazi metrekare birim değerleri takdir komisyonlarınca belirlenmiş olup, 30 Haziran itibariyle ilgili muhtarlıklara tebliğ edilmiştir. Vatandaşta şok etkisi yaratan sorun da burada çıkmış; takdir komisyonu kararlarında asgari ölçüde arsa ve arazi metrekare birim değerlerinde birçok yerde “rayiç bedel” yani piyasa değeri ile ilgisi olmayan, 10 katın çok üzerinde tutarlarda artış görülmüştür. Durumu öğrenen emlak vergisi yükümlüleri büyük tepki göstermiştir. Bunun yanı sıra henüz olaydan haberi olmayan ciddi bir kitle vardır.

ARTIŞIN DEVASA BOYUTU

Emlak vergisine esas teşkil eden asgari ölçüde arsa ve arazi metrekare birim değerleri, takdir komisyonlarınca her dört yılda bir belirlenmektedir. Bir önceki belirleme 2022’de uygulanmak üzere 2021’de yapılmıştır. 2021 ila 2025 yılları arasında ülkemizde önemli bir ekonomik gösterge olan enflasyon ve döviz tutarlarındaki değişim ilgili tablodaki gibidir. Görüleceği üzere ülke ekonomisindeki enflasyon ve dövizdeki artışlar %350 ila %525 arasındadır. Emlak vergisine esas tutarların belirlendiği takdir komisyonu kararlarındaki %1000’in üzerindeki artışlar normal değildir.

KOMİSYONDA KİM VAR?

Emlak vergisine esas değeri belirleyen takdir komisyonu, belediye başkanı veya vekil kıldığı bir memur, ilgili belediyeden yetkili bir memur, defterdarın ya da vergi dairesi başkanlığı bulunan yerlerde ise vergi dairesi başkanının görevlendireceği iki memur, tapu sicil müdürü veya vekil kıldığı bir memur, ticaret odasınca seçilmiş bir üye, ilgili arsalara ilişkin organize sanayi bölgesini temsilen bir üye ve ilgili mahalle veya köy muhtarından oluşur.

Takdir komisyonunun bu yapısına baktığımızda, emlak vergilerine esas tutarların belirlenmesinde belediyelerin açık bir şekilde etkili ve yönlendirici olduğunu söylemek mümkün değildir.

KİMLER ÖDEMEZ?

Kendisine bakmakla mükellef kimsesi olup on sekiz yaşını doldurmamış olanlar hariç olmak üzere, hiçbir geliri olmadığını belgeleyenlerin, gelirleri münhasıran kanunla kurulan sosyal güvenlik kurumlarından aldıkları aylıktan ibaret bulunanların, gazilerin, engellilerin, şehitlerin, dul ve yetimlerin Türkiye sınırları içinde brüt 200 m²'yi geçmeyen tek meskeni olması (intifa hakkına sahip olunması hali dahil) halinde, bu meskenlerine ait vergi oranları sıfır olarak uygulanacaktır. Yani, söz konusu bu kişiler emlak vergisi ödemeyeceklerdir.

Getirilen sınırlamalar, emlak vergisi ödemeyen vatandaşların da son derece sınırlı bir kitle olmasına yol açmaktadır.

***

EMLAK VERGİSİNDEKİ ASTRONOMİK ARTIŞIN YARATACAĞI SORUNLAR:

Emlak vergisi tutarlarının artması, biraz rahatsızlık verse de varlıklı kitle için çok büyük bir sorun değildir. Asıl sorun, ev sahibi olan, kira geliriyle yaşamını sürdüren, geliri kısıtlı orta kesim ve alt kesimde yaşayan vatandaşlar üzerinde oluşmaktadır. Belirlenen abartılı tutarları, bu kesimdeki vatandaşlar temel ihtiyaç giderlerinden kısarak karşılayacaktır. Emlak vergisinden muaf kitle son derece sınırlıyken, sıradan vatandaşların üzerindeki yük, rahatsızlığın çok ötesindedir.

Geçmişte uygun fiyatla aldığı konutu şu anda değerli hale gelen ve son olarak ödeyemeyeceği tutarda, gerçekle ilgisi olmayan astronomik emlak vergisi nedeniyle çaresiz kalan geliri kısıtlı vatandaşlar vardır. Bu şekilde 2026’da uygulanacak emlak vergisi tutarında yüzde binin üzerinde artış olan yerler vardır. Bu kitlenin sırf emlak vergisi nedeniyle yaşadığı evini satmak zorunda kalması dünyada eşine az rastlanan bir durumdur.

Emlak vergisindeki astronomik artış vergilendirmede mali güce göre ödeme ilkesine ve vergide belirlilik ilkesine aykırıdır. Mali güce göre ödeme ilkesinde vergi mükellefinin ekonomik ve kişisel durumları dikkate alınarak mali gücüne göre vergi alınması esastır. Bu sağlandığı zaman verginin adaletli ve dengeli dağılımı da sağlanmış olacaktır. Astronomik emlak vergisi tutarları vatandaşın mali gücünü zorlamaktadır.

Vergilendirmede belirlilik ilkesi, vergilerin tutarının, tarh, tahsil zamanlarının ve biçimlerinin hem İdare hem de kişiler açısından belli ve kesin olması anlamına gelir. Vergilerle ilgili kurallar ve işlemler, açık ve anlaşılır olduğu ölçüde keyfilik de önlenmiş olacaktır. Aniden ortaya çıkan, keyfilik taşıyan astronomik vergi artışları, vergi yükümlüsünün tüm planlarını, beklentilerini etkilediği gibi, Devlete olan güvenini de önemli ölçüde zedelemektedir.

NE YAPILABİLİR?

Emlak vergisi yükümlüleri söz konusu takdir kararlarının ilgili muhtarlık ve belediyelerde ilan tarihinden itibaren 30 gün içerisinde ilgili takdir komisyonu kararına karşı dava açılabilecektir. Emlak vergisine esas değerin belirlendiği takdir komisyonu kararları 30 Haziran 2025’de muhtarlıklara bildirilmiştir. 30 Temmuz tarihi adli tatil süresi içinde kaldığından, davalar adli tatil süresi bittikten sonraki 7 gün içinde de açılabilecektir. İdari Yargılama Usulü Kanununa göre adli tatil 20 Temmuz ila 31 Ağustos arasında uygulanmaktadır ve son günü adli tatile rastlayan davalar, 31 Ağustos'tan itibaren 7 gün içinde açılabilmektedir. Bu durumda son dava açma tarihi 07 Eylül 2025’dir.

KİMLER YARARLANACAK?

Belediyelerin tek başına yönlendirmesinin mümkün olmadığı takdir komisyonlarında emlak vergisine esas değerlerin abartılı şekilde bu kadar yüksek belirlenmesinin nedeni konunun en can alıcı noktasıdır. Başta büyükşehirler olmak üzere ülkedeki belediyelerin önemli bir kısmı muhalefet partilerindeyken, İktidarın bu konuda tepkisiz kalması ve sessizce beklemesi çok ilginçtir.

Şu anda 2026'da ödeyeceği emlak vergisi tutarlarını öğrenen vatandaşlar büyük bir şaşkınlık geçirmekte ve ciddi tepki göstermektedir. Eleştirilerin okları tabii ki emlak vergisini tahsil eden belediyelere yönelmektedir. Takdir komisyonu kararlarına karşı ilgili vergi mahkemelerine çok sayıda dava açılacağı açıktır.

Muhalefetteki belediyeleri oldukça yıpratacak bu sürecin sonunda 2026'da alınacak vergilerin tahsilatında da bir değişim olabilir mi? Acaba, 1986 yılında Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde belediyelere bırakılan emlak vergisi, uygun koşulların sağlanmasıyla tekrar merkezi idareye alınabilir mi? Bekleyip göreceğiz!

                                                   ***

Kendi geçiminden sorumlu çocuk işçiler!-Gözde Bedeloğlu-

Türkiye, çocuk yoksulluğunun dünyada en yüksek olduğu ülkelerden biri. Avrupa’da ise lider konumda. Çocuklar, çocuk olmaktan doğan temel haklarını kullanamıyor. Derinleşen yoksulluk, yetersiz ve kalitesiz beslenmelerine ve bu da sağlık sorunları yaşamalarına neden oluyor. Gelir azlığı çocukları eğitimden koparıp çalışmaya zorluyor. Evde, okulda, işte; okurken ya da çalışırken çocuklar istismara uğruyor, fiziki ve psikolojik şiddete maruz kalıyor. İktidarın ekonomiyi yönet(e)meyişi, insanları tabağa bir dilim karpuz, bir parça peynir koyamaz hale getirdi. Analar babalar canı çeker de alamam diye çocuklarını pazara götüremez oldu. Okulda olmaları gerekirken -ki eğitim, içeriğinden amacına kadar başlı başına tartışma konusu- ucuz iş gücü olarak sahaya sürülüyor. Sermaye ve hükümet el ele vermiş, çoluk çocuk yoksulluktan kırılan herkesin hakkını ezme peşinde.

***

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2024 yılı verilerine göre, nüfusun yüzde 25,5'i çocuklardan oluşurken, çocukların işgücüne katılım oranı ise yüzde 24,9’a yükseldi. Yani Türkiye’de her dört çocuktan biri çalışmak zorunda kalıyor. 15-17 yaş grubunda 3 milyon 894 bin çocuk bulunurken, çocuklardan 970 bini kayıtlı işçi olarak çalışıyor. Ayrıca 504 bin çocuk da mesleki eğitim merkezleri (MESEM) kapsamında çalıştırılıyor. Toplam çocuk işçi sayısı en az 1 milyon 474 bin. Kayıt dışı çalıştırılan çocuklar da dikkate alındığında sayının 3.5 milyona yaklaştığı belirtiliyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre 2013-2024 dönemi ve 2025’in ilk beş ayında 770 çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Ölen çocuk işçilerin 261’i (yüzde 34) çalışması yasak olan 5-14 yaş arasında, 509’u (yüzde 66) da 15-17 yaş aralığında.

***

Çocuk işçi sayısındaki bu artışta ekonomik krizin etkili olduğu çok açık. Diğer yandan hükümet, ‘Aile Yılı’ kapsamında çiftlerin daha fazla çocuk sahibi olmasını teşvik ediyor. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan nüfusun azalıp yaşlanmasından yakınıyor. Yoğun ‘aile diplomasisi’ ile meşgul Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş ise, doğurganlık hızının düşmesiyle yirmi yıl sonra askere gidecek genç bulamayacağımızdan endişeli. Pek çok konuda olduğu gibi iktidar endişelerinin sebebini ve çözümünü başka yerlerde arıyor. Geçen hafta iki asker susuzluktan öldü. Ceza olarak dört saat güneşin altında bekletildikleri söyleniyor. Yasaklanması gereken çocuk işçiliği sermayeye ‘can suyu’ olarak sunuluyor. Fakir ailelerin temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığı çocuklar güvencesiz ve tehlikeli işlerde çalışıyor.

***

12 yaşındaki Eyüp Can, Mersin Anamur’da çalıştığı bir dönerci dükkanında, sabaha karşı saat 4’te öldü. Yatağında, uykuda olması gereken bir çocuk, iddiaya göre, ‘yavaş çalıştığı’ için azarlandı ve kendisini kovalayan ustabaşıdan kaçarken yüksekten düştü. Vücudunda şüpheli kesici alet izlerine rastlandı. Baba İbrahim Can, Evrensel gazetesinden Eylem Nazlıer’e buz gibi gerçeği dümdüz anlatmış. “Şimdi soracaksınız bu çocuk bu yaşta neden çalışıyor. Emekliyim, hâlâ çalışıyorum. 16 bin 800 lira maaşla geçinilir mi? Kiraya 10 bin lira veriyorum. Eyüp de bunu görüyordu, okul masraflarını çıkarmak için çalışmak istedi.” Baba Can, başta karşı çıkmış, sonra oğlunu evden alıp eve bırakacakları için ikna olmuş. Eyüp, kendine üst baş alıp ailesine destek olunca mutlu oluyormuş.

***

12 yaşındaki bir çocuğun mutluluk tarifinde üst baş almak mı olmalıydı? Okulunu, derslerini düşüneceği yerde aile bütçesindeki asgari ‘yükünü’ nasıl hafifletirimin derdine mi düşmeliydi? Nerede bu devlet? Nerede Milli Eğitim Bakanı, nerede Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı? Milli eğitimin görevi sermayeye ucuz iş gücü mü sağlamaktır? Sosyal hizmetlerin görevi ülkenin asker açığını mı hesaplamaktır? TÜİK’in çocukların karıştığı güvenlik olaylarına dair 2024 verilerine göre suça sürüklenen çocuk sayısında artış var. Suça sürüklenme nedeni ile güvenlik birimlerine gelen veya getirilen çocukların yüzde 40,4’üne yaralama, yüzde 16,6’sına hırsızlık, yüzde 8,2’sine uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanmak, satmak veya satın almak, yüzde 4,6’sına tehdit, yüzde 4,2’sine genel tehlike yaratan suçlar, yüzde 26’sına ise bu nedenlerin dışında kalan diğer suçlar isnat edilmiş.

Küçücük yaşta geçim derdine düşerek okulunu, derslerini bırakıp sanayide, tarlada, dükkanda çalışmak zorunda kalan çocuklar için, "Ne güzel hayata erkenden atılıyorlar, meslek öğreniyorlar" demek, ekonomik çöküşün nedenini gözden kaçırıp emek ve çocuk sömürüsüne apaçık destek vermektir. Bu ülke çocukları için ya işte ya sokakta, ya ölümle ya suçla burun buruna bir hayatı layık görmemeliydi.

                                                        /././

soL " Köşebaşı + Gündem" -3 Ağustos 2025-

 

Kartallı Kazım’dan Molla Mahmut’a: Kurtuluş kavgasında bizimkiler -Toprak Tütünsüz-

İyiye, güzele doğru olan ne varsa hep karşısında duran, kendi menfaatleri ve gelecekleri için memleketi satmaktan çekinmeyenler… Bugün de böyle değil midir?

‘Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan…’

Kartallı Kazım, bizimkilerden yalnız biri. Daha binlercesine borçlu olduğumuz memleketin ne çiftlik ne apartıman sahiplerinden. Kazımlar savaştan önce bahçıvandı, rençberdi, işçiydi ve savaştan sonra da. 

Kuvayi Milliye Destanı, Millî Mücadele’yi bizimkilerin yöresinden anlatan en önemli eserlerden biri kuşkusuz ama yalnız değil. Edebiyatımızda, Kurtuluş kavgasını Kartallı Kazım gibi emekçilerin, yoksul köylülerin yani bizimkilerin gözünden işleyen, kenarda köşede kalmış ya da bırakılmış nice romanımız var. Bu eserleri alternatif tarih yazımı ya da daha doğru olacak bir tabirle halkın tarihi yazımı gözüyle değerlendirmek mümkün olabilir. 

Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat serisinin üçüncü kitabında romanla gerçeklik arasındaki ilişkiyi şöyle kuruyor:

Romanı, yaşamın içine alıyorum. Bu, başlangıçta, romanı ciddiye almak demek. Bir bilim adamı ise ancak ve öncelikle gerçekliği ciddiye alır. Öyleyse ayırım yapmadan romanı ciddiye almak, ayırım yapmadan her romanda bir gerçeklik bulmak demek. Hiç kuşku yok, her romanda bir gerçeklik var. Ziya Gökalp aktarıyor: ‘Roman, tarihten daha doğru bir tarihtir’ demişler. Katılmamak, imkânsız. Romanın tarihten daha doğru tarih olması, tarihin tekil olaylarında olmayan bir düzenliliğin, insanın yaratıcı eylemi ile eklenmiş olan bir düzenliliğin, romanda bulunmasından ileri geliyor.

Küçük’ten aktardığımız bu paragrafta tarihle roman arasında kurulan ilişki bizi özellikle şimdi daha çok ilgilendiriyor. Cumhuriyet’in bunca tartışıldığı, değersizleştirildiği bir dönemde Millî Mücadele yıllarını anlatan romanlarda özellikle hikâyenin gizli kahramanlarını okumak hem gerçekliği görmek hem de bugüne ilişkin daha doğru bir perspektif çizebilmek için çok değerli olsa gerek.

Öyleyse, esas sorumuza gelelim; Millî Mücadele dönemine ilişkin kimler neler yazdı, nasıl yazdı? Kurtuluş romanlarına bakarken Halide Edip'i biliriz, Mithat Cemal Kuntay'ı, Tarık Buğra'yı, Şevket Süreyya'yı... Ateşten GömleğiÜç İstanbul'u, Küçük Ağa'yı, Suyu Arayan Adam'ı biliriz, ya bir temel eserler önerisinden ya da çok okunanlar listesinden. 

Peki ya Erol Toy'u? Talip Apaydın'ı, Samim Kocagöz'ü, Hasan İzzettin Dinamo'yu? Ya çok okunanlar listelerinde yer bulamayanları; Toprak Acıkınca'yı, Köylüler'i, Vatan Dediler'i, Toz Duman İçinde'yi, Kalpaklılar'ı? Ya Kutsal İsyan'ı, Halime Kaptan'ı, kurtuluşu emekçilerden anlatanları? Ağaların, din tüccarlarının, işbirlikçilerin elinde inim inim inleyip de hiç düşünmeden ayağa kalkanları, yani bizimkileri…

Toprak ne zaman doyar? 

Edebiyatımızın en üretken yazarları arasında yer alan isimlerden biri de şüphesiz Erol Toy. En çok Koç ailesinin zenginleşme öyküsünü anlattığı İmparator romanı ile bilinse de derinliği ve öğreticiliği ile kült olarak değerlendirilebilecek çok sayıda romanın altında Toy'un imzası bulunuyor. 

Cumhuriyetin ilk yıllarından 12 Mart Muhtırası sonrasına kadarki işçi sınıfı mücadelesini yazdığı Gözbağı, Osmanlı'daki Fetret Devri'ni ve Şeyh Bedreddin İsyanı’nı anlattığı Azap Ortakları ve Batı Anadolu'daki kurtuluş mücadelesini yoksul köylülerin yöresinden aktardığı Toprak Acıkınca başa yazmamız gereken kitapları arasında:

Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. O da yetmez Hasanım. Gayri alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır.

Yoksul dağ köylülerinin ağalara, din tüccarlarına, işgalcilere ve işbirlikçilere rağmen ayağa kalkmasının hikâyesidir aslında okuduğumuz. Emeklerini, kanlarını ve sevdiklerini verdikleri topraklara bile sahip olamayan köylülerin hikâyesi… 

Balkan Savaşları’ndan Birinci Cihan Harbi’ne, oradan Kurtuluş Savaşı’na kadar uzanan geniş ve bir o kadar da karmaşık bir zaman diliminde yoksul köylülerin alt üst olan yaşamlarını, çıkış arayışlarını, umutlarını, öfkelerini, umutsuzluklarını, aşklarını, özlemlerini ve acılarını tarihi gerçeklerle birlikte okuruz Toprak Acıkınca’da. Erol Toy, büyük bir ustalıkla bütünleştirmiş tarihsel akışı, bizimkilerin kavgasıyla… 

Karaayakoğlu Halil Bey’in bin bir maskeyle sömürdüğü köylülerin üzerinden okuruz yaklaşık 10 yıllık kesiti. Halil Bey, sadece emeklerine değil aşklarına da çöker bizimkilerin.  

Garip Hasan’ın Satı ile aşkını, Yetim Hasan’ı, Dudu’yu, Süllü Dayı’yı bir hayatta kalma kavgasının içinde okuruz. Öte yandan dönemin geleneklerini, yaşama biçimlerini de yine aynı ustalıkla bırakır satır aralarına Erol Toy. 

Diğer yanda ise ovadaki toprak sahipleri ve din adamları vardır. Amerikan mandasını isteyenlerle, Yunanlılar ve İngilizlerle iş tutanların çekişmelerini okuruz. İlginçtir, ne kadar kavga etseler de yumurta kapıya dayandığında ortaklaştıkları tek bir soru vardır: Memleketin kaymağını yine kendileri mi yiyecektir?

Sait Molla, Şeyh Mehmed Efendi romanda padişahın ve saltanatın yılmaz koruyucularıdır. Hacı Kosti, karmaşık ilişkilerin yürütücülerindendir, karşımızda yer alır. 

Ve bir yandan büyük kavga başlar, bizim hikayemizdir: İşgalcilere karşı ilk ayağa kalkanlar yine Garip Hasanlar, Topal Aliler olur. Burada Topal Ali karakterine ufak bir parantez açmak gerekir, zira cesareti ve becerileri ile Kuvayi Milliye’ye hayati faydaları olmuştur, topal bir köylü parçasıdır. İşte bu ağalar, beyler için asla kabul edilemez bir şeydir. 

Bu bölümü kapatırken Çanakkale’den bir bacağını kaybedip de köyüne dönen Kerim’in cephedeki komutanı Mustafa Kemal için söylediği birkaç cümleye yer vermek gerek: 

Kemal’in geldiği günü görecektiniz. Tuvana bir yiğit. Mavi bakışlarıyla hepimizi tek tek süzüyor. Bakışları bedenimizi yarıp arkamıza geçiyor sanki… Aramızda geziyordu durmadan. Biz uyumadık mı, o da uyumuyordu. Ama gözümüze bakacak bir şey diyecek diye içimiz gidiyordu.

Kurtuluş kavgasının dümeninde bir kadın: Halime Kaptan

'Sen, ben neyiz ki bu patırtıda? Hepimiz bir araya gelirsek bir güç oluruz ancak.'

Kurtuluş kavgasında cephe savaşlarının yoğunlaştığı bölge Batı Anadolu olmuş. Çok sayıda yazarın bu bölgeyi yazması, hikâyelerini anlatması olağan. Öte yandan cephe gerisinde tozun dumanın değil belki ama sislerin ve pusların arasında verilen kavgayı görmek için Rıfat Ilgaz'ın Halime Kaptan'ına bakmak gerek. 

Sarı Yazmanın diyarı Cide'deyiz. Asker kaçaklarıyla, eşkıyalarla ve Rum korsanlarla dolup taşan Cide'de. Çanakkale Boğazı kapanmıştır, tuz bile gelmez Cide'ye. Açlıkla ve yoksullukla çevrilen Karadeniz'in yorgun ama inatçı insanlarına zor bir görev düşmüştür: İstanbul'daki cephaneler kaçırılacak, Anadolu'ya, kurtuluş kavgasına taşınacaktır: 

'Hasköy, Halıcıoğlu depolarında çok tüfekler, çok cephaneler vardı İnebolu iskelesine götürüp Kemal Paşa’nın subaylarına teslim edecek… Oradan da Ecevit-Kastamonu yolundan, gene çoğu kendisi gibi kadınların ‘Ho…’ deyip sürdüğü kağnılarla Ankara İstasyonuna indirilecekti. Eğer bu savaş kazanılacaksa böyle kazanılacaktı. Erkeklerine cephelerde, tutkulu siyaset adamları tarafından yüzyıllardır kıyılan bir memleketin kurtuluş savaşına kadınlar da karışmalıydı.'

Biz romanda asker kaçağı Sabri'nin karısı, Temel Reis'in gelini, Memiş'in annesi Halime'nin, Halime Kaptan olma öyküsünü okuruz aslında. Kenara köşeye itilenlerin, hayatın merkezine yerleşme hikâyesini yani. 

Gebeş Köyü'nde yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmıştır sadece. Yıllardır süren savaşlar, erkekleri un gibi öğütmüştür. Halime Kadın, kalkıp dümenin başına geçer, odun çeker Köseli'den. Esir de düşer, Sivastopol'a götürürler Halime kadını, kaçar ve kurtulur. Artık Halime Kaptan'dır o. 

Sonra Kurtuluş kavgası başlar. Memlekete de Karadeniz'e de ağır bir pus çökmüştür. Kim dosttur, kim düşman, kim Kuvayi Milliyecidir, kim yanadır saltanattan bilinmez.

Gerçek bir macera romanıdır okuduğumuz, İngiliz gemilerinden gizlenerek, çatışarak, vuruşarak Anadolu'daki kurtuluş kavgasına omuz veren yoksul ve onurlu insanların, Halime Kaptanların öyküsüdür...

Bugünün kavgası dünün ateşinde pişer

O toprağa emek vereceksin ki o memleketi sevesin.

Böyle diyor Talip Apaydın, öyle de yapıyor, emek veriyor toprağa ve seviyor memleketini. Köy Enstitülü bir öğretmen var karşımızda. Bazen ‘köylücü’ diyerek ötelenen ama hep filizlenen hep inat eden:

Doğru bildiğinden geri durmayacaksın, karşındaki kim olursa olsun, sen bağıracaksın, susmayacaksın.

Bu yazının konusu yazarlarımız değil kuşkusuz fakat bahsetmeden de olmaz. Her yazarın bir derdi vardır, onu okuruz yazdıklarında. Çok şey bırakmış bizlere Talip Hoca. Bir de romanlar bırakmış çokça. Memlekete sevgisini en çok oradan biliyoruz. Romanlarının arasında bir üçleme var ki; tam da bu yazıyla kesişiyor yolu: Toz Duman İçinde, Vatan Dediler, Köylüler

Talip Apaydın, Kurtuluş kavgasında sadece işgalcilerle değil ağalarla ve zenginlerle de vuruşanları anlatır üçlemesinde. Buradaki çatışma, diğerlerinin aksine sıcaktır, vurulur yurtseverler ağaların kurşunlarıyla. Kurtuluş kavgasının anlamı biraz da buradadır: Bir büyük kavganın içinde bir başka kavganın kıvılcımları çakılmıştır ve on yıllar boyunca bazen harlanacak bazen gebermeye yüz tutacak fakat hep çakılı duracaktır orada. 

Üç roman üç ayrı dönemi konu edinir. Tarihsel açıdan doğru bir dönemselleştirme yapıldığını da söyleyebiliriz.

Uşak’tayız. Molla Mahmud, Çanakkale Savaşı’nda yaralanmış ve köyü Tacım’a dönmüştür. Savaşın kasıp kavurduğu Anadolu, hiç olmadığı kadar yoksuldur. Ancak her ne hikmetse yöre zenginlerinin cebi pek bir kabarmıştır. İmam Ziver, padişah fermanı olmadan işgalcilere karşı çıkmak isteyenlerin karşısına dikilir. Hacı Nuri, köylüleri aç bırakmak pahasına sömüren zenginlerden biridir. Molla Mahmudlar, ilk bunlarla dövüşür.

Molla Mahmud, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesinin ardından, kolları sıvar. İlk çeteyi kurarlar. Haceli’yi, Çopur Hamdi’yi, Aşır’ı, Kazım’ı memleket için dövüşürken görürüz. Bir yandan işgalcilerle bir yandan işbirlikçi ağalarla ve dincilerle kıyasıya bir mücadele başlar. Kurtuluş kavgasının ilk safhasıdır, Toz Duman İçinde’den okuruz. 

Tacım Çetesi, ağaları soyar, vuruşurlar. Ağaların davul zurnayla karşıladıkları işgalciler de peşlerine düşmekte gecikmez. Zaman yürümüş ve artık düzenli ordu kurulmuştur. Tacım Çetesi’nin atlıları, düzenli orduya katılmak için sürerler atlarını. İstikametleri Afyon’dur, düşman pusularının arasında, kelle koltukta yetişirler orduya. 

Vatan Dediler’den okuruz, kavganın ikinci dönemidir. Çete savaşları bitmiştir, artık ordular savaşacaktır. Romanımızda kurtuluş kavgasının büyük savaşlarını tarihsel bir akış içerisinde okuruz. Ve yepyeni karakterler girer dünyamıza. 

Teğmen Galip, Tacım Çetesi’nin üyelerinin komutanıdır. Zaferin ardından her şeyin değişeceğine inancı tam, devrimci bir subay vardır karşımızda. Roman boyunca Hacı Nurilerin, düşmanla iş birliğinin ne boyutlara vardığını da okuruz bir yandan. Ahenkle akar gider bu iki büyük kavga romanın içerisinde. 

Burada bir de Bekir karakterine ufak bir parantez açmak gerekir. Teğmen Galip ve emrindeki Molla Mahmud ile Haceli, Eskişehir’dedir. Mühimmat ve silah takviyesi için gitmişlerdir ve Bekir ile orada tanışırlar. Daha önce hiç duymadıkları kelimeleri ilk Bekir’den duyarlar: Emek, sömürü, eşitlik… 

Bekir’in Teğmen Galip’e söylediği birkaç cümleyi aktaralım: 

Meclisi bugünkü gibi beyler, ağalar, hacılar, hocalar doldurursa halk yararına yasalar yapılmaz. Bu köylü askerlerin akıttığı kanlar, verdiği canlar boşa gider teğmenim…’  

Üçüncü romandayız, Köylüler’de. Zafer kazanılmış, düşman kovulmuştur, saltanat ve hilafet de defedilecektir memleketten. 

Molla Mahmud ve Haceli, terhis olup Tacım’a dönerler. Ancak Bekir’in dedikleri doğru çıkmıştır. İşgalcilere ziyafet verenler, iş birliği yapıp köylüleri sömürenler ‘cumhuriyetin yılmaz savunucusu’ olmuştur. Cumhuriyetimizin en büyük çelişkisi işte budur ve büyük bir ustalıkla anlatır bu çelişkiyi Talip Apaydın.

Savaş sırasında gösterdiği yararlıklar nedeniyle kendisine Tacım Köyü parti temsilciliği verilen Molla Mahmud, eline tutuşturulan kâğıtlardan bir şey anlamaz. Haceli’ye gösterir kâğıtları. Haceli’nin ağzından: 

Geç bunları arkideş. Kuru söz… İpe un seriyorlar. Lafa boğuyorlar işi. Kimdi o gelenler, gene boynu kravatlılar mı? Hiçbir şey çıkmaz.

Gerisi, Kartallı Kazım hikâyesidir. Kavgadan önce yoksul olup da memleket için kanlarını döken Molla Mehmedler, Haceliler yine yoksuldur. Bir zamanların iş birlikçisi şimdilerin cumhuriyetçisi ağaların sunduğu her şeyi ellerinin tersi ile iterler ve başlarlar alın teri dökmeye. İşte torunları olduğumuz insanların gerçek hikâyesi budur. 

Demiri geçmişe vurmak, geleceği dövmek

Vur demirci boş durma sen bugün de
            Ocağından dört bir yana kıvılcımlar saçılsın.
            Şimdiye pas tutan o altın örsün önünde
            Sana bolluk ve mutluluk kapıları açılsın.

Hasan İzzettin Dinamo’nun dizelerinden okuruz, geçmişe duyulan öfke sadece bir sitem değil; geleceği inşa etme iradesidir. Bu, kendi toprağında kimseye boyun eğmeden, özgürce yaşamak isteyen insanların haykırışıdır.

Kutsal İsyan’ın yazarıdır Hasan İzzettin Dinamo. Büyük bir külliyattır başlı başına. İlk baskısını 1966-67 yıllarında sekiz cilt olarak yapmış bir eserden bahsediyoruz. Bu yazının sınırlarını hacmiyle aşar Kutsal İsyan ancak yine de bahsetmeden geçemiyoruz. 

Uzun bir tarihsel kesiti, gözden kaçan ayrıntıları gün yüzüne çıkararak anlatır Hasan İzzettin Dinamo. Kitap kurgusal olmakla birlikte halkın acılarını ve ağır yoksulluğu, dönemin hemen hemen bütün figürlerini içine alan destansı bir dille anlatır bize:

İstasyonlarda üstleri başları parça-parça, avurtları çökmüş iskelet gibi ihtiyarlar, çocuklar kadınlar görünüyordu. Her yerde kör, topal, çolak binlerce genç insan, el açmış dileniyor ve gelip geçen trenlerden medet umuyor, asker tayını istiyorlardı. Bunları gördükçe Mustafa Kemal’in bütün umutları kırılır gibi oluyor, bu umutsuzluktan açlıktan iskelet haline gelmiş insan yığınlarını nasıl yeni bir savaşa zorlayacağını anlayamıyordu.

Samim Kocagöz’ün Kalpaklılar’ı da yukarıda bahsettiğimiz haykırışın romanlaşmış halidir. Toprağına sahip çıkanların, tarihi yeniden yazanların, alın teriyle kazanılan bir bağımsızlığın hikâyesidir:

Esir yaşamayacağız… Ya bu vatanı kurtaracağız… Ya da öleceğiz…

Roman, Yunan işgali altındaki Anadolu’da, özellikle Aydın çevresinde filizlenen halk direnişini anlatır. Şerif’in gözünden, Kuvayı Milliye ruhunun doğuşuna, çaresizlikle yoğrulan bir halkın özgürlük mücadelesine tanıklık ederiz. Kocagöz, yalnızca savaşın değil, yoksul halkın teriyle ve kanıyla yazılmış bir destanın anlatıcısıdır.

Geçmişin kırılma anları ya da günümüzün çıkmazları, yazma ihtiyacını doğurur. Çünkü her çaresizlik beraberinde bir mücadeleyi getirir. Her hayal kırıklığı, yerine konulacak yeni umutlar için cesaretli eller bekler. İşte o eller, geçmişin demirine vurdukça, geleceği yoğurur. Hayal kırıklığını ve o öfkeyi anlatır Kalpaklılar bize:

Düşman donanması açıklarda demirlemiş, iki harp gemisi rıhtıma biraz daha yaklaşmıştı… Güvertedeki askerler ellerini, şapkalarını sallıyor, marşlar söylüyorlardı… Mavili beyazlı elbiseler giymiş genç kızlar, ellerinde çiçekler, vapurlardaki askerlere öpücükler yolluyorlardı…

Öfke yalnızca edebi bir metafor değildir Samim Kocagöz için. Kurtuluş kavgasını anlatırken de aynı öfkeden bahseder:

Türkiye’yi yağmaya gelen 1919 yılının sömürgecilerine karşı kabaran öfke, o yılların öfkesidir; o yılların hiddetidir. Ama bugün de sömürgeciliğe karşı duyulabilecek öfkenin aynıdır elbette.

Eğer bugün edebiyat ya da sanat, yaşadığımız öfkeyi yansıtmayacaksa; eğer öfkemiz akılla birleşmeyecek, bir yön tayin etmeyecekse, hikâyemizi yazmayacak ve anlatmayacaksak, söylediklerimiz sadece bir fısıltı olarak kalacaktır. Büyük ustalarımızdan ve yaşamlarımıza biçim veren romanlarından öğrenmemiz gereken en önemli şey tam da budur. 

Arap Aliler’in, Topal Aliler’in, Molla Mahmudlar’ın, Halime Kaptanlar’ın yani bizimkilerin hikâyesidir okuduklarımız, kurtuluş kavgasının gerçek öyküleridir… Karşılarında Adnan Beyler, Hacı Nuriler, Karaayakoğlu Halil Ağalar, Molla Saitler, Hacı Kostiler, İmam Ziverler vardır. İyiye, güzele doğru olan ne varsa hep karşısında duran, kendi menfaatleri ve gelecekleri için memleketi satmaktan çekinmeyenler… Bugün de böyle değil midir?

Artık vakti gelmiştir: Öfkeyi harmanlamanın, haykıra haykıra anlatmanın zamanıdır.

                                                              /././

Tuzağa doğru -Aydemir Güler-

Bu mayınlar sökülemez. Tarla temizlenemez. Tuzak yolu açılmış, patlama yakınlaşmış bulunuyor. Türkiye’de ve bölgede anti-emperyalist ve laik güçler zamana karşı yarışmak durumundadır.

Ankara, hiç ağzından düşürmediği gibi Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor mu?

Öyle olsaydı, krizli yılların tamamında bu hedefi gerçekleştirmeye yetenekli biricik özneye karşı en olmadık girişimlerde bulunmazdı. Gerçekten de Suriye’nin bütünlüğünü korumaya ehil hareket, Esad liderliğindeki Baas’tan başkası değildi. 

Baas, Suriye toplumunun “bileşenlerinden birine” indirgenemeyecek bir ulusal hareketti. Suriye modernleşmesi aşiret ve mezheplere bölünmüş bir eski düzeni aşma yoluna girmişti. “Arap Baharı” veya Amerikancı Müslüman Kardeşler krizi savaşa dönüştüğünde Şam yönetimi, savaşmanın dışında, bu bir arada tutma yeteneğini ete kemiğe kavuşturmak için de uğraştı. Ulusu oluşturan kimliklere seslendi. Çetelerin kontrolüne giren bölgelerde duran kamu hizmetleri için maaş ödemeyi sürdürdü. Af çıkarttı. Seçime gitti...

Ama en önemli iki şeyi yapamadı: Suriye’nin dünya kapitalizmine entegrasyonunu arzulayan, dolayısıyla teslim olmasını tercih eden burjuvaziyi sırtından atamadı. Ne de olsa yakın akrabaydılar… Ve halkın devlete yabancılaşmasının somut nedeni olan yozlaşmayı, rüşvet mekanizmasını kurutamadı. Akrabalar kuşatmıştı devleti.

Bu iki başlık tamamen sınıfsaldır ve Baas’ı, Beşar Esad’ı aşar. Burjuva siyasetinde ilericiliğin sınırı var. O sınırın gerisinde kalanlar, sınıfsal bir hat çekildiğinde, birileri dışta bırakılacağı için güç yitirileceğini sanırlar. Oysa tam tersi doğrudur. İleriye yürümek için, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul emekçilerin enerjisini yükseltmek gerekir. Bu da, olsa olsa hedefleri netleştirerek, mücadele programını radikalleştirerek hayata geçirilebilir. Geçirilebilirdi…

Suriye’nin, genel sekreteri, Ammar Bagdaş’ı geçenlerde Atina’da toprağa veren komünist partisi, teorik olarak bu seçeneğin öznesidir. Pratikte bu konuma hiç gelemedi.

Baştaki soruya dönersem, Ankara Baas’a savaş ilan edip bilumum şeriatçıyı destekledikten sonra Suriye’nin bütünlüğünün sadece “lafını” edebilirdi. Herhangi bir inandırıcılığı yoktur.

Ancak Türkiye’nin bölgesel güvenliğinin her bir komşusunun istikrarıyla bire bir ilgili olduğu gerçeğinin yerine başka bir şey geçirilemez. Ankara çevresini toptan işgal ve ilhak ederek güvenlik “yaratamayacağına” göre, lafta da olsa çevresindeki ülkelerin toprak bütünlüğü ve ulusal birliğinden dem vurmak zorundadır.

İşte bu noktada kaba bir güldürü başlar: Ankara’nın beklediği ve gerçekten ihtiyaç duyduğu birlik ihalesi HTŞ denen şeriatçı çetede kalmış bulunuyor!

Bir kere, HTŞ’nin kontrolü birden fazla devletin elinde: İsrail, İngiltere, ABD, Türkiye… Bu ağırlıkların bileşkesi Suriye’nin kontrollü biçimde dağıtılmasına çıkar. Bunu en çok isteyen İsrail, istemeyen ise Türkiye’dir… Çözülmesi kaçınılmaz görünen Suriye’de bu kadere direnecek bir güç bulunmamaktadır.

İkinci olarak, geçtim HTŞ’nin Suriye’nin bütününü temsil etmesini, Alevilerle, Dürzilerle, Hıristiyanlarla ve Kürtlerle çatışmak, iktidardaki örgütün ideolojisinin temelidir. Güvenlik konsepti hemen ilk adımlarda paldır küldür çökmektedir.

Lakin son olarak, HTŞ’ye Şam yönetimi emanet edilmiş durumdadır. Dolayısıyla bu iktidarın sürmesinin koşulu, HTŞ’nin darbeyi yapmazdan önceki iktidar alanını korumasıdır. Burada İsrail’in açtığı delikler elbette anlayışla karşılanır! Ama o kadar. İsrail’in açtıklarına Türkiye’nin yenilerini eklemesine zaten yine İsrail izin vermeyeceğini ilan etmiş bulunuyor. Yolun daha başında, Ankara’nın üsse çevirmek için göz koyduğu bir tesis, hemen uçurulmuştu. Fidan’ın bütünlük laflarını “müdahale ederiz” mesajına bağlamasının ardından geçen gün İdlib’de bir silah deposu havaya uçtu. Aslında El Cezire’ye göre Temmuz ayında bu üçüncüydü! Failin İsrail olabileceğini ise CNN Türk hatırlattı. Başka haber çıkmayabilir, ama silah deposu geri gelmez ve mesaj da yerini bulur.

Aradan geçen günlerde, Öcalan’ın fesih çağrısının kapsamına girdiğine Ankara’da inanılmak istenen Kürt yönetimi ile Şam arasında gerginlik bir nebze azaltıldı. Ama mekanizma kurulmuş bulunuyor. Suriye artık bir mayın tarlasıdır. El yordamıyla mayınların temizlenebilmesi teknik bir işlem değildir. Buna izin veren bir perspektif gerekir. Şam’da olmayacağını yukarıda söyledim.

Ankara ondan hallice değil. Türkiye’nin güvenlik sorununun kaynağının, artık doğrudan veya taşeronlar aracılığıyla Batı emperyalizmi olduğuna itiraz eden kaldı mı? Buna karşı Ankara komşularının istikrarlı birimler oluşturmasını arzulamalı ve buna yardımcı olmalıdır. Lakin Batı ittifakının üyesi olarak Ankara, tam tersine, komşularını istikrarsızlaştırmakla da sorumludur!

Bu mayınlar sökülemez. Tarla temizlenemez. Tuzak yolu açılmış, patlama yakınlaşmış bulunuyor.

Türkiye’de ve bölgede anti-emperyalist ve laik güçler zamana karşı yarışmak durumundadır.

                                                     /././

Maddeyi savunmak, geleceği kurmaktır -Kaya Tokmakçıoğlu-

Son yıllarda solda da eleştiriden muaf tutulan, neredeyse kendiliğinden ilerici bir çerçeve olarak sunulmaktadır disiplinlerarasılık. Ancak burada ciddi bir ideolojik tuzakla karşı karşıyayız.

Yaşadığımız tarihsel momentte, yalnızca iktisadi ve siyasal değil, aynı zamanda  epistemolojik bir krizle karşı karşıyayız. Sermaye düzeni, dünyayı anlamlandırma biçimlerini de üretim sürecinin bir parçası hâline getiriyor. Akademi, medya, teknoloji ve bilimsel söylem; bilgiyi parçalanmış, göreli ve araçsal bir çerçeveye hapsediyor. Her şeyin “yorum”a dönüştüğü bu çağda, gerçekliğe ve onun kavranışına dair sistemli bir yaklaşım neredeyse dışlanmış durumda. Türkiye'nin siyasal ve kültürel ikliminde ise, felsefi düşüncenin yerini ya dar bir akademizm ya da piyasacı popülerlik dolduruyor. Her iki uç da düşüncenin toplumsal devinimle bağını koparıyor. Böyle bir tabloda, “düşünceyle pratiği, bilimle toplumsallığı, doğayla tarihselliği” aynı anda kavrayan bir perspektifin ayakta kalabilmesi başlı başına bir mücadele konusu.

İşte tam da böyle bir dönemde, Yazılama Yayınevi tarafından üçüncü baskısı yapılan Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm başlıklı kolektif çalışma, bu kriz ortamına bütünlüklü bir düşünme biçimiyle müdahale ediyor. Kitap, doğa bilimlerinden psikiyatrik kurama, bilinçten fiziğe, matematikten evrime dek geniş bir yelpazede diyalektik materyalist yöntemin güncelliğini sergiliyor.

Diyalektik materyalizm: Tarihsellik, bütünsellik, dönüşüm

Diyalektik materyalizm, doğayı ve toplumu durağan değil, çelişkilerle devinen, sıçramalarla dönüşen bir süreç olarak kavrar. Bu yöntemde dünya; sabit, değişmez nesneler yığını değil, hareket, çelişki ve dönüşüm içindeki ilişkiler bütünüdür. Tam da bu nedenle, diyalektik materyalizm yalnızca felsefi değil, bilimsel düşünüş için de vazgeçilmezdir.

Bugün akademide “disiplinlerarası” olarak takdim edilen çoğu yaklaşım, gerçekte bu çelişkili yapıyı göz ardı eden, parçaları yan yana koymakla yetinen yüzeysel bir sentez üretmektedir. Son yıllarda solda da eleştiriden muaf tutulan, neredeyse kendiliğinden ilerici bir çerçeve olarak sunulmaktadır disiplinlerarasılık. Ancak burada ciddi bir ideolojik tuzakla karşı karşıyayız. Bu yaklaşım, doğası gereği pozitivist ya da postmodern metodolojilerin dağınıklığına yaslanmakta, birbirinden kopuk bilgi alanlarını yapay biçimde birleştirmeyi hedeflemektedir.

Oysa Marksist dünya görüşü, yalnızca disiplinler arasında değil, doğa ile toplum, nesne ile özne, nicelik ile nitelik arasında da tarihsel ve devingen bir bağ kurmayı gerektirir.

Bu anlamda söz konusu kitap, disiplinlerarası değil, bütünsel bir bakışı temsil eder. Çünkü bütünsellik yalnızca alanlar arası geçişlilik değil, gerçeğin kendisinin çok katmanlı, çelişkili ve tarihsel yapısını kavrayabilme becerisidir.

Bilim alanlarında diyalektik materyalizm

Kitabın yazarları arasında farklı disiplinlerden gelen araştırmacılar yer alıyor. Ancak ortak paydaları, her birinin çalışmalarında diyalektik materyalist yöntemi temel almaları.

Erhan Nalçacı’nın iki yazısı, hem yöntemin tarihsel bir perspektifle nasıl anlaşılması gerektiğini ortaya koyuyor hem de nörobiyolojik bir örnek olan sinaptik entegrasyon üzerinden diyalektiğin bilimsel açıklamalarda nasıl işler hâle geldiğini gösteriyor. Gizem Gül’ün canlılığın ortaya çıkışına dair yazısı, indirgemeci ya da teleolojik açıklamaları dışlayarak, doğal sürecin içsel çelişkiler ve niteliksel sıçramalarla evrildiğini gözler önüne seriyor. Iraz Akış’ın evrim kuramı, Kıvanç İbrahim Ünlütürk’ün nicelik-nitelik ilişkileri ve sıçrama olgusu üzerinden fiziğe yaklaşımı, Alp Öztarhan ve Mehmet Ali Olpak’ın modern fizikteki felsefi sorunlara dair müdahaleleri, her biri mevcut bilimsel sorunların neden yalnızca materyalist-diyalektik bir zeminle aşılabileceğini ortaya koyuyor. Tolga Binbay’ın psikoz üzerine yazısı ise, hem güncel psikiyatri tartışmalarına radikal bir müdahale niteliğinde hem de idealist yorumların nasıl mistifikasyon ürettiğini ifşa eden güçlü bir örnek. Tüm yazıların ortak yönü, kavramları akademik jargona hapsetmek değil, onları emekçi halkın anlayabileceği bir açıklıkla ve tarihsel bağlamla sunmaları.

Disiplinlerarası değil, bütünsel

Kitabın bir başka ayırt edici özelliği, girişte de belirttiğimiz üzere “disiplinlerarası” olmaması. Bu bir eksiklik değil, tersine bir üstünlük. Disiplinlerarasılık, çoğu zaman sermaye düzeninin bilgi alanlarını iş bölümüne tabi tutmasının ideolojik bir uzantısı olarak işliyor. Alanlar arası geçiş, gerçeğin parçalanmış kavranışına çare olmuyor; yalnızca onun yeniden ambalajlanması oluyor.

Oysa bu kitapta, gerçeği bölünemez, çelişkili ve tarihsel bir bütün olarak kavrama çabasına tanık oluyor okur. Bilimin ancak bu bütünsellik içinde, yani felsefenin —özellikle de Marksist felsefenin— yol göstericiliğinde ilerleyebileceğine ikna ediliyor.

Bugün neden diyalektik materyalizm?

Bugün hakikatin yerine “algı”yı, nesnelliğin yerine “duygu”yu, sınıfın yerine “kimlik”i koyan yaklaşımlar sistemin işine yarıyor. Bu bağlamda diyalektik materyalizmin, yalnızca bir felsefi yönelim değil, egemen ideolojiye karşı açık bir cephe alma biçimi olduğunu iddia etmemiz mümkün. Emperyalist savaşlar, ekolojik yıkım, salgın hastalıklar, zihinsel ve fiziksel çöküş biçiminde açığa çıkan krizler, bilimsel üretimi de etkiliyor. Bilgi, piyasaya tabi kılınmış, üniversiteler şirketleşmiş, akademi “üretkenliği” ölçen endekslerin kölesi hâline gelmiş durumda. Bu tabloda, sınıf karakteri tanınmamış bir bilim anlayışı kaçınılmaz biçimde egemen ideolojinin yeniden üretimine hizmet ediyor. Bugünün dünyasında, “gerçeklik-sonrası” (post-truth) çağından, yapay zekâdan, kimlik siyasetinden, dijital gözetimden söz eden onlarca tartışma var. Ancak bu tartışmaların çok azı, insanlık tarihinin neden böyle bir eşikte olduğunu, krizin kökenlerinin maddi üretim ilişkilerinde nasıl cisimleştiğini anlayabiliyor. Çünkü çoğu yaklaşım, ya bireyin iç dünyasına ya da verilerle sınırlı bir teknik akla sıkışıyor.

Üçüncü baskısını yapan Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm, yalnızca bilimin içeriğine değil, üretim koşullarına ve politik bağlamına da müdahale ve düşünüş çağrısı yapan bir kitap. Bilimsel bilgi ile devrimci amaç arasında köprü kuran, felsefeyi soyut spekülasyondan çıkarıp toplumsal pratikle yeniden buluşturan bir örnek. Kuramsal berraklığıyla, siyasi kararlılığıyla ve kolektif emeğiyle, günümüz krizlerinin ortasında bir pusula işlevi görüyor ve genç bilim emekçileri için bir rehber, ilerici akademi için bir çağrı, devrimci politika içinse bir tartışma zemini sunuyor. Bilginin biçimsiz dağılımına karşı, hem bir yöntem hem bir duruş önerirken, “neden ve nasıl mücadele etmeliyiz?” sorusuna felsefi bir açıklık getiriyor.

                                                         /././

GÜNDEM -3 Ağustos 2025-

 ‘Yine bize yoksulluk bıraktılar’-Evrensel Manşet-

Türk-İş ve Hak-İş, 6 aylık yüzde 24, yıllık yüzde 30 zamma imza attı, grevler iptal edildi. İşçiler, “İki ay sonra yine geçinemeyiz diyeceğiz. Bu anlayış sürdükçe sözleşmeler Saray’da biter” dedi.

Türk-İş ve Hak-İş yönetimleri, iktidarın uyguladığı sermaye programında yer alan rakamlara imza attı. 6 aylık yüzde 24, yıllık yüzde 30 zam için grevler iptal edildi. İşçiler “Bize kalan yine yoksulluk. İki ay sonra geçinemeyiz diyeceğiz yine. Bu anlayıştan kurtulmadığımız sürece sözleşmeler böyle Saray’da biter” dedi. 600 bin işçiyi ilgilendiren kamu çerçeve protokolü (KÇP) masasına yüzde 90 zam talebiyle oturan Türk-İş ve Hak-İş, ilk 6 ay yüzde 24’e imza attı. Yıllık bazda kümülatif ücret artışı orta vadeli programın (OVP) hedefleri doğrultusunda yüzde 30’da sınırlı kaldı. İki yıldır “Geçinemiyoruz” diyen işçilere “Sözleşmeyi bekleyin” diyen sendikal bürokrasinin imzasından geriye yine ağır yoksulluk kaldı. Sözleşmenin biteceğinin belli olmasının ardından sendika genel merkez yönetimleri de grev kararlarını iptal etti. Zonguldak madenlerinde örgütlü GMİS, “Kamu çerçeve protokolünün imza altına alınacağı sebebiyle GMİS ile TÜHİS arasında özel hakem heyetine başvuruda bulunularak grev iptal edilmiştir” açıklamasını yaptı. Erdoğan’ın imzasıyla Eti Maden grevinin yasaklanmasına ise tek kelime edilmedi. Anlaşmayı “sefalet sözleşmesi” diye nitelendiren kamu işçileri tepkili: “Bu sendikacılar bizi yine yarı yolda bıraktı. 600 bin işçi olarak satıldık. Önümüzdeki dönem zor geçecek. Elimize geçecek toplu para gözümüzü boyamasın. İki üç aya kalmaz yine geçinemiyoruz diyeceğiz. Ama biz de şunu bilelim. Sürekli şikayet etmekle olmuyor. Bunları sendikalardan defetmediğimiz sürece başka sonuç olmaz.” Açlık sınırı: 26 bin 413 lira /Yoksulluk sınırı: 86 bin 36 lira 

Talep edilen Taban ücret: 1800 TL, Yüzde 50 zam, Ortalama net ücret: 58 bin 325 lira, İkinci 6 ay: Yüzde 25 zam, Ortalama net ücret: 87 bin 453 lira İmzalanan Taban ücret: 1400 lira, Yüzde 24 zam, Ortalama net ücret: 42 bin 275 lira, İkinci 6 ay: 50 lira + yüzde 11 zam, Ortalama net ücret: 44 bin 270 lira

“Elektrikte yeni tarife” iddiasına tepki: “Gaz lambası mı, mum mu yakalım?”-Evrensel-

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın elektrik faturalarında uyguladığı kademeli tarifenin ocak ayında değişeceğine yönelik iddialara yurttaşlar tepki gösterdi.

Kadirli ilçesinde vatandaşlar, elektrik faturalarında uygulanan kademeli tarifenin Ocak 2026'da değişeceği iddialarına tepki gösterdi. Bir vatandaş, "Nasıl az kullanalım elektriği arkadaş? Gaz lambası mı yakalım bilmiyorum, ne bileyim eski çağlardaki gibi mum mu yakalım" dedi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın elektrik faturalarında uyguladığı kademeli tarife sisteminde değişiklik yaparak yıllık 5 bin kilowattsaatin üstündeki kullanımlarda devlet desteğinin kaldırılması uygulamasında 5 bin sınırını daha da aşağı çekebileceği ileri sürülüyor. Yapılacak değişiklikle birlikte 2026 yılında elektrik faturası 750 lirayı aşan kullanıcıların iki katı bedel ödemek zorunda kalacağı belirtiliyor.("Emekliler geçinemiyor, çiftçinin mahsulü zarar ediyor") Osmaniye'nin Kadirli ilçesinde vatandaşlar yeni yılda hayata geçirileceği belirtilen değişikliğe tepki gösterdi. Bir vatandaş, şunları söyledi: "2026 Ocak ayından itibaren elektrik desteğindeki sübvansiyonun kalkması bizleri şimdi bir nevi zora sokacak. Ondan gelen 600- 700 liralık bir katkıyı pazarda kullanıyorduk işte ne bileyim bir ihtiyacımıza veriyorduk. Şimdi zaten emekliler zor geçiniyor. Biz bu desteğin ocak ayından itibaren de devam etmesini istiyoruz. Akmasa da damlıyordu misali biz buna karşıyız. Zaten geçim sıkıntısı var ülkemizde şimdi, zaten insanlar pazara çıkamıyor, alışverişini yapamıyor. Çiftçilerin ektiği mahsuller zarar ediyor. Bari oradan daha bir insanlara katkı oluyordu az da olsa. Devam etmesi herkesin yararına olur yani. Nasıl az kullanalım elektriği arkadaş? Gaz lambası mı yakalım bilmiyorum, ne bileyim eski çağlardaki gibi mum mu yakalım? "  Bir başka vatandaş ise "Bizim gibi garibanlar ne yapsın nasıl ödeyelim? 750 lira gelen fatura bin 500 liraya çıkacak, ödeyecek durumumuz yok”

AKP’liler çalışırken değil hamamda terleyecekler -Deniz Ayhan/Sözcü-

300 bin nüfuslu ilçenin belediyesi de hamam sevdasına kapıldı. 250 günde tamamlanacak 514 metrekarelik hamamda renkli mermer kullanılacak.(https://www.sozcu.com.tr/akp-liler-calisirken-degil-hamamda-terleyecekler-p202249)

Konkordatoda rekor kırıldı! Son bir ayda 358 yeni karar...-Cumhuriyet-

Konkordatolarda her ay yeni rekorlar gelmeye devam ediyor. Temmuzda mahkemeler 358 dosya için geçici mühlet kararı verirken, bu sayı 2018’den bu yana ölçülen en yüksek aylık konkordato sayısı oldu.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/konkordatoda-yeni-rekor-son-bir-ayda-358-yeni-karar-2423397)

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...