TKP: Herkes konuşacak Cumhuriyetçiler susacak, öyle mi!
"Herkes Konuşacak Cumhuriyetçiler Susacak, Öyle Mi!" başlıklı bir açıklama yayımlayan TKP, "çözüm" adı verilen sürecin ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge planlarına uyumlu olduğuna dikkat çekti, Cumhuriyetten imparatorluğa geçişin tartışıldığını vurguladı.
Türkiye Komünist Partisi (TKP), "Herkes Konuşacak Cumhuriyetçiler Susacak, Öyle Mi!" başlıklı bir açıklama yayımladı.
Bu düzenin Cumhuriyeti kemirdiğine, tarikatları başımıza bu düzenin yeniden bela ettiğine, eşitsizlik ve yoksulluğa bu düzenin neden olduğuna, Türkiye’yi NATO ve ABD hegemonyasına bu düzenin soktuğuna işaret eden TKP, "çözüm" denilen sürecin bu tabloyla uyumlu olduğunun altını çizdi.
"Her şeyin üzerinde ve diğer sorunlardan ayrı bir Kürt sorunu yoktur. TKP yıllardır bunu söylüyor. TKP, Kürt sorununun ülkenin temel sorunlarıyla birlikte ele alınması gerektiği düşüncesinde" denilen açıklamada, her şeyin üstündeki temel tek sorunun kapitalist sömürü düzeni olduğu vurgulandı.
"Bize dayatılan bu sürecin ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge planlarına uyumlu olduğunu, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiğini, siyaseti ve kamusal alanı bütünüyle laiklikten uzak bir anlayışa teslim etme niyetiyle geliştirildiğini düşünüyoruz" denildi.
TKP'nin açıklamasının tamamı şöyle:
"Herkes Konuşacak Cumhuriyetçiler Susacak, Öyle Mi!
Abdülhamit özlemle anılıyor, Vahdettin övülüyor.
Saidi Nursi ve Şeyh Said halk kahramanı ilan ediliyor.
Cumhuriyetten İmparatorluğa geçiş tartışılıyor, Barrack denen bir adam Osmanlı’nın erdemleri konusunda referans gösteriliyor.
Ümmetçi çözümler en yetkili ağızdan dillendiriliyor. Din temelli kardeşlikten söz ediliyor.
Suriye’de 'Amerikalıların ve İngilizlerin adamı' Şara başa getiriliyor. İsrail memnun, Ankara’dakiler memnun, Suriye Demokratik Güçleri lideri Mazlum Abdi de memnun.
Bütün bunlar olurken grevler yasaklanıyor, ücretler yerlerde sürünüyor, eşitsizlikler derinleşiyor, yoksulluk kural haline geliyor. Küçük bir azınlık yine memnun!
Yıllar boyunca PKK ve bir kısım 'sol' 'Kürt sorunu çözülürse bu ülkenin bütün sorunları çözülür' diyordu. Bir süredir iktidar da aynısını söylüyor. 'Kürt sorunu' demiyor belki ama adı hâlâ konamayan bir süreç her şeyin anahtarı haline geldi.
'Bu sorunu çözelim demokrasi gelecek.'
'Bu sorunu çözelim ekonomi düzelecek.'
'Bu sorunu çözelim emperyalizm çuvallayacak.'
'Bu sorunu çözelim İsrail açığa düşecek.'
Dahası da var.
'Bu sorunu çözelim, Türk-Kürt-Arap birliği kurulacak.'
'Bu sorunu çözelim Türk dünyası şahlanacak.'
Bu nasıl bir yaygaradır!
Her şeyin üzerinde ve diğer sorunlardan ayrı bir Kürt sorunu yoktur. TKP yıllardır bunu söylüyor. TKP, Kürt sorununun ülkenin temel sorunlarıyla birlikte ele alınması gerektiği düşüncesinde.
Bu ülkede her şeyin üstünde temel tek bir sorun vardır: Kapitalist sömürü düzeni.
Cumhuriyeti bu düzen kemirmiş, tarikatları başımıza bu düzen yeniden bela etmiş, eşitsizlik ve yoksulluğa bu düzen neden olmuş, Türkiye’yi NATO ve ABD hegemonyasına bu düzen sokmuştur.
Kürt sorunu bu tablonun içinde değerlendirilmelidir.
Şu anda 'çözüm' diye karşımıza çıkarılan süreç bu tabloyla uyumludur. Cumhuriyetle hesaplaşan, holdingler ve tarikatlar düzeni ile uyumlu, ABD ve İsrail’in bölgesel planlarıyla örtüşen bir süreçle karşı karşıyayız.
Daha önce sayısız kez olduğu gibi, bu sürece itirazı olanları bastırmak için her yolu deniyorlar.
AB’ye üyelik başvurusu yapıldığında böyle oldu, Ergenekon operasyonunda böyle oldu, Anayasa Referandumu’nda böyle oldu, önceki 'çözüm süreci'nde böyle oldu.
Hiç susmadık. Yine susmayız.
Bize dayatılan bu sürecin ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge planlarına uyumlu olduğunu, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiğini, siyaseti ve kamusal alanı bütünüyle laiklikten uzak bir anlayışa teslim etme niyetiyle geliştirildiğini düşünüyoruz.
'Sol'culuk adına, Osmanlıcılık adına ya da 'yerli ve millilik' demagojisi adına yazıp çizilenlerin bu içeriğin üzerinden atlaması yeterince açıklayıcıdır.
Partimizin inisiyatifi ile hazırlanan ve sonrasında çok geniş bir kesime yayılan 'Ülkemizin Uçuruma Yuvarlanmasına İzin Vermeyeceğiz' açıklamasının yarattığı etki, toplumda sürece ilişkin soru işaretlerinin yaygınlığını göstermektedir. Siyaset dünyası, kamuya mal olmuş bir açıklamaya kısa sürede ve kendi iradeleriyle destek beyan edenlere sıfat aramakla oyalanmak yerine, sürece ilişkin gündeme getirilen soruları ve itirazlara konu olan maddi gerçekleri tartışmakla değerlendirmelidir.
TKP ortaya çok güçlü ve açık bir program koymaktadır. Türkiye’yi bağımsız ve egemen, herkesin kardeşçe ve eşitlik içinde yaşadığı bir ülke haline getirmek, refaha ve barışa ulaşmak, laikliği tesis etmek, Cumhuriyet fikrini ayağa kaldırmak mümkündür. İnsanın insanı sömürmediği, holding ve tarikatların yerine emekçi halkın iradesinin egemen olduğu düzenin adı sosyalizmdir."
***
Dinci despotizme meşruiyet kazandırmak -Oğuz Oyan-
CHP yönetimi, iktidar projesinin peşinde sürükleniyor. Meclis’teki Komisyon’a katılmanın anlamı bu. Üstelik bu proje aynı zamanda emperyalizmin projesi.
CHP yönetimi, iktidar projesinin peşinde sürükleniyor. Meclis’teki Komisyon’a katılmanın anlamı bu. Üstelik bu proje aynı zamanda emperyalizmin projesi. Bu nedenle bu yazının başlığı, “Dinci despotizme ve emperyalist projeye meşruiyet kazandırmak” da olabilirdi.
Sözümüzü sakınmayalım, çünkü bedeli çok büyük bir oyunun parçası olmanın vebali var. O nedenle uyarı görevimizi yapmakta duraksamayalım.
Komisyon’a katılmak, sonradan oradan çıkılsa da, iktidara yeni bir meşruiyet alanı açmak anlamına geliyor. Bu, “normalleşme” süreciyle yerel seçim mağlubu iktidarı “normal” bir siyaset düzlemine çekmek naifliğini aşan bir anlama sahip. Orada da siyaseten ve hukuken meşruiyetini çoktan yitirmiş bir iktidara kucak açarak ona yeni bir oyun alanı hazırlamak gibi büyük bir yanlış vardı. Ama şimdiki durum çok daha vahim. Bunu belki FETÖ darbe girişimi sonrası iktidarın siyasi sorumluluğunu teşhir ederek onu mahkum etmek yerine “Yenikapı Ruhu”na teslim olmaya benzetebiliriz. Ama aslında şimdiki durumda onu dahi aşan sonuçları olabilecek bir büyük tuzağa girilmektedir.
Bundan önceki yazımızda (“Komisyona Niçin Katılmamalı?”, soL Haber, 22 Temmuz 2025), bu sürecin niçin bir parçası olmamak gerektiğini nedenleriyle açıklamaya çalışmış, bunun gerektirdiği cesaret ve özgüvene sahip olunmasının önemini vurgulamıştık. Sol cenahtan hatta CHP içinden dahi buna benzer uyarıları yapan çok sayıda yazar oldu. Buna karşılık CHP Genel Başkanının bu uyarılara olan tepkisi, Komisyon’a katılmayı reddedenleri “korkaklık ve özgüvensizlikle” suçlamak oldu. Alınganlık ve yanıtın ölçüsüzlüğü de gösteriyor ki, demek zayıf olunan nokta tam da burası.
İktidarın her türlü hukuksuzluğu kullanarak tam saha baskıyla CHP’yi köşeye sıkıştırmaya çalıştığı bir dönemde, iktidarın oyun planına dahil olmak nasıl bir strateji olabilir acaba? Anlamaya çalışalım. “Meclis komisyonu fikri bizimdi, o zaman iktidara kaptırmayalım”: Bunun bir anlamı yok çünkü pişmiş aşa tuz katmaktan öte katkınız olmayacak. Ama daha fazlası var, aşağıda değinilecek. “Nitelikli çoğunluk” talebi de CHP yönetiminin, Komisyon'a katılınmasına Parti tabanından ve genel muhalif kamuoyundan gelen tepkileri biraz azaltmaya dönük nafile bir çabadan öteye geçmiyor. “Kürt siyasi hareketini ve Kürt seçmeni karşımıza almayalım” yaklaşımı ise muhtemelen CHP yönetiminin en temel kaygısı olmalı. Ama bunun da siyasi oportünitesi zayıf. Çünkü CHP’nin temsil ettiği Cumhuriyetçi Kürt seçmenin, Lozan ve Cumhuriyeti hedef alan hareketlerin başı çektiği bir projeye hiç itiraz etmeyeceği hatalı varsayımını içeriyor. Kaldı ki, bu projeye itiraz edecek genel Cumhuriyetçi seçmenin desteğinin yitirilmesi hesabının da doğru yapılması gerekiyor.
CHP’nin Kürt sorununun TBMM’de bir komisyon kurularak masaya yatırılması önerisi, 2011’e kadar gidiyor. O zaman AKP iktidarının kapalı kapılar ardında sürdürdüğü ve 2015’e kadar da devam edecek bir “açılım” süreci işliyordu. CHP bunun yerine daha şeffaf, daha katılımcı ve daha kalıcı bir süreci öneriyordu. 2013’te bir CHP Parti Meclisi grubunun başkanı olarak yaptığımız Güneydoğu-Doğu Anadolu turunda, bu Meclis Komisyonu düşüncesini paylaştığımızda bölgedeki radikal Kürt siyasetçiler/meslek odaları temsilcileri bu öneriyi yürüyen açılım sürecini sabote etmek olarak görüyorlardı. Aslında o dönemde bugünkü koşullardan ciddi farklılıklar vardı: Mesele henüz bugünkü gibi uluslararası bir boyut kazanmamıştı, ABD emperyalizminin Suriye’deki varlığı pek zayıftı, İsrail sahnede pek yoktu, Baas iktidarı yerindeydi, Rusya ve İran’ın alan hakimiyeti vardı, Suriye’de YPG-PYD-SDG zarflarıyla anılan emperyalizm ve Siyonizm himayesinde bir PKK devletçiği henüz oluşmamıştı. Dahası, Türkiye’de siyasal İslamcıların 2017 Anayasa darbesi ve bu anayasanın 2018’de çeşitli uygulama kanunları ve kararnameleriyle yürürlüğe girmesi ve dinci despotizmin tüm kurumları yeniden biçimlendirmesi süreci henüz yaşanmamıştı. Dolayısıyla, o günkü koşullar ile bugünküler arasında sanki hiçbir şey değişmemiş gibi “Komisyon bizim fikrimizdi” ısrarı, siyasi amatörlükten öte bir şeydir. Buna bir sonraki alt başlıkta dönmemiz gerekecek.
Peki CHP’nin Komisyon’a üye vermesinde, başta İmamoğlu olmak üzere belediye başkanlarının iktidar tarafından rehin alınmasının etkisi acaba nedir? Bir başka soru da eklenebilir: Önümüzdeki Cumhurbaşkanı seçimleri bakımından Kürt siyasetinin CHP’nin (ve belki de 2023’te olduğu gibi muhalefetin ortak) adayını desteklemesine atfedilen değer nedir? Hala böyle bir olasılık üzerinden hesaplar yapılabilmekte midir? Bu sorular bağlamında son soru da şu olabilir: İmamoğlu’nun, CHP’nin Meclis Komisyonuna katılmasındaki ağırlığı veya payı nedir? (İmamoğlu’nun son açıklamaları, Komisyona çok umut bağladığını göstermektedir). CHP yönetimi Komisyon'a katılmasa, iki başlı bir görüntü verme tehlikesi mi olurdu?
Tekrar ana konuya dönersek, Cumhuriyetin kurucu partisinin, Cumhuriyetin temeli olan Lozan Anlaşması’na dinamit koyma, ülkeyi parçalama, toplumu etnik-mezhep temelli bir bölünmeye sürükleme potansiyeli olan bir emperyalist projede ne işi var? “Bu niyetler ortaya çıkarsa Komisyon'un derhal terkedileceği” savunması boşunadır, çünkü bu niyetler başından beri gündemdedir. Kaldı ki, iktidarın niyetlerinin çoğu söylem düzeyinde kalmamakta, fiziki devlet şiddeti biçiminde sergilenmektedir. Komisyon'a katılmak bütün bunları “normalleştirmek” riskini içinde barındırmaktadır. “Komisyon'a hele bir katılalım da demokratik talepleri orada dile getirelim” tavrı, yani önce katılalım sonra koşulları sıralayalım tavrı, Fransız deyişiyle “arabayı atın önüne koymak” gibi tersine bir işlemdir. Peşinen ilkeli bir tavır sergilemek yerine sonradan kural dayatmak “oyun bozucu” olarak damgalanmaktan başka sonuç vermez.
Siyasi liberalizm egemen olunca…
CHP’nin temel meselesi, ekonomik liberalizmin ötesinde, 2010 sonrasında siyasi liberalizme sürüklenmesindedir. Neoliberal ekonomik politikalara angaje olmak ile siyasi liberalizmin girdabına girmek oldukça farklı süreçlerdir. İkisi birbirini besleyebilir elbette, ama birincisinin varlığı ikincisini kaçınılmaz kılmayabilir veya sisteme aynı oranda bir teslimiyete hemen götürmeyebilir. Başka deyişle, CHP Cumhuriyetçi damarını korumak konusunda pekala daha inatçı olabilir ve siyasi liberalizmden kurtulmak için çaba gösterebilirdi. Ama göstermedi.
CHP’nin Nisan 2008’de yapılan 32. Olağan Kurultayı'na CHP’nin MYK ve PM’sinden istifa etmiş muhalif bir sima olarak katılmış ve CHP’yi sola çekme çabamızı sürdürdüğümüz o günlerde Kurultay’da delegelere 24 sayfalık bir broşür dağıtmıştık. “CHP’de Liberal Kuşatmaya Geçit Yok” alt başlığını taşıyan bu metinden şu cümleleri cımbızlayalım (s. 9): “CHP’yi Kemalist bağımsızlıkçı köklerinden kopararak Avrupa tarzı bir sosyal demokrat parti yapmak demek, CHP’yi Türkiye için bir umut olmaktan çıkarmak değil miydi? İşte şimdi teslim alınmak istenen CHP’nin bu bağımsızlıkçı ruhudur; liberal piyasa ekonomisine ve küreselleşme tarzına karşı hala kısmen eleştirel bir tutum alabilen refleksleridir. Bu nedenle bu Kurultay’da değilse bile Yerel Seçimleri izleyecek olan bir sonrakinde CHP’nin teslim alınması planları yürürlüktedir. Liberalizmin hem siyasal hem de ekonomik yüzü gündemdedir: Siyasal liberalizm bağlamında bir yandan CHP’nin savunduğu laiklik ilkesinin yumuşatılarak içinin boşaltılması (…) öbür yandan etnik milliyetçi hareketin ayrılıkçı kanadıyla diyaloga itilmesi hesapları yapılmaktadır”.
Metinde ifade edilen bir sonraki Kurultay (33. Olağan Kurultay) Mayıs 2010’da yapılacaktır; ama bu Kurultay’a birkaç hafta kala yapılan bir FETÖ-AKP (ve iç/dış güçlerin ortak) operasyonuyla CHP genel başkanının devrildiği yeni bir süreç çalıştırılacaktır. Yeni dönem artık “laiklik tehlike altında değildir” ve “özgürlükçü laikliği savunuyoruz” dönemidir; 10 Aralık liberal hareketinin CHP yönetimine monte edildiği zamanlardır. CHP yeni genel başkanının bir gazete ile yaptığı söyleşide “devletçilik güçlü sosyal devlet demektir” tarifi (veya tahrifatı) üzerinden sermayeye mesaj yolladığı yeni açılım günleridir. CHP’nin laiklik ve devletçilik gibi en güçlü savunması gereken temel ilkeleri konusundaki mahcubiyeti ve bunlardan geri çekilmesi gerçi daha eskilere gider ama, 2010 sonrası yeni bir kırılma anıdır. Bu bakımdan 2023 Kurultayında genel başkan ve yönetim değişikliğinin siyasal liberalizme yönelişte bir tersine kırılma yaratmadığını da saptamak durumundayız. Komisyona katılmak, hatta Komisyona önerilen CHP üyelerinin bir bölümünün tercih nedeni de 2010 çizgisinin uzantısındadır.
Adalet üzerine…-Nevzat Evrim Önal-
Adaleti ancak bu düzeni yıkıp, kimsenin yoksul ya da zengin olmadığı, eşitliğe dayalı yeni bir toplum kurarak, yani hep beraber kurtularak sağlayabiliriz.
Adalet salt soyut, ilişkisel bir olgu değil aynı zamanda çok güçlü ve köklü bir duygudur. Öyle köklüdür ki, sadece insana özgü değildir ve insanın yakın akrabası olan primatlarda da gözlenir.
Bunu ispatlayan, Frans de Waal ve Sarah Brosnan tarafından yapılan çok ilginç bir dizi deney var. Bu deneylerde aynı türden iki maymun yan yana kafeslere konuyor ve bunlara, karşılığında ödül olarak yiyecek aldıkları basit bir görev yaptırılıyor. Deneyin bir noktasında, maymunlardan birine ödül olarak daha sevdikleri bir yiyecek (salatalık yerine üzüm) veriliyor, diğer maymuna ise aynı ödül verilmeye devam ediliyor ve davranışları gözleniyor.
Bilişsel açıdan görece az gelişmiş, kuyruklu kapuçin maymunlarında, salatalık almaya devam eden maymun ödülü deneyi yapan bilim insanının kafasına atıyor ve isyan ediyor. Aynı deney hayvanlar alemindeki en yakın akrabamız olan şempanzelerle yapıldığında ise, üzüm alan şempanze diğer şempanze de üzüm alana kadar kendi üzümünü yemeyi reddediyor.
İnanılır gibi görünmeyebilir, ya da bireyci liberal safsatalara fazla ikna olduysanız inanmak da istemeyebilirsiniz, ama deneylerin sunumunu şu Ted Talks videosundan izleyebilir ve okuyabilirsiniz.
Görüldüğü üzere adalet, insanın uygarlaşma sürecinde düşünerek geliştirdiği felsefi bir kavramın çok ötesinde, evrimsel köklere sahip. Hatta uygarlaşma sürecimiz adaleti değil, adaletsizliği doğurdu. Henüz bir uygarlığa sahip değilken ve küçük kabileler halinde hayatta kalmaya çalışıyorken birbirimize adil davranmak zorundaydık. Ama uygarlık geliştikçe bir noktada insanın insanı sömürdüğü toplumsal yapılar kuruldu ve sistemik bir adaletsizlik yerleşik hale geldi.
Dolayısıyla adalet çok karmaşık ve bugün kullanıldığı biçimiyle çelişkilerle yüklü bir kavram. Bu çelişkiler, insanların adalet duygusunu sürekli baskılıyor, aşındırıyor ve çarpıtıyor.
Gelin, inceleyelim…
***
İnsan adalet duygusuyla doğar ve içinde yaşadığımız toplumsal düzenin adil olmadığını yaşayarak öğrenir. Yani sadece fiziksel değil duygusal anlamda da düşe kalka büyür ve hayatın adaletsizliğine maruz kaldığı ölçüde, adalet duygusu örselenir. Hemen her yetişkin insanın çocukluk anılarında, bizzat maruz kalınan ya da başkalarının maruz kalmasına şahit olunan adaletsizliklerin açtığı duygusal yaralar bulunur. Biraz düşünürseniz siz de mutlaka kendinizinkileri hatırlarsınız.
Ne var ki, nasıl sürekli aynı yerimizden yaralanırsak bir süre sonra vücudumuzun o bölgesi hissizleşir ya da nasır tutarsa, aynı şey adalet duygumuza da olur. Hayatın, bilhassa da maddi yaşantının her hücresine işlemiş olan adaletsizliğe sürekli duygusal tepkiler vererek yaşayamayacağımız için onun varlığını kanıksar; salt kendimizi (ve genelde sevdiklerimizi) adaletsizlikten korumaya ve kurtarmaya çalışırız.
Ve tuzağa düşeriz.
Çünkü adaletsizlik, aynı maddi zenginlik gibi, toplumun olağan işleyişinden üreyen ve bireyler arasında eşitsiz biçimde paylaşılan bir olgudur. Bu olgu karşısında liberalizmin bir başka safsatası olan “herkes kendi kapısının önünü süpürse…” argümanı kifayetsizdir. Bireyler kendi paylarına düşen sistemik adaletsizlikten ancak onu başkalarının sırtına yükleyerek kurtulabilirler.
Baba filmlerini düşünün. Üç filmde de başroldeki mafya babasını gözümüzde meşrulaştıran (hatta yücelten) şey, onun ailesini Amerikan toplumunda İtalyan göçmenlere yönelen adaletsizlikten korumak için suça bulaşmış bir “kader kurbanı” olmasıdır. Tüm senaryo bunun üzerine kurulur: Baba her nasılsa sürekli mağdurdur; haksızlığa uğrar, aldatılır, kendisinin ve ailesinin canına kast edilir. O da sevdiklerini bu kötülüklerden korumak için kötülere adil ve meşru bir şiddet uygular. Kimse de çıkıp “yahu, bu adam suç işleyerek, tehditle, şantajla, kaçakçılıkla, cinayet işleyerek para kazanıyor” demez.
İtalyan göçmenlere yönelik bahis konusu adaletsizlik, alabildiğine gerçektir. Don Corleone ise maruz kaldığı adaletsizliği ortadan kaldırmamakta, onu başkalarının sırtına yıkmaktadır. Tabii filmlerde işin bu kısmı kadrajın dışındadır.
Ne var ki hayatta, “kadrajın dışı” yoktur. Tüm insanlık tek bir büyük toplumdur ve herkes, herkesle bağlıdır.
***
Uzun uzun açmayacağım ama konunun değinmezsek eksik kalacak bir boyutu daha var.
Adaletsizliğin başkalarına yüklenmesi ne bireysel ne de yakın çevreyle sınırlı bir eylemdir. İçinde yaşadığımız kapitalist sistemin doğasında olan adaletsizlik, aynı zamanda uluslararası bir meseledir. Örneğin bugün Türkiye’deki hukuksuzluklara ve yoksulluğa bakıp ülkemizi Avrupa ülkeleriyle karşılaştırabilir; İngiltere, Hollanda, Belçika gibi ülkelerdeki hukukun üstünlüğüne ve yurttaşların refah seviyesine imrenebiliriz. Oysa bakışımızı gözümüzün önünde olanla sınırlı sığlıktan kurtardığımızda, bu ülkelerde hukukun (görece) üstünlüğünü de mümkün kılan büyük zenginlik ve refahın kaynağının bu ülkelerin sömürgeci geçmişleri ve bilhassa geçmişte sömürgeleştirdikleri ülkeler üzerinde bugün halen sahip oldukları emperyalist tahakküm olduğunu görürüz.
Bundan iki yüz yıl önce, dünyanın ilk sanayi ülkesi İngiltere’de işçi sınıfı sefalet içinde, izbe barakalarda yarı aç yarı tok yaşıyordu. Bu sefalet beraberinde korkunç bir toplumsal çürüme getirmiş, Majestelerinin devleti de çareyi “Serserilik Yasası” (Vagrancy Act) diye bir yasa çıkartmakta bulmuştu. Nezih orta sınıfın alkışlarla karşıladığı bu yasa geçim ve barınma olanaklarına sahip olmayan herkesi suçlu olarak tanımlıyordu.1
Evet, yanlış okumadınız, sefaletin sebebi olan sistem, sefaleti suç ilan etmişti.
Bu yasa, kimi değişikliklerle bugün halen yürürlükte; ama artık İngiltere’de böyle bir yasanın varlığına eskisi gibi ihtiyaç duyulmuyor. Çünkü aradan geçen zamanda İngiliz emperyalizmi başta yoksulluk olmak üzere pek çok çelişkisini büyük ölçüde sömürgelerine ihraç etti. Şimdi yarattıkları “uygarlık adası”nda oturuyor ve utanmadan eski sömürgeleri Hindistan’daki yoksullara bireysel nitelik ve çabalarıyla kendilerini kurtarabilecekleri masalı anlatan film çekip Oscar ödülü topluyorlar.
***
Bu dünyada adaletsizliğin bin bir yüzü ama tek özü var. Adaletsizliğin özü eşitsizlik. Dünyada adalet olabilmesi için, önce herkesin hukuk önünde falan değil, maddi yaşam koşulları açısından eşit olması gerekiyor. Bugün böyle bir durum yok, hukuk kudretli olanın iradesinden başka bir şey değil ve hep birlikte adaletsizlik bataklığında debeleniyoruz.
Kapitalistler sermaye istifledikçe eşitsizlik artıyor, zenginlik ve adaletsizlik birlikte birikiyor. Bu adaletsizlik birikimi, cerahat gibi toplumun çeşitli yerlerinde apselerde toplanıyor. Örneğin hayatın olağan akışında tüm ömrünü yoksul yaşayıp sonunda yoksul öleceğini genç yaşta kavrayan pek çok insan, “alem böyleyse…” diyor ve yolunu bulmak için tarikatlara ya da çetelere katılıyor. Kendi özgür iradesiyle bu kararı alanlardan çok daha fazlası “abiler” tarafından ikna ediliyor. Devlet ise yoksulların devrimci olmasındansa bu gayrimeşru ve kontrol edilebilir örgütlere katılmasına çanak tutuyor ya da en azından göz yumuyor.
Ve sonunda çürüme tüm toplumu sarınca, çeteci çocuklar sokak ortasında bir çocuğu bıçaklayıp katledince, bir tarikat yurdunda onlarca çocuğa tecavüz edilince, iş kazasında yaralanan kimsesiz bir göçmen işçi patronu tarafından canlı canlı yakılınca, hayatının baharında bir kadın onu malı gibi gören ve boşanmayı kabul etmeyen eski kocası tarafından onlarca kişinin gözü önünde yere yatırılıp ensesinden vurulunca, aklımıza en fazla olayın failinin yakasına yapışmak, daha çok ise bu ülkeden çekip gitmek geliyor.
Üzgünüm, ama o kadar kolay değil. Bu korkunç olayların her birinin haysiyetsiz failini hep beraber linç edip parçalasak da dünyada adaletsizlik azalmaz. Çünkü adaletsizlik bireylerin bireylere yaptığı bir şey değil. Bireyler sadece kendi paylarına düşen adaletsizliği başkalarına yıkmaya çalışıyor.
Evet, bunu bilhassa en şerefsiz, alçak insanlar yapıyor. Ama, farkında mısınız, sayıları her geçen gün artıyor.
Cezasızlıktan mı sanıyorsunuz? Hayır. Herkesin sadece kendi kurtuluşunu aradığı bir dünyada adaletsizlik azalmaz, artar. Bugün de adaletsizlik büyük bir hızla artıyor. Adaletsizlik arttıkça, başkalarının pahasına onun yükünden kaçmak isteyen bencillerin de sayısı ve yaptıkları alçaklıkların şiddeti artıyor.
İçinde yaşadığımız toplumsal düzen eşitsizlik ve adaletsizlik üzerine kurulu. Bu düzen, en temel insani duygularımıza aykırı. Ama bu düzende bireysel kurtuluş ancak başkalarının zararına, bencilce olabilir. Adaleti ise ancak bu düzeni yıkıp, kimsenin yoksul ya da zengin olmadığı, eşitliğe dayalı yeni bir toplum kurarak, yani hep beraber kurtularak sağlayabiliriz.
1https://www.legislation.gov.uk/ukpga/Geo4/5/83
/././

















