CUMHURİYET "Köşebaşı" -3 Mart 2025-

 

Trump ve yeni jeopolitik-Ergin Yıldızoğlu-

Cehennemin kapısında “Buraya girenler, bütün umudu terk edin” yazıyormuş. Jeopolitik kapısında “Girince, ahlak, adalet, dostluk, kavramlarını geride bırakın. Burada sadece güç var” yazıyor. 

Geçtiğimiz hafta, ABD, Birleşmiş Milletler’de, Avrupalı müttefiklerine karşı Rusya ile birlikte oy kullandı. Trump ve Vance, Ukrayna Cumhurbaşkanı  Zelenski’yi Oval Ofis’te pusuyu düşürüp canlı yayında fena halde  “fırçalayarak” aşağıladılar. Rusya’da Medvedev “kendini bilmez domuz Oval Ofis’te şamarı yedi” derken Avrupa başkentlerinde şok yaşanıyordu. Böylece ABD, Avrupa’nın stratejik dayanağı olma rolünü terk ediyor, 1945 sonrası dünya düzeni çöküyor. Tüm bunlar dünyanın güç, şantaj, pazarlık, haraç üzerine kurulu yeni bir düzene sürüklenmekte olduğunu gösteriyor. 

ABD-AVRUPA İTTİFAKININ SONU MU?

ABD-Avrupa ittifakı, “Batı dünyasının” temel taşı olmuş, ortak “güvenlik”, ABD hegemonyası altında karşılıklı bağımlılık ilişkileri üzerine inşa edilmişti. NATO, AB-ABD ortaklığı, Balkanlar, Ortadoğu ve Doğu Avrupa’daki “krizlere” ortak tepkiler bu hegemonya ve ittifak ilişkileri üzerinde oluşuyordu. Şimdi, Trump’ın BM’de Avrupa karşı Rusya ve Kuzey Kore ile aynı safta yer alması, 1945’ten bu yana benzeri görülmemiş bir kopuşa işaret ediyor. Bu kopuş, Almanya’nın yeni şansölye adayı Merz’in, “Haziran ayına kadar NATO ölmüş olabilir” uyarısını güçlendiriyor. 

Gerçekten de ABD, Avrupa güvenliğinin artık yalnızca Avrupa’nın sorunu olduğunu söylüyor, Trump Ukrayna’yı kapsayan güvenlik garantilerini reddediyor, Avrupa liderlerine karşı küçümseyici bir tavır sergiliyor. 

‘MAFYA TARZI SİYASET’ İLE ÜÇ KUTUPLU DÜNYA

Trump’ın iktidara taşıdığı faşizm, ABD, Rusya ve Çin’in hegemonya bölgelerden oluşan üç kutuplu bir dünya düzeni yaratmayı, bunu Avrupa’da desteklediği faşist rejimler üzerinden denetlemeyi amaçlıyor. The Economist, “Trump, güç, tehdit ve gizli anlaşmaların uluslararası hukukun yerini alacağı küresel bir güç için mafya benzeri bir mücadele başlattı” diyor. 

Örneğin, ABD Savunma Bakanı Hegseth, Meksika’ya yönelik askeri eylem uyarısında bulundu. Bir analist, “Ya ABD Grönland’ı almak için Danimarka’ya asker indirirse?” diye soruyor. Trump ABD’nin Ukrayna’dan 500 milyar dolar alacağı olduğunu iddia ederek, hiçbir askeri yardım sözü vermeden Ukrayna’nın stratejik metallerinin yarısını istiyor. Artık toprak, teknoloji, güvenlik ve ulusal egemenlik pazarlık konusudur. 

PEKİ YA AVRUPA

Şimdi Avrupa’da Macron, Starmer, Merz gibi liderler tarihi bir karar vermek zorunda olduklarını düşünüyor, bu üç kutuplu dünya düzeni içinde “AB bağımsız bir küresel güç olabilir mi” sorusuna cevap arıyorlar. 

Almanya’da Merz, “ABD’den bağımsızlaşmayı” savunuyor. Fransa, Avrupa savunma çerçevesini güçlendirmeye amaçlıyor. İngiltere’nin Washington ile Brüksel arasında bir köprü olma niyeti, geçtiğimiz hafta yaşananların ışığında gerçekçi görünmüyor. Avrupa ya kendi güvenlik altyapısını bir Avrupa ordusu biçimde kuracak ya da NATO’yu güçlendirerek kendi denetimi altına almaya çalışacak. Geçen yüzyılın ilk yarısına kıyasla çok daha yaygın, derin kapitalist ilişkiler dünyasında AB ya bir 4. emperyalist merkez olarak yükselmeye çalışacak. Ya da parçalanıp belki de tarihe paylaşılan bir alan olarak karışacak. 

Trump’ın Zelenski’yi Oval Ofis’te aşağılamasını, kimi yorumcular, 1914’te Arşidük Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da suikasta uğrayınca Avrupa’daki güç dengesinin altüst olmasına benzettiler. 

Tabii ki Trump’ın Zelenski’yi aşağılaması dramatik bir suikast değil. Ancak dramatik bir mesaj taşıyor: Ukrayna’nın kaderi artık ABD’nin umurunda değil, Avrupa kendi başının çaresine bakmalı. Avrupa’nın kolektif güvenliği için kurulan 1945 sonrası sistem, yerini kaba kuvvetin egemen olduğu bir düzene bırakıyor. 

1945 sonrası dünya düzeni, kolektif güvenlik ve kuralların güçten üstün olduğu fikri, aslında ABD hegemonyası anlamına geliyordu. Ancak Trump’ın ABD’si, hegemonya restorasyonu için müttefiklerinden rıza alma çabalarını terk ederek mafya tarzı bir küresel güç ilişkileri sistemine yöneliyor. Büyük güçlerin dışında kalan ülkelerin ulusal egemenlikleri, toprak bütünlükleri de artık tehlikededir. Faşizm yükselirken militarizm, sömürgecilik eğilimi de yükseliyor.

                                                     /././

Sağa kayış devam ediyor -Ergin Yıldızoğlu-

Almanya’da genel seçimlerde Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU/ CSU) oyların yüzde 29’unu olarak birinci parti oldu, yeni hükümeti kurmaya hak kazandı. Ancak seçimlerden en kazançlı çıkan partilerin faşist AfD ve sol Linke olduğu söylenebilir. AfD oylarını önceki seçimlere kıyasla 10 puan artırarak yüzde 21’le ikinci büyük parti konumuna yerleşti. Şimdi Meclis’te CDU/CSU’nun 208 iskemlesine karşılık AfD’nin 152 iskemlesi var. Solda Linke oylarını 6 puan artırarak yüzde 9 ile barajı geçti; 64 iskemle kazandı.

MERKEZ ERİDİ

Merkez partilerinden Sosyal Demokratlar (SPD), Yeşiller ve Liberal Demokrat Parti oy ve iskemle kaybettiler: SPD 9 puan oy kaybetti, iskemle sayısı 120’ye düştü; bu oranlar Yeşiller için 3 puan ve 85 oldu, Ulusalcı sol olarak tanımlanan BSW barajı geçemedi ama solun aldığı oy toplam yüzde 14’e yaklaştı. Kısacası merkez partiler eridi.

Peki, şimdi yeni hükümeti, seçimlerden birinci parti olarak çıkan CDU/CSU kurmuyor mu? O da bir merkez partisi değil mi? Üstelik, koalisyon ortağı SPD olmayacak mı?

Durum aslında daha karmaşık. CDU/CSU ile SPD arasında, kamu harcamaları, göçmen politikaları, hatta küresel ısınmaya karşı önlemler konularında ciddi farklar var. CDU/ CSU göçmenler konusunda AfD’ye çok yakın, göçmenlerin haklarını kısıtlamaya yönelik bir yasayı AfD desteğiyle, SPD oylarına rağmen çıkarmıştı. Şimdi, CDU/ CSU eğer SPD ile hükümet kurarsa göçmen hakları alanında taviz vermeye zorlanacak. Bu durumda, AfD’nin “Söz verdiklerini yapamıyor” suçlamasıyla karşı karşıya kalacak; toplumsal desteği daralmaya başlarsa CDU/CSU’nun koalisyonu sürdürme arzusu hızla kaybolabilir.

İkincisi, CDU/CSU başkanı şansölye adayı Metz’i merkez sağ olarak tanımlamak zor. Birincisi göçmen hakları konusunda AfD ile iş yaparak bir “kırmızı çizgiyi” aştı. İkincisi, savaş suçlusu ve soykırım kararlarını protesto etmek içini, herkesten önce Netanyahu’yu davet edecekmiş. Almanya geçmişte bir soykırım suçlusuydu; bugün yeni şansölyesi bir “soykırım inkârcısı”. Üçüncüsü, kamu harcamalarını, sağlıklı eğitim gibi refah yükseltici alanlara değil savunma sanayisinde yapmak istiyor. Bunun için de Rusya tehlikesini, NATO çökebilir korkusunu, militarizmi, Alman milliyetçiliğini körüklemekten çekinmiyor. Bu üç konuda kendisiyle aynı frekansta olan AfD’ ile iş yapma olasılığı da “asla” demesine karşın çok yüksek. CDU/ CSU yasa geçirmek için AfD ile işbirliği yapmıştı; SPD ile koalisyon kuramazsa ya da kurulan koalisyonu yönetemezse gidecek bir başka kapısı da yok. Trump yönetimi de o “kırmızı çizginin” kalkması için baskı yapıyor.

TARİH DE UMUT VERMİYOR

Almanya seçimlerinde geleceğe yönelik umut veren tek gelişme Linke’nin aniden hem de ağırlıklı olarak gençleri ve kadın seçmeni kendine çekerek oylarını yüzde 3’ten yüzde 9’a çıkartmış olması.

Almanya tek örnek değil ve genel olarak egemen sınıflar açısından faşist seçeneklerin artmakta olması de ilk değil.

İngiltere “imparatorluğu” çözülürken ABD’nin ve karşısında Almanya’nın yeni hegemonya adayları olarak öne çıktığı, dünyanın kaynaklarının yeniden paylaşma arzusu güçlenmeye başladığı, 19. yy sonunda ırkçılık, milliyetçilik yabancı düşmanlığı, göç dalgası yükseliyordu. Faşizm, düşünce ve hareket olarak şekilleniyordu. Elektrikli aletler, otomotiv, savaş sanayi, havacılık, haberleşme alanlarında, kimya, nükleer fizik alanlarında bilimsel, teknolojik gelişmeler hızlanmıştı. Bu ortamda, “yeniden paylaşım” arzusu I. Dünya Savaşı’na yol açtı. Savaşın yıkıntıları üzerine gelen pandemi, tüm çelişkileri daha da sertleştirdi, küreselleşme parçalanmaya başladı finansal kriz ekonomileri çökertti, toplumsal, uluslararası kutuplaşmaları derinleştirdi.

Günümüzde ABD “imparatorluğu” ittifaklarını kaybetmeye başlarken, karşısında yükselen Çin’in “Küresel Güney” kurduğu ittifaklar zenginleşirken, diğer benzerlikler de çok belirgin. Ancak iki önemli fark da söz konusu. O zaman dünya çapında güçlü bir işçi hareketi vardı. Bugün yok, Almanya’da Linke’nin oyunu artırması önemli ama bir fark yaratabilmesi için yüzde 30’lara çıkartmayı, kitlesel bir düzeye ulaşmayı başarması gerekiyor.

Almanya seçim sonuçları kapitalist uygarlığın andaki durumuna geleceğine yönelik gelişmeye başlayan eğilimlere ilişkin önemli ipuçları veriyor.

TÜSİAD ve öteki sınıf -Ergin Yıldızoğlu-

Rejimin TÜSİAD’in eleştirilerine verdiği tepki AKP’yi neoliberal kapitalizmin partisi sananların kafasını karıştırdı. Bu kesim bir iktidar (sınıflar) blokundan söz ediyordu ama bu blokun içindeki sınıflardan yalnızca birini büyük sermayeyi tanıyordu. Peki blokun öteki ortağı hangi sınıftı? Bu sorunun cevabına, geçen hafta, rejimin siyasi pratiğinde tanık olduk. 

ESKİ VE YENİ

Rejimin tepkisinin siyasi, tarihsel arka planını Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Eski Türkiye’yi özlüyor olabilirsiniz ama yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz.” ... “Eski Türkiye’de siyaseti istedikleri gibi dizayn ediyorlardı. Gazete manşetleri vasıtasıyla iktidarlara ayar veriyorlardı. Biz buna dur dedik” ifadeleriyle ortaya koydu. 

Cumhurbaşkanı, iki “gerçeği” hatırlatıyordu: Birincisi artık bir “yeni Türkiye” var. İkincisi “eski Türkiye’de” “siyaseti dizayn eden, gazete manşetleri yoluyla iktidarlara ayar veren” bir güce, toplumsal konuma sahip TÜSİAD artık başka bir şeydir; “Eski Türkiye’de” siyasal iktidarın yanı sıra kültür endüstrisi yoluyla da iktidar olan bir “kesim” bugün artık bu konumunu kaybetmiştir; şimdi “haddini bilmelidir.” “Yeni Türkiye’de” siyasi iktidar ve medya üzerinden, topluma kültürel müdahale olanağı başka bir “kesimin” elindedir. Özel olarak rejimin, genel olarak siyasetin ve kültür savaşlarının merkezinde bu “kesimin” iradesi yatmaktadır. 

VE SINIFLAR

Peki bu, başka “kesim” nedir? Birincisi bu “kesimin” bir tarihi ve bu tarih içinde bir evrimi olmalıdır. İkincisi, bu “kesimi”, bir sınıf tanımına izin veren öğeler üzerinde düşünmek gerekir. Burada birincisine değinemiyorum, yerim yok. İkincisine odaklanırsam: Üretim araçlarının mülkiyeti, toplumsal iş bölümü içindeki konumları, bu ikisinden dolayı toplumsal artığın  paylaşılması sürecindeki yerleri ve pay alma kapasiteleri, sınıfları tanımlar. 

“Üretim aracı” deyince akla önce, insan bedeninin uzantısı olarak işleyen “şeyler” (alet, makine) gelir ama doğrudan üreticinin bu “şeylerle” bir araya geldiğinde üretim yapabilmesi için iki koşulun sağlanması gerekir: (1) Bu “şeylerin” özelliklerinin, işleyiş biçimlerinin ve kullanılma amacının bilgisi. (2) Üreticilerini üretim araçlarıyla birleşmesinin bu biçimini kabul ettirecek bir ideolojik-psikolojik şekillenmeyi olanaklı kılan özgün bir “simgesel sistem”/kültür. 

Gerçekten de “bilgi”, üretim araçlarının çok kritik bir bileşenidir. Buna, üretim sürecinin aynı zamanda yeniden-üretim süreci olduğu, verili düzeni mümkün kılan, koruyan söylemin, kodların üretilmesinin de kapitalist üretimin ayrılmaz bileşeni haline geldiğini de eklemek gerekir. 

Bu noktadan bakınca da bilginin ve simgesel sistemin üretimi, kontrolü ve imhasına ilişkin pratikler, üretim aracı mülkiyeti, bu yolla artı-değerden pay alma olanağı, dolayısıyla sınıf pratikleri olarak karşımıza çıkıyorlar. 

Peki Türkiye’de, geçmişte ve içinde bulunduğumuz tarihsel dönemde  bilgiyle arasında mülkiyet ilişkisi olan, bu yolla toplumsal ekonomik artığa ulaşma gücüne sahip bir sınıf var mıdır? Varsa nerededir? 

Osmanlı düzeninden bu yana bilginin özgün bir biçimi olan dini bilginin  mülkiyeti (üretimi, kontrolü ve denetimi), yaşam mekânları, beden pratikleri, bağlamında toplumun geri kalanından farklı, bu farkın temsil edildiği kurumlar ve ayrıcalıklar yoluyla toplumsal artı-değerden pay alan bir kesim vardır. Bu, AKP aracılığıyla devlete ulaşmış, bu yolla artı-değer dağılımını da düzenleme olanağı elde etmiş bir kesimdir. Bu “kesim”, siyasal İslamın lider/egemen sınıfı olarak İslami entelijansiya/ ruhban sınıfıdır. Devleti ve kültürü harekete geçirme kapasitesine bakarak da artık bunun “yeni Türkiye’nin” egemen sınıfı olduğunu da kabul etmek gerekir. 

İlk 15 yılın ucuz/kolay yabancı kaynak girişinin beslediği “sahte refah”  döneminde TÜSİAD ile bu artıdeğer üretimine ve ticarete dayalı kapitalizmden farklı bir ekonomi politiğe sahip, yeni egemen sınıf arasında kurulu ittifak, ekonomik kriz içinde, “pasta küçülürken bozuldu”, bir artı-değeri paylaşma (kâr, faiz, rant arasında) savaşı giderek sertleşti. 

Bir “sınıf iktidarı” durumunun sonuçlarını hesaba katmadan muhalefet yapmak en iyi durumda havanda su dövmek, en kritik durumda, siyasi, hatta fiziki olarak intihar etmek anlamına gelecektir.

                                                     /././

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -2 Mart 2025-

1 Mart tezkeresinin reddinden sonra Amerika, BOP ve tek adam rejimi -Hatırlatmalar/Birgün-

1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddedilmesini sağlayan en önemli güç kuşkusuz ki bütün ilerici toplumsal muhalefetin savaşa karşı birleşik tutumu ve mücadelesi oldu. Savaş tezkeresinin görüşüldüğü 1 Mart gününde Ankara’da Sıhhıye Meydanı’nda toplanan yüz bini aşkın insan, Meclis’te AKP saflarına kadar etki yaratabildi.

1 Mart 2023’te Irak’a yönelik savaş tezkeresinin Meclis’te reddedilmesinin üzerinden on yıllar geçti. ABD’nin Irak işgaline Türkiye’yi katmak için talep erttiği "yurt dışına asker gönderme ve Türkiye’de yabancı asker bulundurma" konusundaki yetki tezkeresi 62 bin ABD askerini kapsıyordu. 255 uçak ve 65 helikopteri aşmamak kaydıyla yabancı silahlı kuvvetlerin geçici olarak konuşlandırılmak üzere 6 ay süreyle Türkiye’de bulunması; bunların Türkiye dışına intikallerinin en kısa sürede tamamlanması ve yabancı Hava ve Deniz Kuvvetleri ile özel kuvvetlerin unsurlarının muhtemel bir harekâtta kullanılmalarını sağlayacaktı.

Irak işgaline karşı oluşan toplumsal muhalefet dalgası, AKP içerisinde de karşılık bulmuş ve tezkere oylamasında bir bölünmeyle sonuçlanmıştı.

Bu karar, ABD’nin 11 Eylül 2001’deki El-Kaide saldırıları sonrasında hızlandırdığı Büyük Ortadoğu Projesi ekseninde savaş politikalarına karşı, toplumsal muhalefetin dünya çapındaki en etkili karşı koyuşlarından birisi oldu.

1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddedilmesini sağlayan en önemli güç kuşkusuz ki bütün ilerici toplumsal muhalefetin savaşa karşı birleşik tutumu ve mücadelesi oldu. Savaş tezkeresinin görüşüldüğü 1 Mart gününde Ankara’da Sıhhıye Meydanı’nda toplanan yüz bini aşkın insan, Meclis’te AKP saflarına kadar uzanabilecek bir etkiyi yaratabildi.

Bu karar süreç içinde Türkiye’nin AKP eliyle Ortadoğu’daki Amerikan planı içinde sürüklenmesine engel olamadı. Türkiye, ABD tarafından Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eş Başkanı olarak iktidara getirilen Erdoğan eliyle adım adım Suriye’ye kadar uzanacak savaşın içine sürüklendiği gibi, bu plana bağlı olarak İslamcı bir dönüşüme uğratıldı.

ECEVİT, GÜL, ERDOĞAN VE 1 MART TEZKERESİ

11 Eylül saldırıları sonrasında ABD Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk sahnesini Afganistin işgaliyle kurdu. Bunun ardından -sonradan yalan olduğu ortaya çıkacak- kimyasal silahlar iddiasıyla Irak’ı hedef tahtasına koydu.

O dönemde, MHP, ANAP, DSP koalisyon hükümetinin başbakanı olarak görev yapan Bülent Ecevit, Irak’a yönelik müdahale planı karşısında temkinli bir tutum izlemeye çalışıyordu. Büyük ekonomik krizin etkisiyle sarsılan bu iktidarın sona ermesinde, ABD’nin Irak’a yönelik planına karşı gösterilen direncin de önemli bir etkisi oldu. IMF kıskacında Derviş’le izlenen yıkım politikalarının etkisinin toplumda derin bir yoksulluk olarak hissedildiği bu dönemde, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı, AKP iktidarının kapısını araladı.

Tayyip Erdoğan’ın, henüz iktidara gelmeden Beyaz Saray’da ağırlandığı bu süreçte, AKP ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne bağlı olarak adım adım iktidara taşındı. 28 Şubat’ta siyasal İslamcılara yönelik ince müdahale ile Erbakan’ın etkisizleştirilmesine paralel olarak, Erdoğan ve Gül ikilisi etrafında oluşturulan yeni siyasal İslamcı güç merkezi de doğrudan bu projenin bir parçası olarak gerçekleştirildi.

Türkiye’nin BOP içinde etkin bir görev üstlenebilmesi için, ABD ile uyumlu bir siyasal İslamcı güç merkezi AKP ve Cemaat ikilisi etrafında şekillendirildi. AKP’nin iktidara taşınması sonrasında başlayan dönem aynı zamanda ülkenin siyasal İslamcı bir faşizme dönüştürülmesi süreci olarak yaşandı.

1 Mart tezkeresi tam da bu noktada bir kırılma noktası olarak yaşandı. Erdoğan’ın henüz yasağını aşamadığı bir dönemde, gündeme gelen 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi, ABD için bir hayal kırıklığına dönüştü. Başbakanlık koltuğunda oturan A. Gül’ün tüm çabalarına, Erdoğan’ın bütün milletvekilleri üzerinde kurduğu büyük baskıya rağmen tezkere geçmedi. Bunun ardından başlayan süreç 1 Mart’ın dersleriyle birlikte, Türkiye’nin dönüşümünün hızlanacağı bir süreç olarak yaşandı.

1 MART, ABD VE TEK ADAM REJİMİ

Erdoğan ve Gül’ün tüm çabalarına karşın tezkerenin geçmemesi, ABD için ayrı bir değerlendirme konusu oldu. TSK’nın tezkereye ayak diremesi, sonrasında ordunun Büyük Ortadoğu Projesi’ne uyumlulaştırılmasını hedefleyecek Ergenekon operasyonlarını gündeme getirdi. Aynı dönemde siyasal İslamcı dönüşümün önünde engel olarak görülen solun etkisizleştirilmesine yönelik operasyonlar da bizatihi Amerikan planının parçası olarak gerçekleştirilmeye çalışıldı.

Öte yandan da ABD, kendi çıkarları için Türkiye’de kısmi demokratik ortamın yok edilmesi gerektiği hususunu özellikle 1 Mart’ın bir dersi olarak değerlendiriyordu. CIA Türkiye eski şefi Paul Bernard Henze, 2006 yılında Beyaz Saray’a sunduğu Türkiye raporunda bu konuda şöyle diyordu, “Türkiye’nin bu şekliyle, Amerikan politikalarının yanında olacağından emin olamayız. Ülkeyi kuranlar, denetim mekanizmasını çok sıkı tutmuşlar. Hükümeti ikna ettiğimizde Meclis, Meclis’i ikna ettiğimizde ordu, orduyu ikna ettiğimizde yargı karşımıza geçebiliyor. Eğer Amerika’nın çıkarı Türkiye’de bir federal devlet kurulması ise mutlaka ve öncelikle yargı, ordu, Meclis ve hükümeti tek elde toplayan başkanlık rejimine geçilmelidir. Bir kişiyi ikna etmek, birbirini denetleyen yapıyı ikna etmekten daha kolay olacaktır. Eğer o kişi Amerikan çıkarlarına yardım etmek konusunda tereddüt ederse, bir kişi üzerine kurulmuş yapıyı yıkmak, Amerika için sorun olmaz”.

O tek kişi zaten çok önceden seçilmiş Tayyip Erdoğan’dan başkası değildi. Wikileaks’in ortaya çıkardığı Amerika’nın gizli belgelerinde, Erdoğan hakkında yapılan şu değerlendirme de bu bağlamda hatırlanmalı, “Türkiye’nin en güçlü politikacısı olan Tayyip Erdoğan, bizim AK Parti hükümetini, Irak ve ABD’nin diğer stratejik çıkarları konusundaki kamuoyu görüşünü etkileyebilme yeteneğimiz açısından anahtar nitelik taşıyor.”

Bütün bunlar Türkiye’nin bu büyük karanlığa nasıl sürüklendiğini anlamak için olduğu kadar, ülkemizin bugün olup bitenlere bakarken de akılda tutulması gereken gerçekleri…

***

ERDOĞAN: BUSH BENDEN RİCA ETMİŞTİ

Sonraki yıllarda Erdoğan o dönemi anlatacaktı. Şubat 2016’da Güney Amerika turundan dönüşte uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Erdoğan, “Suriye’de bir fiili durum oluşturulur mu” sorusuna Irak için Meclis’te çıkarılmak istenen tezkereyi hatırlatarak şunları söyledi: “Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler. Birileri de gizli kulisler attılar. O insanların kimler olduğunu araştırır bulursunuz. 1 Mart tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye, Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı. 1 Mart tezkeresi ilk anda geçseydi, Türkiye masada olacaktı. O zaman Bush (ABD Başkanı), benimle yaptığı görüşmelerde bir ricada bulundu. Ama maalesef biz kendi arkadaşlarımızın yanlışıyla baş başa kaldık.”

Erdoğan bu açıklamasında Bush ile işgal konusunda yakın temas halinde olduklarını ve partisini ikna edemediğini söylüyor. Bu tutum kendisine 2004-2005 yıllarında Türkiye’nin BOP/GOP Eş Başkanlığı sürecinde fayda sağlayacaktı. Örneğin ABD Başkanı George Bush, 2004 NATO zirvesinin son gününde, Galatasaray Üniversitesi'nde, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'ni (GOP) savunan bir konuşma yaptı. Bush, Irak demokrasisinin doğuşunun ise Ortadoğu'da reformlara umut vereceğini, Tahran ile Şam'a mesajlar göndereceğini anlattı ve Türkiye'ye GOP'ta demokratik ortak rolü nedeniyle teşekkür etti. Sonraki yıllarda Erdoğan, üç ülke olarak GOP’un alt biriminde eş başkanlık rolü üstlendiklerini belirtti.

***

TOPLUMSAL MUHALEFETİN ETKİSİ

2002’nin ilk aylarında kurulan savaş karşıtı hareketin ortak platformu genişletilerek Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’na dönüştü. Koordinasyon’un oluşum sürecinde ilk toplantı "1 Aralık Koordinasyonu" ismiyle gerçekleşti. Platformda sendikalardan meslek odalarına, siyasi partilerden sanatçı inisiyatiflerine pek çok kesim vardı. Tezkerenin görüşüleceği gün Ankara’da çok büyük bir miting düzenlendi. Medya kuruluşları da bu mitinge ilgisiz kalmadı ve kamuoyunun ilgisini çekti. O günlerde AKP’de bölünmeler olacağı konuşuluyordu. Nitekim Ahmet Sever, Abdullah Gül ile 12 Yıl kitabında o günleri şöyle anlattı: “Elbette savaş isteyenler de boş durmuyorlardı. Sonra basından öğrendik ki Cüneyt Zapsu, Ömer Çelik ve Egemen Bağış tezkerenin kabulü için çırpınmışlar. Özellikle Zapsu, ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ile telefonda sürekli temas halinde olmuşlar.”

O dönemde Erdoğan henüz Başbakan değildi. Yaklaşık tezkerenin reddinden 8 gün sonra 9 Mart 2003 Siirt Milletvekili Yenileme Seçimi’nde Meclis’e girdi. Girer girmez de ABD ile ilişkileri sıkılaştırmak için çaba harcadı.

***

TEZKERE ÇIKMAZI

1 Mart 2003 tarihinde tezkere meclise geldi. AKP yönetimi büyük bir çıkmazla karşı karşıya kaldı. Tezkereyi geçirmek istese de özellikle sol, sosyalist muhalefetin başını çektiği savaş karşıtı eylemler ve toplumda açığa çıkan savaş karşıtı tutum AKP içinde de yarılmaya sebep oldu. Gerek Erdoğan gerekse Abdullah Gül tezkerenin geçmesi için çalışmışlar, milletvekillerini ikna etmek için uğraşmışlardı. Kabul için gerekli 267 oya ulaşılamadı 264 oyda kaldı. Tezkerenin reddinden sonra AKP ortaya çıkan durumun hükümetin bir tercihi olmadığını bunun hükümete rağmen gerçekleştiğini göstermek için girişimlerde bulundu. İncirlik Üssü tezkerenin reddinden kısa bir süre sonra ABD uçaklarına açıldı. Dönemin Savunma Bakanı Vecdi Gönül “ Tezkereyi geçiremesek de Türkiye’den 4300 uçuşa izin verdik şeklinde bir açıklamada bulunmuştu. Erdoğan ise The Wall Street Journal gazetesinde kendi adıyla çıkan bir yazıda “Ülkem sadık bir dostunuz ve müttefiğinizdir” diyerek ABD’ye yaranmaya çalışıyordu.

***

BOP VE AKP’NİN MİSYONU

ABD’nin Irak’ı işgali geliştirdiği BOP kapsamında şekillendi. Sovyetler’in çöküşü sonrası ABD Ortadoğu’da hem enerji geçiş alanlarını tutmak hem de bölgeyi küresel sermayeye uygun dönüştürme projesi çerçevesinde politikalar izlemeye başladı. Daha sonrasında adına BOP denilecek politika bölgede küresel sermayenin ihtiyaçlarına cevap verecek rejim değişikliklerini de zorunluluk olarak dayatıyordu. Bu bağlamda Soğuk savaş politikaları çerçevesinde gündeme getirdiği yeşil kuşak projesiyle ortaya çıkan radikal İslamcı dinamiklerin batıyla uyumlu ılımlı İslamcı bir dönüşüme uğratılması elzem hale gelmişti. 11 Eylül 2001 yılında Taliban’ın ABD’ye saldırısı bu süreci hızlandırdı.

Türkiye’de AKP'nin iktidara gelmesi ise bölgesel, sınıfsal ve uluslararası gelişen yeni dinamiklerin eseri olarak açığa çıkmıştı. 28 Şubat süreci ve Milli Görüş Hareketi içindeki bölünme ve emperyalizmin bölgeye yönelik politikalarına eklenme hevesi içindeki yenilikçilerin kurduğu oluşum emperyalizmin bölgeye yönelik yönelimlerine uygun bir muhteva taşıyordu. Daha sonra Erdoğan’ın 28 Şubat’ta milli görüş Gömleğini çıkarttık sözü bu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır. Erdoğan AKP’nin kurulmasından sonra 2002 yılında ABD’yi iki defa ziyaret etti. Ocak 2002’de yaptığı ziyarette gerek Bush’la gerekse savunma bakanı Richard Perle ile yaptıkları görüşmelerde Irak’ın işgali durumunda Türkiye’nin her türlü yardım ve desteği sağlayacağı yolunda güvence verdi. ABD Mart ayında Türkiye’nin uluslararası koalisyona katılarak Irak’a asker göndermesini ve ABD asker ve mühimmatlarının Türkiye’de konuşlanmasını talep etti. Diğer yandan İncirlik başta olmak üzere hemen hemen bütün havaalanı ve limanların destek üssü olarak kullanılmasını talep ediyordu.

***

ÇUVAL OLAYI VE BOP EŞ BAŞKANLIĞI

ABD Temmuz 2003’te tezkerenin reddine karşılık CENTCOM öncülüğünde bir hizaya çekme operasyonu gerçekleştirdi. Süleymaniye’deki Türkiye Özel Kuvvetler Komutanlığı'na baskın yaparak 11 Askeri alıkoyarak başlarına çuval geçirmişti. Bu vaka “Çuval Olayı” olarak tarihe geçti. 60 saat alıkonulan askerler için Türk yetkililere uzun süre bilgi verilmedi. ABD misillemenin ötesinde Irak’ın yeniden şekillendirilmesi noktasında Türkiye’ye verilen bir mesajı da içeriyordu. ABD’nin Iraklı Kürtlerle süreci götüreceğini ve Türkiye’nin bu denklemi bozmaya yönelik hamlelerde bulunmaması gerektiğine işaret ediyordu. Türkiye 2004’te ABD’nin ilan ettiği BOP projesine destek sunduğunu hatta eş başkanı olduğunu ilan etti. Bunun bölgeye dair pratik sonuçlarından biri de Barzani liderliğindeki Irak’ın Kuzeyi'ndeki Kürt yönetimiyle hasmane tutumunu bırakarak siyasi ve ekonomik işbirliğine girmesi oldu.

***

PARÇALANAN TOPLUMSAL MUHALEFET

Irak savaş tezkeresi geçmemiş olmakla birlikte, sonrasında Türkiye BOP sahnesinin en önemli aktörlerinden birisi olmaya devam etti. Bu noktada, Türkiye’de oluşan muhalefetin de parçalanmasının etkisinden kuşkusuz ki söz etmek gerekir. Irak Savaşı’nda ortaya çıkan muhalefet birikimi, sonrasında hızla parçalanmaya uğratıldı. Bunun en önemli nedenlerinden birisi bir darbe-şeriat ikilemi içinde, AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştireceğine ilişkin liberal yanılgılar içinde oldu. Bu doğrultuda muhalefet içinden çok önemli bir kesim, bir biçimde uzun yıllar AKP’nin yanında saf tutarak, AKP karşıtı muhalefetten koptu.

Bir başka önemli nokta ise, Türkiye solunun önemli bir bölümünün ABD’nin Orta Doğu müdahaleleri karşısında hayırhah bir çizgi izlemesi oldu. Anti-emperyalist bir savaş karşıtı mücadele çizgisi karşısında solun önemli bir kesimi, ABD müdahalelerini bölgedeki diktatörlüklerin sona ermesi için bir fırsat olarak değerlendirdi.

NATO bombalarıyla Libya’nın yok edilmesi ve Kaddafi’nin cihatçı çetelerce linç edilmesini, “sonunda hayırlı oldu” diye alkışlayan, Suriye’deki cihatçı çeteleri “devrimin köstebekleri”, “diktatörün mezar kazıcıları” olarak ilan eden yaklaşımlarla birlikte, güçlü bir savaş karşıtı hareket oluşturmak hiç de mümkün olmadı.

Kuşkusuz ki soldaki bu yalpalamanın önemli noktalarından birisi de Suriye’de Kürt hareketinin ABD ile iş birliği içinde Rojava’da bir iktidar alanı oluşturmuş olması oldu. Bu da Türkiye solunun özellikle Kürt hareketi etrafında toplanmış kesimlerinin, Suriye ve Orta Doğu’da anti-emperyalist bir tutum almamasında etkili oldu.

Bu anlamda Irak’ta savaşa karşı oluşturulan toplumsal muhalefet süreç içinde adım adım parçalanarak, büyük bir dağılmaya uğradı.

                                                                ***

Devrimci hareketin onurlu ve hüzünlü bir parçası Kürşat Timuroğlu

Kürşat Timuroğlu, 1953 yılında Türkiye'de dünyaya geldi.

Sol görüşlü, mücadeleci bir ailenin çocuğu olarak daha küçük yaşlardan itibaren  devrimci  fikirlere tanıklık etti. Henüz iki yaşındayken öğretmen babasının tutuklanmasına ve evlerine yapılan polis baskınına şahit oldu; böylece yaşamın çok erken bir döneminde baskıyla tanıştı.

Ailesinden miras aldığı bu direnişçi ruh, onun gençlik yıllarına damga vurdu. Daha lisedeyken derslerinde özellikle matematikte çok başarılıydı ve ileride mimar olma hayali kuruyordu. Sola ilgisi onu erken yaşta devrimci literatürle buluşturdu. 17-18 yaşlarına geldiğinde Karl Marx, Friedrich Engels ve Vladimir Lenin'in eserlerini özgün dilinden okuyacak kadar kendini geliştirmiş, aynı anda İngilizce öğrenip Marksist klasikleri İngilizce kaynaklardan özümsemeye çalışacak denli azimli bir öğrenci olmuştu.

TÜRKİYE’DE DEVRİMCİ MÜCADELEYE ADIM ATIŞI

1970’lerin çalkantılı siyasi atmosferinde Kürşat Timuroğlu, genç bir üniversite öğrencisi olarak mücadeleye katıldı. İTÜ’ye mimarlık okumak üzere girmişti; fakat 12 Mart 1971 askerî darbesinin sert siyasi ikliminde okulda barınmasına izin verilmedi. Başarılı bir öğrenci olmasına rağmen hakkında disiplin soruşturmaları açıldı ve üniversiteden uzaklaştırıldı.

Aynı dönemde, 1970’lerin başlarında Kürt hareketiyle dayanışma içinde olan Devrimci Doğu Kültür Dernekleri‘nin (DDKD) İstanbul örgütlenmesinin kurucuları arasında yer almıştı.

Timuroğlu, daha gençlik yıllarında hem Türk hem Kürt emekçilerinin ortak mücadelesine inanmış bir devrimciydi.

Ne var ki bu aktif siyasi faaliyet, onu hızla devletin ve faşistlerin hedefi haline getirdi. 1975 yılında henüz 22 yaşındayken İstanbul'da silahlı bir saldırıya uğradı. Kürşat vuruldu ve ağır yaralandı. Saldırganın kaçmasına rağmen Kürşat mucizevi şekilde hayatta kaldı. Bu olay sonrası tutuklanarak Sağmalcılar Cezaevi’ne gönderildi ve yaklaşık yedi ay hapiste kaldı.

Dönemin tanınmış avukatı Orhan Apaydın, Kürşat’ın hukuki mücadelesini üstlendi. Yapılan duruşmalarda, Kürşat’ı vuran kişinin aslında bir sivil polis olduğu ortaya çıktı: Mustafa Şen adlı bu şahıs, önce kendini üniversite öğrencisi olarak tanıtmış ancak mahkemede sıkışınca polis kimliğini göstererek “Dur dedim, durmayınca vurmak zorunda kaldım” diyerek kendini savunmuştu. Böylece olayın bir provokasyon olduğu anlaşıldı ve Kürşat Timuroğlu haksız yere tutuklu bulunduğu cezaevinden tahliye edildi.

Bu suikast girişimi ve devlet içindeki karanlık güçlerin kumpası, Kürşat’ın ne denli tehlikede olduğunu gözler önüne serdi. Avukatı, duruşmalarda edindiği izlenimlerle Timuroğlu’na “Kürşat’ı kesinlikle vuracaklar, kurtuluşu yok” diyerek ciddi bir uyarıda bulundu.

Bu uyarı üzerine, henüz 23 yaşındaki Kürşat için sürgün yılları başladı.

SÜRGÜN: ALMANYA YILLARI VE MÜCADELENİN DEVAMI

1976'da Kürşat Timuroğlu, can güvenliği kalmadığı için sahte pasaportla yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Rotasını birçok başka politik mülteci gibi Avrupa'ya, Almanya'ya çevirdi. Hamburg kentine yerleşen Timuroğlu, burada kısa sürede dil öğrendi ve eğitimine devam etti.

Azmi sayesinde yalnızca altı ay içinde Almanca iletişim kurabilecek düzeye geldi ve kendini yeni yaşamına uyarladı.

Almanya’da ilk başlarda çeşitli işlerde çalışarak hayatını kazanırken bir yandan da devrimci faaliyetlerini sürdürdü. Mesleki olarak Hamburg Gençlik Merkezi’nde sosyal hizmetler alanında eğitmenlik yapmaya başladı; Türk ve Kürt göçmen gençlerin eğitimine ve uyumuna yardımcı oluyor, onların sorunlarıyla yakından ilgileniyordu.

Elbette Kürşat Timuroğlu için gurbet, mücadelenin sona erdiği bir sığınak değildi. 1980 darbesi sonrasında Türkiye’den Avrupa’ya göç etmek zorunda kalan binlerce devrimciyle birlikte, Devrimci Yol hareketinin Avrupa örgütlenmesinde aktif rol aldı.

1980’lerin ilk yarısında Avrupa’daki Türkiyeli devrimci örgütler arasında birlik arayışları vardı. Bu kapsamda 1982’de BİR-KOM adlı (Birleşik Komite) bir anti-faşist cephe kurulmaya çalışıldı.

Kürşat Timuroğlu, bu platformda Devrimci İşçi dergisinin temsilcisi olarak toplantılara katılıyor, Türk ve Kürt işçilerin Türkiye’deki 12 Eylül cuntasına karşı ortak mücadelesini savunuyordu.

Gerek konuşmaları gerek makaleleriyle geniş kesimlerin saygısını kazandı. Onu tanıyan yoldaşları, kendisinin hem entelektüel derinliği hem de örgütçü yetenekleriyle doğal bir lider olarak sivrildiğini belirtirler.

Etrafındakilere güven aşılar, mücadele azmiyle örnek olurdu. En sevdiği şeylerden biri de çocuklarla vakit geçirmekti – “sanki bütün dünyanın çocukları onundu” diyecek kadar yüreğinde engin bir sevgi taşıyordu babasına göre.

1980'lerin ortalarına gelindiğinde Kürşat Timuroğlu, Almanya’da yaşayan Türkiyeli işçiler arasında oldukça tanınan bir devrimciydi. Devrimci Yol’un Avrupa kanadında yayın faaliyeti yürüten Devrimci İşçi dergisinin ve aynı isimli işçi kolektifinin önder kadrolarındandı.

PKK TARAFINDAN HAMBURG’TA ÖLDÜRÜLDÜ

O dönem içinde PKK hem kendi içinde hem de sola yönelik bir şiddet politikasına yönelerek, Avrupa’daki sol gruplara yönelik saldırılara girişti. 1984-1987 yılları arasında PKK, Avrupa’da kendine muhalif gördüğü birçok devrimciye suikastler düzenledi. Bu tutum Avrupa’daki Devrimci Yolcular tarafından ciddi bir eleştiri konusu oldu. Bu tartışmalar  içinde Kürşat da PKK’nin hedefi haline geldi.

25 Şubat 1986, Hamburg. Soğuk bir kış günü Kürşat Timuroğlu, St. Georg semtindeki evinden kısa bir süreliğine dışarı çıktı. Amacı köşedeki dükkândan biraz erzak almaktı. Ancak evinin önünde pusu kuran karanlık bir gölge, haftalardır beklediği anın geldiğini düşünüyordu. Kürşat adımını sokağa atar atmaz, saldırgan bir kafeden fırlayıp ona doğru koştu ve tabancasını ateşledi.

İlk kurşunlar Kürşat’ı sırtından vurdu. Ne olduğunu anlamaya çalışarak sendeleyen Kürşat, yaralı halde kendini yakındaki bir dükkânın içine attı. Peşini bırakmaya niyeti olmayan suikastçı, dükkânın kapısına kadar gidip, yere yığılan Kürşat’ın başına son bir kurşun daha sıktı.

Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan 32 yaşındaki Kürşat Timuroğlu, iki gün boyunca komada kaldıktan sonra ne yazık ki yaşam mücadelesini kaybetti. Kürşat Timuroğlu 10 Mayıs 1986’da memleketi Ankara’da Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi.

KATİLİN YAKALANMASI VE YARGI SÜRECİ

Hamburg’daki suikastın failleri konusunda ilk başta Alman emniyeti kesin kanıt elde edememişti.

Gerçek fail, yıllarca gölgede kaldı. Ancak 1990’ların başında beklenmedik bir gelişme yaşandı. 1993 yılında Alman polisine gönderilen isimsiz bir ihbar mektubu, Kürşat’ın katilinin kimliğini açık ediyordu.

Bu mektupta, suikastı gerçekleştiren kişinin PKK üyesi Ferit Aycan olduğundan bahsediliyor; hatta söz konusu şahsın İstanbul’daki açık adresi ve telefon numaralarına kadar bilgiler veriliyordu.

Dava dosyalarına da girdiği üzere, katil 1986’da cinayeti işledikten sonra Suriye’ye, PKK kamplarına geçmiş; oradan Türkiye’de gönderilmişti. Ferit Aycan, 23 Aralık 1992’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne kendi gerçek adıyla başvurarak resmi bir pasaport almıştı.

Bütün bu inanılmaz detaylar, daha sonra Can Dündar’ın köşe yazısında “Koruma Altında Bir Katil” başlığıyla kamuoyuna duyurulacaktı. Dündar soruyordu: “Interpol’ün 1993’ten beri aradığı bir PKK’lı katil, nasıl olur da bunca güvenlik bariyerini aşıp pasaport alır, şirket kurar, ev satın alır, ülkeye defalarca girip çıkabilir? Kimler, ne amaçla korudu Kürşat Timuroğlu’nun katilini?”

Ferit Aycan, 18 Eylül 2000’de Hırvatistan sınırından geçerken rutin bir kontrolde yakayı ele verdi. 2 Ocak 2002'de Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi’nde sonuçlanan davada, Ferit Aycan “PKK’nın emriyle Kürşat Timuroğlu’nu öldürmek” suçundan ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.

UNUTULMAYACAK…

Kürşat Timuroğlu, aradan geçen on yıllara rağmen, dostlarının ve yoldaşlarının gönlünde yaşamaya devam ediyor. Onu tanıyan herkes, onun mütevazı kişiliğini, entelektüel birikimini ve sarsılmaz devrimci duruşunu saygıyla anıyor.

Kürşat Timuroğlu’nun hayatı ve mücadelesi, devrimci hareketin onurlu fakat hüzünlü bir parçasıdır. Ardında bıraktığı miras, birleşik mücadele ruhu ve devrimci ahlâkın önemidir. Ölümü ne kadar acı verici olsa da, Kürşat’ın adı mücadele tarihine altın harflerle kazınmıştır. Onun yaşam öyküsü, zulme karşı direnen herkes için ilham kaynağı olmayı sürdürecektir.

                                                               ***

Sofrada yangın var.

Artan yoksulluk, yurttaşın gündemindeki yerini koruyor. İPA verilerine göre nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde en yüksek gıda enflasyonuna sahip ülke Türkiye. İTO’ya göre ise İstanbul’daki yıllık gıda enflasyonu % 46,39.

Derinleşen ekonomik krizin gölgesinde günden güne artan gıda enflasyonu gündemdeki yerini koruyor.

İstanbul Planlama Ajansı (İPA) Başkanı Buğra Gökce, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde gıda fiyatlarında en çok artışın Türkiye’de olduğunu açıkladı.

Gökce’nin derlediği verilere göre Siyonist işgal altındaki Filistin’in gıda enflasyonu bile Türkiye’nin altında. Gökce, açıklamasının devamında şu ifadeleri kullandı: “İsrail’in başlattığı saldırılar nedeniyle Filistin’de gıda enflasyonu 2024 yılı Kasım ayında yıllık bazda yüzde 121’e çıkarken, 2025 yılı Ocak ayında yıllık gıda enflasyon yüzde 21,86’ya düştü. Aynı dönemde Türkiye’de gıda enflasyonu yıllık bazda yüzde 41,76 olarak gerçekleşti. İran’da yıllık gıda enflasyonu yüzde 27,3 olurken, Mısır’da yüzde 20,8, Suudi Arabistan’da ise sadece yüzde 0,8 olarak gerçekleşti. Yani bu Ramazan gıda fiyatları açısından en çok yoksullaşanlar bizim halkımız oldu.”

Bugünün BirGün'ü

Gökce, açıklamasına şöyle devam ettti: “TÜİK’e göre 2003’ten bu yana ortalama fiyatlar 24 kat, gıda fiyatlarıysa 35 kat arttı! Gıda fiyatlarındaki artış dar gelirlileri ve çalışanları daha fazla etkiliyor. En düşük yüzde 20’lik gelir grubu toplam gelirin yüzde 6,3’ünü alırken, bu grubun harcamaları içinde gıdanın payı yüzde 36,6. En yüksek yüzde 20’lik gelir grubu toplam gelirin yüzde 48,1’ini elde ederken harcamaları içindeki gıdanın payı sadece yüzde 14,5. Yani emekliler, çalışanlar, dar gelirliler gıda harcaması yaptıktan sonra başka harcama kalemlerine daha az oranda para ayırabiliyor, varsıl olanlarınsa bütçesinde gıda harcamaları önemli bir yer tutmuyor. Yüksek enflasyon ve gıda fiyatlarındaki artış nedeniyle bu Ramazan'da vatandaşın mutfağında yangın var.

İSTANBUL’DA YILLIK GIDA ENFLASYONU YÜZDE 46

İstanbul Ticaret Odası (İTO) da Şubat 2025’te İstanbul Tüketici Fiyat Endeksi’nin aylık bazda yüzde 3,19 arttığını açıkladı. Yıllık enflasyon oranı ise yüzde 45,35 olarak hesaplandı. Geçen aya kıyasla, en yüksek fiyat artışı yüzde 4,14 ile çeşitli mal ve hizmetler grubunda görülürken, onu yüzde 4,09 ile lokanta ve oteller, yüzde 3,93 ile konut, yüzde 3,41 ile gıda ve alkolsüz içecekler takip etti. Ev eşyası harcamalarında yüzde 2,3, eğitimde yüzde 1.98, eğlence ve kültürde yüzde 1,48, ulaştırmada yüzde 1,40, alkollü içecekler ve tütünde yüzde 0,25 oranında fiyat artışı yaşandı.

İstanbul Tüketici Fiyat Endeksi’ndeki değişimde, çeşitli mal ve hizmetler, lokanta ve oteller, konut ve gıda harcamaları gruplarındaki fiyat artışları etkili oldu. Toptan Eşya Fiyatları Endeksi ise Ocak 2025’teki yüzde 2,83’lük artışın ardından, Şubat 2025’te yüzde 2,33 yükseldi. Yıllık bazda toptan fiyatlar yüzde 35,10 artarken, yıllık ortalama değişim oranı yüzde 48,61 olarak gerçekleşti. Şubat ayında toptan fiyatlarda en yüksek artış yüzde 8,91 ile kimyevi maddeler grubunda kaydedildi. Gıda maddelerindeki artış yüzde 3,37 oldu. Yıllık ortalama bazda ise inşaat malzemeleri yüzde 95,42 ile en fazla fiyat artışı görülen grup oldu. Gıda maddelerindeki artış ise yüzde 46,39 oranında oldu. Onu yüzde 39,52 ile yakacak ve enerji, yüzde 36,80 ile işlenmemiş maddeler ve yüzde 31,60 ile madenler takip etti.

                                                                ***

Diyanet bütçeyi deldi geçti -Mustafa Bildircin-

Diyanet’in 2024 yılı mali tablolarının bulunduğu faaliyet raporu hazırlandı. 2024’te 97,2 milyar TL harcayan Başkanlık, 4-6 yaş grubundaki 224 bin çocuğa dini eğitim verdi, 2 milyar TL’lik mal satın aldı.

Aralarında icracı bakanlıkların da yer aldığı çok sayıda bakanlığı bütçesi ile geride bırakan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2024 yılı harcamalarının detayları belli oldu.

Başkanlığın 28 Şubat 2025 tarihinde yayımlanan 2024 Yılı Faaliyet Raporu, fahiş harcamaları gözler önüne serdi.

2024 yılına 91 milyar 824 milyon 805 bin TL’lik başlangıç ödeneği ile başlayan başkanlığın, yılı 97 milyar 259 milyon 407 bin TL’lik harcama ile tamamladığı öğrenildi. Diyanet’in 97,2 milyar TL’lik fahiş harcamasının 83 milyar TL’si, 140 bini dayanan personeli için yaptığı harcamalardan oluştu.

ÖDENEK ÜSTÜ HARCAMA

Diyanet’in 2024 yılına yönelik mali tablolarını da içeren faaliyet raporu, başkanlığın fahiş harcamalarına ayna tuttu. Çok sayıda bakanlığı geride bırakan bütçesinin yetersiz olduğundan hemen her yıl yakınan başkanlığın, 2024 yılında başlangıç ödeneğinin 5 milyar 434 milyon 602 bin TL üzerinde harcama yaptığı belirlendi.

MAL ALIMINA 1,9 MİLYAR TL

2024 yılına yönelik toplam 91,8 milyar TL’lik başlangıç ödeneği ile yetinmeyen ve 97,2 milyar TL’lik harcamaya imza atan başkanlığın gider kalemleri şöyle sıralandı:

• Personel: 83 milyar 95 milyon TL

• SGK Devlet primi: 10 milyar 471 milyon TL

• Mal ve hizmet alım: 1 milyar 989 milyon TL

• Cari transferler: 617 milyon 818 bin TL

• Sermaye giderleri: 1 milyar 85 milyon TL

4-6 YAŞA DİNİ EĞİTİM

Diyanet’in, iktidarın yönlendirmesi ve Milli Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere işbirliği yapılan kamu kurumlarının desteği ile çocuklar ve öğrenciler üzerinde giderek artan etkisi de 2024 Yılı Faaliyet Raporu’na yansıdı. Raporda, çocuk psikologlarının, “Erken yaşta dini eğitim, çocukta geri dönülemez zararlara yol açabilir” uyarılarına karşın sayıları giderek artan 4-6 yaş grubuna yönelik Kuran kurslarına ilişkin verilere de yer verildi.

2023-2024 eğitim-öğretim yılında 4-6 yaş Kuran kursu sayısının 6 bin 271’e ulaştığı belirtildi. Başkanlığın verilerine göre, 4-6 yaş Kuran kurslarında 2024 yılında toplam 224 bin 311 çocuk eğitim gördü.

Başkanlığın, “Yaygın Dini Eğitim” kapsamında yürüttüğü diğer bazı çalışmalar, şöyle paylaşıldı:

• Camilerde Kur’an Öğretimi Programı kapsamında camilerde açılan 6 bin 311 kursta 101 bin 541 öğrenciye,

• Camilerde Kur’an Öğretimi Hafta Sonu Kur’an Kursları Programları kapsamında 601 kursta 9 bin 303 öğrenciye,

• 7-10 Yaş Grubu Kur’an Kursları Öğretim Programları kapsamında bin 397 kursta 36 bin 667 öğrenciye,

• Kur’an Kurs-Okul İşbirliğine Dayalı Örgün Öğretimle Birlikte Hafızlık projesi kapsamında 184 kursta 18 bin 78 öğrenciye eğitim verildi.

***

BÜTÇEDEN ŞİKÂYET

Diyanet İşleri Başkanlığı, “Zayıflık” olarak gördüğü unsurlara da faaliyet raporunda yer verildi. Personel giderleri dışındaki bütçenin yetersiz olmasından şikâyet eden başkanlık, zayıflık olarak gördüğü diğer bazı unsurları ise şöyle sıraladı:

• Kurumsal aidiyet bilincinin geliştirilmesine ihtiyaç olması.

• Sosyal tesisler ile lojman imkânlarının yetersiz kalması.

• Yayın hizmetlerinin içerik ve erişim bakımından hedef kitleye arzu edilen ölçüde ulaşamaması.

• Personelin bir kısmının mesleki yeterliliğinin istenen düzeyde gerçekleşmemesi.

***

DEV ORDU

Diyanet’in faaliyet raporu, 2018 yılında 124 bin 407 olan personel sayısının 2024 yılı sonu itibarıyla 140 bini aştığını da açığa çıkardı.

Başkanlığın yıllara göre personel sayısı, tablolara şöyle kayda geçirildi:

• 2018: 124 bin 407

• 2020: 127 bin 892

• 2022: 137 bin 563

• 2023: 140 bin 185

• 2024: 143 bin 429                         ***

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -2 Mart 2025-

Başpınar’da baskılara rağmen eylemler sürüyor: Grand Halı ve Yalçın Kardeşler işçileri fabrika önünde direniyor.

Antep Başpınar'da valiliğin eylem yasağı kararlarının mahkeme tarafından iptal edilmesine rağmen polis ve jandarma baskıları sürüyor. Yalçın Kardeşler ve Grand Halı işçileri direnişe devam ediyor.

Antep – Başpınar OSB’de yüzde 30 zam dayatmasına karşı insanca yaşanacak bir ücret talebiyle başlayan eylemler devam ediyor. Valiliğin eylem yasaklarına karşı direnişi sürdüren Has Çuval işçileri eylemlerine kazanımlar elde ederek son verirken Yalçın Kardeşler ve Grand Halı işçileri ücret zammı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talepleriyle direnişlerini sürdürüyor.

Has Çuval’da işçiler, kıdem tazminatlarının eksiksiz şekilde verilmesi ve Kod 49 gerekçesiyle işten çıkarılan işçilerin çıkış kodunun kaldırılması üzerine anlaşmanın sağlanmasıyla eyleme son verirken Yalçın Kardeşler işçileri ise 28 Şubat’ta fabrika önünde yeniden başlattıkları eylemi sürdürüyor. Jandarmanın işçilere “ara buluculuk” girişimlerinin ardından sabah saatlerinde de fabrika önündeki direnişlerini sürdürüyor.

Grand Halı’da keyfi polis müdahaleleri karşısında direnişe devam

Gaziantep Valiliği tarafından 13 Şubat’ta tüm ilde eylem ve toplanma yasağı kararına rağmen Başpınar işçilerinin eylemleri devam ederken Gaziantep 5. İdare Mahkemesi, 27 Şubat’ta Başpınar'daki yasak kararı uygulamasına durdurma kararı verdi. 28 Şubat’ta ise Başpınar OSB’de Grand Halı işçileri yüzde 30 dayatmasına karşı iş bırakarak fabrika önünde toplandı.

Polis eyleme geçen işçilere mahkemenin durdurma kararı verdiği valilik yasağını bahane göstererek müdahale etti. İşçileri zorla fabrika önünden karşı kaldırıma süren polis dün sabah da fabrika önünde toplanan işçilere müdahale etti.

Grand Halı işçilerinin düşük ücrete karşı başlattıkları iş bırakma eylemi sürüyor. İşçiler, dün sabah saatlerinde yeniden gerçekleşen polis müdahalesine “Direne direne kazanacağız” sloganları ile cevap verdi. Bir işçi, polisin müdahalesine, “Bizi ikaz edeceğinize gidin ustabaşını ikaz edin, haklarımızı versin” diyerek tepki gösterdi. Bir başka işçi ise, “Böyle mi olur? Ben hakkımı istiyorum. Çıksın er meydanına vermiyorum desin. Ben terörist değilim işçiyim” dedi. Müdahale sırasında bir işçi bayıldı.

BİRTEK-SEN: Başpınar’da OHAL rejı̇mı̇ sürüyor!

Birleşik Tekstil İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN) dün gerçekleştirdiği basın açıklaması ile başlıca Grand Halı işçilerine yasak kararının durdurulmasının ardından gelen polis müdahalelerine ve Başpınar OSB işçilerinin eylemlerine yönelik polis ve jandarma baskılarına tepki gösterdi.

Açıklamada, “Mahkeme kararının ardından, dün itibarıyla fabrika önündeki direnişler yeniden hız kazanmış̧; Yalçın Kardeşler, Has Çuval işçileri eylemlerine yasak kararının bitmesinin ardından da devam etmiş̧, Grand Halı işçileri ise yüzde 30 sefalet zammını kabul etmeyerek direnişe geçmiştir. İşçilerin talepleri aynı olduğu gibi, gördükleri muamele de değişmemiştir” ifadelerine yer verildi.

“Polis ve jandarma ekipleri işçilere yasağın sürdüğünü, eylemlerine devam etmeleri halinde gözaltına alınacaklarını söyleyerek açıkça doğru olmayan bilgileri yaymıştır. Öyle ki işçileri gruplar halinde ikna ederek içeri sokmaya çalışmışlardır. Başpınar işçileri, evlerine bir lokma fazla ekmek götürebilmek için çıktıkları her direnişte polis ve jandarma baskısıyla karşılaşıyor. Antep’te OHAL rejimini aratmayan bu görüntüler, tamamen patronları ve onların çıkarlarını korumak içindir. İşçilerin ekmek kavgasının OHAL uygulamalarıyla bastırılmasına izin vermeyeceğiz!” açıklamasıyla keyfi yasak uygulamasına tepki gösterilirken sendika işçilerin eylemlerine yapılan baskıların bir an önce son bulması ve BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen’in serbest bırakılması taleplerini yineledi. 

Türkmen halen tutuklu

BİRTEK-SEN Genel Başkanı Mehmet Türkmen 14 Şubat’ta çalışma hürriyetini engelleme ve suç işlemeye tahrik iddialarıyla aynı hafta ikinci kez gözaltına alınmış, 17 Şubat’ta tutuklanmıştı. Türkmen’e 14 Şubat’ta yaptığı bir basın açıklaması nedeniyle ise hakkında yeni bir soruşturma başlatılmıştı. Dün “Devletin kurum ve organlarını aşağılama” suçlamasıyla hakim karşısına çıkan Türkmen’e duruşma sonunda ev hapsi ve adli kontrol ve yurt dışına çıkış yasağı uygulanmasına karar verildi. Türkmen’in tutukluluğu devam eden dosyası nedeniyle sürüyor.

                                                      ***

Adım adım yargı nasıl AKP’nin aparatına dönüştü?

Yargıdaki kadrolaşma ve bağlı gelişen siyasallaşma süreci bir günde olmadı. İlk önemli hamle 2010'daki anayasa referandumu iken esas darbe başkanlık sistemi ile geldi.

Bugün yargı sistemi en çok siyasallaşma düzeyi ile tartışılıyor. Ancak yargıdaki kadrolaşma ve bağlı gelişen siyasallaşma süreci bir günde olmadı. Yıllara yayılan yasal düzenlemelerle yargı adım adım iktidarın sopası haline dönüştürüldü.

AKP, ilk iktidar yıllarından itibaren yargıyı kontrol etmek ve iktidarını güçlendiren bir araca dönüştürmek için çaba harcadı. Ancak bu yolda ilk önemli hamle 2007 referandumu oldu. Referandumla ilk kez cumhurbaşkanını halkın seçmesi gündeme getirildi. Ordu başta olmak üzere devlet bürokrasisi ve Avrasyacı siyasi blok buna ayak diredi. Genelkurmayın 27 Nisan muhtırasına yanıt Ergenekon operasyonu oldu. Devamında gelen Balyoz, KCK, askeri casusluk gibi operasyonel dava dosyalarına “yasal düzenlemeler” eşlik etti.

2010 anayasa referandumu

AKP’nin yargı üzerindeki hakimiyetini sağlayan dönüm noktalarından ilki 12 Eylül 2010 referandumu oldu. 2010 anayasa değişikliği ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu hükümetin güdümüne girdi. Anayasa Mahkemesinin yapısı değişse de üyelerinin atamasında cumhurbaşkanının belirleyiciliği arttı. 12 Eylül rejimini sonlandıracağı iddia edilen anayasa değişikliği rejimi, AKP’nin ve o dönem baş müttefiki olan Gülen Cemaatinin ihtiyaçlarına uygun yeniden tahkim edildi. Referandum sonrası Gülencilerin polis ve yargı içerisindeki etkinliği arttı. Referandumla devlet içindeki geleneksel güç odaklarının tasfiyesi de sağlanırken hemen sonrasında Erdoğan ve Gülenciler arasındaki egemenlik mücadelesi de başlamış oldu. Gezi direnişi, çözüm süreci, bölge illerindeki operasyonlar, kayyımlar ve yaygın tutuklamalar da bu dönemde oldu.

Öküz öldü, ortaklık bozuldu

AKP ile cemaat arasındaki ortaklık 17-25 Aralık 2013’te yargı ve emniyet içerisindeki Gülenci kadroların Erdoğan ve yakın çevresine yönelik başlattığı rüşvet ve yolsuzluk operasyonu ile bozuldu. 17 Aralık sonrası AKP tek hedef olarak kendi kadrolarını yargı içerisinde etkin hale getirmeye yoğunlaştı. 12 Ekim 2014 tarihinde yapılan HSYK seçimleri bu açıdan kritik bir yerde duruyordu. AKP, Yargıda Birlik Platformunu cemaate karşı bir koalisyon olarak sundu ve bir kez daha, ulusalcı ve liberal “sol”un bir kısmının desteğini alarak başarılı oldu. AKP, HSYK seçimlerini kazandıktan hemen sonra HSYK’nin kurumsal yapısını ve seçim yöntemini bir kez daha ihtiyacına uygun olarak değiştirdi.

2016: Allah’ın lütfu

2016’daki darbe girişimi ise AKP’nin yargı üzerindeki iktidarını mutlaklaştırdığı sürecin başlangıcı oldu. Erdoğan’ın “Allah’ın lütfu” diye nitelediği darbe girişimi sonrası yargıdaki cemaatçi kadrolar tasfiye edildi, yerine müttefik güçler konumlandırıldı.

Hakim ve savcıların üçte biri FETÖ üyesi olduğu iddiasıyla ihraç edildi, yerlerine çok sayıda hakim ve savcı alındı. Adalet Bakanlığı, ihtiyaç olan hakim ve savcıları alırken bizzat AKP üyesi kişileri tercih etti. 2016’dan bu yana AKP’de yöneticilik sıfatı bulunan binin üzerinde avukat, hakim ve savcı oldu. 70 puan barajı da kaldırıldığı için yargıda yandaş kadrolaşmanın önü açıldı. Hukukun askıya alındığı bu uzun süreli dönemde Anayasa da askıya alındı, ülke OHAL ile yönetildi.

Bu süreçte Erdoğan’ın en büyük destekçisi Devlet Bahçeli oldu. Başkanlık sistemine geçilmesi için ilk çağrıyı yapan da Bahçeli’ydi.

Son darbe: Başkanlık sistemi

16 Nisan 2017’de şaibeli bir halk oylamasıyla kıl payı kabul edilen anayasa değişikliği ile parlamenter sistem sona erdi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen ve tüm yetkinin tek adamda toplandığı sisteme geçildi. HSYK’nin adındaki yüksek kelimesi çıkartıldı, Hakimler ve Savcılar Kuruluna (HSK) dönüştü ve yapısı değiştirildi.

HSK, yargının yürütmeye bağımlılığının temel taşı oldu. Yüksek yargıdaki atamalarda “tek adam” yani cumhurbaşkanı belirleyici hale geldi. Bu ortamda yüksek yargı kurumlarının başkanları, siyasi parti genel başkanı olan Cumhurbaşkanı ile beraber çay toplamaktan, onun önünde cübbelerini iliklemeye çalışmaktan çekinmedi.

                                                              ***

10. Yargı Paketi: Tüm topluma yeni mengene -Eylem Nazlıer-

10. Yargı Paketi’ni değerlendiren ÖHD Genel Merkez Yöneticisi Avukat Erhan Çiftçiler, yeni düzenlemelerle siyasallaşmış yargı pratiğinin sonuçlarının daha da ağırlaştıracağını söylüyor.

Hükümet tarafından hazırlanan ve önümüzdeki günlerde Türkiye Büyük Millet Meclisine (TBMM) sunulması beklenen 10. Yargı Paketi tutuklama ve ceza infaz rejimine dair ciddi tartışmaları beraberinde getirdi.

Paketteki düzenlemeleri değerlendiren ÖHD Genel Merkez Yöneticisi Av. Erhan Çiftçiler Türkiye’de tutuklamanın artık bir cezalandırma yöntemi haline geldiğini vurguladı: “Tutuklama aslında bir mevzuat problemi değil. Mevcut yasalar bile tutuklamanın istisna olması gerektiğini söylüyor. Ancak pratikte bunun tam tersi bir tablo var. Özellikle siyasi davalarda tutuklamayı kural haline getirildi.”

Hukukçuların en çok eleştirdiği konulardan biri de çifte standart! Çiftçiler bunu şöyle açıklıyor: “Mesela bir kişi sokak ortasında başka birini bıçaklıyor ve bazen tutuklanmıyor. Ama bir gazeteci hükümetin hoşuna gitmeyen bir haber yaptığında veya bir sosyal medya kullanıcısı iktidarı eleştiren bir paylaşım yaptığında tutuklanabiliyor. ‘Propaganda’ veya ‘yanıltıcı bilgiyi yayma’ suçlarının alt sınırı 2 yılın altında olmasına rağmen insanlar uzun süre tutuklu kalabiliyor. Yani bu düzenleme, pratikte bir şey değiştirmeyecek.” Çiftçiler, hükümetin paketi “demokratikleşme” yönünde bir adım olarak sunmasının ise göz boyama amacı taşıdığını ifade etti.

İnfaz uygulamasında yapılacak değişiklikleri de yorumlayan Çiftçiler, adli suçlar için sık sık af kapsamı genişletilirken siyasi suçlar için cezaların ağırlaştırıldığına dikkat çekti: “Türkiye’de infaz rejimi adli suçlar için bir cennet, siyasi suçlar için ise tam anlamıyla bir cehennem. Yolsuzluk yapmış, hırsızlık suçu işlemiş bir kişi 20 yıl ceza alıyor, ancak bunun bir kısmını kapalı cezaevinde, bir kısmını açık cezaevinde geçiriyor ve denetimli serbestlikle hızla tahliye ediliyor. Sadece yazı yazan bir gazeteci ise ‘örgüt propagandası’ suçlamasıyla aldığı cezanın neredeyse tamamını cezaevinde geçirmek zorunda kalıyor.”

‘İnfaz sistemi köklü şekilde değişmeli’

Şu anda cezaevlerinin tamamen boşaltılsa dahi mevcut infaz rejimiyle dört-beş yıl içerisinde yine dolacağına dikkat çeken Çiftçiler, “Çözüm köklü bir infaz yasası reformu. Eğer demokrasi kaliteli değilse, hukuk güvenilir değilse, ekonomi kötüye gidiyorsa, toplumsal ahlaki yozlaşma varsa cezaevleri dolmaya devam eder. Sorun, mevzuat değil, sistemin kendisidir” dedi.

Mahpus sayısı sürekli artıyor

Ceza infaz ve tutuklama rejimine paralel olarak Türkiye’deki ceza infaz kurumlarının sayısı ve kapasitesi yıllar içinde önemli ölçüde arttı. Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü verilerine göre 2002 ile 2024 yılları arasında 40 bin kapasiteli 394 ceza infaz kurumu kapatılırken, 234 bin 532 kişilik kapasiteli 299 yeni ceza infaz kurumu açıldı.

Türkiye’de en fazla cezaevinin yer aldığı il İstanbul. Silivri ve Maltepe Ceza İnfaz Kurumu kampüsleri başta olmak üzere toplam 26 cezaevi bulunuyor. 2002’de 49 bin 512 olan mahpus sayısı yıllar içinde sürekli artarak 2025 itibarıyla 392 bin 456’ya ulaştı.

Mevcut ceza infaz kurumlarında 335 bin 799’u hükümlü ve 56 bin 657’si tutuklu olmak üzere toplam 392 bin 456 mahpus bulunuyor. Türkiye’deki cezaevlerinin toplam kapasitesi ise 301 bin 397.

Adalet Bakanlığının 2025’e dair en önemli vaadi ise yeni cezaevleri. Bakan Yılmaz Tunç 11 cezaevi yapımının sürdüğünü ve 2025 için 21 cezaevi projesinin ise etüt edildiğini bakanlığın bütçe görüşmeleri sırasında açıklamıştı.

                                                          ***

Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -3 Mart 2025-

TÜİK şubat ayı enflasyon verilerini açıkladı: Yıllık yüzde 39,05; aylık yüzde 2,27 Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre şubatta yıllık ...