NATO’nun Türkiye işgali -BİRGÜN/HATIRLATMALAR -29 Haziran 2025-

İran ile İsrail arasındaki çatışmalar bugün için son bulsa da bölgemizde emperyalist genişleme politikalarının ve “medeniyetler savaşı” tezinin tetiklediği istikrarsızlıklar, uzun yıllar sürmeye devam edecek. Siyonist liderler daha İsrail kurulmadan verdikleri “Ülkemiz Batı’nın Ortadoğu karakolu olacaktır” sözünü yaklaşık 80 senedir tutmaya devam ediyor. Ancak, bölgemizde Amerikan emperyalizminin tek karakolu İsrail değil.

NATO’nun kurulduğu 1949 yılından beri hem askerî üsler hem de istihbarat örgütleri eliyle bölgemizde rejim değişiklikleri, darbeler, iç savaşlar, devletlerarası çatışmalar sürdürülmeye devam ediyor. Hedef, 1945’ten bu yana ABD ile çelişkili ülkeleri kuşatmak, bölgemizin enerji kaynaklarını sömürmek, istikrarsızlığı istikrar haline getirerek bağımlılık ilişkilerinden kurtuluşu imkânsızlaştırmak. Bu hedef, Ortadoğu özelinde Suriye’de CIA eliyle rejimin değiştirildiği 1949 yılından beri sürdürülüyor. Şu anda yaşanan hiçbir bölgesel gerilim de NATO ve Amerikan çıkarlarından bağımsız düşünülemez.

Öyle ki İsrail-İran çatışması başladıktan sonra –yalnızca İsrail saldırılarında akla gelen– Tahran’daki ceberut rejimin yıkılması gerektiği argümanıyla emperyalist işgale verilen hayırhah onaylar, 80 yıldır tüm dünyada kimliksel gerilimlerin, katliamların, otoriter rejimlerin, emperyalizmden bağımsız ortaya çıkmış, otantik kötülükler olduğu iddiasına dayanıyor. Oysaki İran’ın 1978’de İslamcıların eline geçmesinin öncülü, 1953’te halkın demokratik yollarla seçtiği hükümetin NATO-CIA eliyle ortadan kaldırılarak yerine Amerikancı Şah’ın getirilmesine dayanıyor. Doğrudan Amerikan emperyalizminin sonucu olan bir rejimin ve kötülüklerinin İsrail eliyle sonlanacağını düşünebilmek için, tarihi dünden başlatabilmek gerekiyor.

Türkiye de NATO merkezli Amerikan yayılmacılığı açısından 1945’ten beri özel bir önemde. Soğuk Savaş döneminde SSCB’nin kuşatılması, Ortadoğu ülkelerine yönelik siyasal etki ve istihbarat operasyonları, Akdeniz’de Amerikan kontrolünün sağlanması gibi hedefler temelinde Türkiye’nin ABD’ye askerî, siyasi ve ekonomik bağımlılığı tahkim edildi. Öyle ki bunun güvence altına alınabilmesi için 12 Eylül’den, AKP’nin iktidara getirilmesine onlarca siyasi operasyona girildi. Nitekim Türkiye, kâğıt üzerinde taraf olmadığı İsrail-İran çatışmasında bile Tel Aviv’e NATO üsleri üzerinden sinyal istihbaratı sağlayarak, ABD’nin bölgemizdeki her adımında taşeronluk görevi görmeye devam ediyor.

Bu hafta, Türkiye’nin NATO tarihini, gençliğin Amerikan işgallerine karşı eylemlerini ve tüm dünyada emperyalizmin NATO-CIA eliyle işlediği suçları okurlarımıza hatırlatıyoruz.

***

TÜRKİYE’NİN NATO TARİHİ

Türkiye’nin ABD ile askerî ortaklıkları, ilk olarak savaş sonrası iklimde İnönü döneminde yapılan anlaşmalarla başladı. Savaş sonrasında dünyanın “Batı’sında” ABD’nin ayakta kalan tek kapitalist güç olması sebebiyle Washington’da Almanya, İngiltere ve Fransa başta savaşın büyük bir tahribat yarattığı Avrupa ülkelerinin Sosyalist Blok karşısında güçlendirilmesini esas alan yardım politikaları devreye sokuldu. Öte yandan Sovyetler çeperindeki ülkeler askerî ve ekonomik yardımlarla Amerika’nın ileri karakolu haline getirildi. CIA’nin 1948 tarihli Turkey broşürü, ülkenin ABD’nin güvenliği açısından önemini ortaya koyarken, sonraki yıllarda da çeşitli CIA yayınlarında, Türkiye’de üs faaliyetlerinin Akdeniz üzerindeki kontrol için önemi vurgulanmıştır.

Keza ABD’nin 1948-1951 yıllarındaki Ankara Büyükelçisi George Wadsworth, hazırladığı raporda “Doğu-Batı arasındaki savaşta” Türkiye’nin tarafsız kalmak isteyeceğini, ancak üs ve tesislerini ABD lehine açabileceğini belirtmiştir.

Türkiye ile bu kapsamda Şubat 1945’te imzalanan ilk anlaşmaya eklenen “Türkiye Cumhuriyeti hükûmeti, tedarik edebilmek vaziyetinde bulunduğu ve müsaade edebileceği maddeleri, hizmetleri, sühuletleri veya malumatı Amerika Birleşik Devletleri’ne temin edecektir” ifadesi, bağımlılığın ilk günden güvence altına alınma niyetinin göstergesiydi. Bu madde sayesinde ABD Türkiye’nin limanlarını, havaalanlarını, istasyonlarını kullanmaya başladı ve 1945 sonrasında Amerikalı uzmanlar ülkemizi mesken tutmaya başladı.

1947’de “Türkiye’ye Yapılacak Yardım Hakkında Anlaşma” imzalandı. Bu anlaşma ile ordunun eğitim ve teçhizatlanması Amerika’ya bağımlı hale getirilecekti. Truman Doktrini çerçevesinde yapılan bu yardımlarla başlayan sürecin bir sonraki aşaması Türkiye’nin NATO’ya dahil edilmesi oldu.

Amerika, Sovyetler Birliği’ni askerî olarak dengelemek ve kuşatmak için çeper ülkelerinde askerî üsler oluşturma politikası izledi. Buna bağlı olarak imzalanan ikili anlaşmalarla Türkiye’de Amerikan ve NATO üsleri kuruldu. Özellikle 1949’da ilk başarılı nükleer denemesini yapan SSCB’nin bu alanı ABD’ye bırakmayacağını göstermesi sebebiyle, Türkiye gibi çeper ülkelerdeki üslerin önemi daha çok arttı.

Bu kapsamda ilk olarak Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu 1954 yılında İncirlik Üssü kullanıma açıldı. Üssün inşasına, Türkiye’nin NATO üyesi olduğu 1952’den bir yıl önce başlanması ise şaşırtıcı değildi. Menderes hükümeti, NATO’ya girebilmek için 1950’de Kore’ye asker yollamıştı. İncirlik Üssü ise ikinci kritik adım oldu. 1954’te ABD ile imzalanan “Askerî Kolaylık Anlaşması” gelecekte açılacak üslerin güvencesi haline geldi.

İncirlik’te ABD’nin istihbarat faaliyeti ise 1954’ten öncesine dayanıyordu. Henüz II. Dünya Savaşı sürerken, 1943’te CIA’nin öncülü olan istihbarat teşkilatı OSS, Adana’da uzun süre istihbarat faaliyetleri yürütmüş, dönemin büyükelçisinin Adana yazlığı Amerikan ajanlarının karargâhı haline gelmişti. İncirlik, bu merkezi bir üst seviyeye taşıdı. Henüz 1957 yılına gelindiğinde, Türkiye’de yaklaşık 7 bini asker, 10 bin Amerikan personeli bulunmaktaydı. Bu sayı, 1970’lerde 25 bine çıktı.

ABD’nin Türkiye’deki bu hızlı ve örtülü işgaliyle oluşan Amerikan hegemonyası kendisini farklı biçimlerde de gösteriyordu. Türkiye’nin kendi topraklarındaki üsler üzerindeki erişim hakkının sınırlı olmasının yanı sıra, sayıları on binleri bulan personel üzerinde herhangi bir hukuki denetimi ve yaptırım gücü de yoktu. ABD ile yapılan anlaşmalarla, herhangi bir Amerikan personelinin işleyeceği suçun “görev esnasında” gerçekleşip gerçekleşmediğini yine ülkedeki en üst düzey Amerikan komutanı belirliyordu, nitekim 1950’lerde Amerikan askerlerinin üç çocuğu ve bir askeri öldürdüğü olaylar, yine Amerikan komutanları tarafından delil yetersizliğiyle örtülmüştü. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını katletmek, Amerikan askerlerine serbestti. Bağımlılık ilişkileri, gündelik hayattan hukuka her alanda örgütleniyordu.

***

TÜRKİYE’DEKİ NATO ÜSLERİ

İncirlik sonrasında kurulan üsleri, hem ABD ile yapılan anlaşmaların fazlalığı hem de gizliliği sebebiyle tarihlendirmek kolay değil. Demirel, 1970 yılında yaptığı açıklamada 1945’ten beri ABD ile 91 anlaşma imzalandığını, ancak birçoğunun düzgün bir tutanağının tutulmadığını açıklamıştı.

Tarihlerin belirsizliğine rağmen, bugün Türkiye’nin 7 bölgesinde 22 ilinde NATO’ya ait 6 üs, 17 Hava Harekât merkezi olduğunu biliyoruz:

• İncirlik Hava Üssü

• İzmir Hava Üssü

• Şile Üssü

• Konya 3. Ana Jet Üs Komutanlığı

• Balıkesir 9. Hava Jet Üssü

• Muğla Aksaz Deniz Üssü

• Ankara Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Amasya Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Bartın Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Çanakkale Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Diyarbakır Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Eskişehir Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• İzmir Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• İzmit Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Kütahya Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Lüleburgaz Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Sivas Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• İskenderun Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Ordu Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Rize Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Erzurum Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Van Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

• Mardin Birleştirilmiş Hava Harekât Merkezi

***

DOMUZ KÖRFEZİ KRİZİ

ABD, SSCB’yi çevreleme politikası çerçevesinde Türkiye’ye Jüpiter füze sistemleri yerleştirmişti. Ancak Küba devriminin ardından Ada ülkesinin SSCB ile yakın ilişkileri, aynı tehdidi ilk kez ABD’nin de hissetmesine sebep oldu. ABD, Küba’ya askerî müdahalede bulunduğu Domuzlar Körfezi Çıkartmasında yenilgiye uğradı, Kennedy Küba’nın işgal edilebileceğini açıkladı.

Komşu ülkeleri kendisini hedef alacak şekilde nükleer sistemlerle donatılmasına karşı SSCB de Küba’ya nükleer başlık inşasına başladı. Amerikan istihbaratının durumu Kennedy’ye bildirmesinin ardından ABD, Küba’yı ablukaya aldı ve Sovyetler gemileri Amerikan gemileriyle karşı karşıya geldi. Gerilimin tırmanmasının sonucunda SSCB ve ABD karşılıklı olarak geri adım attı. ABD, Küba’yı işgal etmeyeceğinin güvencesini verdi ve Türkiye’den Jüpiter sistemini kaldırdı, karşılık olarak SSCB de Küba’daki Nükleer rampa inşasını durdurdu. Türkiye toprakları, binlerce kilometre ötedeki sosyalist bir adanın kaderi için bile Amerikan emperyalizmi tarafından kullanıldı.

***

KIBRIS KRİZİ

Türkiye’deki üsler, 1964 Kıbrıs krizine kadar kamuoyunda gündeme gelmemiştir. Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesine karşı çıkan dönemin ABD başkanı Lyndon Johnson, dönemin başbakanı İnönü’ye hitaben kaleme aldığı mektupta Türkiye’nin ABD’ye askerî alandaki bağımlılığını tehdit unsuru haline getirmişti;

“Ayrıca Sayın Başbakan, Birleşik Devletler ile Türkiye arasındaki askerî destek alanında imzalanan ikili anlaşmaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Türkiye ile Temmuz 1947 tarihli Anlaşmanın IV. maddesi uyarınca, hükûmetinizin, askerî yardımın, bu yardımın sağlandığı amaçlar dışında kullanılması için Birleşik Devletler'den onay alması gerekmektedir. Hükûmetiniz, birçok kez Birleşik Devletler'e bu şartları tamamen anladığını ikrar etmiştir. Bütün samimiyetimle şunu söylemeliyim ki Birleşik Devletler, mevcut şartlar altında Kıbrıs'a Türk müdahalesi için Birleşik Devletler tarafından sağlanan herhangi bir askerî ekipmanın kullanılmasını kabul edemeyecektir.”

Mektup kamuoyunda geniş yankı bulmuş ve ciddi tepki çekmişti. ’68 kuşağıyla simgeleşen 6. Filo eylemleri ve gençlikte Amerikan emperyalizmine karşı yoğun tepkide, bu mektubun da önemli ölçüde etkisi olacaktı.

Ankara, Washington’dan gelen mektup sebebiyle oluşan tepkileri bastırabilmek için 1969’da ABD ile “Türk Amerikan Ortak Savunma Anlaşması” imzalamış, bu anlaşmayla iki ülke arasındaki tüm askerî işbirlikleri ve üsler tek çatı altında toplanmıştır, ayrıca Türkiye’nin 17 yıldır topraklarında bulunan Amerikan üsleri üzerindeki hakları ilk kez “genişlemiştir”. Ancak bu durum da uzun sürmemiş, 1974 Barış Harekâtı ve Türkiye’nin haşhaş üretimi üzerindeki yasağı kaldırmasıyla 1975’te Amerikan ambargosu başlamış, dönemin Ecevit-Erbakan koalisyon hükümeti bir yıllığına ülkedeki üslere el koymuştur. Bir yılın ardından, hükümetin çabalarıyla ilişkiler düzelmiş, üstelik 1978’de İran’da yaşanan rejim değişikliği sonucu ülkedeki Amerikan üsleri kapatılınca, Türkiye’nin stratejik önemi daha da artmıştır.

***

NATO’NUN KÜRESEL SUÇLARI

1949 yılında kurulan Kuzey Atlantik Paktı (NATO), Soğuk Savaş konjonktüründe, ABD’nin Doğu Bloğu dışında kalan Batı ülkeleri ve üçüncü dünya sömürgeleri üzerindeki yegâne hegemonyasının sağlanabilmesi ve sosyalist ülkelerin çevrelenebilmesi için kurulmuş bir askerî anlaşmadır. ABD, NATO anlaşmaları ve CIA operasyonları ile 1945’ten bugüne kadar tüm dünyada 200’den fazla müdahalede bulunmuştur.

NATO’nun henüz daha kurulduğu yıl, CIA Suriye petrollerinin kontrolü için rejim değiştirme operasyonuna girişmiş, 1950’de Kore’yi işgal etmiş, Çin İç Savaşına dahil olmuş, Arnavutluk’taki komünist rejimi devirmeye çalışmıştır.

Sadece bölgemizde, 1970’lerden bu yana NATO ve CIA’nin rol oynadığı belli başlı Amerikan müdahaleleri:

• Afganistan’da Taliban ve El-Kaide’nin kurularak ülkenin iç savaşa sürüklenmesi

• Pakistan’ın İslamcılaştırılması ve Hindistan ile düşmanlaştırılması

• 12 Eylül Darbesi

• Irak işgali

• Suriye’ye yönelik askerî ve siyasi müdahaleler

• Libya’da iç savaşla sonuçlanacak işgal

• Mısır’ın istikrarsızlaştırılması

• İsrail’in Filistin’e yönelik giderek ağırlaşan yıkım ve soykırım politikaları ile İran, Lübnan ve Suriye’ye saldırıları

• Yemen İç Savaşı

• Lübnan İç Savaşı

CIA, 1949’da Suriye’de, 1953’te de İran’da rejim değişikliği operasyonları gerçekleştirmişti. İran’ın bugünkü yapısı, 1978’de ABD’nin getirdiği Şah’a karşı ayaklanma sonucu oluştu. Dolayısıyla CIA ve NATO’nun, bugün de sürdürdüğü müdahalelere bulduğu bahaneler, 60 yıl önce yine kendi oluşturduğu çelişkilerin ürünü.

DOĞU AVRUPA’YA GENİŞLEME

NATO, SSCB’nin yıkılmasından bir yıl önce Gorbaçov’a, doğuya “bir milim” bile yaklaşmayacakları sözünü vermişti. Ancak sosyalist blokun yıkıldığı 1991 yılından bu yana geçen 35 yılda, NATO 14 yeni ülkeye genişleyerek Rusya Federasyonu’nun batı sınırlarını çevreledi. Son olarak Ukrayna’da Amerikancı yönetimin NATO’ya üye olma yönünde adım atması, hâlâ sürmekte olan Rusya-Ukrayna Savaşına sebep oldu.

NATO, dünyanın her yerinde halklara yeni savaşlar, yıkımlar, yoksulluk ve çelişkiler üreterek Amerikan emperyalist hegemonyasını sürdürmeye devam ediyor.

***

DİRENENLER DE VAR BU HAVALARDA

Tarih boyunca emperyal güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin kendi çıkarları için halkları silahlarla, savaşla zapturapt altına alma, acımasız bir sömürüye tabi kılmaya isteklerini, kurdukları savaş üsleriyle, gönderdikleri filolarıyla hayata geçirme planları olmuştur. Bu planlarının ve uygulamalarının karşısına tarihin her döneminde emekçi halk kesimleri kararlılıkla direnmiş ve karşı koymuştur. Ortadoğu merkezli dünyanın emperyal güçlerin yönelimleri çerçevesinde yeniden dizayn edilmeye çalışıldığı bugünlerde, ülkemizde de her dönem ABD’nin, NATO’nun emperyalist emellerinin ve işgal politikalarının karşısında gelişen direnişlerden bazı örnekleri hatırlamak faydalı olacaktır.

6. FİLO DEFOL

1965 sonrası ABD’nin Ortadoğu’ya bir tehdit olarak konumlandırdığı filosu 6. Filo düzenli periyotlarla Türkiye’nin karasularında boy göstermeye başlamıştı; dönemin yönetici eliti tarafından da bu ziyaretler memnuniyetle karşılanıyordu. Gençlik kesimlerde gelişen anti-emperyalist bilinç geniş kesimleri de etkisi altına almıştı. Bu bağlamda 6. Filo’nun her gelişi büyük anti-emperyalist gösterileri açığa çıkarıyordu.

1966’da Türkiye’nin karasularına giriş yapan 6. Filo’ya karşı Ankara, İstanbul ve İzmir’de yoğun protesto gösterileri düzenlendi. Nisan’da 6. Filo’nun yanı sıra ABD Dışişleri Bakanı’nın ülkemizi ziyareti nedeniyle doruk noktasına ulaştı. 1967 yılının Ekim ayında 6. Filo’nun yeniden gelişine karşılık gençliğin anti-emperyalist eylemleri bir kez daha yoğunlaştı. Devrimci Gençler İstanbul’da Amerikalı erlerin karaya çıkmasını engellediler. Karaya çıkamayan Amerikan Subayları helikopterle Yeşilköy’e gitmek zorunda kaldı. Gösteriler 12 Ekim’de İzmir’de yoğunlaştı. Aralık ayında ise Kıbrıs olaylarının da etkisiyle Amerika ve NATO karşıtı eylemler Ankara’da kendisini gösterdi.

1968 ANTİ-EMPERYALİST EYLEMLERİN DORUK NOKTASI

1968 yılı gençliğin anti-emperyalist eylemlerinin doruk noktasına çıktığı bir yıl oldu. Temmuzda Dolmabahçe rıhtımına yeniden demirleyen 6. Filo’ya karşı İTÜ öğrencileri rıhtıma gelerek bayrakları yarıya kadar indirdiler ve eylemlerinin Türkiye’nin tam bağımsız bir ülke olmadığını göstermek için yaptıklarını açıkladılar. Açıklamanın ardından Taksim’e yürüyen kitleye polis müdahale etti. Eylemler akşam saatlerinde Amerikan erlerinin Beyoğlu’nda barlara ve randevuevlerine dağılmasıyla devam etti. Eğlenen Amerikan erlerini barların ve randevuevlerinin kapısında bekleyen polisler koruyordu. Birer işgal askeri gibi davranan erlerin kepleri alınıp üzerlerine boya atılarak protesto edilmeleri gece geç saatlere kadar sürdü. Polisin bu eylemlere tavrı çok sert oldu. 17 Temmuz’da İTÜ Öğrenci Yurdu polis tarafından basılarak Vedat Demircioğlu pencereden atıldı. Bunun duyulması üzerine gençler Dolmabahçe’ye giderek ABD askerlerini denize attı. İTÜ olayları ülkenin dört bir yanında yankılandı ve anti-emperyalist eylemlere sahne oldu. 24 Temmuz’da hastanede Vedat Demircioğlu hayatını kaybetti. Gençliğin anti-emperyalist mücadelesinde ilk düşen devrimci genç oldu.

1969’da anti-emperyalist eylemler devam etti. Vietnam Kasabı Commer ODTÜ’ye geldi ve arabası Devrimci Gençler tarafından ateşe verilerek anti-emperyalist mücadelede bir meşaleye dönüştü. Arabayı yakan gençlerin dışında, okuldaki tüm öğrenciler olaya sahip çıkarak kendilerini ihbar etti. Bağımsızlıkçı tavır gençliği de aşarak toplumun tüm kesimlerine yayılmıştı. 16 Şubat 1969’da Emperyalizme karşı sendikalar, odalar, gençlik gruplarının birlikte yapacağı eyleme gerici basının günlerdir devam eden hedef göstermesi sonucu gericiler saldırdı. Bir tarafta emperyalizme karşı duran halk kesimleri varken, diğer tarafta onları koruyan ve 6. Filo’ya secde eden gerici kesimler vardı. Bu olay tarihe Kanlı Pazar olarak geçti. 6 Filo protesto eylemlerinin yaygınlaşması karşısında ABD hükümeti 6. Filo’nun Türkiye ziyaretlerini ertelemek zorunda kaldı.

NATO ÜSLERİNE YÖNELİK EYLEMLER

Türkiye’de 1960’larda güçlenen anti-emperyalist devrimci mücadele, ülkedeki Amerikan üslerinin fiilî işgalini sonlandırmak istiyordu. Deniz Gezmiş’in “35 milyon metrekarelik vatan toprağı işgal altındadır” sözleriyle vurguladığı bağımlılık ilişkisine ilk büyük tepkiler, 60’ların sonunda üniversite öğrencilerinin 6. Filoya yönelik eylemleri oldu.

1970’lere gelindiğinde ise THKO ve THKP-C birçok kez NATO üslerini ve personellerini hedef alan eylemler yaptı. THKO, 1971 yılının Mart ayında Balgat’taki Amerikan üssünden 4 Amerikan askeri kaçırdı. Deniz’lerin Gemerek’te yakalanmasının ardından idam kararı Meclis’te Demirel’in başını çektiği AP grubunun “üçe üç” sloganları, intikam çığlıkları eşliğinde onaylandı.

Mahir Çayan ve arkadaşları, Deniz’lerin idamını engelleyecek bir eylem için THKP-C ve THKO üyelerinin ortak eylemiyle Karadeniz’de, Ünye Radar Üssü’nden 3 İngiliz teknisyeni kaçırdı. Ardından da idamların durdurulmasını talep eden bir bildiri ile eylemlerini kamuoyuna duyurdular. Bildiride talepler şöyle sıralandı:

“1- İnfazlar derhal duracak.

2- Hiçbir yurtsever ve devrimci asılmayacak.

3- En geç 48 saat içinde infazların durdurulduğuna dair radyodan yayın yapılacak.”

Mahir’lerin Kızıldere’de olduğunun anlaşılması üzerine başlayan operasyonda 30 Mart 1972 sabahında köy tamamıyla kuşatılarak, dayanışmanın bütün güzellikleriyle dolu on devrimci, Mahir Çayan, Ertan Sarıhan, Hüdai Arıkan, Sinan Kâzım Özüdoğru, Nihat Yılmaz, Saffet Alp, Ahmet Atasoy, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna, Cihan Alptekin katledildi.

IRAK SAVAŞI VE 3 MART TEZKERESİNE KARŞI EYLEMLER

11 Eylül sonrasında ABD’nin başlattığı savaş için önemli eşiklerden birisi Irak Savaşı oldu. ABD, İncirlik Üssü başta Türkiye’yi bu savaşın merkez ülkesi olarak konumlandırmak istedi. AKP de bu görevle donatılarak iktidara taşınmış, Erdoğan henüz başbakanlık koltuğuna oturmadan önce bunun güvencesini bizatihi vermişti. Erdoğan henüz başbakan olmadan önce iktidar alternatifi haline gelmenin yolunun Bush yönetimi ile doğrudan temas etmek olduğunu farkında olarak Cüneyt Zapsu ile ABD’ye giderek dönemin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle ile görüşmeler yapmıştı. Bu görüşmelerde Perle ABD’nin Ortadoğu’daki açılımları çerçevesinde Irak’a yönelik müdahale planlarını anlatmıştı. Erdoğan da kendi ekibinin bu pozisyonu onayladığını ifade etmişti. Ancak olaylar Perle ve Erdoğan’ın istekleri doğrultusunda gelişmedi. Ülkede şekillenen geniş savaş karşıtı muhalefet bu oyunun tekerine çomak sokmayı başardı.

Irak’ta Amerikan müdahalesinin başlamasının ardından, ciddi bir savaş karşıtı hareket dünyanın farklı noktalarında gelişirken, Türkiye’de de bu muhalefet kendisini özellikle de Irak’a yönelik savaş tezkeresinde ortaya koydu. Bu tezkere karşısında, sendikalar ve meslek örgütleri, sol parti ve hareketlerle tüm toplumsal inisiyatifler bir araya gelerek büyük bir güç oluşturdu. Tezkere’nin Meclis’te görüşüleceği 1 Mart 2003’te 100 bini aşan büyük bir kitle Sıhhiye Meydanı’nın doldurarak, Meclis’i baskı altına aldı.

Toplumun geniş kesimlerinde yankı uyandıran bu savaş karşıtı muhalefetin de bir sonucu olarak AKP grubu da parçalanmış ve Tezkere Meclis’te takılmıştı. Bu sonuç, dönemin ABD Başkanı G. W. Bush için şok etkisi yaratırken, BOP Eşbaşkanı Erdoğan ise görevini yerine getirememiş olmanın mahcubiyeti ve öfkesi ile baş başa kalacaktı.

ŞEHRE KATİL GELİYOR: “GELME BUSH!”

28-29 Haziran 2004 tarihlerinde 18. NATO Zirvesi İstanbul’da gerçekleştirildi. NATO zirvesi 11 Eylül sonrası Ortadoğu’nun yeni dünya düzenine uygun yeniden dizayn edilmesini merkeze alan BOP projesinin derinleştirilmesine ve genişletilmesine uygun bir projeksiyonla gerçekleştirildi. Zirve sonrası alınan kararlar bunun göstergesiydi. Afganistan ve Irak’ta başlayan işgal politikasının genişlemesini merkeze alan bir muhteva içermekteydi. NATO üyelerinin işbirliğinin Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya doğru genişlemesi vurgusunun altı çiziliyordu. Burada altı çizilen diğer bir konu da böyle bir konjonktürde zirvenin İstanbul’da yapılmasının önemiydi. Çünkü BOP projesinde Türkiye’ye ileri karakol olma misyonu biçiliyor, Tayyip Erdoğan’a da BOP’un ABD ile birlikte eşbaşkanlığı görevi veriliyordu.

2004 yılı boyunca “Şehre Katil Geliyor”, “Gelme Bush”, “Katil ABD, İşbirlikçi AKP” sloganları çerçevesinde ABD’nin bölgeyi işgal politikalarına ve AKP’nin işbirliğine karşı protestolar gerçekleştirildi. NATO zirvesi yaklaştıkça protestolar artmaya başlamıştı. Özellikle büyük şehirlerde anti-emperyalist eylemler zirveye ulaşmıştı. Örneğin Ankara’da 13 Haziran’da Kurtuluş Parkında toplanan 1.000 ÖDP’li genç ABD Büyükelçiliğine yürümek istemiş, kolluk kuvvetlerinin engellemesi sonucu büyük çatışmalar yaşanmış, birçok ÖDP’li genç yaralanmıştı. NATO zirvesinin yapılacağı 28-29 Haziran 2004 tarihlerinde anti-emperyalist barıştan yana gerek enternasyonal gerekse yerel güçler birleşik kitlesel gösteriler gerçekleştirdi. Zirve’nin yapılacağı Taksim bölgesi NATO Vadisi olarak kolluk kuvvetleri tarafından kapatılmıştı. Buna rağmen direnen kitleler NATO Vadisine girmeyi başardı. Eylemde çıkan çatışmalarda 20 kişi yaralandı, yüzlerce kişide gözaltına alındı. Bush şehri terk edene kadar eylemler devam etti.

“SURİYE’DE İŞGALE HAYIR”

BOP’un planları çerçevesinde Afganistan, Irak, Libya’dan sonra sıra Suriye’ye gelmişti. Irak tezkeresinde, NATO zirvesinde sol, sosyalist güçlerin birleşik mücadelesi Suriye işgalinde sağlanamadı. NATO bombalarıyla Libya’nın yok edilmesi ve Kaddafi’nin cihatçı çetelerce linç edilmesini, “sonunda hayırlı oldu” diye alkışlayan, Suriye’deki cihatçı çeteleri “devrimin köstebekleri”, “diktatörün mezar kazıcıları” olarak ilan eden yaklaşımlarla birlikte, güçlü bir savaş karşıtı hareket oluşturmak hiç de mümkün olmadı. Bir başka önemli nokta ise, Türkiye solunun önemli bir bölümünün ABD’nin Ortadoğu müdahaleleri karşısında hayırhah bir çizgi izlemesi oldu. Anti-emperyalist bir savaş karşıtı mücadele çizgisi karşısında solun önemli bir kesimi tıpkı yakın zamanda İsrail’in İran’ı işgal politikalarına karşı aldığı tutum benzeri, ABD müdahalelerini bölgedeki diktatörlüklerin sona ermesi için bir fırsat olarak değerlendirdi.

Kuşkusuz ki soldaki bu yalpalamanın önemli noktalarından birisi de Suriye’de Kürt hareketinin ABD ile işbirliği içinde Rojava’da bir iktidar alanı oluşturmuş olması oldu. Bu da Türkiye solunun özellikle Kürt hareketi etrafında toplanmış kesimlerinin, Suriye ve Ortadoğu’da anti-emperyalist bir tutum almamasında etkili oldu.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen Suriye’deki işgale karşı protestolar gelişmeye başladı. ÖDP işgalin başlamasının hemen sonrasında özellikle işgalden en çok etkilenecek yerlerden biri olan Hatay’da miting kararı aldı. 26 Şubat 2012 tarihinde büyük bir miting gerçekleştirildi. Mitingde özetle emperyalizm eliyle ancak kan ve gözyaşının geleceğinin altı çizilerek Ortadoğu halklarının yanında olunacağının mesajı verildi:

“Emperyalizm kan ve ölümden başka hiçbir şey getirmez. Irak’ta Saddam’a karşı ‘özgürlük’ adına yağdırılan bombalarla bir ülkeni tarihi ve geleceği yok edildi. Geride on binlerce ölüm ve etnik-mezhepsel temelde parçalanmış bir Irak bırakıldı. Şimdi de Suriye’de demokrasi ve özgürlükler adına ‘insani müdahaleden’ söz ediliyor. Sonucun Irak’tan farklı olmayacağı ortada… Suriye ve Ortadoğu halklarının gerçek özgürlüğü, emperyalizme ve sömürücü diktatörlere karşı kendi öz gücüyle sürdürdüğü mücadelelerinin eseri olacaktır. Şimdi gün emperyalist müdahaleye AKP’nin işbirlikçi politikalarına karşı bağımsız Türkiye mücadelesini yükselterek Ortadoğu halklarıyla dayanışmayı büyütmenin zamanıdır.”

GENÇLİK MUHALEFETİ İNCİRLİK ÜSSÜNDE

Tarihler 21 Ocak 2013’ü gösterirken Gençlik Muhalefeti üyeleri ABD’ye ait Patriot füzelerinin İncirlik Üssü’ne yerleştirilmesine karşı ABD’nin Türkiye’deki işgal üssü olan İncirlik Üssü’ne yürüdü. Tüm engellemelere rağmen gençler barikatı aşmayı başardı. “ABD Askeri Olmayacağız, Katil ABD, Taşeron AKP” sloganları ile yürüyüşe geçtiler. Çevik Kuvvet polisleri gençlere coplarla saldırarak gözaltına aldı. 9 Gençlik Muhalefeti üyesi tutuklama talebiyle savcılığa sevk edildi.

Görüldüğü gibi tarihin her döneminde emperyalizmin, işbirlikçilerinin işgal ve savaş politikalarının karşısında bu ülkenin vicdanı olan yürekli, anti-emperyalist devrimciler direnişiyle var olmaya devam ediyor. Her koşulda direnenler de var bu havalarda.

BİRGÜN

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -29 Haziran 2025-

                                                                        ***

Onur Yürüyüşü öncesi Taksim ablukaya alındı

23. İstanbul Onur Yürüyüşü öncesinde Beyoğlu Kaymakamlığı tarafından ilçede tüm etkinliklerin yasaklanmasının ardından Taksim polis ve barikatlarla ablukaya alındı.(https://www.birgun.net/haber/onur-yuruyusu-oncesi-taksim-ablukaya-alindi-634504)

                                                                        ***
Dev şirketler sütü bedava toplamış -Ebrar ÖZDEMİR-
Ülkenin dört bir yanında zamlar altında ezilen süt üreticisi, şirketler ve aracılardan da ödeme alamayarak çifte darbe yaşıyor. Dev şirketlerden Pınar Kütahya’da, Torku da Konya’da topladığı sütün parasını dahi ödemedi.(https://www.birgun.net/haber/dev-sirketler-sutu-bedava-toplamis-634459)

                                                              ***

Faşizm ve direniş + Türkiye’nin ana muhalefet sorunu + Savaşın 7 sonucu -CUMHURİYET-

 Faşizm ve direniş -Ergin Yıldızoğlu-

Bu yazı, Kılıçdaroğlu’nun hareketlerini anlamaya çalışırken aklıma geldi. Bilinçdışının azizliği olsa gerek.

Yüz yıl önce, o zamanki kapitalizm “son bunalımını” aşamadı. Kırk yıl süren bir kaosun içinden yeni bir kapitalizm ve dünya düzeni şekillendi. “Kapitalizmin son bunalımı” kavramı, bugün de geçerli, kapitalizmin “son krizini” aşma olasılığı çok daha zayıf. Karşımızda, ne zaman şekilleneceği belirsiz bir yeni sermaye birikim rejimi, hegemonik dünya düzeni olasılığının ötesinde, iklim krizi altında tüm insanlık açısından (kimi plütokratların süper sığınaklara kapanarak hayatta kalma umutlarına karşın) bir “yok oluş krizi” var. Bu kez proleter devrimi denemeleri yok ama birçok kapitalist ülkede faşist hareketlerde “devrim” umutları güçleniyor. Bugün bu “yok oluş krizini” aşabilmek için önce faşist “devrim” olasılıklarını ortadan kaldırmak gerekiyor. Faşizme karşı mücadele gündemin birinci sırasına yükseldi.

FAŞİZM VE SÜREÇ

Faşizmi, (ideoloji, hareket, örgüt, lider, devlet/rejim) “sınırları” ve “özü” belirli bir varlık olarak değil, sonu belirsiz -asla tamamlanamayan- bir “oluş”  (Wergen/becoming) süreci olarak düşünmek gerekir. Faşizme karşı mücadele de bu “oluş” sürecinin her aşamasında, ideolojik, kitlesel, son aşamada da rejime karşı direniş, mücadele anlamına gelir.

Bu direniş ve mücadele faşizmin “oluş” sürecinin her aşamasında farklı biçimler alacaktır ama faşizm ve antifaşizm arasındaki savaşın dinamiklerinin, diyalektiğinin kimi temel ilkeleri hatta kuralları da olsa gerekir. Bunları düşünürken, öncelikle Antonio Gramsci’nin teorik çalışmalarından/ Hapishane Defterleri) yararlanabiliriz. Gramsci’nin geliştirdiği dört kavram bu bağlamda son derecede önemlidir: Mevzi/siper savaşı, manevra/ cephe savaşı, transformism ve trasformismo. Aslında bu son iki sözcük aynı kavramın biri İngilizce diğeri İtalyanca versiyonudur. Ancak söz konusu kavramın iki boyutu olduğundan ben “asimile ederek-moleküler düzeyde dönüştürme” için “transformism” ve iki kampın savaşı sürerken ideolojik ya da siyasi olarak ortada kalanları (satın almak dahil, türlü pratik ideolojik araçlarla) kendine çekme süreci/ çabaları için “trasformismo” sözcüğünü kullanıyorum.

Faşist hareketin “oluş” süreci bu kavramların dördünü de içerir. Direnişmücadele sürecinin de eylemlerini bu kavramların temsil ettiği durumlara uygun biçimde tasarlaması gerekir.

'SÜREÇ OLARAK FAŞİZM' VE DİRENİŞ

Mevzi/siper savaşında faşizm, ideolojik, kurumsal ve siyasi/hukuksal, alanlarda küçük ama, birikimli kazanımlarla, karşı tarafın mevzilerini, entelektüel, siyasi liderlerini teker teker tasfiyesi ederek ilerler. Direnişin, hukuki, kurumsal alanda, günlük dilin sözcüklerinde (söylenebilir olanın sınırlarında), ahlaki değerlerde (hakikat rejiminin bileşenlerinde) başlayan/ dayatılan dönüşümler (transformismo) karşısında, bunlar ne kadar küçük olursa olsun direnmesi, durdurması ya da geri kazanması son derecede önemlidir. Bu küçük, birikimli değişimler toplumu moleküler düzeyde dönüştürerek faşizmin ayaklarının altındaki zemini sağlamlaştırır. Manevra/cephe savaşı, yapısal dönüşümlere yönelik bütünsel karşılaşmalara ilişkindir: Siyasi yapıda, toplumun mevcut meşruiyet zemininde kırılma yaratacak bir genel/başkanlık seçimleri, bir askeri/siyasi/sivil darbe girişimi ya da faşizmin hakikat rejimini kuracak hukuki bir değişim olabilir. Nihayet faşizmin “oluş” süreci ve ona direniş dinamiklerinin dışında “ortada” olan kesimleri kazanmaya, kazanmak olanaklı değilse en azından karşı taraftan uzaklaştırmaya ilişkin “trasformismo” kavramına geldik. Faşizmin “oluş” süreci içinde seçim kazanma, darbe yapma gibi devlete erişme aşamalarında “trasformismo” belirleyici öneme sahiptir. “Süreç olarak faşizm” hiçbir zaman toplumun çoğunluğunu kazanamaz ama ortadakilerin, ki bunlar her iki kampta da belli etkinliğe sahiptirler, siyasi ideolojik desteğini alarak kazanmış gibi davranmanın koşullarını hazırlayabilir.

Süreç olarak faşizm, ekonomik, ideolojik olarak toplumun çeşitli katmanlarında, yerleşerek, dönüştürerek sürece uygun yeni katmanlar yaratarak ilerler. Öyleyse faşizme karşı mücadele ve direniş, salt liderliğine bakarak, seçim sandığına odaklanarak inşa edilemez.

                                                      /././

Türkiye’nin ana muhalefet sorunu -Mehmet Ali Güller-

1) AKP iyi yönettiği için değil, ana muhalefet partisi iktidar olabilme becerisi gösteremediği için 23 yıldır iktidardır.

2) Erdoğan’a başbakanlık yolunu CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, cumhurbaşkanlığı yolunu CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu açtı. Yeni CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise “normalleşme” yanlışından dönerek Erdoğan’ın “sınırsız başkanlık” hevesinin önüne şimdilik barikat kurabildi.

3) KılıçdaroğluÖnder Sav’a dayanarak Deniz Baykal’ı, Gürsel Tekin’e dayanarak Önder Sav’ı, Erdoğan Toprak’a dayanarak Gürsel Tekin’i tasfiye etti ve bu böyle sürdü. “Bir ekibi diğer ekibe kırdırma” yöntemi Kılıçdaroğlu’nu 13 yıl genel başkanlık koltuğunda, CHP’yi de sürekli ana muhalefette tuttu.

PARTİLER ÜZERİNDE VESAYET

4) Kılıçdaroğlu 2014 seçiminde MHP lideri Devlet Bahçeli ile ittifak yaparak Ekmeleddin İhsanoğlu’nu, 2018’de de Muharrem İnce’yi cumhurbaşkanı adayı gösterdi. İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanlığına aday gösterip kaybeden Kılıçdaroğluİhsanoğlu’nun TBMM başkanlığı adaylığını desteklemedi. Muharrem İnce ise “Adam kazandı” deyip seçim sonuçlanmadan ortadan kayboldu, CHP yönetimini suçladı, sonra CHP’den ayrılıp parti kurdu ve bu hafta yeniden CHP’ye döndü. 2014’te İhsanoğlu’nu, 2018’de İnce’yi aday göstererek CHP’ye seçim kaybettiren Kılıçdaroğlu, kazanılan İstanbul ve Ankara belediye seçiminin rüzgârıyla Ekrem İmamoğlu ya da Mansur Yavaş’ın kazanma şansı yüksekken, 2023’te ısrarla kendisini aday gösterip CHP’ye yine kaybettirdi.

VESAYET OPERASYONU AKTÖRÜ

5) İktidar, vesayet rejimiyle mücadele adı altında kendi rejimini inşa ederken, fiilen muhalefet partileri üzerinde de vesayet oluşturdu. Erdoğan, Demokrat Parti lideri Süleyman Soylu’dan HAS Parti lideri Numan Kurtulmuş’a, MHP lideri Devlet Bahçeli’den VP lideri Doğu Perinçek’e, pek çok siyasi lideri yanına çekebilmeyi başardı. Soylu ve Kurtulmuş doğrudan AKP’ye katılarak içeriden, Bahçeli “parti ittifakı” modeliyle, Perinçek ise dışarıdan propagandayla Erdoğan iktidarını destekledi.

6) Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın son parti vesayet operasyonunun doğal aktörü yaptı kendisini. CHP’ye defalarca seçim kaybettiren Kılıçdaroğlu, kurultayı kaybettikten sonra CHP birinci parti oldu. AKP, ana muhalefetin ilk kez iktidar olma şansı bulduğu bu sürece “belediyeleri silkeleme” ve “mahkemelik kurultay” ile müdahale etti. Kılıçdaroğlu, önce “Partimi adliye koridorlarında tartışmam” kurnazlığıyla kendisinden beklenen “Şaibe yok” açıklamasından kaçtı, ardından da “Partiyi kayyuma bırakmam” kurnazlığıyla partinin başına geçme amacını ortaya koydu.

ERDOĞAN'IN ŞANSI

7) CHP gazetecilerin, özellikle de CHP’li olmayan gazetecilerin yorumlarından ve eleştirilerinden yararlanmalı. Bu yorumcuların CHP’li olmaması CHP içindeki ekipler çatışmasının parçası olmaması, CHP için şanstır. Ancak CHP bu şansı ısrarla kullanmıyor. Örneğin İmamoğlu, kendisini Nagehan Alçı nedeniyle eleştiren gazetecilere parmak salladı, örneğin Özgür Özel kendisini Lütfü Savaş konusunda eleştiren gazetecilere “İşinize bakın” dedi. Her iki konuda da sonuçlar ortada.

8) Peki bu kadar başarısızlığa rağmen, Kılıçdaroğlu nasıl oluyor da -belki de bölmek pahasına- üstelik mahkeme kararıyla partinin başına dönmek isteyebiliyor? Çünkü Kılıçdaroğlu biliyor ki bugün kendisine “AKP operasyonunun aktörü oldu” muamelesi yapan pek çok CHP’li, yarın genel başkan olunca, hiçbir şey olmamış gibi Kılıçdaroğlucu olacak. Çünkü Kılıçdaroğlu biliyor ki “Seninleyiz” diyenler bir gecede nasıl Özelci, İmamoğlucu olabildiyse, yine bir gecede Kılıçdaroğlucu olabilir.

Kısacası Erdoğan’ın şansı CHP’nin bu özetlediğim durumudur. Ve bu durum son tahlilde ideolojiktir. CHP halkın ve Atatürk’ün partisi olabilmek için öncelikle “ideolojik arınma” yolunu izlemelidir.

                                               /././

Savaşın 7 sonucu -Mehmet Ali Güller-

ABD’nin İsrail’den 9 gün sonra 22 Haziran’da İran’a saldırmasını, 22 Haziran akşamı Tele1’de, 23 Haziran’da Sputnik’te, 24 Haziran’da CGTN Türk’te ve kişisel YouTube kanalımda, “ABD İsrail’e ‘çıkış kapısı’ açtı” diye yorumladım.

Çünkü İsrail 9 gün boyunca hedefine ulaşamamış, tersine İran füzeleri İsrail kentlerinde büyük yıkım yaratmıştı. Sonucu olarak Trump bir ABD saldırısıyla İsrail’e çıkış kapısı açmak istemişti.

Kuşkusuz aslında Trump kendisine de çıkış kapısı açmak istiyordu; zira Trump yönetimi ile kurulu düzen arasındaki çatışma derinleşirken Trump ile Trump yönetimi arasındaki çelişkiler de belirmeye başlamıştı. (Bu ve başka etkenler nedeniyle mevcut ateşkes hem kırılgandır hem de barışın garantisi değildir.)

SONUCU İRAN FÜZELERİ BELİRLEDİ

1) 12 günün sonunda ABD’nin ateşkes çağrısı yapmasına neden olan en belirleyici etken, İran’ın füzeleriydi. Atlantik propaganda aygıtları günlerdir “havai fişek” muamelesi yapsa da İran füzeleri İsrail kentlerinde büyük yıkım yarattı. Üstelik bu köşede 16 Haziran’da “İsrail’in doğrudan ve dolaylı müttefikleri” başlığı altında incelediğim gibi İran füzeleri, Atlantik’in üç hat üzerinde kurduğu ABD, İngiltere ve Fransa savunmalarını geçerek her gece İsrail’i vuruyordu.

2) İran füzeleri, Atlantik’in propaganda aygıtlarını da vurdu: İsrail nokta atışla İranlı generalleri vurabilirken, “İran’ın soba borusundan attığı havai fişeklerin yere bile düşmediği” propagandası Türkiye’de de, Ortadoğu’da da ne yazık ki etkili oldu. Ama propagandayla gerçekleri tamamen gizleyebilmek elbette mümkün değildi. Türkiye’de pek çok yorumcu gazete ve televizyonlarda İran’ın nasıl mahvolduğunu anlatırken İsrail’in en büyük ticaret kentinin belediye başkanı İran füzelerinin getirdiği yıkım karşısında ateşkes istemek zorunda kalıyordu.

REJİM VE İÇ CEPHE MESELESİ

3) İsrail’in ve bazı ABD’li yetkililerin ilk günlerde dile getirdiği “İran’da rejim değişikliği” hedefi elbette gerçekçi değildi. Ne yazık ki bu propagandanın en iyi müşterileri “Sünni mezhepçiler” oldu. Oysa İran’ı, İran halkının dayanıklılığını ve en önemlisi İran toplumunun bir savaş karşısındaki “iç cephe bütünlüğü” oluşturma dayanışmacılığını tanımıyorlardı. Önemle altını çizdim defalarca: Hamaney’in değil, tersine Netanyahu ile Trump’ın siyasi kırılganlıkları vardı; zira ülkelerinin yarısıyla kavgalılar.

4) Bölgemizin en önemli sorunu İsrail siyonizmi değil, ABD emperyalizmidir. Zira ABD emperyalizmi olmasa, eski ABD Başkanı Biden’ın “ileri karakol” dediği, Almanya Başbakanı Merz’in “Pis işlerimizi yapıyor” dediği İsrail’in değil İran’a, Gazze’ye bile saldırması mümkün olmayacak. ABD İsrail’e sadece silah, istihbarat ve para vermiyor, daha önemlisi onu BM başta pek çok uluslararası platformda koruyor.

AMERİKANCILIK VE MEZHEPÇİLİK SORUNU

5) ABD emperyalizmiyle işbirlikleri nedeniyle, Ortadoğu’daki pek çok ülke, kendisini dolaylı olarak İsrail cephesinde buldu. Topraklarındaki ABD üslerinden kalkan füzeler ve uçaklar, İsrail’in İran’a saldırganlığını kolaylaştırdı, İran’ın İsrail’e yanıtına savunma yaptı. Kısacası, Amerikancılık yaparak İsrail’e karşı gerçekten konumlanmak olası değildir.

6) Dincilik ve mezhepçiliğin, bölgemizdeki bu tür cepheleşmelerde işe yaramadığı da bir kez daha görülmüş oldu. Sünni mezhepçiliğin Şii alerjisi, Türkiye’den Suudi Arabistan’a pek çok kesimi ne acı ki İsrail Siyonizminin yanına konumlandırdı; İsrail füzelerine sevindiler, İran füzelerini küçümsediler. Arap-İslam rejimlerinin ABD’yle işbirlikleri nedeniyle İsrail’in safına düşmeleri dışında, İhvan gibi Türkiye de dahil pek çok ülkenin bölge siyasetinin merkezine koyduğu İslamcı örgütlerde çatlak oluştu. İhvan’ın merkezi İran’ı desteklerken Suriye kolu bu tutuma karşı çıktı ve “hem İsrail’e hem İran’a karşı çıktıklarını” ilan etti.

TÜRKİYE'NİN ÇIKARMASI GEREKEN DERS

7) Ve en önemli sonuç: ABD İsrail hegemonyasında yeni bir Ortadoğu haritası çizmeye çalışıyor. Bu fiilen 1990’da başlamış stratejik bir hedeftir. ABD ve İsrail bugün İran’a saldırabildi, çünkü öncesinde Suriye’deki Esad yönetimi engelini aşabildiler. ABD ve İsrail 15 yıl boyunca Suriye’ye saldırabildi, çünkü öncesinde 20 yıl boyunca Irak’ı vurabildiler.

Türkiye başta tüm bölge ülkeleri bu denklemleri iyi okumalıdır. Ve Türkiye başta tüm bölge ülkeleri, ABD-İsrail’in adım adım yürüttüğü bu stratejiyi kısmen Irak’ta ve esas olarak Suriye’de kolaylaştırma yanlışına bir daha düşmemelidir.

                                                       /././

Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -22 Temmuz 2025-

Kalıcı çözüm yerine sadaka: Milyar liralık örtü -Mustafa Bildircin- Giderek ağırlaşan ekonomik buhrana kalıcı çözüm üretemeyen ve yoksulluğu...