AYM’nin “Gezi” hükümlüsü Tayfun Kahraman kararının gerekçesi: “Eylemlerinin, şiddet olayları ile illiyet bağı yok” + AYM’nin Tayfun Kahraman kararı Resmi Gazete’de

AYM’nin “Gezi” hükümlüsü Tayfun Kahraman kararının gerekçesi: “Eylemlerinin, şiddet olayları ile illiyet bağı yok” -T24/Ankara-

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM), Gezi davasında 18 yıl hapse mahkum edilen şehir plancısı Tayfun Kahraman hakkında verdiği hak ihlali kararının gerekçesi açıklandı. Yüksek Mahkeme’nin kararında, mahkemelerce Kahraman’ın mahkumiyetine gerekçe gösterilen sosyal medya paylaşımları ile basın açıklamalarından hangilerinin şiddete teşvik ya da hükümeti devirmeye teşebbüs etmeye yönelik ifadeler içerdiğinin tespit edilmediği ve bunların hangi şiddet eylemlerine sebep verdiğinin anlaşılamadığına dikkat çekildi. Şiddet olaylarının meydana gelmesinde Kahraman’a yüklenen aktif rolün ne olduğunun anlaşılamadığına dikkat çekilen kararda “Başlamış bir toplantı ve gösteri eylemi sürecinde ortaya çıkan şiddet olaylarının salt varlığı, kendi eylemleriyle bu şiddet olayları arasında illiyet bağı kurulmadığı müddetçe kişileri doğrudan sorumlu tutabilmek için yeterli değildir. Mahkemeler, mahkûmiyet kararlarının gerekçelerinde sanığın cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etme olarak nitelendirilebilecek eylemlerinin ne olduğunu açık bir biçimde ortaya koymalıdır” denildi. AYM, Kahraman’ın adil yargılanma hakkı kapsamındaki “hakkaniyete uygun yargılanma hakkının ihlal edildiğine” hükmederek, yargılamanın yenilenmesine karar verdi. Öte yandan Yüksek Mahkeme’nin söz konusu kararda, “takdir mahkemenin” vurgusu yapması da dikkat çekti. Kararda, “Verilen bu hak ihlali kararı, uyuşmazlığın sonuçlarından bağımsız olup ihlal kararı üzerine yeniden yapılacak yargılamada beraate veya mahkûmiyete karar verilmesi gerektiği anlamına gelmemektedir” denildi.

"Hangi paylaşımın şiddete teşvik ettiği belirsiz"

AYM’nin Gezi Parkı davasında 18 yıl hapse mahkum edilen ve yaklaşık 42 aydır tutuklu bulunan Tayfun Kahraman hakkındaki hak ihlali kararının gerekçesi belli oldu. Resmi Gazete’de yayımlanan kararda, yargılamaya ilişkin süreçler hatırlatıldıktan sonra, mahkemelerin Kahraman’ın “Gezi Parkı olaylarının bir plan ve organizasyon dâhilinde başlatılması, yaygınlaştırılması, şiddet olaylarının meydana gelmesinde ve Gezi ruhunun yaşatılmasında aktif rol oynadığını kabul ettiklerine” değinildi. Mahkemelerce Kahraman’ın hem şahsi sosyal medya hesabından hem de Taksim Dayanışması’nın sosyal medya hesaplarından yapılan paylaşımlardan sorumlu tutulduğu kaydedilen kararda, bazı basın açıklamalarının da mahkumiyet kararına gerekçe yapıldığı anımsatıldı. Kararda, “yargı mercilerince cezalandırmaya dayanak gösterilen paylaşım ve açıklamaların hangisinin doğrudan şiddeti teşvik eden ya da şiddete özendiren yahut cebir ve şiddet kullanarak hükûmeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmeye yönelik ifadeler içerdiğini gösteren bir gerekçeye yer verilmediğine” vurgu yapıldı.

“Şiddetin meydana gelmesindeki rolü anlaşılamadı”

Kahraman’a atfedilen paylaşım ve açıklamaların şiddet içeren olaylarla olan illiyet bağının da tartışılmadığına dikkat çekilen kararda, “Tam olarak hangi sözlerin kışkırtıcı nitelikte olduğu anlaşılamadığı gibi bu paylaşım ve açıklamaların akabinde bunlarla bağlantı kurulabilir nitelikte nasıl bir şiddet olayının meydana geldiği ya da bunların somut olarak hangi şiddet olaylarına yol açtığı da anlaşılamamıştır. Öte yandan ilk derece mahkemesi başvurucunun Gezi olaylarına ilişkin olarak toplumsal ve küresel düzeyde algı oluşturulması amacıyla film, belgesel ve video çekimlerini koordine ettiğini belirtmiş ancak hangi filmde hangi ifadelerle nasıl bir algı oluşturduğuna dair herhangi bir açıklama yapmamıştır. Bu tespitler neticesinde şiddet olaylarının meydana gelmesinde başvurucuya yüklenen aktif rolün ne olduğu karardan anlaşılamamaktadır” değerlendirmesi yapıldı.

“İlliyet bağı olmadan sorumlu tutulamaz”

Kararda, Gezi olaylarının yaşandığı dönemde bazı yerlerde ciddi şiddet olayları yaşandığı, bu olayların bir kısmında yaralanmalar ve hatta ölümler meydana geldiği de anımsatılırken, “Ancak başlamış bir toplantı ve gösteri eylemi sürecinde ortaya çıkan şiddet olaylarının salt varlığı, kendi eylemleriyle bu şiddet olayları arasında illiyet bağı kurulmadığı müddetçe kişileri doğrudan sorumlu tutabilmek için yeterli değildir. Mahkemeler, mahkûmiyet kararlarının gerekçelerinde sanığın cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etme olarak nitelendirilebilecek eylemlerinin ne olduğunu açık bir biçimde ortaya koymalıdır. Buna ilişkin eylemlerin açıkça gösterilmediği durumlarda, verilen mahkûmiyet kararının gerekçesinin yeterli olduğunun değerlendirilmesi mümkün değildir” denildi.

Yargıtay eleştirildi, çelişkilere dikkat çekildi

Yüksek Mahkeme’nin kararında, Yargıtay kararına da eleştiriler yöneltildi. Kararda, Yargıtay’ın Taksim Dayanışmasının sosyal medya hesaplarından yapılan paylaşımlarla Kahraman’ın bağlantısını, “söz konusu hesabın şifresini istemesine ilişkin iletişim kaydına dayandırdığı” hatırlatılarak, şu eleştiride bulunuldu: “Yargıtay, Taksim Dayanışmasının sosyal medya hesaplarından aktif biçimde yapıldığını kabul ettiği paylaşımlardan hangisinin başvurucuyla bağlantılı olduğuna dair bir belirleme yapmamıştır. Diğer taraftan iddianamede Taksim Dayanışmasının sosyal medya hesaplarından yapılan paylaşımların daha çok Gezi Parkı olaylarının yaşandığı Mayıs-Haziran aylarına ilişkin olduğunun belirtildiği görülmektedir. Bununla birlikte söz konusu şifre talebinin ise 2 Ekim 2013 tarihli olduğu dikkat çekmektedir. Sosyal medya paylaşımlarının tarihi ile şifre talebinin tarihi dikkate alındığında söz konusu iletişim kaydının anılan paylaşımların sorumluluğuna delil teşkil edip edemeyeceği hususunda oluşan ciddi tereddütler, yargı mercilerinin sunduğu gerekçelerle giderilememiştir. Dolayısıyla şifre isteme olayı ile provokatif kabul edilen paylaşımlar arasında nasıl bir ilişki kurulduğu da karardan anlaşılamamaktadır. Bu itibarla yargı merciince başvurucuya atfedilen eylemler ile mahkûmiyete esas alınan mevcut deliller arasında somut bir bağ kurulamadığı sonucuna varılmıştır”

Yerel mahkemede yok Yargıtay’da var

Yerel mahkeme kararında mahkumiyet gerekçesi yapılmayan dinleme kayıtlarının Yargıtay’ın onama kararında gerekçe yapıldığına da yer verilen AYM kararında, “Bu hâliyle mevcut durum başvurucunun temyiz aşamasında mahkûmiyetine esas teşkil eden bir delile karşı savunma yapma imkânından yoksun bırakılması sonucunu doğurmuştur” değerlendirmesi yapıldı. Başvurucunun, söz konusu dinleme kayıtlarının tüm taleplerine rağmen yargılamanın hiçbir aşamasında dosya kapsamına dâhil edilmediğini ileri sürdüğü de hatırlatılan kararda, “Mahkûmiyet hükmünün onanması kararında Yargıtay’ın başvurucunun bu şikâyetini karşılayacak bir gerekçe oluşturmadığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla somut olayda başvurucunun mahkûmiyetine esas teşkil eden dinleme kayıtları, ilk kez kanun yolu aşamasında ve başvurucuya bu delillere karşı savunma yapma imkânı tanınmadan hükme esas alınmıştır. Bu durumun silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleriyle bağdaşması mümkün görünmemektedir” denildi.

“Gezi olaylarından önce sadece bir kişiyle iletişimi var”

Kararda, mahkûmiyet hükmünün gerekçelerinden birinin de başvurucunun ve sanıklardan bir kısmının Gezi Parkı olaylarının öncesinde bir plan ve organizasyon dâhilinde hareket ettikleri iddiası olduğuna değinilerek, “Ancak Mahkemeyi bu şekilde düşünmeye iten bulgunun tam olarak ne olduğu karardan anlaşılamamaktadır. Başvurucu hakkındaki iletişim tespiti kayıtlarına bakıldığında Gezi Parkı olaylarından önce yargılamanın diğer sanıklarından yalnızca biriyle iletişiminin olduğu görülmektedir. Yine bu iletişimin içeriğine ve yoğunluğuna dair bir bilgi de kararda yoktur. Dolayısıyla olayların başvurucu tarafından önceden planlandığı şeklindeki bir sonuca ulaşabilmek için başvurucu yönünden eldeki tek bulgu olaylardan önce sanıklardan biriyle mevcut olan iletişimidir. Ancak bu bulgunun tek başına önceden bir plan dâhilinde hareket edildiği sonucuna ulaşmak için yeterli olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir” ifadeleri kullanıldı.

“Cezai sorumluluğunun ne şekilde doğduğu belirsiz”

Yerel mahkeme ve Yargıtay’ın, Gezi Parkı olaylarının devam ettirilmesi amacıyla gerçekleştirilen toplantılara katıldığı ve asli fail kabul edilen Osman Kavala’nın başka bir sanık aracılığıyla başvurucu Kahraman üzerinden bu forumların koordinasyonunu sağladığı iddiasına da değinilen kararda, “Ancak başvurucunun somut olarak ne zaman hangi forum toplantılarına katıldığı, bu toplantılarda ne tür kararlar alındığı, alınan kararların şiddet olayları üzerindeki etkisi ve özellikle bu forumların organizasyonu ile ortaya çıkan şiddet eylemleri arasında nasıl bir bağlantı bulunduğu hususlarında herhangi bir açıklık içermemektedir” denildi. Kararda, bahsedilen forum faaliyetleriyle irtibat kurulmasını mümkün kılacak somut ilişkinin ne olduğu yönünde de yeterli değerlendirme yapılmadığı belirtilerek, “Bu kapsamda isnat edilen eylemlerin başvurucunun cezai sorumluluğunu ne şekilde doğurduğu yeterli biçimde gerekçelendirilmemiştir” ifadeleri kullanıldı.

“Aynı konunun neden farklı yorumlandığı anlaşılmıyor”

Kahraman’ın başvurusunda ayrıca “İstanbul 33. Asliye Ceza Mahkemesi’nde Gezi Parkı olaylarıyla ilgili olarak başka sanıkların yargılandığı bir davada Gezi eylemlerinin anayasal hak kapsamında değerlendirildiği ve ayrıca Taksim Dayanışmasının suç örgütü olduğuna dair herhangi bir delil bulunmadığı tespitlerine yer verildiğini ve bu kararın kesinleştiğinin” belirtildiğine atıf yapılan kararda, “Somut olayda başvurucunun kendi davasında aynı konunun neden farklı yorumlandığına dair Mahkemelerce yeterli bir gerekçe de ortaya konulmamıştır.” denildi.

Yeniden yargılama yapılacak

Kahraman’ın Anayasa ile güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki “hakkaniyete uygun yargılanma hakkının” ihlal edildiğine hükmeden Yüksek Mahkeme, yargılamanın yenilenmesine karar verdi. Karar 9’a karşı 5 oyla alındı. İrfan Fidan, Muhterem İnce, Yılmaz Akçil, Ömer Çınar ve Metin Kıratlı’nın muhalif kaldığı kararın bir örneği, ihlalin sonuçlarının ortadan kaldırılması amacıyla ilk derece mahkemesi sıfatıyla İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine gönderildi. Karar uyarınca Kahraman yeniden yargıalanacak.

“Takdir mahkemenin” vurgusu

Öte yandan Yüksek Mahkeme’nin söz konusu kararda, “takdir mahkemenin” vurgusu yapması da dikkat çekti. Son dönemde bir kaç kararında daha yer verilen cümleyi Kahraman kararında da kullanan AYM, kararın hüküm bölümünden hemen önceki “giderim” başlığı altına “Verilen bu hak ihlali kararı, uyuşmazlığın sonuçlarından bağımsız olup ihlal kararı üzerine yeniden yapılacak yargılamada beraate veya mahkûmiyete karar verilmesi gerektiği anlamına gelmemektedir. Kural olarak yargılamanın her aşamasında olduğu gibi ihlalin sonuçlarını gidermek üzere yeniden yapılacak yargılama sonunda da delillerin dava ile ilişkisini kurma, bunları değerlendirip sonuç çıkarma ve bu sonuca dayalı olarak beraate ve mahkûmiyete karar verme yetkisi ilgili mahkemelere aittir” cümlesini ekledi. AYM ile Yargıtay arasında daha önce yine Gezi davasından hüküm giyen Can Atalay kararı nedeniyle kriz yaşanmış, Yüksek Mahkeme’nin ceza yargılamasının esasına girdiği iddiaları da tartılma konusu olmuştu.

                                                            ***

AYM’nin Tayfun Kahraman kararı Resmi Gazete’de -Sözcü

Anayasa Mahkemesinin Gezi Davası tutuklusu Şehir Plancısı Tayfun Kahraman hakkında verdiği karar Resmi Gazete'de yayınlandı.

Gezi davası tutuklusu Tayfun Kahraman'la ilgili AYM gerekçeli kararı resmi gazetede yayınlandı. Karar, “hakkaniyete uygun yargılanma ihlalinin ortadan kaldırılması” için İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin yeniden yargılama yapmasını öngörüyor.

Anayasa Mahkemesi, 'Gezi Parkı Davası' olarak bilinen yargılamada, Gezi tutuklusu Tayfun Kahraman'ın 'Adil Yargılanma Hakkı’nın ihlal edildiğine dair gerekçeli kararını açıkladı. Resmi Gazete'de yayımlanan kararda, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne yeniden yargılama yapılmak üzere gönderilmesi gerektiği bildirildi.

"ADİL YARGILANMA HAKKI İHLAL EDİLDİ"

Ceza hukukçusu ve avukat Hüseyin Ersöz söz konusu karara ilişkin yaptığı paylaşımda şunları yazdı: "Anayasa Mahkemesi, kamuoyunda “Gezi Parkı Davası” adıyla bilinen yargılamada, Tayfun Kahraman’ın Adil Yargılanma Hakkı’nın ihlal edildiğine dair gerekçeli kararını açıkladı. Yüksek Mahkeme Kararında, Hakkaniyete Uygun Yargılanma Hakkı’ndan kaynaklanan güvencelere uyulmadığına hükmetti. Bu karar sonrasında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “Yargılamanın Yenilenmesi Kararı” verilmesi zorunlu. Bu noktada, yargılamanın yenilenmesi sürecinde ciddi sağlık sorunları bulunan Tayfun Kahraman hakkında “İnfazın Durdurulması ve Tahliye Kararı” verilmesi de hakkaniyete uygun bir yaklaşım olacaktır. Zira Anayasa Mahkemesi’nin Kararında ortaya koyduğu gerekçeler, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Mahkumiyet Kararına yönelik ciddi eleştirleri de içinde barındırmaktadır. "

                                                              ***

soL "Köşebaşı + Gündem" -16 Ekim 2025 -

Trump şovunu bozan İsrailli komünist soL'a anlattı: 'Bu barış planı değil, klasik bir sömürgeci girişim'-Can Kuyumcuoğlu-

İsrail Parlamentosu'ndaki eylemle Trump'ın sözünü kesen komünist milletvekillerinden biri olan Ofer Cassif'le gerçekleştirdikleri protestonun yanı sıra İsrail siyasetini ve ülkedeki eşitlik mücadelesini konuşma fırsatını yakaladık.

Önceki gün tüm dünya, katlanılması zor sahnelere maruz kaldı. Gazze’deki soykırımın mimarları, İsrail parlamentosu Knesset’te “barış şovu” yapmak üzere buluştu. 

Sahnedeki isim Gazze’deki yıkımın başmimarı ABD Başkanı Donald Trump’tı. “Barış” adı altında Gazze’yi tamamen boşaltarak sermaye cenneti yapmaya soyunan ABD Başkanı’nı iktidarıyla ana muhalefetiyle tüm İsrailli düzen siyasetçileri alkışlara boğdu.

Trump’ın Knesset’teki gösterisi kendisi açısından çok iyi gidiyordu. Ta ki iki İsrailli komünist “coşkulu” konuşmasını kaldırdıkları dövizle bölene kadar...

Hadaş blokundan milletvekilleri Aymen Odeh ve Ofer Cassif, "Filistin'i tanıyın" yazılı dövizleri kaldırmaları üzerine güvenlik görevlileri tarafından hemen meclisten çıkarıldı. Ancak protestoları güne çoktan damgasını vurmuştu.

(https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-10/x2280mynxko3och.mp4)

Protesto eden milletvekillerinden Cassif, İsrail Komünist Partisi bünyesinde uzun yıllardır ülkede eşitlik mücadelesi veriyor. soL Haber'in yıllardır dostu. 2021 yılında soL TV'de konuk olmuştu

Cassif'le tüm dünyanın konuştuğu protestonun yanı sıra İsrail siyasetini ve ülkedeki eşitlik mücadelesini masaya yatırdık.

‘Meclis bir bütün olarak bu sirk gösterisine katıldı’

Cassif’e ilk sorumuz o gün Knesset’te yaşananlar oldu. Cassif, Trump’ın Netanyahu’yla birlikte yaptığı ziyareti kısa ve net tanımladı: “İki megalomanın mide bulandırıcı gösterisi.

Cassif, devamında şunları aktardı: 

Muhalefetin çoğunluğu da dahil olmak üzere, meclis de bir bütün olarak bu sirk gösterisine katıldı. İğrençti, çünkü bu bir megalomanlık gösterisi ve kişilik kültüne tapınmaydı.

İkilinin barıştan söz etmelerinin “çileden çıkartıcı” olduğunu ifade eden Cassif, iki liderin de hem Gazze'deki soykırımdan hem de İsrailli rehinelerin ve askerlerin ölümlerinden sorumlu olduğunu vurguladı.

İsrail’in Mart ayında halihazırda var olan ateşkes anlaşmasını bozduğunu ve Trump’ın da buna ön ayak olduğunu anımsatan Cassif, şunları kaydetti:

Trump'ın ayrıca sadece İsrail'i desteklemekle kalmadığını, aynı zamanda Gazze'yi temizlediklerini açıkça dile getirdiğini de unutmamalıyız. Onun dediğine göre, Gazze'de kimse kalmayacak ve kimsenin geri dönmesine izin verilmeyecek. Yani barış iddiaları boş sözler.

Ofer Cassif

‘Bu barış planı değil, klasik bir sömürgeci girişim’

Cassif, "Filistin'i Tanıyın" döviziyle iki şeye dikkat çekmek istediklerini belirtti: 

Birincisi, Trump'ın Beyaz Saray'da Netanyahu ile ve Mısır'da Şarm El Şeyh'de sunduğu teklif, Filistin halkının kendi kaderini tayin ve devlet olma hakkını tamamen göz ardı ediyor. 20. Madde'de Filistin devleti konusu çok belirsiz. Çok bulanık ve hiçbir taahhüt yok. Oraya nasıl ulaşılacağına dair bir açıklama yok. Belirtilen koşullar, sömürgeci emperyalist efendilerin karar vereceği koşullar. Yani bu işe yaramaz. Bu bir plan değil. Kesinlikle bir barış planı değil. Çok klasik bir emperyalist ve sömürgeci öneri. 
Diğeri ise Filistinliler özgür olmadığı sürece barış olmayacağını anlamak. Barış adalet gerektirir. Adalet, Filistin halkının kurtuluşunu gerektirir. İsrail devleti yanında kendi devletlerinin kurulmasını. Başka bir şey değil.

‘Halklar arasında düşmanlık, sömürenlerin işini kolaylaştırır’

Cassif’e soykırımcıların bu gösterisine neden yalnızca komünistlerin tepki gösterdiğini sorduk.

Komünist milletvekili bu konunun karmaşık ve çok katmanlı olduğuna işaret etti:

İktidardakiler ve parlamentodaki temsilciler, çatışma ve düşmanlık durumunu, en çok sömürülen sınıfları kendi taraflarına çekmek için kullanıyorlar. Lenin bu konuda temel olarak şunu söylüyordu: Halklar veya uluslar arasında bir düşmanlık yaratıldığı sürece, sömüren siyasetçilerin sömürülenlerden destek alması çok daha kolay olur.

Cassif, İsrail özelinde ise bu konuda Mizrahi Yahudilerini örnek verdi:

Bu, bugün için de çok geçerli, çünkü İsrail'deki en çok sömürülen kesimlerin çoğunluğu, yalnızca ekonomik olarak değil, aynı zamanda kimliksel ayrım açısından da olabilecek en kötü durumdalar. Özellikle ve esas olarak Mizrahi Yahudilerinden bahsediyorum. Birçoğu sağcı partilere oy veriyor ve birçoğu Netanyahu'ya hayran. Sağcı liderler, kişisel olarak bu kesimlere zarar vermek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak bu kesimler yine de onları destekliyorlar.

Bunu Marksist sosyolog Perry Anderson, ‘psikolojik telafi’ terimiyle açıklıyor. Buna göre, en çok sömürülenler, savaşta kendi ait oldukları sınıf yerine sömürücüleriyle işbirliği yapmayı tercih ediyor.

Bu durum burada da aynı, onlarca yıldır böyle. Bir zamanlar İran gibi Körfez ülkelerinden ve özellikle Irak'tan, Kuzey Afrika’dan, Yemen'den gelen büyük Mizrahi Yahudiler dalgası vardı. Bu yüzden buraya geldiler. Sömürüldüler, ötekileştirildiler, alay edildiler, ezildiler ve dışlandılar. Ama onlara sürekli, özellikle de son birkaç on yılda, egemen ulusun bir parçası oldukları ve Araplara karşı olmaları gerektiği söylendi. Ve bu böyle devam ediyor.

Cassif, 8 Eylül 2023'te Doğu Kudüs'teki Şeyh Cerrah mahallesinde Yahudi evlerinden Arap ailelerin tahliye edilmesine karşı düzenlenen protesto sırasında Filistin bayrağıyla.

‘Biz insanlara ulaşamadıkça bu sesler çoğalmaz’

Cassif, komünistler dışında kimsenin ses çıkarmamasını da bu duruma bağlıyor ve örgütlenmenin önemine dikkat çekiyor:

Bence bu, bu topluluklara ulaşamamızın nedenlerinden biri. Elbette bizi destekleyen birçok kişi var, ancak ihtiyacımız olandan daha az, istediğimizden daha az ve olması gerekenden daha az. Ama devam etmeye çalışıyoruz, daha fazla destek kazanma çabalarımıza devam ediyoruz, ancak bu kolay olmaktan çok uzak.

‘Bizi takdir eden binlerce kişi var’

Soykırıma tepki gösteren siyasi grupların bu kadar az olması bir ülke için ne olursa olsun alışılmadık bir durum. Bu bağlamda, Cassif’e ülkenin siyaset arenasında harekete geçemeyen ancak kendilerini takdirle karşılayan grupların olup olmadığını sorduk.

Soruya “Kesinlikle var” yanıtını veren Cassif, şöyle devam etti:

Yaklaşık bir, bir buçuk yıl önce, daha önce bahsettiğim solcu Mizrahi Yahudilerin yanı sıra birçok kuruluş ve dernek de dahil olmak üzere en az 70 kurumla birlikte bir barış ortaklığı kurmayı başardık. Toplumsal adalet için işgale karşı soykırıma karşı birlikte hareket ediyoruz. Elbette çalışmalarımızı takdir eden binlerce kişi var, çünkü parlamentoda sosyal fraksiyonlar hakkında en çok konuşan biziz. Halka hitaplarımız, gündem maddeleri ve madencilere yönelik soru önergeleri ve yasa tasarıları gibi... Parlamentoda sosyal çalışma ve mücadele yürütüyoruz. Bir yandan birçok insan da bunlardan habersiz. Bazıları biliyor ama umursamıyor, bazıları da biliyor ve bu yüzden bizi destekliyor. Yani, çalışmalarımıza devam ediyoruz. Bunu öylece terk edemeyiz.

‘Bugün yalnızca komünistler değil, birçok İsrailli tehlikede’

Cassif’e ayrıca İsrail’de komünist olmanın günlük hayatta zorluk getirip getirmediğini sorduk. Cassif, bunun eskiden geçerli olduğunu, ancak günümüzde zorluk çekenlerin yalnızca komünistler olmadığına işaret etti:

Yaklaşık 50-40 yıl önce komünist olmak zordu. Ama İsrail'de bugün fiziksel tehdit altında olmak için ya Arap olmak ya da tanınmış bir solcu olmak yeterli, illa komünist olmak zorunda değil. Örneğin, son yıllarda insanlar Netanyahu hükümetine karşı mücadeleyle ilişkilendirildi. Rehinelerin terk edilmesini ve kurban edilmesini protesto etmek için sokaklara çıkan insanlar vardı. Bildiğiniz gibi, polis ve faşist hareket tarafından vahşice saldırıya uğradılar ve dövüldüler. Bu yüzden, Aymen (Odeh) ve ben, birkaç ay önce soykırıma karşı konuşmam için davet edildiğim, çoğunluğu Yahudi olan bir gösteride neredeyse linç ediliyorduk. Polisin önünde neredeyse faşist bir kalabalık tarafından sıkıştırılıyorduk, polis hiçbir şey yapmadı. Yani komünist olmak başlı başına tehlikeli değil, Arap, solcu veya ilerici, hatta liberal olarak anılmak bile oldukça tehlikeli hale geliyor.

‘Filistinlilerin kurtuluşu olmadan barış olmaz’

Son olarak Cassif, bölgede gerçek anlamda barışın nasıl gelebileceğini anlattı:

Daha dün Mısır'da bile Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını reddettiler ve Filistinlilerin kendi devletlerine sahip olacağı bir çözümü desteklediğini söylemeyi reddettiler. Öyleyse bu nasıl bir barış? Filistinlilerin kurtuluşu olmadan barış olmayacak. Filistinlilerin vahşi ve ölümcül işgalden tamamen kurtulmaları ve İsrail'in Haziran 1967'de işgal ettiği tüm topraklarda kendi bağımsız devletlerine sahip olmaları olmazsa olmaz bir koşuldur. Bu, mülteci sorununa Birleşmiş Milletler'in önerdiği adil çözümün tek yoludur. Bu, hem Filistinliler hem de İsrailliler için barış ve adalete ulaşmanın tek yoludur. Başka yolu yok. Ve biz de oraya ulaşmak için elimizden gelenin en iyisini yapmaya devam ediyoruz.

                                                        ***

Yazarımız Tevfik Çavdar’ın anılırken anımsattıkları -Ali Rıza Aydın-

Emekçi halk ve yurtseverlik sorumluluğumuz, Tevfik Çavdar’ın devrettiği birikimi bugün ana akışın tersine örgütlemeyi daha elzem kılıyor.

15 Ekim 2012’de aramızdan ayrılan ağabeyimiz, yazarımız Tevfik Çavdar’ın 1931 yılında İzmir’de doğduğunu, İstanbul İktisat Fakültesi’ni bitirdiğini, uzun yıllar Devlet İstatistik Enstitüsü ve Devlet Planlama Teşkilatı’nda görev yaptığını, kısa yaşam öyküsünün devamını ve soL’daki uzun yıllara yayılan haftalık yazılarını soL’un yenilenen, güçlenen, zenginleşen akışında bulmak olanaklı.

Tevfik Çavdar, Türkiye’nin siyasal ve ekonomik tarihi üzerine birçok makale ve kitaba emek veren, temel Marksizm bilgilerini de içeren eğitim kitapçıkları hazırlayan araştırmacı yazarımız olmak yanında birikimini yüksek öğretimde, sendikalarda ve çeşitli eğitim-öğretim kurumlarında verdiği derslere de yansıtan, planlamacılıkta uzman, tarih ve edebiyata, dolma kalem ve Beşiktaş’a ve de sevdalı Hocamız. 

Tanışıklığımız, ağabey-kardeş saygın dostluğumuz 1977’de, Sayıştay’da Sevgili Eşi, 2023’te aramızdan ayrılan Özden Çavdar aracılığıyla başladı. soL’daki buluşmamız ne yazık ki uzun süremedi. Özden Ablamızı ve Tevfik Ağabeyimizi saygıyla anıyoruz.

"Tevfik Çavdar'ın Kitabı" adlı Gamze Erbil çalışmasında (Yazılama Yayınevi, 2008) Tevfik Çavdar kısa ve öz şöyle anlatılır: 

"Tevfik Çavdar Türkiye'nin en üretken aydınlarından. Emekçi halka ve ülkesine karşı sorumluluk bilinciyle bir iktisatçı olarak üstlendiği görevlerin yanı sıra, sürekli yazan, konferanslar veren, panellere katılan birisi... Çok insan tanıdı, çok gözledi, dolaştı, muhabbet etti, okudu. Aslında bir kitaba sığmayacak kadar dolu dolu yaşadı ve yaşamaya devam ediyor.”

Burjuva anayasalarında "gelişimden değil salınımdan" söz edilebileceğini, "sınıf mücadelesinin paralelinde ya da yönünde bazı gel-git değişimlerin” burjuva özü etkilemeyeceğini hep vurguladı: "Anayasa’da gelecekte yapılacak değiştirmelerin boyutunu sınıfsal mücadele tayin edecektir. Sınıfsal mücadelede dengenin kimin lehine bozulabileceğini işçi sınıfının gücü ve direnme inancı belirleyecektir."

“Unutulmamalıdır ki gelişimin çizgisi ulus egemenliğinden halk egemenliğine yöneliktir” derken anayasa tartışmalarına ama özellikle de cumhuriyet ilkelerinden en temeline, halk egemenliğe vurgu yaptı ve bu ilkeyi ödünsüz savundu Tevfik Ağabey. İşçi sınıfının savaşımından ve yurtseverlikten hiç kopmadı.

Cumhurbaşkanının son ABD ziyaretine ilişkin bir yorumu Çavdar’ın 10.7.2006 günlü “Yeni teslimiyet belgesi” başlıklı soL yazısında buluyoruz. Bu yoruma Suriye ve Filistin’i ekleyerek okuyabilirsiniz.

“Geçen hafta, ABD'nin başkentinde, Dış İşleri Bakanımız Stratejik Vizyon Belgesini ABD Dış İşleri Bakanı Rice ile karşılıklı imzaladı ve ortak bir basın toplantısıyla bu haberi meşrulaştırdı. Belgenin girişinde ise şu satırlar yer alıyordu: 

‘Bölgesel ve küresel hedeflerimiz bağlamında aynı doğrular ve değerler bütününü paylaşıyoruz. Bunlar barış, özgürlük ve refahın geliştirilmesidir.’ 

İlk bakışta çok çekici bir amaç göze çarpıyor. Ama bu parlak barış, demokrasi, özgürlük ve refah sözcüklerinin gerçek anlamını düşündüğümüzde nasıl bir tuzağın hazırlandığını hemen görüyoruz. Hangi barış? İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra sürekli olarak cephe açan ABD'nin tanımladığı barış mı? Buna Latince deyimiyle 'Pax Amerikana' diyoruz, ne anlama geldiğini Afganistan, Irak örneğiyle bitecrübe biliyoruz. Demokrasi ve özgürlüğün ABD jargonunda nasıl betimlendiğini Irak başta olmak üzere elli yıllık geçmişimizde tanık olduğumuz Şili, Arjantin, Nikaragua ve hatta ülkemizdeki darbelerle farkındayız. Refaha gelince, küreselleşen kapitalizmin neo-liberal uygulamaları ile gelişmekte olan ülke halklarını nasıl yoksulluğa sürüklendiğini görüyoruz ve bu yoksullaşmaya IMF politikaları nedeniyle ülkemizde de tanığız.”

Daha öncelere 1987’ye gittiğimizde, “’Müntehib-i Sani’den (İkinci Seçmenden) Seçmene” kitabındaki değerlendirme de bugünleri tanımlıyor:

“24 Ocak (1980) kararları sonucu Türkiye, Dünya pazarlarına bağımlı sınıfsal ya da sınıf kesimleri tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar etkinleşmiştir. Kapitalizmin gelişmesi, oligarşik bir devletin varlığıyla özdeş hale gelmiştir. Burjuva kesimler, feodal kalıntılar, emperyalist uluslararası sermayenin birleşimidir yukarıda tanımladığımız oligarşik devlet. Bu bir nevi uluslararası sermayenin güdümünde 'burjuva diktatörlüğüdür'. Oligarşik devletin uluslararası sermayeyle kurduğu ittifak sıkıdır, güçlüdür. Böylece sadece Türkiye’ye özgü değil, Dünyadaki birçok kapitalist ülkeyi de içerisine alan bir ‘Oligarşik Blok’ oluşmuştur. Bu blokun stratejisi ise solun, bir başka deyimle her zaman karşılarında olması gereken halk blokunun parçalanmasıdır. Bu parçalanma işlemi zaman zaman halkçılık görünümü altında yapılmaktadır.”

Düşünen, gözlemleyen ve üreten insan olarak düşündüren ve ürettiren etkisi yaygın bir aydındı Tevfik Ağabey. 

Aydemir Güler’in soL’daki 15.10.2022 günlü “Tevfik ağabey gideli on yıl geçmiş!” yazısında vurguladığı gibi “Her zaman Marksistti. Ancak yaşamının 1990’ların sonlarından 2012’ye kadar süren son diliminde, komünistlerle birlikte düşünür ve çalışır oldu. Bu yönelim ana akışın tersinedir”.

Emekçi halk ve yurtseverlik sorumluluğumuz, Tevfik Çavdar’ın devrettiği birikimi bugün ana akışın tersine örgütlemeyi daha elzem kılıyor.

                                               /././

CHP ve NATO tartışması: 'Amerika'nın hizmetinde', 'AKP'den geri', 'NATO memuru', 'Tetikçi olmamalıyız' -Aslı İnanmışık/Yalçın Çuğ-soL-

CHP'de "gözden kaçan" NATO raporu partide tartışma başlattı. Konuyla ilgili pek çok ismin farklı fikirleri savunduğu anlaşıldı. Peki rapor, o çevrede nasıl karşılandı? soL, 4 isimle konuştu.

CHP'nin NATO Parlamenterler Asamblesi’ne (NATO PA) sunduğu “İran tehdidi” konulu rapor büyük yankı buldu.

Rapor Eylül ayında NATO PA'ya sunulmuştu. Kimse fark etmedi, hiç gündeme gelmedi. 14 Ekim'de soL'un haberi ve TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın X mesajıyla konu birdenbire gündeme oturdu.

Ekrem İmamoğlu'nun İsrail'i Venezuela'ya davet edecek kadar gözü dönmüş bir muhalife Nobel Barış Ödülü verilmesini kutlaması, üstüne Özgür Özel'in Brüksel'de Batı kültürünü yere göğe koyamamasının hemen ardından gelen rapor, bu kez gelişigüzel bir söylem değil, ayrıntılı bir pozisyon ifade ettiği için de çok tartışıldı. 

Rapor, CHP içerisinde de hareketliliğe yol açtı.

Partililer, milletvekilleri, eski vekiller, CHP'yi yakından tanıyan kimi isimler, NATO'ya sunulan raporu tartışmaya başladı.

soL bu isimlerin bir bölümüne ulaştı.

Bazı isimler "çeşitli gerekçelerle" konuşmak istemedi, yorum yapmaktan kaçındı. Partinin önemli kademelerindeki bazı sorumlu isimler, şaşırtıcı bir biçimde "rapordan haberleri olmadığını" söyledi ve görüş beyan etmedi.

CHP'nin parti programında* üyeliğin ve ilişkilerin geliştirilmesinin savunulduğu NATO konusunda farklı farklı görüşler ortaya çıktı.

Sertel: NATO çok açık ve net Amerika'nın hizmetinde

Raporla ilgili genel bir değerlendirme yapan eski CHP İzmir Milletvekili Atila Sertel, "ABD emperyalizminin ilişki kurmadığı, tehdit etmediği, işgal etmediği, yönetimine müdahale etmediği hiçbir ülke yok dünyada. Emperyalizmin yönetmesine karşıyım. Komşumuzla ilişkiler çerçevesinde de, Amerika'nın müdahalesinin yanlış olduğunu düşünüyorum" dedi. Sertel şöyle devam etti:

Her ülke kendi iç yönetimini kendisi idare etmeli. Ama ne yazık ki bu gördüğünüz gibi... ABD kendini dünyanın patronu ilan etmiş, her yere müdahale etmeye yetkili sayıyor. Tüm insanları felakete sürüklüyorlar. Bir yandan silah, uçak, bomba üretip satıyor, savaşı körüklüyorlar. Ellerindeki silahları satmaları için dünya halklarının savaşması lazım. Emperyalizm dünyayı bu kısır döngüde yönetiyor. NATO da çok açık ve net Amerika'nın hizmetinde.

NATO'ya karşı olup olmamak da önemli değil, o bir ittifak. Ülkelerin kendi güvenliğini sağlamak için kurulmuş bir teşkilat. Öte yandan Amerika'nın bu konuda müdahalesi çok açık ve net. NATO da tabii ki en büyük destekçisi oluyor. Ancak NATO'ya girip girmeyeceğine ülkeler kendisi karar vermeli. Asıl emperyalizmin saldırganlığına dur demek lazım, binlerce çocuk öldü. Dünyadaki bütün yönetimler böyle düşünmeli.

NATO'nun kullandığı Kürecik Üssü'nü hatırlattığımız Sertel şöyle dedi:

Kürecik'in bize yararı ne ki? Amerika'nın üssüne, dış müdahalelerine konum sağlayan bir yer.

Çakırözer imzalı raporda, İran tehdidine karşı Kürecik Üssü'nün önemine dikkat çekiliyordu. 

Oysa Kürecik Üssü hep ABD ve NATO'nun hizmetinde olduğu için, 1970'lerde Sinan Cemgil ve yoldaşları, Deniz Gezmiş'lerin idamını önlemek için Kürecik Üssü'ne karşı eylem yapmayı planlıyordu.

Cihaner: Ancak bir NATO memuru tarafından yazılabileceğini düşünüyorum

Meclis’te üç dönem boyunca CHP’yi temsil eden İlhan Cihaner de sözlerine “Umarım rapordaki perspektif partinin görüşü olarak olgunlaşmamıştır. Raporu kaleme alanların kendi görüşleri olduğunu umut ediyorum” diyerek başladı.

Benimsenilen ilkelerle arasındaki makasın zaman zaman açılabilmesine karşın CHP’nin bağımsızlıkçı ve antiemperyalist bir çizgiyi savunduğunu öne süren Cihaner, “En azından CHP’ye destek veren kitleler partiyi sosyal demokrat bir çizgide görür ama raporda bunun izleri yok. CHP'ye oy verenlerin, CHP'ye biçtikleri rollerle uyuşmuyor bu rapor” diye konuştu.

Cihaner, raporun kabul edilemez olduğunu vurguladı:

ABD ve müttefiklerini uluslararası toplumun yegâne doğrusu, iyisi, hatta kurallara dayalı uluslararası düzenin savunucusu olarak görmek akıl alır bir şey değil. Hele hele Filistin’deki soykırımı aşan o büyük felaket daha hafızamızda canlıyken… Neredeyse tüm varlığını İsrail’in güvenliğine, Filistinlilerin ortadan kaldırılmasına vakfetmiş olan ABD’nin öncülüğünde kurallara dayalı uluslararası düzenden bahsetmek bana çok safça ve çocukça geliyor. Bu kabul edilebilir bir şey değil.

En önemlisi de Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte herhangi bir amacı kalmamış -olumlu anlamda söylemiyorum- NATO’yu ve çıkarlarını bu kadar önemseyen bir rapor Cumhuriyet Halk Partisi'nden çıkmamalıydı.

İran, Çin, Rusya ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin raporda “kargaşa ekseni” olarak nitelendirilmesine de değinen Cihaner, “NATO ve ABD’nin Ortadoğu'ya yönelik emperyalist müdahalelerini göz ardı edip böyle bir rapor düzenlenmesini gerçekten aklım almadı” dedi.

Cihaner, böylesi bir raporun “yol kazası” olamayacağını belirtti ve “Böylesi bir raporun ancak NATO çıkarlarını önceleyen bir NATO memuru tarafından yazılabileceğini düşünüyorum” diye konuştu.

Oyan: CHP bu konuda AKP'den geri durumda

22, 23 ve 24. Dönem'de CHP'de Milletvekilliği yapmış olan soL yazarı ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) Sözcüsü Prof. Dr. Oğuz Oyan ise bazı dönemler dışında CHP’nin 1950’li yıllardan beri hep NATO tarafında konumlandığını belirtiyor. Buna karşın günümüzde doludizgin bir NATO’culuğun CHP içinde öne çıktığını aktarıyor.

CHP’nin dış politikada ABD’yi ve Avrupa’yı karşına almak istemediğini ifade eden Oyan, “ABD ve NATO’nun karşısına aldıklarını biz de karşımıza alalım yaklaşımı var. Bu aslında ABD’den destek almadan iktidar olunamaz varsayımının bir uzantısı” diye konuşuyor.

Rusya, Çin, İran ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne yönelik “kargaşa ekseni” tanımlamasının, AKP tarafından bile dile getirilmediğini belirten Oyan, AKP’nin söz konusu ülkelere yönelik adımlarını anımsatıyor ve “CHP bu konuda AKP’den geri durumda. Dolayısıyla bu durum çok tehlikeli. CHP'nin mutlaka buna bir denge getirmesi gerekir” diyor.

Oyan, CHP’nin kendisiyle de çeliştiğini vurguluyor ve “CHP son zamanlarda İsrail’in soykırımına karşı iktidardan çok daha sert bir söylem üretiyor. Hatta zaman zaman ABD’ye kafa tutan bir çizgide gibi gözüküyor. Ama bütün bunların arkasından böyle bir rapor hazırlandığında, tüm bunların samimiyetsiz olduğu anlaşılıyor” ifadelerini kullanıyor.

CHP'nin Dışişleri Bakanlığından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Namık Tan'ı işaret eden Oyan, sözlerini şöyle noktaladı:

Dışişleri Bakanlığından gelen Parti yöneticileri NATO’cu ve Amerikancı çizginin dışına çıkamazlar. Bunlar Nato’cu şahin kanadı oluşturur. Eğer politikayı onlara teslim ederseniz zaten ortaya bu çıkar ve bu da bilinçli bir tercihtir. 

Bunun dışında CHP liberal politikacılar tarafından kuşatılmış vaziyette. Bunu NATO Parlamenter Asamblesi’nde CHP’yi temsil eden milletvekilli de dahil olmak üzere söylüyorum.

Bizzat Cumhuriyet Halk Partisi'nin kurucusunun yurtta barış, dünyada barış çağrından bu kadar uzaklaşılabilir. Sanırım daha fazla uzaklaşılamazdı.

 Havutça: Ne CHP ne de Türkiye, NATO’nun bölgedeki tetikçisi haline getirilemez

Üç dönem boyunca CHP’nin Balıkesir Milletvekili olan Namık Havutça da CHP’nin tarihsel misyonu itibarıyla NATO’nun genişlemesine yönelik bir görevi ve misyonu olmadığına dikkat çekiyor ve "Bu ‘Yurtta barış, dünyada barış’ şiarı ve Atatürk'ün oluşturduğu dış politika dengeleriyle örtüşen bir durum değil. Cumhuriyet Halk Partisi'nin bölgesinde barış sağlayacak politikalar geliştirmesi ve desteklemesi gerekir" yorumunda bulunuyor.

İran ile Türkiye’nin bazen sorunlar yaşasa da aralarında yüzyıllardır düşmanlık hukuku olmadığını ifade eden Havutça, şöyle devam ediyor:

Bizim misyonumuz İran’ı düşmanlaştıracak, kutuplaştıracak bir politika değil, tam aksine bölgesel barışı destekleyici bir politika olmalıdır. Ne Cumhuriyet Halk Partisi ne de Türkiye, NATO’nun bölgedeki tetikçisi haline getirilemez. Bu durum kabul edilmez. Bu coğrafya bizim kaderimiz. Ne Rusya’yla ne İran’la ebedi düşmanlığımız olamaz. 

Bizim bölgesel dengeleri ve barışı sağlayacak, kutuplaşmadan uzak raporları öncelememiz gerekiyor. NATO’nun genişlemesini savunan bir çizgi ve NATO’nun hamisi gibi bir tutum CHP’nin dış politikasıyla örtüşmez, bu nedenle de kabul edilmez. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi'nin böyle bir misyonu yok.

CHP'nin ABD-İsrail ekseninde Ortadoğu'nun şekillenmesine yönelik politik hatta gelmesinin mümkün olmadığını savunuyor Havutça. Bölgesel barışa ve uzlaştırıcı politikalara dikkat çekiyor ve "Dolayısıyla İsrail'in katliamlarını meşrulaştıracak, İsrail'le bizi yan yana getirecek, Türkiye’yi ABD-İsrail çizgisine getirecek politikaya karşı çıkılmalı" diyor.

"O zaman CHP temsiliyetine sahip herhangi bir kişi inisiyatif alarak kendi görüşlerine yer verdiği bir raporu sunabilir mi?" sorusuna ise şu cevabı veriyor:

Hazırlayan kişinin kişisel görüşüdür. Cumhuriyet Halk Partisi'nin yetkili kurullarını ve Cumhuriyet Halk Partisi'ni bağlamaz diye düşünüyorum. Böyle bir politik hattı Cumhuriyet Halk Partisi kabul edemez. Dolayısıyla ben böyle bir raporun Cumhuriyet Halk Partisi’ni kapsadığını düşünmüyorum.

Bir şeyin parti görüşü olabilmesi için ya yetkili komisyonlarda mutabakata varılması ya da genel başkan tarafından dillendirilmesi gerekir. Mesela Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda pek çok konuşma yaptım. Onlar benim kişisel görüşlerimdi. İran’la kutuplaşmayı, CHP’nin yetkili kurullarının destekleyeceğini düşünmüyorum ben. Tabii partinin yetkili kurullarının nasıl bir karar aldığına vakıf değilim, kişisel görüşlerimi ifade ediyorum.

Aslı İnanmışık/Yalçın Çuğ-soL

*Partinin sitesinde bulması çok güç olan programa ulaşmak için verilen bağlantıya tıklandığında, site sizi ana sayfaya yönlendiriyor. Yani CHP'nin programına yurttaşların şu anda parti sitesinden ulaşması mümkün değil.

‘Kaçma şüphesi yok’ dediler, güle oynaya kaçtı -Yavuz Alatan/SÖZCÜ-

Onlarca suça karışan eski AKP’li vekil Taşkesenlioğlu’nun ayrıldığı eşi Ünsal Ban artık Yunanistan’da. Daha önce de kaçarken yakalandı, “kaçma şüphesi yok” diye bırakıldı.

Çelişkiler ülkesi Türkiye, önceki gece tam da dönemin ruhuna uygun bir firara tanıklık etti. Eski AKP’li vekil Zehra Taşkesenlioğlu’nun ayrıldığı eşi Ünsal Ban, Sedat Peker’in ifşaaları sonucu 2022’de gözaltına alındı.

MİLYONLARI GÖTÜRDÜ

Rektörü olduğu Türk Hava Kurumu Üniversitesi’nde yolsuzluk, rüşvet, borsada manipülasyon, kara para aklama, dolandırıcılık, zimmet gibi suçlardan hakkında 4 ayrı dava açıldı.

Eski eşi Taşkesenlioğlu, “Paraları yurtdışına kaçırıyor” bile dedi.

Ancak etkin pişmanlıktan yararlanan Ünsal Ban, yurtdışına çıkış yasağı ile tahliye edildi. Ancak yurtdışına kaçmaya çalışırken yakalandı. Yunanistan’dan mülk satın aldığı için “Altın vize” ile oturma izni olan Ban, sahte gemi adamı belgesiyle kaçmak üzereyken Fethiye’de yakalandı.

Kaçarken yakalanmasına rağmen “Kaçma şüphesi” görülmedi ve serbest bırakıldı. Oysa ülkemizde “kaçma şüphesi var” denilerek, belediye başkanları, siyasetçiler, gazeteciler, öğrenciler cezaevinde çile dolduruyor.

RAHAT RAHAT GİTTİLER

Daha yakın zamanda İBB borsası suçlamasıyla adli kontrol uygulanan avukat Mehmet Yıldırım yurtdışına kaçarken yakalanmıştı. Ancak “kaçma şüphesi yok” denilerek adli kontrolle bırakılmıştı. Kaçarken yakalanan kişiye, “kaçma şüphesi yok” hükmü...

Nihayet tüm hazırlıklarını yapan Ünsal Ban, ilkinde başaramadığı firarı ikincisinde başardı ve Yunanistan’a kaçtı, herkes arkasından bakakaldı.

TAŞKESENLİOĞLU-BAN BİTMEYEN SKANDAL

Zehra Taşkesenlioğlu ile Ünsal Ban’ın olaylı boşanma süreci, Türkiye gündemine oturmuştu. Taşkesenlioğlu, boşanma dilekçesinde eski eşi Ünsal Ban’a evlilikleri sürerken 2.5 milyon doları nakit olarak elden teslim ettiğini iddia etmişti.

Milletvekili, bu parayı Ban’ın ticari faaliyetlere girmesi için yaptığı “baskı” sonucu verdiğini savundu. Taşkesenlioğlu, Ban’ın bu parayla başkaları adına şirket kurup hisse alıp sattığını öne sürdü. Skandalın bir ayağı, Taşkesenlioğlu’nun SPK Başkanı olan kardeşi Ali Fuat Taşkesenlioğlu üzerinden yürütülen rüşvet ağı iddialarıydı.

İş insanı Mine Tozlu Sineren, Taşkesenlioğlu aracılığıyla 12 milyon TL rüşvet teklifi aldığını doğruladı. Ban, eşiyle yaşadığı bir tartışmayı gizlice kaydedip sızdırdı. Görüntülerde, Taşkesenlioğlu’nun bıçakla eşine saldırıp “Para kazanacaksınız diye beni yakıyorsunuz” diye bağırıyordu.

Ünsal Ban eşi Taşkesenlioğlu’nun eli bıçaklı görüntüsünü sızdırmıştı.

Ünsal Ban’ın vukuatları

- Borsa İstanbul’da hisse manipülasyonu ile küçük yatırımcıları mağdur ederek yüz milyonlarca liralık vurgun.

- Üniversite arsasasına sadece yüzde 20 payla kat karşılığı inşaat yaptırmak. Rüşvet olarak aldığı 70 daireyi de üçte bir fiyatına bir emlakçıya toptan sattırmak.

- Helikopter ihalesi, İHA projesi, yurtdışı görevlendirmeler ve maaş ödemelerinde usulsüzlükler.

- 5 adet lüks kol saati alıp üniversiteye fatura etmek. 

- Kara para aklama.

- Zina gerekçesiyle eski eşine toplam 22 milyon TL tazminat ödemeye mahkum edildi.

AKP’li GÜLER’İN YORUMU: Bağımsız yargıdan kimse kaçamaz

AKP Grup Başkanvekili Abdullah Güler’e Ünsal Ban’ın kaçışı soruldu. Güler sadece başlıktaki cevabı verdi.

Yavuz Alatan/SÖZCÜ

https://youtu.be/rwQtcfV1pGk


GÜNDEM -15 Ekim 2025-

Gazeteci Furkan Karabay, doğum günü olan 15 Mayıs’ta tutuklandı. Bir YouTube kanalındaki açıklamaları ile ve sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek tutuklanmasının 114’üncü gününde "Cumhurbaşkanı’na hakaret" ve "Terörle mücadelede görev almış kişileri hedef gösterme" suçlamalarıyla hakkında iddianame düzenlendi, 6 yıldan 15 yıla kadar hapsi istendi.

İddianamede, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek, İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili Can Tuncay, Cumhuriyet Savcısı Ahmet Şahin ile Hâkim Hatice Kozan 'mağdur' olarak yer aldı.

Silivri Cezaevi'nden BirGün’ün sorularını yanıtlayan Gazeteci Karabay, “Zulüm büyürken umut da karşısında dağ gibi duruyor” dedi. Karabay iddianamesine dair de “İlk duruşmama tutukluluğumun 7’nci ayında çıkmış olacağım. İsterlerse 70’inci ayında çıkarsınlar, suratlarına gerçekleri ve yaşanan zulümleri haykırmaya devam edeceğim. Ben kendime bir iddianame yazsam daha iyisini yazardım. Kendileri de inanmıyor hazırladıkları iddianamelere” ifadelerini kullandı.

NEDEN HÜCREYE ALINDI?

Yaklaşık 150 gündür cezaevindesin. Cezaevinde de yazmaya, üretmeye devam ettin. Koğuşundan insan hikâyeleri kalem aldın ama bir süre önce tek kişilik bir hücreye alındığını öğrendik. Bu kararı nasıl verdiler? Sen mi talep ettin?

Silivri 5 No'lu Cezaevi’ne Metris Cezaevi’nden sevk olduğumda hapishane idaresi hem gazeteci olmam hem de “terörle mücadelede görev almış kişiyi hedef gösterme” maddesinden tutuklu olmam nedeniyle bana uygun koğuş bulamamıştı. En başından mesleğim ve ‘suç’ maddem gereği 5 No'luya sevk edilmem gerekiyordu. Hapishanede idaresi de şaşırmıştı. Siyasi, PKK koğuşuna da atamıyorlardı, çünkü iddiaya göre savcıları belirli bir terör örgütüne değil herhangi bir örgüte hedef gösteriyordum. “Ne yapacağız seni?” diye sormuşlardı.

Daha önce iki kez aynı maddeden tutuklanıp 9 No'luya gönderildiğimi, şimdi neden buraya geldiğimi sordular. Güldük, “Gönderdiler, geldik” dedim. 5 No'lu hırsızlık, dolandırıcılık hükümlülerinin ağırlıklı olduğu bir hapishanedir. Her cezaevinin ağırlıklı suç grubu vardır, suç ayrımı yapılması gerektiği için. 9 No'luya sevk yapılması için ilk tutukluluk günlerimde dilekçe yazmıştık. Ancak tutukluluğumun beşinci ayınca sevk yapıldı. Adli hapishanede siyasiydim, şimdi siyasi hapishanede adli kaldım.

UMUT ZULMÜN KARŞISINDA

Sen cezaevine girdikten sonra ülkede pek çok şey yaşandı. Cezaevinden memleket nasıl görünüyor?

Hapishanede gündemi elimden geldiğince yoğun takip etmeye çalışıyorum. Notlar alıyorum, haber yapmaya çalışıyorum. Dört duvar arasında memleket çok daha karanlık görülebilir tabii. Günbegün büyüyen otokrasi, zulüm çok daha çarpıcı hale geldi. Ancak aynı zamanda seslerin yükseldiği, yumrukların havaya kaldırıldığı, bunca kötülüğün karşısında omuz omuza daha sıkı durulduğu, mücadelenin daha da arttığı da görülüyor. Zulüm büyürken umut da karşısında dağ gibi duruyor.

AMAÇLARI DERS VERMEK

İlk duruşman tutukluğunun yedinci ayında, 2 Aralık’ta yapılacak. Seni aylarca cezaevinde tutup ders vermek mi istiyorlar? Seni neden susturmak istiyorlar?

Evet, ilk duruşmama tutukluluğumun yedinci ayında çıkmış olacağım. İsterlerse 70’inci ayında çıkarsınlar, suratlarına gerçekleri ve yaşanan zulümleri haykırmaya devam edeceğim. Ders vermeye çalışmaları da bu yüzden. Bu iktidar isim fark etmeksizin adaletin, liyakatin, hakkın, hukukun, ezilenin, insan haklarının yanında olanların sesinin çıkmasını istemiyor. Gazeteci, siyasetçi, avukat, akademisyen, öğrenci, asker, emekli diye mesleğine bakmıyor, bir çete gibi “Benimle misin, değil misin?” diye bakıyor. Tek dertleri bu. Onlar bu yüzden ders vermeye çalışıyor ama onlara en büyük dersi örgütlü halkımız verecek. Bunun önüne geçemeyeceklerini bildikleri için zulmü arttırarak vakit kazanmaya çalışıyorlar.

SUYUN KARŞISINDA DURAMAZLAR

İktidar ülkedeki korku duvarı inşa etmeye devam ediyor. İmamoğlu, sen, Fatih Altaylı, Ayşe Barım ve hatta son olarak eski AKP milletvekili… Sence bu işin sonu nereye varacak?

Bu işin sonunda onlar için büyük bir yıkım var. Bunu kendileri de biliyor. Tarihte zalimlerin nasıl bir son yaşadığını burada anlatmamıza gerek yok... Zulüm arttıkça sonun daha hızlı geldiğinin farkındalar, pervasızca saldırmaları da bu yüzden. İstedikleri kadar insanları tutuklasınlar, işkence etsinler, öldürsünler, akacak suyun karşısında ne duvarlar ne de dağlar durabilir. O duvarların altında kalmaya mahkûmlar.

DAHA İYİSİNİ YAZARDIM

Yargıyı yakından takip eden bir gazeteci olarak kendi iddianameni okuduğunda ne hissettin, düşündün?

İddianamem aslında beklediğim gibiydi. Herhangi bir savcı tutuklamaya sevk yazısını kopyalayıp yapıştırmış. Ben kendime bir iddianame yazsam daha iyisini yazardım. Kendileri de inanmıyor hazırladıkları iddianamelere. Çünkü hukuk fakültesini bitirmiş kişiler sonuçta. Onlar da biliyor ortada bir suç olmadığını. Ancak bildikleri halde insanları hapiste tutmaya devam ediyorlar. Bu iddianameleri yazdıkları için suç işliyorlar. Ne yazık ki bunu da bile isteye yapıyorlar.

UMUDU BÜYÜTMELİYİZ

Toplumun büyük bir bölümü ve özellikle gençler son bir yılda yaşananlardan dolayı büyük oranda umutsuz. Gençlere, topluma vermek istediğin bir mesaj var mı?

İnsanların geleceksiz kaldığı, emeklerinin karşılığını alamadığı, yaşam hakkını, hukuk güvenliğinin olmadığı bir ortamda mutsuz ve umutsuz olması çok doğal. Ancak biz nefes aldığımız her anda umudun da olduğunu biliyoruz. Namuslu siyasetçilere, avukatlara, aktivistlere, eğitimcilere, gazetecilere de bu ortamda büyük iş düşüyor. Her an var olan umudu büyütmek, umudu mücadeleyle buluşturup halkımıza sunmak bizim görevimiz.

Burada “Memleketi ben mi kurtaracağım?” ya da “Sen mi kurtaracaksın?” diyenler olabiliyor. Evet, ‘Ben kurtaracağım, sen kurtaracaksın’ demek gerekiyor. Söylediğiniz, yazdığınız bir sözle kaldırdığınız bir parmakla öğrettiğiniz bir kelimeyle savunduğunuz bir müvekkille yaptığınız bir eylemle memleketi kurtarabilirsiniz. Bir kişiyi bir eyleminizle değiştirebilirsiniz. Kim bilir belki de o da memleketi değiştirir. Yeter ki biz olalım, eyleme geçelim. Ben değil biz olduğumuz sürece bizim değiştirip kurtaramayacağımız hiçbir şey olamaz.

***

AYM, Erdoğan'ın bir yetkisini iptal etti -Sözcü-

Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanına döviz, banknot, hisse senetleri ve tahvillerin alım ve satımı, Türk parasının değerinin korunmasıyla ilgili karar alma yetkisi veren kanun hükmünü iptal etti. 

Anayasa Mahkemesinin konuya ilişkin kararı, Resmi Gazete'de yayımlandı. Karara göre, faaliyet izninin iptaline ilişkin işlemin ve bu işlemin dayanağı 21 Mayıs 2007 tarihli Resmî Gezete’de yayımlanan Kıymetli Madenler Borsası Aracı Kuruluşlarının Faaliyet Esasları ile Kıymetli Madenler Aracı Kurumlarının Kuruluşu Hakkında Yönetmelik’in 21. maddesinin (1) numaralı fıkrasının iptali talebiyle açılan davaya bakan Danıştay 13. Dairesi, yönetmeliğin dayanağı ilgili kanun maddesinin Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına vararak, iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Daire, 1567 sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun’un 15 Şubat 1954 tarihli ve 6258 sayılı kanunun 1. maddesiyle değiştirilen 1. maddesinin iptalini istedi. Anayasa Mahkemesi, "Cumhurbaşkanı’na döviz, banknot, hisse senetleri ve tahvillerin alım ve satımının ve bunlar ile kıymetli madenler ve kıymetli taşlarla bunlardan yapılmış ya da bunları içeren her türlü eşya ve kıymetlerin ve ticari senetlerle ödeme sağlamak için kullanılan her türlü araç ve belgenin ihracı veya ithalinin düzenlenmesi, sınırlandırılması ve Türk parasının değerinin korunması hususlarıyla ilgili karar alma yetkisi tanıyan" kuralın Anayasa’ya aykırı olduğuna hükmetti. "TEŞEBBÜS ÖZGÜRLÜĞÜYLE YAKINDAN İLGİLİ" Yüksek Mahkemenin gerekçesinde, 1567 sayılı kanunun itiraz konusu 1. maddesiyle, Cumhurbaşkanına döviz, banknot, hisse senetleri ve tahvillerin alım ve satımının ve bunlar ile kıymetli madenler ve kıymetli taşlarla bunlardan yapılmış ya da bunları içeren her türlü eşya ve kıymetlerin ve ticari senetlerle ödeme sağlamak için kullanılan her türlü araç ve belgenin ülke dışına çıkarılması veya ülkeye getirilmesinin düzenlenmesi, sınırlandırılması ve Türk parasının değerinin korunması hususlarıyla ilgili karar alma yetkisi tanındığı aktarıldı.Aynı kanunun 2. maddesinde, Cumhurbaşkanının alacağı kararların Resmî Gazete aracılığıyla ilan edilmesi ve ilan edildiğinin ertesi günü yürürlüğe girmesi gerektiğinin düzenlendiği belirtilen gerekçede, "Döviz, banknot, hisse senedi ve tahvillerin alım satımı ile bunların ve mücevheratın ya da bunlarla ilgili diğer kıymetli evrakın ülke dışına çıkarılması veya ülkeye getirilmesinin mülkiyet hakkı, sözleşme özgürlüğü ve teşebbüs özgürlüğüyle yakından ilgili olduğu açıktır. Zira kural, kişilerin anılan haklar kapsamında, malvarlığı değerleriyle ilgili olarak borçlandırıcı ve tasarruf işlemlerinde ya da ticari faaliyetlerde bulunmalarına ilişkin hususlarda Cumhurbaşkanına düzenleme ve sınırlama yetkisi vermektedir" denildi."CUMHURBAŞKANINA TANINAN YETKİ, KANUNLA DÜZENLENEBİLECEĞİ BELİRTİLEN BİR KONUYA İLİŞKİN"  Anayasa’nın 13. maddesinde temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğinin öngörüldüğü vurgulanan gerekçede, Cumhurbaşkanına tanınan düzenleme yetkisinin, Anayasa’da kanunla düzenlenebileceği belirtilen bir konuya ilişkin olduğunun anlaşıldığı kaydedildi. "GENİŞ YETKİ VERİLMİŞ, YETERLİ ÇERÇEVE ÇİZİLMEMİŞ" Gerekçede, şu tespitler yapıldı: "Bu nedenle kural kapsamındaki karar alma yetkisi konusundaki kanuni çerçeve oluşturma yükümlülüğünün daha katı olduğu söylenebilir. Kuralla Cumhurbaşkanına, ekonomik faaliyetlerin önemli bir kısmını, yani döviz ve değerli malların ticaretini ve hareketini doğrudan etkileyen kararlar alabilme yetkisi verilmiştir. Bununla birlikte geniş bir düzenleme alanını kapsayan bu yetkinin nasıl kullanılacağına, hangi şartlar altında ve hangi ilkeler doğrultusunda uygulanacağına dair kanunda yeterli bir çerçeve çizilmemiştir. Kanun, yalnızca Türk parasının kıymetinin korunması amacıyla kararlar alınabileceğini belirtmekte ancak bu yetkinin sınırlarını belirleyen somut ilkeleri ortaya koyamamaktadır. "YASAMA YETKİSİNİN DEVREDİLMEZLİĞİ İLKESİYLE BAĞDAŞMAZ" Bu itibarla kural kapsamında döviz, banknot, hisse senetleri ve tahvillerin alım ve satımının ve bunlar ile kıymetli madenler ve kıymetli taşlarla bunlardan yapılmış ya da bunları içeren her türlü eşya ve kıymetlerin ve ticari senetlerle ödeme sağlamak için kullanılan her türlü araç ve belgenin ülke dışına çıkarılması veya ülkeye getirilmesinin düzenlenmesi, sınırlandırılması ve Türk parasının değerinin korunması hususlarıyla ilgili temel ilke ve esaslar kanunda belirlenmeksizin Cumhurbaşkanına doğrudan düzenlenme yapma yetkisi verilmesinin yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesiyle bağdaşan bir yönü bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 7. maddesine aykırıdır. İptali gerekir. İptal hükmünün kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak dokuz ay sonra yürürlüğe girmesi uygun görülmüştür."

***

Suriye'de Alevilere şeriat dayatması: Hedefte çocuk ve kadınlar var!-Özkan Öztaş/soL-

Suriye'de cihatçı HTŞ iktidarının Alevi bölgelerine yönelik gerici saldırısı sürüyor. Alınan son karara göre Lazkiye’de okul saatleri cinsiyet ayrımı temelinde değiştirildi.

Suriye'de HTŞ'nin iktidara gelmesiyle başlayan gerici uygulamalar ve şeriat kuralları dayatması, özellikle Suriye'nin Alevi yerleşimlerinde tansiyonun yükselmesine neden oluyor. 

8 Aralık 2024 tarihinde HTŞ'nin iktidarı almasının hemen ardından Alevilere yönelik başlayan saldırı ve katliamlar, özellikle Mart 2025 itibarıyla zirve noktasına çıkmıştı.

Alevilere yönelik saldırılar o tarihten bu yana zaman zaman yüksek tansiyonla, zaman zaman da düşük bir nabızla seyretse de kesintisiz devam ediyor.

Şeriat uygulamalarında pilot bölge: Lazkiye

Öyle ki, HTŞ adlı cihatçı rejim, şeriat uygulamalarının da pilot bölgesi olarak Alevi bölgesini seçmiş durumda.

Lazkiye Eğitim Dairesi Müdürlüğü tarafından imzalanan kararnameye göre artık okullarda öğrenciler "harem-selamlık" eğitim görecekler. Kız ve erkek çocukların aynı anda, aynı saatlerde, aynı binada olmasını yasaklayan yeni uygulamayı bölgeyi yakından takip eden araştırmacı yazar Hamide Rencüs ile soL okurları için konuştuk.

Hamide Rencüs, "Özellikle iş dünyası ve yabancı basın mensuplarına Lazkiye’deki sözde sakinlik ve rahatlığın gösterildiğini" ifade ediyor. Lazkiye'nin Batı kamuoyuna bir tür vitrin gibi gösterildiğini belirten Rencüs, "Hiçbir sorun yok, Alevi katliamı yok, şiddet yok' deniyor. Ama bütün gerici uygulamalar için pilot bölge olarak Lazkiye seçilmiş durumda" diyor.

Rencüs, atılan adımları şöyle anlatıyor: "Eğitim müfredatı zaten tüm Suriye halkını ilgilendirecek şekilde değiştirildi. Bu müfredat değişikliğinin üzerine, Lazkiye vilayetinde ekstra uygulamalar başladı. Mesela, karma eğitime son vereceklerini başta duyurmuşlardı. Ama pilot uygulama dün itibarıyla Lazkiye’de bir kararnameyle resmen başlatıldı. Lazkiye’deki bir okulda başlayan bu pilot uygulamada, kız ve erkek öğrencilerin sadece ayrı sınıflarda değil, aynı anda okulda bulunmalarına bile izin verilmiyor. Günün belirli saatlerinde erkek öğrenciler okulda olacak ve onlar için özel bir eğitim programı uygulanacak."

Bu uygulama, sembolik olarak Alevilerin kenti olarak bilinen Lazkiye’de pilot bir okulda başlatılıyor. Daha önce de benzer gerici uygulamaların Lazkiye’de başladığı biliniyor.

HTŞ'nin Lazkiye'de karma eğitimi sona erdiren kararnamesi.
'Kadınlar parfüm kullanmayacak, şeffaf, vücut hatlarını gösteren kıyafetler giymeyecek'

Konunun sadece eğitimle sınırlı kalmadığını ifade eden Rencüs, kadınların günlük hayatına, yaşamlarına, kılık kıyafetlerine müdahalelerin olduğu bir süreçten bahsediyor.

Rencüs, yaşananları şu sözlerle anlatıyor: "Mesela, sokaklara, caddelere, her yere afişler asarak kadınların nasıl giyineceğine dair kurallar yazdılar. Örnek model olarak Afganistan’daki gibi burka giyen bir kadının resmini koymuşlar. Yanında da kurallar sıralanmış: “Kadınlar parfüm kullanmayacak, şeffaf kıyafet giymeyecek, erkekler gibi giyinmeyecek, vücut hatlarını gösteren kıyafetler giymeyecek.” Bildiğiniz şeriat kanunlarını kadınlara dayatan bildirileri her yere asmaya başlamışlardı."

Eğitim müdürü 'Alevilerin temizlenmesi' talimatını vermişti!

Lazkiye’de eğitimin gericileştirilmesinin adım adım nasıl hayata geçirildiğini anlatan Hamide Rencüs, uygulamadaki bir detaya daha dikkat çekiyor. Bugünlerde Lazkiye’de harem-selamlık eğitim uygulamalarını dayatan ve kararnamelere imza atan Lazkiye Eğitim Dairesi Müdürü Velid Kabula, aynı zamanda Mart ayında yaşanan katliamlarda camilerden yaptığı anonslarla "Alevilerin temizlenmesi" talimatını veren kişi.

Rencüs, uygulamanın ve yönetmeliklerin Aleviler için büyük bir tehdit olduğunu şu sözlerle ifade ediyor: "Lazkiye Eğitim Dairesi Müdürü olarak atanan Velid Kabula, Mart soykırımında cami imamıydı ve camide “Alevilerin temizlenmesi” vaazı veren bir isimdi. Özellikle Alevi soykırımı çağrıları yapan bir ismin Lazkiye’ye atanması ve bu gerici politikaların pilot olarak Lazkiye’deki bir okulda başlatılması çok tehlikeli. Biz bunu böyle görüyoruz, Suriye halkı da bunu böyle görüyor."

Yaşananlar, HTŞ iktidarında Suriye'de ilerici ve tüm seküler birikimi nasıl hedef aldığının örneklerini gösterirken, bunun yanı sıra HTŞ'nin adım adım Suriye'yi nasıl bir şeriat devletine dönüştürmek istediğini de gözler önüne seriyor.

 ***

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ekim 2025-

Viva İspanya -Hasan Göğüş- İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in bir özelliği var. Kişisel bilgilerinde dini inancı “yok” yazıyor. Göreve başla...