Trump şovunu bozan İsrailli komünist soL'a anlattı: 'Bu barış planı değil, klasik bir sömürgeci girişim'-Can Kuyumcuoğlu-
İsrail Parlamentosu'ndaki eylemle Trump'ın sözünü kesen komünist milletvekillerinden biri olan Ofer Cassif'le gerçekleştirdikleri protestonun yanı sıra İsrail siyasetini ve ülkedeki eşitlik mücadelesini konuşma fırsatını yakaladık.
Önceki gün tüm dünya, katlanılması zor sahnelere maruz kaldı. Gazze’deki soykırımın mimarları, İsrail parlamentosu Knesset’te “barış şovu” yapmak üzere buluştu.
Sahnedeki isim Gazze’deki yıkımın başmimarı ABD Başkanı Donald Trump’tı. “Barış” adı altında Gazze’yi tamamen boşaltarak sermaye cenneti yapmaya soyunan ABD Başkanı’nı iktidarıyla ana muhalefetiyle tüm İsrailli düzen siyasetçileri alkışlara boğdu.
Trump’ın Knesset’teki gösterisi kendisi açısından çok iyi gidiyordu. Ta ki iki İsrailli komünist “coşkulu” konuşmasını kaldırdıkları dövizle bölene kadar...
Hadaş blokundan milletvekilleri Aymen Odeh ve Ofer Cassif, "Filistin'i tanıyın" yazılı dövizleri kaldırmaları üzerine güvenlik görevlileri tarafından hemen meclisten çıkarıldı. Ancak protestoları güne çoktan damgasını vurmuştu.
(https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-10/x2280mynxko3och.mp4)
Protesto eden milletvekillerinden Cassif, İsrail Komünist Partisi bünyesinde uzun yıllardır ülkede eşitlik mücadelesi veriyor. soL Haber'in yıllardır dostu. 2021 yılında soL TV'de konuk olmuştu.
Cassif'le tüm dünyanın konuştuğu protestonun yanı sıra İsrail siyasetini ve ülkedeki eşitlik mücadelesini masaya yatırdık.
‘Meclis bir bütün olarak bu sirk gösterisine katıldı’
Cassif’e ilk sorumuz o gün Knesset’te yaşananlar oldu. Cassif, Trump’ın Netanyahu’yla birlikte yaptığı ziyareti kısa ve net tanımladı: “İki megalomanın mide bulandırıcı gösterisi.”
Cassif, devamında şunları aktardı:
“Muhalefetin çoğunluğu da dahil olmak üzere, meclis de bir bütün olarak bu sirk gösterisine katıldı. İğrençti, çünkü bu bir megalomanlık gösterisi ve kişilik kültüne tapınmaydı.”
İkilinin barıştan söz etmelerinin “çileden çıkartıcı” olduğunu ifade eden Cassif, iki liderin de hem Gazze'deki soykırımdan hem de İsrailli rehinelerin ve askerlerin ölümlerinden sorumlu olduğunu vurguladı.
İsrail’in Mart ayında halihazırda var olan ateşkes anlaşmasını bozduğunu ve Trump’ın da buna ön ayak olduğunu anımsatan Cassif, şunları kaydetti:
“Trump'ın ayrıca sadece İsrail'i desteklemekle kalmadığını, aynı zamanda Gazze'yi temizlediklerini açıkça dile getirdiğini de unutmamalıyız. Onun dediğine göre, Gazze'de kimse kalmayacak ve kimsenin geri dönmesine izin verilmeyecek. Yani barış iddiaları boş sözler.”

‘Bu barış planı değil, klasik bir sömürgeci girişim’
Cassif, "Filistin'i Tanıyın" döviziyle iki şeye dikkat çekmek istediklerini belirtti:
“Birincisi, Trump'ın Beyaz Saray'da Netanyahu ile ve Mısır'da Şarm El Şeyh'de sunduğu teklif, Filistin halkının kendi kaderini tayin ve devlet olma hakkını tamamen göz ardı ediyor. 20. Madde'de Filistin devleti konusu çok belirsiz. Çok bulanık ve hiçbir taahhüt yok. Oraya nasıl ulaşılacağına dair bir açıklama yok. Belirtilen koşullar, sömürgeci emperyalist efendilerin karar vereceği koşullar. Yani bu işe yaramaz. Bu bir plan değil. Kesinlikle bir barış planı değil. Çok klasik bir emperyalist ve sömürgeci öneri.
Diğeri ise Filistinliler özgür olmadığı sürece barış olmayacağını anlamak. Barış adalet gerektirir. Adalet, Filistin halkının kurtuluşunu gerektirir. İsrail devleti yanında kendi devletlerinin kurulmasını. Başka bir şey değil.”
‘Halklar arasında düşmanlık, sömürenlerin işini kolaylaştırır’
Cassif’e soykırımcıların bu gösterisine neden yalnızca komünistlerin tepki gösterdiğini sorduk.
Komünist milletvekili bu konunun karmaşık ve çok katmanlı olduğuna işaret etti:
“İktidardakiler ve parlamentodaki temsilciler, çatışma ve düşmanlık durumunu, en çok sömürülen sınıfları kendi taraflarına çekmek için kullanıyorlar. Lenin bu konuda temel olarak şunu söylüyordu: Halklar veya uluslar arasında bir düşmanlık yaratıldığı sürece, sömüren siyasetçilerin sömürülenlerden destek alması çok daha kolay olur.”
Cassif, İsrail özelinde ise bu konuda Mizrahi Yahudilerini örnek verdi:
“Bu, bugün için de çok geçerli, çünkü İsrail'deki en çok sömürülen kesimlerin çoğunluğu, yalnızca ekonomik olarak değil, aynı zamanda kimliksel ayrım açısından da olabilecek en kötü durumdalar. Özellikle ve esas olarak Mizrahi Yahudilerinden bahsediyorum. Birçoğu sağcı partilere oy veriyor ve birçoğu Netanyahu'ya hayran. Sağcı liderler, kişisel olarak bu kesimlere zarar vermek için ellerinden geleni yaptılar. Ancak bu kesimler yine de onları destekliyorlar.
Bunu Marksist sosyolog Perry Anderson, ‘psikolojik telafi’ terimiyle açıklıyor. Buna göre, en çok sömürülenler, savaşta kendi ait oldukları sınıf yerine sömürücüleriyle işbirliği yapmayı tercih ediyor.
Bu durum burada da aynı, onlarca yıldır böyle. Bir zamanlar İran gibi Körfez ülkelerinden ve özellikle Irak'tan, Kuzey Afrika’dan, Yemen'den gelen büyük Mizrahi Yahudiler dalgası vardı. Bu yüzden buraya geldiler. Sömürüldüler, ötekileştirildiler, alay edildiler, ezildiler ve dışlandılar. Ama onlara sürekli, özellikle de son birkaç on yılda, egemen ulusun bir parçası oldukları ve Araplara karşı olmaları gerektiği söylendi. Ve bu böyle devam ediyor.”

‘Biz insanlara ulaşamadıkça bu sesler çoğalmaz’
Cassif, komünistler dışında kimsenin ses çıkarmamasını da bu duruma bağlıyor ve örgütlenmenin önemine dikkat çekiyor:
“Bence bu, bu topluluklara ulaşamamızın nedenlerinden biri. Elbette bizi destekleyen birçok kişi var, ancak ihtiyacımız olandan daha az, istediğimizden daha az ve olması gerekenden daha az. Ama devam etmeye çalışıyoruz, daha fazla destek kazanma çabalarımıza devam ediyoruz, ancak bu kolay olmaktan çok uzak.”
‘Bizi takdir eden binlerce kişi var’
Soykırıma tepki gösteren siyasi grupların bu kadar az olması bir ülke için ne olursa olsun alışılmadık bir durum. Bu bağlamda, Cassif’e ülkenin siyaset arenasında harekete geçemeyen ancak kendilerini takdirle karşılayan grupların olup olmadığını sorduk.
Soruya “Kesinlikle var” yanıtını veren Cassif, şöyle devam etti:
“Yaklaşık bir, bir buçuk yıl önce, daha önce bahsettiğim solcu Mizrahi Yahudilerin yanı sıra birçok kuruluş ve dernek de dahil olmak üzere en az 70 kurumla birlikte bir barış ortaklığı kurmayı başardık. Toplumsal adalet için işgale karşı soykırıma karşı birlikte hareket ediyoruz. Elbette çalışmalarımızı takdir eden binlerce kişi var, çünkü parlamentoda sosyal fraksiyonlar hakkında en çok konuşan biziz. Halka hitaplarımız, gündem maddeleri ve madencilere yönelik soru önergeleri ve yasa tasarıları gibi... Parlamentoda sosyal çalışma ve mücadele yürütüyoruz. Bir yandan birçok insan da bunlardan habersiz. Bazıları biliyor ama umursamıyor, bazıları da biliyor ve bu yüzden bizi destekliyor. Yani, çalışmalarımıza devam ediyoruz. Bunu öylece terk edemeyiz.”
‘Bugün yalnızca komünistler değil, birçok İsrailli tehlikede’
Cassif’e ayrıca İsrail’de komünist olmanın günlük hayatta zorluk getirip getirmediğini sorduk. Cassif, bunun eskiden geçerli olduğunu, ancak günümüzde zorluk çekenlerin yalnızca komünistler olmadığına işaret etti:
“Yaklaşık 50-40 yıl önce komünist olmak zordu. Ama İsrail'de bugün fiziksel tehdit altında olmak için ya Arap olmak ya da tanınmış bir solcu olmak yeterli, illa komünist olmak zorunda değil. Örneğin, son yıllarda insanlar Netanyahu hükümetine karşı mücadeleyle ilişkilendirildi. Rehinelerin terk edilmesini ve kurban edilmesini protesto etmek için sokaklara çıkan insanlar vardı. Bildiğiniz gibi, polis ve faşist hareket tarafından vahşice saldırıya uğradılar ve dövüldüler. Bu yüzden, Aymen (Odeh) ve ben, birkaç ay önce soykırıma karşı konuşmam için davet edildiğim, çoğunluğu Yahudi olan bir gösteride neredeyse linç ediliyorduk. Polisin önünde neredeyse faşist bir kalabalık tarafından sıkıştırılıyorduk, polis hiçbir şey yapmadı. Yani komünist olmak başlı başına tehlikeli değil, Arap, solcu veya ilerici, hatta liberal olarak anılmak bile oldukça tehlikeli hale geliyor.”
‘Filistinlilerin kurtuluşu olmadan barış olmaz’
Son olarak Cassif, bölgede gerçek anlamda barışın nasıl gelebileceğini anlattı:
“Daha dün Mısır'da bile Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını reddettiler ve Filistinlilerin kendi devletlerine sahip olacağı bir çözümü desteklediğini söylemeyi reddettiler. Öyleyse bu nasıl bir barış? Filistinlilerin kurtuluşu olmadan barış olmayacak. Filistinlilerin vahşi ve ölümcül işgalden tamamen kurtulmaları ve İsrail'in Haziran 1967'de işgal ettiği tüm topraklarda kendi bağımsız devletlerine sahip olmaları olmazsa olmaz bir koşuldur. Bu, mülteci sorununa Birleşmiş Milletler'in önerdiği adil çözümün tek yoludur. Bu, hem Filistinliler hem de İsrailliler için barış ve adalete ulaşmanın tek yoludur. Başka yolu yok. Ve biz de oraya ulaşmak için elimizden gelenin en iyisini yapmaya devam ediyoruz.”
***
Yazarımız Tevfik Çavdar’ın anılırken anımsattıkları -Ali Rıza Aydın-
Emekçi halk ve yurtseverlik sorumluluğumuz, Tevfik Çavdar’ın devrettiği birikimi bugün ana akışın tersine örgütlemeyi daha elzem kılıyor.
15 Ekim 2012’de aramızdan ayrılan ağabeyimiz, yazarımız Tevfik Çavdar’ın 1931 yılında İzmir’de doğduğunu, İstanbul İktisat Fakültesi’ni bitirdiğini, uzun yıllar Devlet İstatistik Enstitüsü ve Devlet Planlama Teşkilatı’nda görev yaptığını, kısa yaşam öyküsünün devamını ve soL’daki uzun yıllara yayılan haftalık yazılarını soL’un yenilenen, güçlenen, zenginleşen akışında bulmak olanaklı.
Tevfik Çavdar, Türkiye’nin siyasal ve ekonomik tarihi üzerine birçok makale ve kitaba emek veren, temel Marksizm bilgilerini de içeren eğitim kitapçıkları hazırlayan araştırmacı yazarımız olmak yanında birikimini yüksek öğretimde, sendikalarda ve çeşitli eğitim-öğretim kurumlarında verdiği derslere de yansıtan, planlamacılıkta uzman, tarih ve edebiyata, dolma kalem ve Beşiktaş’a ve de sevdalı Hocamız.
Tanışıklığımız, ağabey-kardeş saygın dostluğumuz 1977’de, Sayıştay’da Sevgili Eşi, 2023’te aramızdan ayrılan Özden Çavdar aracılığıyla başladı. soL’daki buluşmamız ne yazık ki uzun süremedi. Özden Ablamızı ve Tevfik Ağabeyimizi saygıyla anıyoruz.
"Tevfik Çavdar'ın Kitabı" adlı Gamze Erbil çalışmasında (Yazılama Yayınevi, 2008) Tevfik Çavdar kısa ve öz şöyle anlatılır:
"Tevfik Çavdar Türkiye'nin en üretken aydınlarından. Emekçi halka ve ülkesine karşı sorumluluk bilinciyle bir iktisatçı olarak üstlendiği görevlerin yanı sıra, sürekli yazan, konferanslar veren, panellere katılan birisi... Çok insan tanıdı, çok gözledi, dolaştı, muhabbet etti, okudu. Aslında bir kitaba sığmayacak kadar dolu dolu yaşadı ve yaşamaya devam ediyor.”
Burjuva anayasalarında "gelişimden değil salınımdan" söz edilebileceğini, "sınıf mücadelesinin paralelinde ya da yönünde bazı gel-git değişimlerin” burjuva özü etkilemeyeceğini hep vurguladı: "Anayasa’da gelecekte yapılacak değiştirmelerin boyutunu sınıfsal mücadele tayin edecektir. Sınıfsal mücadelede dengenin kimin lehine bozulabileceğini işçi sınıfının gücü ve direnme inancı belirleyecektir."
“Unutulmamalıdır ki gelişimin çizgisi ulus egemenliğinden halk egemenliğine yöneliktir” derken anayasa tartışmalarına ama özellikle de cumhuriyet ilkelerinden en temeline, halk egemenliğe vurgu yaptı ve bu ilkeyi ödünsüz savundu Tevfik Ağabey. İşçi sınıfının savaşımından ve yurtseverlikten hiç kopmadı.
Cumhurbaşkanının son ABD ziyaretine ilişkin bir yorumu Çavdar’ın 10.7.2006 günlü “Yeni teslimiyet belgesi” başlıklı soL yazısında buluyoruz. Bu yoruma Suriye ve Filistin’i ekleyerek okuyabilirsiniz.
“Geçen hafta, ABD'nin başkentinde, Dış İşleri Bakanımız Stratejik Vizyon Belgesini ABD Dış İşleri Bakanı Rice ile karşılıklı imzaladı ve ortak bir basın toplantısıyla bu haberi meşrulaştırdı. Belgenin girişinde ise şu satırlar yer alıyordu:
‘Bölgesel ve küresel hedeflerimiz bağlamında aynı doğrular ve değerler bütününü paylaşıyoruz. Bunlar barış, özgürlük ve refahın geliştirilmesidir.’
İlk bakışta çok çekici bir amaç göze çarpıyor. Ama bu parlak barış, demokrasi, özgürlük ve refah sözcüklerinin gerçek anlamını düşündüğümüzde nasıl bir tuzağın hazırlandığını hemen görüyoruz. Hangi barış? İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra sürekli olarak cephe açan ABD'nin tanımladığı barış mı? Buna Latince deyimiyle 'Pax Amerikana' diyoruz, ne anlama geldiğini Afganistan, Irak örneğiyle bitecrübe biliyoruz. Demokrasi ve özgürlüğün ABD jargonunda nasıl betimlendiğini Irak başta olmak üzere elli yıllık geçmişimizde tanık olduğumuz Şili, Arjantin, Nikaragua ve hatta ülkemizdeki darbelerle farkındayız. Refaha gelince, küreselleşen kapitalizmin neo-liberal uygulamaları ile gelişmekte olan ülke halklarını nasıl yoksulluğa sürüklendiğini görüyoruz ve bu yoksullaşmaya IMF politikaları nedeniyle ülkemizde de tanığız.”
Daha öncelere 1987’ye gittiğimizde, “’Müntehib-i Sani’den (İkinci Seçmenden) Seçmene” kitabındaki değerlendirme de bugünleri tanımlıyor:
“24 Ocak (1980) kararları sonucu Türkiye, Dünya pazarlarına bağımlı sınıfsal ya da sınıf kesimleri tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar etkinleşmiştir. Kapitalizmin gelişmesi, oligarşik bir devletin varlığıyla özdeş hale gelmiştir. Burjuva kesimler, feodal kalıntılar, emperyalist uluslararası sermayenin birleşimidir yukarıda tanımladığımız oligarşik devlet. Bu bir nevi uluslararası sermayenin güdümünde 'burjuva diktatörlüğüdür'. Oligarşik devletin uluslararası sermayeyle kurduğu ittifak sıkıdır, güçlüdür. Böylece sadece Türkiye’ye özgü değil, Dünyadaki birçok kapitalist ülkeyi de içerisine alan bir ‘Oligarşik Blok’ oluşmuştur. Bu blokun stratejisi ise solun, bir başka deyimle her zaman karşılarında olması gereken halk blokunun parçalanmasıdır. Bu parçalanma işlemi zaman zaman halkçılık görünümü altında yapılmaktadır.”
Düşünen, gözlemleyen ve üreten insan olarak düşündüren ve ürettiren etkisi yaygın bir aydındı Tevfik Ağabey.
Aydemir Güler’in soL’daki 15.10.2022 günlü “Tevfik ağabey gideli on yıl geçmiş!” yazısında vurguladığı gibi “Her zaman Marksistti. Ancak yaşamının 1990’ların sonlarından 2012’ye kadar süren son diliminde, komünistlerle birlikte düşünür ve çalışır oldu. Bu yönelim ana akışın tersinedir”.
Emekçi halk ve yurtseverlik sorumluluğumuz, Tevfik Çavdar’ın devrettiği birikimi bugün ana akışın tersine örgütlemeyi daha elzem kılıyor.
/././
Yeni Amerikancılık eskimeyen Amerikancılar -Alpaslan Savaş-
Önümüzdeki günleri Türkiye siyasetinde yükselen bu yeni Amerikancılığın mı belirleyeceği önemli bir sorudur. Çünkü bu yönelimin devam eden çözüm sürecini, iktidar bloğu içindeki büyük gerilimin evrileceği noktayı, CHP’ye yönelik operasyonun seyrini ve belki de önümüzdeki seçimin sonuçlarını etkileyeceği kesin.
Trump’ın Gazze planı hafta başı karşılıklı yapılan rehine takasıyla devreye girdi. Görüntüler yine can acıtıcıydı. İsrail rehineleri teslim ederken bile insanlık dışı tutumundan vazgeçmedi. Yakınlarına kavuşmak için bekleyen Gazzelileri taciz etti, tepelerine dronlardan “sevinç gösterisinde bulunmayın” yazan notlar attı, üstlerine ateş açtı.
Adına barış dediklerinde bile öldürmekten vazgeçmeyen bir terör devleti İsrail.
Trump aynı gün Batı Kudüs’te İsrail Parlamentosu Knesset’te yaptığı konuşmada Netanyahu’ya ne kadar çok silah yolladığını ve bu silahları İsrail’in ne kadar iyi kullandığını anlattı ballandıra ballandıra. Trump’ın yolladığı o silahlar Gazze’de yetmiş binden fazla ölü, sayısı bilinmeyen kayıp, yüz binin üstünde yaralı ve sakat bıraktı. Barış bu silahlar sayesinde gelmiş! Bilanço, sonucun barış değil ölüm olduğunu gösteriyor.
Sonra Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentindeki törende uluslararası sistemin çürümüşlüğüne tanık olduk. Trump’ın cıvıklığı, Avrupalı liderlerin sakilliği, Arap liderlerin utanç verici yalakalığı ve Erdoğan’ın yerine gelen keyfi…
O Pazartesi günü, Gazze’deki katliamın geçici olarak durmasına rağmen, tarihe karanlık günlerden biri olarak geçecek.
Tüm bu karanlığın içinde iki İsrailli komünistin, parlamento kürsüsündeki Trump’a yönelik protestosu ise sadece o karanlık güne değil, tarihe kaydedildi. Onlarınki basit bir protesto değil, soykırımcıların ininde büyük insanlığın kalp atışıydı.
Şimdi sadece Ortadoğu’da değil, Türkiye’de de ağır bir tabloyla karşı karşıyayız. Filistin’de Amerikan barışı ya da İsrail zaferi, adına ne dersek diyelim, artık şiddetli bir yeni Amerikancı iklimle karşı karşıya kalacağımız dönemdeyiz.
AKP iktidarı uzundur bu iklimi arzuluyordu. Çok da çaba gösterdiler açıkçası. Türkiye’nin bir ABD-İngiltere-İsrail operasyonu olan Suriye’nin dağıtılmasına dahil olması tek başına bölgesel bir nitelik kazanan Kürt meselesinde inisiyatifi elden bırakmamak olarak gerekçelendirilse de operasyonun Türkiye kapitalizminin yayılma ihtiyacıyla ilgisi bulunuyor. Yeni Osmanlıcılık İslamcıların hayallerinin ötesinde, Türkiye burjuvazisinin lig atlama heyecanının ürünüdür. Özal’la başladılar, Erdoğan’la sürdürdüler. Bu süreklilik Türkiye sağının vazgeçilmez rotası oldu ve hep Amerikancıydı.
Bahçeli’nin son “Türkiye Rusya-Çin eksenindeki ittifaka katılmalı” çıkışı bu gerçeği zerre değiştirmiyor. Erdoğan’ın ABD ziyareti sırasında söylenen bu söz, Rusya tarafından bile ciddiye alınmadı. Üstelik Rusya’nın Türkiye’yi NATO’dan koparmak gibi bir politikası hiç olmadı. Batının bu çıkışı, bir pazarlık unsuru olarak iktidarın Amerikan yörüngesine daha kuvvetli girme isteği olarak okuduğunu varsayabiliriz. Türkiye’de faşist hareketin kaynağının dün de bugün de ABD emperyalizmi olduğunu akıldan çıkarmamakta sayısız yarar bulunduğunu da ekleyelim.
İslamcılıkla Türkçülüğü harmanladılar ve bir kez daha ve çok daha güçlü bir şekilde Amerikancılığın yörüngesine girdiler.
Yeşeren yeni Amerikancı iklimin bir başka parçası da ana muhalefet. Mesele sadece Filistin’deki son Amerikan barışına Özel’in ilk günden belirttiği “memnuniyet” mesajından ya da Nobel Barış Ödülü’nün Venezuela’da Amerika’nın operasyonlarını yürüten muhalefet lideri Machoda’ya verilmesini coşkuyla karşılayan İmamoğlu’nun ona Silivri hapishanesinden tebrik mektubu yollamasından ibaret değil. Bir sonraki seçimin en güçlü iktidar adayları arasında olduğu vurgulanan bir partinin, bir dış politika tutumu olarak bir komşu ülkeyi tehdit diye kodlayıp, bu sözde tehdidi ABD patronluğundaki NATO’ya taşımasını aklı başında her siyasetçi ciddiye almak durumundadır. Çünkü CHP’nin NATO Parlamenter Asamblesi üyesi milletvekili Utku Çakırözer imzalı söz konusu rapor, iktidar bloğunun belki de ömrünü uzatacak yeni Amerikancılığa ana muhalefetten destek anlamına geliyor. Rapor, önceki gün TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’ın kamuoyuna duyurduğu paylaşımında ifade ettiği gibi “dehşet verici”. Raporda NATO’nun körfez ülkelerine genişlemesi savunuluyor, İran bölgesel tehdit olarak tanımlanıyor, İran-Çin-Rus-Kuzey Kore batı karşıtı bir “kargaşa” ekseni olarak tanımlanıyor.
Türkiye sermaye sınıfı, yayılmacı ufkunu bir kez daha ve güçlü bir şekilde Amerikancılığa bağlamışsa, buna “soldan destek” de gerekir. Öyleyse Özgür Özel’in yaptığı mitinglerde sınıf savaşından dem vurmaya başlamasıyla Amerikancı çıkışların bir arada sürmesinin bir anlamı olmalı. Öte taraftan tüm bu olan bitenler, solda CHP’ciliğin nasıl büyük ve ölümcül bir hastalık olduğunun kanıtı olsa gerek.
Yeni Amerikancılığın yükselişinde DEM çizgisinin de payı var. Suriye’nin dağıtılmasının ardından kuzeydeki Kürt toplulukları HTŞ tehdidine karşı İsrail’e daha yakınlaştı. Avrupa’da toplanan Kürt-İsrail konferansı zaten bu yakınlaşmayı görünür kılıyor. Dün PKK yöneticisi Duran Kalkan’ın sözleri ise bu açıdan çarpıcı noktalar içeriyor. Kalkan röportajda Gazze’de savaşı çıkaranların barış meleği gibi görünmeye çalıştıklarını, oysa son iki yılda binlerce Filistinli’nin katledildiğini söylüyor. İsrail soykırımının hatırlanması önemli elbette, ama Gazze’de işgal sürerken, Avrupa başkentlerinde örgütün bayraklarıyla İsrail bayraklarının birlikte taşındığını hatırlayınca, bu çıkışın ABD’nin kendilerinden vazgeçmemesi için bir uyarı olup olmadığı da bir soru olarak ortada duruyor.
Önümüzdeki günleri Türkiye siyasetinde yükselen bu yeni Amerikancılığın mı belirleyeceği önemli bir sorudur. Çünkü bu yönelimin devam eden çözüm sürecini, iktidar bloğu içindeki büyük gerilimin evrileceği noktayı, CHP’ye yönelik operasyonun seyrini ve belki de önümüzdeki seçimin sonuçlarını etkileyeceği kesin.
Bizim sorumuz ise Amerikancılığa karşı Türkiye toplumunda öyle ya da böyle hep var olan direncin sönümlenmesinin nasıl önüne geçileceği.
Sorunun yanıtı ise Türkiye’de komünist hareketin temsil ettiği bağımsızlıkçı, cumhuriyetçi ve eşitlikçi siyasi kulvarın ne kadar güçleneceğinde saklı.
/././
Emekliye ‘çatı örgütü’ gerekli!-Atilla Özsever-
Ülkemizde çok sayıda emekli sendikası, derneği ve platformu var. Bu örgütlerin bağımsızlıklarını koruyarak öncelikle eylem birliği adına bir “çatı örgütü” oluşturmaları gerekli gözüküyor. Çeşitli emekli örgütleri, 29 Kasım’da Ankara’da bu anlayışla geniş katılımlı bir miting düzenlemeyi planlıyor.
Türkiye’de emeklilerin çok sayıda sendikası, derneği, platformu, meclisi gibi örgütlenmeleri bulunuyor. Bu farklı örgütlenmeler nedeniyle etkinlikleri de sonuç alıcı olamıyor. Belli başlı 10 kadar emekli örgütünün yanı sıra irili ufaklı çok sayıda da dernek var.
Önümüzdeki süreçte öncelikle emekli aylıklarına yılbaşında yine “komik” oranda bir zam yapılması gündemde. Temmuz-Eylül 2025 aylarını kapsayan üç aylık enflasyon oranı yüzde 7,5 olarak gerçekleşti.
Merkez Bankası’nın yıl sonu enflasyon beklentisinin yüzde 29 olduğu dikkate alınırsa SSK ve Bağ-Kur emeklilerine Ocak 2026’da yüzde 10-11’lik oranında bir zam yapılmış olacak. Memur ve memur emeklileri ise yüzde 11’lik toplu sözleşme zammıyla birlikte Ocak 2026’da yüzde 16-17’lik oranda bir zam alabilecekler.
O halde ne yapmalı? Çok sayıdaki emekli örgütünün örgütsel bağımsızlıklarını koruyarak öncelikle eylem birliği adına bir “çatı örgütü” oluşturmaları gerekiyor. Böylece daha güçlü bir ses çıkarmaları mümkün olacak.
Bu çerçevede emekli örgütlerinin de içinde bulunduğu Yurttaşlar Birliği adlı bir platformun 29 Kasım 2025’te Ankara’da geniş katılımlı bir miting düzenleyeceği bilgisi geldi.
Önce yasa değişmeli
Tüm Emeklilerin Sendikası Genel Başkanı Zeynel Abidin Ergen, Temmuz-Aralık 2025’i kapsayan son altı aylık enflasyon oranına göre emekli aylıklarının artırılacağına dikkati çekerek şunları söyledi:
“Ocak 2026 itibariyle SSK ve Bağ-Kur emekli aylıklarına yüzde 10-12 oranında bir zam yapılabilir. Gerçeğe ve hayat pahalılığına uygun bir zam değil. Yüzdeli zamlarla bir yere varılmaz. Öncelikle bu duruma yol açan 5510 sayılı yasa değiştirilmelidir”.
Sendika Başkanı Ergen, AKP’nin iktidara geldiği 2002’deki sistemin aynen devam etmiş olması halinde şu an en düşük emekli aylığının 56 bin lira düzeyinde olacağını ifade etti.
Ergen, “Sistem değiştiği için en düşük emekli aylığı halen 16 bin 881 liradır. O nedenle biz en düşük emekli aylığının en düşük memur maaşına eşitlenmesini istiyoruz. O da şimdi 55 bin lira dolayındadır. Yani, 2002’deki düzeyine gelmiş olacak” dedi.
29 Kasım mitingi
Tüm Emeklilerin Sendikası Genel Başkanı Zeynel Abidin Ergen, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan’ın “20 yıl çalışana 40 yıl maaş ödüyoruz” sözüne de şu karşılığı verdi:
“Ben bir hesap yaptım. Bizim emeklinin toplam 23,5 yılda alacağı aylığı, Bakan Işıkhan milletvekili maaşı aldığı için sadece bir yılda alabiliyor. Arada bu kadar korkunç bir fark var. Kendisi, bizim aylığımıza laf söylüyor”.
Zeynel Ergen, 20 Ekim’den itibaren sokaklara çıkacaklarını ve “Halk Kürsüsü” adı altında emeklileri konuşturup kamuoyu oluşturacaklarını söyledi. Erdem, “29 Kasım 2025’te de Ankara’da bizim de içinde bulunduğumuz çok sayıda dernek ve emekli örgütünün katılımıyla bir miting düzenlemesi planlanıyor” diye konuştu.
Tüm Emeklilerin Sendikası Genel Başkanı Ergen, “Emekli örgütlerinin birlikte davranma bilinci ne yazık ki zayıf. Şu aşamada ortak bir çatı altında örgütlenme zor olabilir. Onun için öncelikle eylem birliği yapıp zaman içinde bir çatı örgütünün oluşmasına çalışacağız” dedi.
Sendikayı kapatıyorlar
DİSK Emekli-Sen Genel Sekreteri Fikri Kalender de, 2008’de yapılan 5510 sayılı yasayla emeklilerin birçok hakkının gasp edildiğini belirterek “Aylık bağlama oranlarını düşürdüler. Milli gelirden emekli aylıklarına yüzde 100’lük katkıyı yüzde 30’a indirdiler. Sonra bizi TÜİK’in sahte enflasyon oranına mahkum ettiler” diye konuştu.
Fikri Kalender, siyasal iktidarların “Anayasa ve yasada yeri yok” diye emeklilerin kurduğu sendikaları kapattıklarını söyledi. Kalender, “Onlar kapatıyor, biz yine başka isimle açıyoruz. Anayasaya göre sadece çalışanların sendika kurma hakkı var, oysa kabul ettiğimiz uluslararası sözleşmelere göre herkesin sendika kurma hakkı söz konusu. Bu konuda yasal değişiklik gerekiyor” dedi.
Genel Sekreteri Kalender, birlikte mücadele etmenin gerekliliğini belirterek “Bizim sendikamız 1995’te kuruldu. Buradan ayrılan birçok arkadaşımız daha sonra başka isimler altında örgüt kurdular. Yani sonuçta kökü, bizim örgütümüzdür. Yan yana gelmeliyiz. Tüm Emeklilerin Sendikası’yla birlikte yan yana gelebiliyoruz. 2024’te Kartal’da yaptığımız mitinge tüm EYT’liler de katılmıştı. Ortak mücadele şart” diye görüşünü açıkladı.
Fikri Kalender, emeklilerin çok parçalı olması nedeniyle işçi emeklisinin, memur, Bağ-Kur, özel banka emeklisinin, dul, yetimin, malul ve tarım emeklisinin farklı örgütlenme yoluna gittiğini ifade etti.
Örgütlü mücadele şart
Emekli ve Emekçiler Dernekleri Federasyonu (EMED-FED) Genel Başkanı Gönül Boran Özüpak ise, AKP iktidarının emekliye düşük zam vermekten yana olduğunu belirterek örgütlü, birleşik mücadelenin önemine değindi.
EMED-FED Başkanı Özüpak, “Emekli kesimde çok sayıda dernek var. Yan yana gelmeleri zor gözüküyor. Ne yazık ki herkes bir baş olmak istiyor. Oysa zaman kalmadı, ancak ortak hareket edebilirsek sonuç alabiliriz. Nitekim biz EYT’liler olarak böyle bir anlayışla yola çıkıp belli başarılar elde ettik” diye konuştu.
Gönül Boran Gözüpak, Yurttaşlar Birliği adı altında 70 kuruluşun bir birliktelik oluşturduğunu ve bu platformun içinde birçok emekli örgütünün bulunduğunu ifade ederek 29 Kasım’da Ankara’da bir mitingin planlandığına dikkati çekti.
Gönül Özüpak, sendikal anlamda örgütlenebilmek için de anayasa değişikliğinin gerekli olduğuna değinerek “Bu talebimizi sürekli ortaya koyalım. Aynı zamanda kendi örgütsel bağımsızlıklarımızı da koruyarak bir çatı altında eylem birliği yapalım. EYT mücadelesinde görüldüğü gibi ancak örgütlü olabilirsek AKP iktidarı bir takım hakları verebiliyor” dedi.
‘Çatı örgütü’ gerekli
Ülkemizde SGK verilerine göre 16 milyon 890 bin emekli var. Eşlerini de dikkate aldığımızda önemli bir kitleyi oluşturuyor. Nitekim 31 Mart 2024 yerel seçimleri öncesi ciddi biçimde tepkilerini ortaya koyan emekliler, AKP’nin ikinci parti konumuna düşmesinde etkili oldular.
Emekli kesimi bu gücünün farkında olarak örgütlülüğünü sağlamlaştırabilir. Başlangıçta tek bir örgüt bünyesinde olmasa bile öncelikle somut birkaç talep etrafında bir birliktelilik sağlanabilir. Emekli örgütlerinin ortak bir çatı altında gerçekleştirecekleri eylemler daha güçlü ve sonuç alıcı olabilecektir…
/././
Meçhul askerin ölümü-Nevzat Evrim Önal-
İnsanlık, yaklaşan felaketi ancak çıkarları savaştan yana olan ve ölecek milyonlarca insanı en fazla bir maliyet kalemi olarak gören sermayedarların egemenliğini devrimle yıkarak durdurabilir.
Bu hafta yazıya size yaşanmış bir kahramanlık öyküsü anlatarak başlamak istiyorum. Bilenleriniz vardır, öykünün adı “Ölü Askerlerin Taarruzu.”
***
Büyük Savaş’ın ilk yılı bitmek üzereydi. Almanya ile Çarlık Rusyası arasındaki Prusya Cephesinin kuzey uçlarında, Białystok yakınlarındaki Osowiec Kalesi Çarlık ordusu için çok önemli bir stratejik pozisyondu. Almanlar kaleyi almayı iki kez denemiş ve başarısız olmuşlardı.
Alman ordusuna bu cephede Başkumandan Paul von Hindenburg bizzat komuta ediyordu. Savaşın hemen başında, 1914 Ağustosunda Çarlık Ordusunun Prusya’daki ilerlemesinin ardından emekliliğinden geri çağrılmış ve imparatorluk ordusunun başına geçirilmişti. Almanya savaşı kaybedecek, ama Von Hindernburg bu yenilgideki üstün başarılarının ardından sonunda sadece ordunun değil tüm devletin başına geçecek, Alman egemenlerine son hizmetini on sekiz yıl sonra ülkenin anahtarını Hitler’e teslim ederek yapacak, lanetli ismi ise tarihe son kez ölümünden üç yıl sonra, 36 kişinin yanarak öldüğü zeplin kazasıyla geçecekti.
Von Hindernburg Osowiec’i almakta kararlıydı, ama piyade saldırıları asker kaybetmekten başka bir işe yaramıyor, “Koca Bertha” obüsleri ise duvarlarda delik açsa da kaleyi yerle bir edemiyor, Ruslar duvarları topların yıktığı hızla onarıyordu.
Ne var ki, Alman ordusu yeni bir silah keşfetmişti. İlk kez 22 Nisan’da kullanılan klor gazı duvarlardaki en dar çatlaklardan sızıyor, en derin ve dolambaçlı siperlere doluyordu. Bu gaz solunduğunda ciğerlerdeki suyla reaksiyona girip hidroklorik asite dönüşüyor, insanlar korkunç biçimde ölüyordu.
Savaşın birinci yılının dolduğu gün, 28 Temmuz’da gaz varilleri Osowiec’e bakan Alman siperlerine getirildi. Almanlar bir hafta boyunca rüzgârın dönmesini bekledi. 6 Ağustos’ta da günün ilk ışıklarıyla varillerin vanalarını açtılar.
Yeşil-sarı bir duman bulutu top mermilerinin delik deşik ettiği muharebe alanının üzerinden sağ kalan otları dahi yeşilimsi bir küle dönüştürerek, uçan kuşları yere dökerek Rus siperlerine doğru akmaya başladı. Brom katkısı da bulunduğu için bulutta yer yer kızıl kahverengi damarlar geziniyordu.
Rus ordusunda gaz maskeleri yok denecek kadar azdı, kalitesizdi ve sadece komuta kademesine dağıtılıyordu. Ön saftaki bine yakın asker o ana kadar gazın sadece siperlerde bir hayalet gibi dolanan öyküsünü duymuşlardı. Üzerlerine gelen ölüm bulutuna karşı ne yapabilecekleri konusunda söylentilerden başka hiçbir fikirleri yoktu. Alelacele fanilalarını çıkarttılar, bazıları suyla, bazıları işeyerek ıslatıp yüzlerine sardılar.
Oysa bu en yapmamaları gereken şeydi. Klor tüm sıvıları asite dönüştürüyor, silahların pirinç aksamlarını dahi korozyona uğratıyordu.
Birkaç dakika içerisinde neredeyse hepsi can verdi.
Gazın dağılmasını bekleyen Alman subayları piyadeye siperlerden çıkıp, artık içinde sadece ölülerin yattığını düşündükleri Rus siperlerini zapt etmelerini emretti. Alman askerleri saf oluşturup süngü önde ilerlemeye başladılar. Onlar Rus siperlerine varmak üzereyken, Rus ordusunun gaz saldırısının ulaşmadığı arka saftaki birlikleri saldırıyı durdurmak için harekete geçti.
Ve bu sırada, gazı solumuş ama henüz ölmemiş, can çekişmekte olan Rus askerleri de tüfeklerine yaslanarak ön siperlerden çıktılar.
Yüzlerine sardıkları fanilalar kan içindeydi. Sürekli öksürüyor, sendeleyerek yürüyor, zorlukla nişan alıyor ama son bir kez kendilerine verilen emri uyguluyorlardı.
Alman askerleri şaşkınlıkla duraladı, sonra aralarından bir tanesi korkudan avazı çıktığı kadar bağırdı: Wiedergänger!
Hortlaklar…
Panik askerden askere sıçrayarak yayıldı. Dağılarak kaçışmaya başladılar. Sırtlarından vurularak öldüler. Rus ordusu kaybettiği siperleri geri aldı.
Almanların Osowiec Kalesini üçüncü kez ele geçirme girişimi de böyle püskürtüldü.
Saldırı sırasında ön siperlerde olan hiçbir Rus askeri gün batımını göremedi. 6 Ağustos 1915 günü yaşanan Osowiec Kalesi Savaşı, tarihe Ölü Askerlerin Taarruzu olarak geçti.
***
Çok etkileyici bir öykü, değil mi?
Peki, sonra ne oldu biliyor musunuz?
On altı gün sonra Rus Başkumandanlığı kalenin stratejik önemini kaybettiğine karar verdi ve boşalttı. Alman ordusu kaleyi bir kurşun atmadan ele geçirdi ve yıktı.
Savaşı yönetenler için ölenler de sakat kalıp bakıma muhtaç hale gelenler de birer maliyet kaleminden ibaretti. Harcanan top mermileri ya da gaz varillerinden bir farkları yoktu.
Bu yüzden, yirminci yüzyıl savaşları için kahramanlık hikayeleri anlatan hemen herkes haksız ve bu kahramanlık öykülerinin içyüzünü gösteren “Ölü Askerin Destanı”nı1 yazan Brecht yerden göğe kadar haklı.
Derdim ölen o cesur insanların anısını kirletmeye çalışmak değil. Brecht’in derdi de bu değildi. Tarihteki bu ve benzeri olaylar “insanın özü bencildir” diyen her aklı evvelin yüzüne bir tokat niteliğindedir ve insanın özgeci olduğunda ne büyük işler başarabileceğinin göstergesidir.
Ama “ne uğruna?” ve “kimin çıkarına?” soruları odanın ortasında fil gibi oturuyor.
Bugün, dünyanın her yerinden yeni savaşların hazırlık sesleri gelirken şunu söylemek zorundayız: Savaş denen dehşet ancak nefsi müdafaa niteliğindeyse haklıdır, bu da ancak anayurdunuzu ve halkınızı savunma durumudur. Geri kalan her türlü savaş insanlığa ihanettir ve engellenmesi de insanlığını korumak isteyen her insan evladının görevidir.
***
Pazartesi sevgili Anıl Çınar, Kosova’ya çok sayıda kamikaze dron satan Türkiye’nin Kosova ile Sırbistan arasında yeni bir savaşın tohumlarını ekiyor olduğunu yazdı.2 Yanlış anlaşılmaması için şu notu düşerek söyleyeyim: Sırbistan Başkanı Vučić’in insanlık adına barıştan yana olduğunu düşünmemiz için somut bir neden yok. Öte yandan Vučić’in “Herkes savaşa hazırlanıyor, kimse müzakere yapma niyetinde değil, siper kazıyor ve savaşın çıkmasını bekliyorlar” sözleri yüzde yüz doğru.3
Dünya yeni bir emperyalist savaşa doğru sürükleniyor ve son birkaç yılda yaşanan savaşların tamamı bu büyük savaşın uvertürü niteliğinde. Düşünsenize, dünyanın en büyük emperyalist askeri gücünün başında olan ve ülkesinin Savunma Bakanlığının ismini değiştirip Savaş Bakanlığı yapan alçak aylarca “Nobel Barış Ödülü bana verilmeli” dedi durdu, insanlık tarihinde ikiyüzlülüğün en rezil örneklerinden biri olan Nobel Barış Komitesi ödülü gitti kendi ülkesinin işgal edilmesi için lobi yapan daha küçük bir alçağa verdi, o küçük alçak da ödülü büyük alçağa atfetti.
Evet, savaş geliyor. Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi. Göstere göstere…
***
Peki, bu sırada Türkiye’de egemenler ne yapıyor?
Sermayedar sınıfın sanayi yatırımları da ihracatı da en hızlı savaş sanayiinde artıyor. Bu yatırımların medyatik ve öncü patronu Cumhurbaşkanı’nın damadı. Siyasi iktidar elinin uzandığı her yerde savaşlara yol açacak çelişkileri derinleştiriyor, sermayedarların daha fazla silah satmasının zeminini yaratıyor. Libya’da, Azerbaycan-Ermenistan savaşında, Ukrayna-Rusya savaşında defalarca ateşe odun attılar. Suriye’nin mevcut halinden ise birinci derecede sorumlular.
Ana muhalefetin başka bir kafada olduğunu düşünüyorsanız, maalesef yanlış düşünüyorsunuz. Daha iki gün önce, CHP Milletvekili Utku Çakırözer’in NATO Parlamenterler Asamblesi’ne “İran’ın Bölgesel ve Avro-Atlantik Güvenliğine Oluşturduğu Tehdit” başlıklı bir rapor sunduğu ortaya çıktı. Raporun ilk paragrafı şöyle: “1979 Devrimi'nden bu yana İran, bölgesel hegemonya kurmaya çalışarak, Şii siyasal İslam'ı yaygınlaştırarak ve Batı'nın, bilhassa da ABD'nin nüfuzuna karşı sistematik muhalefeti teşvik ederek nüfuzunu genişletmeye çalışmış ve Orta Doğu'da kalıcı bir istikrarsızlık kaynağı olmuştur.” Devamında, çok özetle, bu tehdidi bertaraf etmek için NATO ülkelerinin ellerindeki tüm olanaklarla ABD’nin arkasında hizalanması gerektiği savunuluyor.
Rapor NATO’nun sitesinde duruyor, dileyen açıp okuyabilir. Ama uyarıyorum, insanlığınız sağlamsa, sonuna kadar okuyabilmek için sabrınızın da sağlam olması gerekiyor.
Türkiye’de hiçbir sermaye partisinin savaş çıktığında emekçi halkın kurtuluşundan yana olacağını zannetmeyin. “Barış” lafını ağzından düşürmeyen DEM Parti dahi iş ciddiye bindiğinde temsil ettiği milliyetçi ideolojinin gereğini yerine getirecek ve Kürt sermayesinin çıkarlarına göre pozisyon alacak. Bu pozisyon bugün ABD-İsrail hattına hizalanmaktır. Türkiye’nin sermayedar sınıfı da aynı yere hizalanıyor. Zaten apar topar yola koyulan “çözüm süreci” kelimenin temiz anlamıyla barış için değil, daha büyük savaşlar öncesinde bu emperyalist hatta itişmeden kakışmadan, birlikte hizalanabilmek için yürütülüyor.
***
Bu, ilk defa yaşanmıyor.
İlk defa yaşandığında, haksız ve emperyalist karakterli savaşı son nefesinde dahi düşmanın üzerine atılan kahramanlar değil, kendilerini bu haksız savaşta cepheye sürenlere karşı ayaklanan, siperlerde “cepheyi terk edin” bildirileri dağıtan Bolşevik “vatan hainleri” bitirmişti. Bu sefer de farklı olmayacak. “Vicdani retçilik” gibi bireysel-ahlaki saçmalıklar hiçbir işe yaramayacak. İnsanlık, yaklaşan felaketi ancak çıkarları savaştan yana olan ve ölecek milyonlarca insanı en fazla bir maliyet kalemi olarak gören sermayedarların egemenliğini devrimle yıkarak durdurabilir.
Bu yüzden bugün her emekçi insanın, hem bizzat kendisi için, hem kendisi gibi emekçiler için, hem de yurdu için yapabileceği en iyi şey sermayedar sınıfın peşine takılıp, meçhul bir asker olup haksız savaşlarda kahramanca ölmek değil, gerekirse "vatan haini" damgası yemeyi göze alarak devrim için yaşamak ve mücadele etmek.
Çünkü asıl hainler savaş isteyenler, bir yandan barıştan bahsedip diğer yandan savaş kışkırtıcılığı yapanlar. Bu hainler hem yurtlarına hem insanlığa ihanet ediyor.
İnsanlığın bir geleceği olacaksa, bu ihaneti durdurmak zorundayız.
1Dilerseniz, Genco Erkal’ın olağanüstü performansıyla: https://www.youtube.com/watch?v=lc79br8aXT4.
2https://haber.sol.org.tr/yazarlar/anil-cinar/turkiyenin-baska-ulkeleri-silahlandirmasina-nasil-yaklasmaliyiz-402131
3https://sarajevotimes.com/vucic-there-will-be-war-everyone-is-preparing-for-it/.
/././
Üç barış: Gazze, Suriye, Türkiye -Fatih Yaşlı-
Filistin, Suriye, Türkiye… Halkların değil emperyalizmin barışının dayatıldığı, işbirlikçilerinin siyasal bekası ve ikbali üzerine kurulu, küresel egemenlik mücadelesi yapbozunun bir parçasının tamamlanmak istendiği kaderleri ortaklaşmış üç coğrafya.
Olanca megalomanlığı ve “sekiz savaş bitirdim” zırvasıyla bu yılki Nobel Barış Ödülü’nü almayı takıntı haline getiren Trump ödüle layık görülmedi ama ödülün o ödülü kendisine ithaf edecek kadar Amerikancı bir siyasetçiye gitmesi nedeniyle bir parça da olsa teselli buldu.
Nobel komitesi her sene olduğu gibi bu sene de “barış” ödülünü Batı çıkarlarının uluslararası ölçekteki temsilcilerinden birine vermeyi tercih etti ve tam da Amerikan donanması Venezuela’yı kuşatmışken, Venezuelalı muhalif Maria Corina Machado mükâfatlandırıldı.
Maduro yönetimine karşı mücadele eden Machado, daha önce de küresel liberal/antikomünist şebekenin en önemli ödüllerinden Sakharov Özgür Düşünce Ödülü’nü ve Vaclav Havel İnsan Hakları Ödülü’nü almıştı.
Machado katıksız Amerikancılığıyla ABD’yi defalarca Venezuela’ya müdahale etmeye çağıran, Amerikancı darbe girişimlerinde yer alan, Nobel’i Trump’a ithaf eden, Amerikan dış politikasına angajmanı nedeniyle de İsrail’i ve Netanyahu’yu destekleyen ama Batı tarafından dünyaya “demokrat, insan hakları savaşçısı vs.” olarak pazarlanan bir isim.
Ödülün Machado’ya verilmesi ABD’nin Latin Amerika’daki sömürgeci zihniyetine ve muhtemel bir Venezuela operasyonuna destek ve onaydan başka bir anlam taşımazken, Nobel komitesinin Machado’nun “Venezuela’da ve dünyada barış, insan hakları ve demokratik değerler için yürüttüğü mücadele”yi ödülün gerekçesi olarak sunması, Batı’nın ikiyüzlülüğünün bir nişanesi ve bir haysiyetsizlik müsameresi olarak karşımızda duruyor.
Tıpkı Gazze’de çoğu sivil 70 bin insanın ölümünün ardından Trump’ın İsrail ziyareti ve o ziyarette Netanyahu’nun Trump’a bir barış güvercini vermesi gibi, tıpkı Trump’ın İsrail meclisinde yaptığı o stand-up benzeri utanç verici konuşma gibi ve tıpkı Filistin halkının önüne konulan sözüm ona “barış planı” gibi bir müsamere…
Anlaşmayla birlikte soykırımcı İsrail savaş makinesinin bir süreliğine de olsa durması, Gazze halkının yüzer yüzer ölmeyecek olması, biraz nefes alması iyidir, buna sevinmek Filistinlilerin hakkıdır elbette, kimse buna bir şey diyemez.
Ama bunun bir “barış anlaşması” olduğunu öne sürmek, bunu dünyaya böyle pazarlamak, emperyalizmin ve onun hevesli işbirlikçilerinin insanlığın önüne koydukları bir haysiyetsizlik müsameresinden başka bir şey değildir.
Bağımsız bir Filistin devleti, 1967 sınırları, iki devletli çözüm, başkent Kudüs… Minimal ya da maksimal fark etmeksizin Filistin sorununun çözümüne dair hiçbir şey söylemeyen bir “barış” bu.
Roma İmparatorluğu’nun kendi çıkarları adına hasımlarına dayattığı barışa “Pax Romana”, “Roma Barışı” adı veriliyor; aynısını bugün ABD’ye uyarlıyor ve ABD’nin kendi çıkarları adına dayattığı barışları “Pax Americana”, “Amerikan Barışı” olarak adlandırabiliyoruz.
İşbirlikçilerin ve onların medya organlarının sevinç çığlıklarına aldırmayın; Filistin halkının ölüm gösterilip sıtmaya razı edildiği, 70 bin insanın dünyanın gözü önünde katledilmesine aldırış etmeyen, İsrail’den en ufak bir hesap sormayan, bu yüzden de barıştan başka her şeye benzeyen, İsrail’le ABD’nin bölgesel ve küresel çıkarlarına hizmet eden bir “Amerikan Barışı” bu.
Gazze’ye dayatılan bu “barış”tan elbette ki Türkiye’ye de uzanan yollar var, görebiliyoruz. Sadece İslamcılığın riyakârlığını, Filistin davasının sahteliğini, emperyalizme taşeron hevesini gösteren yollar değil bunlar, ötesi de bulunuyor.
Şimdi sırada Suriye ve Türkiye var, şimdi Amerikan barışının buralara gelmesi var. Bakmayın karşı cephelerde gibi göründüklerine; Kaddafi’nin, Saddam’ın, Esad’ın devrilmesinde İsrail ve Türkiye ABD ve Batı şemsiyesi altında ortak çalıştılar, cihatçılar Şam’a yürürken ve Suriye’yi düşürürken ortaktılar.
Şimdi bu üçlü birlikte Suriye’ye kendi barışlarını getirecekler. Henüz başına konulan ödülü bile kaldırmadıkları eski bir IŞİD’çiye koca ülkeyi verdiler, onu devlet başkanı ilan ettiler, Birleşmiş Milletler toplantılarına bile çağırdılar. Ve şimdi, her ne kadar zamanında savaşmış olsalar da tıpkı cihatçılar gibi bütün planlarını emperyalizmin bölgesel planlarına dâhil olmakta bulmuş diğer aktörle, yani Kürt güçleriyle barışmalarını istiyorlar.
Arap, Kürt ya da Dürzi, Alevi fark etmez, Suriye’de yaşayan halklara on yılı aşkın bir süre boyunca kocaman bir felaket sunanlar, ülkeyi yüz binlerin öldüğü bir iç savaşa sürükleyenler, şimdi “barış” istiyor güya. İsrail için tehlike olmaktan çıkmış, Batı için Ortadoğu’daki ileri karakollardan birine dönüşmüş, Türkiye için yeni-Osmanlıcı fantezilerin tatmin edildiği bir Suriye… Aslında istedikleri budur.
Ve elbette ki Türkiye… Tekrar ve tekrar söyleyelim, silahların susması, yoksul halk çocuklarının ölmemesi, Kürt sorunu başlığında şiddetin devre dışı kalması, bunların hepsi iyidir. Ancak bunların hepsinin iyi olması, adına “barış” denilen şeyin aslında barış olmadığını görmemizi engellemez, engellememelidir.
“Barışılacak, barış” tarzı bir anlayışla sürece karşı olan medya organlarının, gazetecilerin, yazarların susturulmasını istemenin barışla bir alakası olamaz örneğin. “Yargı sizde, medya sizde, ne duruyorsunuz” dediğiniz bir güçle yapacağınız “barış”ın barış olmayacağı gibi tıpkı.
“Hiçbir talepte, müzakerede, pazarlıkta bulunamazsınız, kayıtsız şartsız silah bırakacaksınız” söylemi üzerine kurulu bir “barış”, demokrasiden, eşit yurttaşlıktan, insan haklarından, yani klasik çözüm süreçlerinin temel başlıklarından dahi bahsetmeyen bir “barış”, kamuoyundan gizlenen pazarlıklarla yürütülen, tek kişiye endekslenmiş bir “barış”, hakkaniyetli ve adil olabilir mi peki? Eğer olamazsa buna barış denilebilir mi?
Filistin, Suriye, Türkiye… Halkların değil emperyalizmin barışının dayatıldığı, işbirlikçilerinin siyasal bekası ve ikbali üzerine kurulu, küresel egemenlik mücadelesi yapbozunun bir parçasının tamamlanmak istendiği kaderleri ortaklaşmış üç coğrafya.
Daha büyük savaşlar adına, İran’a karşı, Rusya’ya karşı, Çin’e karşı yürütülen küresel egemenlik mücadelesi senaryosunda şu an için paylarına Amerikan barışı düşen, zeminleri düzlenen, taşeronluğun mükâfatlandırıldığı, sömürgeciliğin günümüzdeki biçiminin üzerlerinde tatbik edildiği üç coğrafya.
Emperyalizm neyin barış neyin savaş olduğuna karar verebiliyor, emperyalizm kimin haydut kimin barış yanlısı olduğuna karar verebiliyor, emperyalizm kimin terörist kimin özgürlük savaşçısı olduğuna karar verebiliyor, emperyalizm despotik rejimlerden hangisine müdahale edilip hangisine edilmeyeceğine karar verebiliyor.
Böyle bir dünyada yaşıyoruz ve bu ikiyüzlülükten, bu riyakârlıktan, böylesine eşitsizlik üzerine kurulu, adaletten yoksun bir dünyadan, barış çıkmaz, eşyanın doğası gereği çıkamaz.
Tam da bu nedenle nasıl ki eşitlik için, nasıl ki adalet için nasıl ki özgürlük için mücadele etmek şartsa barış için de mücadele etmek şart. Ancak eşitliği, adaleti, özgürlüğü ve dolayısıyla bu düzenin içeride ve dışarıda topyekûn bir şekilde değişmesini talep etmeyen, bunun kavgasını vermeyen bir barış mücadelesinin sahici bir karakter taşıması mümkün değil.
Demek ki yollar ya bu dünyanın değişmesi iradesiyle yürünecek ya da efendilerin sahte barışları insanlığı birbirine düşman etmeye devam edecek.
/././
Yeni sömürgeciliğin temsilcileri: Jeffrey Epstein, Donald Trump ve Tony Blair -Çağdaş Gökbel-
Bu sapıklar ordusunun saflığına ve masumluğuna güvenip güvenmemek size kalmış. Tony Blair’in savaş suçlusu olduğu gerçeği ortada dururken, Jeffrey Epstein ile tesadüfi bir ısrar sonucu tanıştığına inanmak insanın hiç içinden gelmiyor. Şimdi bu Tony Blair, Gazze’deki "uluslararası geçiş otoritesinin" başına geçecekmiş gibi görünüyor.
“Geçmişten kaynaklanan hüzün ile geleceğe yönelik umutsuzluk, bunların ortak duygularıdır. Modernizmin antik çağa en çok ve en içten yaklaştığı nokta, bu çöküş atmosferidir” (Benjamin, 2018:176).
Dünya halkları üçüncü paylaşım savaşının arifesinde büyük bir kolonizasyon tehlikesi ile karşı karşıya. Tüm gözler Ortadoğu’ya çevrilmişken, Latin Amerika’da büyük bir saldırı dalgası başlamış durumda. Panama kanalı üzerinde yapılan bilek güreşinde ABD, Çin’e karşı kazançlı çıkmış gibi görünüyor. Panama halkının kabusu olan ABD işgali ve askeri operasyon ihtimalleri, yoksul kitlelerin başının üzerinde adeta bir kılıç gibi sallanmaya devam ediyor. Venezuela’nın nadir ve klasik olarak bilinen kaynakları (petrol), faşist Trump ve kabinesinin iştahını kabartıyor. Bu yüzden Venezuela’nın Nobel Barış ödülüne layık görülen muhalif lideri María Corina Machado, Trump’ın oğluna ülkesindeki doğal kaynakları dilediğince sömürebileceğini söyleyerek, ABD’yi tavlamaya çalışıyor.1 İnsanlık tarihi boyunca pek çok alçaklık biçimine tanıklık etti; ancak bir ülkenin muhalefet lideri diye kendisini tanıtan canavar bir kadının "ülkemi işgal et, iktidarı bana ver ve her şey senin olsun" dediğine canlı yayında tanıklık eder olduk. O, ne ki? Canlı yayınlarda Gazze halkının soykırıma uğradığı anları izlemeye zorlandık. Şöyle hayal edin, Nazilerin insanları gaz odalarına sokarken tüm yüksek teknolojili iletişim silahlarıyla bunu canlı yayınladığını gözünüzün önüne getirin. Evet, IŞİD Irak ve Suriye’deki infazlarında tam olarak bunu yaptı. Sonunda diktatör Esad gitti ve Suriye’nin kolonileştirilmesi süreci sona erdi. Peki, tüm bu vahşete destek veren Türkiye’nin sonu ne olacak? Tüm komşularımız bir bir kolonileştirilirken, Gazze halkı soykırıma uğrarken, bize ne olacak? Bu soruyu hiç düşünen var mı? Yoksa herkesin işi bitirildikten sonra bizim de ülkemizi yönetmesi için sömürge valisi olarak George W. Bush’u mu gönderecekler?
Filistin halkına kimi layık gördüler? Irak kasabı Tony Blair’i. Peki, Blair kim? 6 Mayıs 1953'te Edinburgh, İskoçya'da doğdu. Hukuk eğitimi aldıktan sonra baro avukatı oldu. Siyasi kariyeri 1975 yılında İşçi Partisi’ne üye olmasıyla birlikte başladı. Partide değişimin ve yeniliğin öncü ismi oldu. Her yeniliğe, moda olan her şeye ayran budalası gibi atlayan ve eskinin artık demode olduğunu iddia ederek, "gençler bu işleri tutmuyor artık yaaaa" diyen solcularımıza çok büyük dersler var burada. “Yeni İşçi Partisi” (New Labour) hareketinin önderliğini yapan Tony Blair, gelecekte bu yeniliğin bedelini İngiliz yoksul gençlerini Irak savaşına göndererek tahsil edecekti. Ne mutlu, modayı takip edenlere ve geri kalmayanlara! 1994 yılında partinin başına geçen Blair, 1997 yılında büyüleyici bir seçim zaferiyle 43 yaşında İngiltere’nin seçilen en genç başbakanı oldu. Yaşlılar oligarşisi kırılmış, gençler ve kadınlar zafer kazanmıştı. Kim demiş sadece muhafazakarlar salaktırlar diye, görünen o ki solcuların da liberalizm zehriyle akılları dumura uğratılmıştır. Kadın, LGBTİ ve çocuk hakları derken başbakan Tony Blair’in biriyle buluştuğu ortaya çıktı. Kimle? Küçük kız çocuklarını milyarderlere ve dünyayı yöneten siyasilere pazarlayan Jeffrey Epstein ile.2 Uzun süredir ortalarda dolaşan bu dedikodu sonunda BBC tarafından da tasdik ediliyordu. Rezilliklerin, kirlenmenin saklanacak bir yanı kalmamıştı. York dükünün ve eski ABD başkanı Bill Clinton’ın yakın arkadaşı olan birini Tony Blair’in reddetmesi elbette mümkün görünmemekte. Görüşme iddiaya göre, uzun boylu bir görüşme değildir ve yarım saatten az sürdüğü kaynaklar tarafından ifade edilmektedir. Bu sapıklar ordusunun saflığına ve masumluğuna güvenip güvenmemek size kalmış. Tony Blair’in savaş suçlusu olduğu gerçeği ortada dururken, Jeffrey Epstein ile tesadüfi bir ısrar sonucu tanıştığına inanmak insanın hiç içinden gelmiyor.
Şimdi bu Tony Blair, Gazze’deki "uluslararası geçiş otoritesinin" başına geçecekmiş gibi görünüyor. Bu kadar havalı ve uzun bir adlandırmaya gerek yok. Blair, açıkça ABD’nin ve onun bölgedeki vekil güçlerinin sömürge valisi olacak. Burada önemli ve sembolik bir tercih var. Amerikalılar, kendi içlerinden birini atamak yerine İngilizlere jest yapıyor ve ortaklıklarını bir kez daha tescilliyorlar. Trump’ın, İngiltere kralının şaşalı seremonisindeki halleri de buna işaret ediyordu. Yeni kolonizasyon çağının biri deneyimli ve eski imparatorluğu, diğeri onun büyük ağabeyi halkların boyunlarına zincir vurmaya hazırlanıyor. Peki Blair, böylesi bir geçmişi olmasına rağmen nasıl soykırıma uğramış bir halkın acıları üzerine iktidar inşa etme cesareti gösterebiliyor?
New York Times’ın iddiasına göre Tony Blair, yaşananları kendi zedelenen imajını düzeltmek için bir fırsat olarak görüyor. Binlerce insanın kan, et ve kemik yığınına dönüşen cansız bedenleri üzerine inşa edilmesi planan bir imaj! George W. Bush, imaj tazeleme işlerine çoktan başlamıştı bile. Geçmişte kaleme aldığım ‘George Bush, artık savaş suçlusu değil’ başlıklı yazıda, Bush’un nasıl Winston Churchill belgeselinde ton ton bir dede kılığında yorumcu olduğunu hayretle izlediğimi not etmiştim. İşte Tony Blair’in de Gazze’de hedeflediği kişisel nihai amacı bu.
Tony Blair, bu amaca ulaşmak için bir yıl öncesinden sıkı bir çalışmaya girmiş durumda. Geçen yıl Blair, imzasıyla çıkan bir kitap özellikle dikkat çekiyor. Kitabın adı: ‘On Leadership: Lessons for the 21st Century" (Liderlik Üzerine: 21. Yüzyıl İçin Dersler)’ Kitapta Tony Blair, geleceğin liderlerine kendi siyasi deneyimlerinden yola çıkarak tavsiyelerde bulunuyor. Sıkı çalışma, inovasyon, elbette yeni siyasi akımları (modayı) yakalama ve gençlerle sıkı ilişki bu tavsiyelerin başında yer alıyor. Blair, on yıllık başbakanlık deneyimini ve daha fazlasını bu kitapta anlatıyor. Elbette deneyimlerin içerisinde Iraklı yoksulların üzerinde uranyum bazlı silahların kullanılması ve zindanlarda Iraklılara yapılan işkenceler yer almıyor. Aşağıdaki fotoğraf o işkencelerin delili niteliğinde.
“2005 yılında İngiliz askerlerinin Iraklı sivillere fiziksel şiddet uyguladığını, onları soyduğunu ve oral ve anal seks yapmaya zorladığını gösteren fotoğraflar ortaya çıktı.”3
Dünya yeniliklerin ve liberal doğruculuğun "sosyalizm" tonlu kılıfları altında yeni bir vahşet çağına girdi. Propagandanın taktiği ise hâlâ aynı. Yoksul halklar, yozlaşmış diktatörler tarafından esir alınmıştır ve büyük kurtarıcı tarafından özgürlüğüne kavuşturulmalıdır. Bugün hâlâ Venezuela cephesinde bu söylemi etkin bir biçimde kullanabiliyorlar. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, normal şartlarda Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması gereken Tony Blair, geleceğin liderlerine tavsiye niteliğinde kitap yazabiliyor.
Son not kendisini siyaset sahnesinin büyük ustası ve stratejisti sanan çoktan liberalleşmiş ama Marksist-Leninist külyutmazcılıktan da taviz vermeyen büyük solcularımıza. Faşizm ve moda arasında girift bir ilişki olduğu açık. Moda ve popüler kültür müptelası solcularımızın buradan hareketle çıkacakları nokta Tony Blair’in çıktığı noktayla aynı olacaktır. Zaten teknik olarak İngiliz İşçi Partisi’nden herhangi bir farkı kalmayanların çıkacağı başka bir nokta da olamaz.
Öyleyse bu makaleyi solcularımızın çok sevdiği ama hakkıyla okumaktan imtina ettiği bir isimden, Walter Benjamin’den uzun bir alıntı yaparak noktalayalım.
“Mal denilen fetişe hangi dinsel tören kurallarıyla tapılacağını moda saptar. Grandville, modanın istemlerinin kapsamını, günlük kullanım eşyalarını ve evreni de içine alacak biçimde genişletir. Modayı en uç noktalarından izleyerek doğasını gün ışığına çıkarır. Moda, organik dünyayla çatışkı içerisindedir. Canlı beden ile anorganik dünya arasında bir tür pezevenklik yapar. Cesetlerin hakkını canlılarda gözetir. Anorganik dünyanın cinsel çekiciliğinin boyunduruğundaki fetişizm, modanın can damarıdır. Mal kültü, bu can damarını kendi hizmetine alır...
“Faşizm kendi içinde tutarlı olarak, politik yaşamın estetize edilmesini amaçlar. Faşizmin bir liderin kültüyle boyunduruk altına aldığı kitlelerin ırzına geçilmesiyle, yine faşizmin kült değerlerinin üretilmesi için yararlandığı bir aygıtın ırzına geçilmesi, birbiriyle örtüşmektedir. Politikanın estetize edilmesine yönelik bütün çabalar, tek bir noktada doruğuna varır. Bu nokta, savaştır. En büyük boyutlardaki kitle hareketlerini geleneksel mülkiyet ilişkilerini değiştirmeden koruyarak belli bir hedefe yöneltmeyi, yalnızca ve yalnızca savaş sağlayabilir... Marinetti’nin, Etiyopya’daki sömürge savaşına ilişkin manifestosunda şöyle denilmektedir: ‘Yirmi yedi yıldan bu yana biz fütüristler, savaşın estetiğe aykırı diye nitelendirilmesine karşı çıkmaktayız... Bu bağlamda yaptığımız saptamalar, şunlardır: ... Savaş güzeldir, çünkü gaz maskeleri, korkutucu megafonlar, alev makineleri ve tanklar aracılığıyla insanın, boyunduruk altına alınan makine üzerindeki egemenlğine gerekçe kazandırır. Savaş güzeldir, çünkü insan bedeninin o düşlenen konumunu, metalleştirilmesi konumunu kutsayarak gerçeğe dönüştürür. Savaş güzeldir, çünkü çiçekler açan bir çayırı mitralyözlerin ateşten orkideleriyle zenginleştirir. Savaş güzeldir, çünkü tüfek ateşini, top atışlarını, ateşin kesildiği anları, parfüm ve çürüme kokularını tek bir senfoni halinde birleştirir. Savaş güzeldir, çünkü büyük tanklarınki, geometrik uçak filolarınınki, yanan köylerden yükselen duman helezonlarınınki gibi yeni mimari biçimler ve daha pek çok şeyler yaratır... Ey fütürizmin şairleri, yazarları ve sanatçıları... bir savaş estetiğine ilişkin bu temel ilkeleri anımsayın; anımsayın ki, yeni bir şiir ve yeni plastik sanatlar uğruna harcadığınız çabalar yine sizin ışığınızla aydınlansın!’ Bu manifestonun ayrıcalığı, çok açık oluşudur” (Benjamin, 2018: 77,78-95).4
-----
1‘2025 Nobel Barış Ödülü'ne layık görülen Venezuela'daki ABD destekli aşırı sağcı muhalefetin liderlerinden Machado'nun şubatta verdiği röportajda Trump'ın oğluna söyledikleri’ https://x.com/cradleturkiye/status/1977063584300404927 Erişim Tarihi: 12/10/2025
2‘Tony Blair met Jeffrey Epstein while prime minister’ https://www.bbc.com/news/articles/c5yk16gpxj0o?xtor=AL-71-%5Bpartner%5D-%5Bbbc.news.twitter%5D-%5Bheadline%5D-%5Bnews%5D-%5Bbizdev%5D-%5Bisapi%5D&at_format=link&at_bbc_team=editorial Erişim Tarihi: 12/10/2025
3Photographs emerged in 2005 showing British soldiers physically abusing Iraqi civilians, stripping them naked, and forcing them to simulate oral and anal sex. Tony Blair, who decided to join the illegal war on Iraq, now wants to rule over Gaza. https://www.declassifieduk.org/why-tony-blair-governing-gaza-would-result-in-more-war-crimes/ Erişim Tarihi: 12/10/2025
4Benjamin, Walter (2018). Pasajlar, Çev: Ahmet Cemal. İstanbul: YKY Yayınları.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder