halkTV "Köşebaşı" -11 Aralık 2025-

 F-35 programına dönüş! Kıbrıs'ta istihbarat yarışı... Gazze ve Suriye diplomasilerinde gelişmeler -Serra Karaçam- 

İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Sa’ar bugün Washington’da Dışişleri Bakanı Marco Rubio ile görüşüyor.

İki ülke arasında en önemli başlıklar Gazze barışı ile Suriye-İsrail arasındaki barış.

The Wall Street Journal , ABD’nin Suriye Devlet Başkanı Ahmed el-Şaraa’yı güçlendirmeye çalışırken Washington ile İsrail arasındaki görüş ayrılıklarına ve barış anlaşmasının tıkandığına dikkat çekiyor.

“ABD, Suriye ile İsrail arasında uzun vadeli bir barışın temelini oluşturabilecek bir güvenlik anlaşması için arabuluculuk yapıyor, ancak görüşmeler tıkanmış görünüyor.

… İsrail, 7 Ekim 2023 Gazze saldırılarından şu dersi çıkardı:

Komşularını ya da hatta Washington’ı memnun etmek için kendi güvenlik çıkarlarını masaya süremez.

Şimdi, ABD destekli 2005 Gazze’den ve 2000’de Güney Lübnan’dan çekilmeleri, Hamas ve Hizbullah gibi militan gruplara sınır ötesi saldırılar için hazırlık imkanı veren hatalar olarak görüyor.”

Zaten HAMAS'ın silah bırakacağına dair sinyal de yok.

***

ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Tom Barrack da yakın zamanda İsrail’in bir demokrasi olup olmadığını sorgulayan ifadeler kullandı.

Türkiye’nin ABD öncülüğündeki Gazze Uluslararası İstikrar Gücü’ne katılımını destekleyen son açıklamaları da Cumhuriyetçi milletvekilleri tarafından eleştiriliyor.

Cumhuriyetçi Louisiana Senatörü John Kennedy, “Bence İsrail bir demokrasidir ve Ortadoğu’daki tek gerçek dostumuzdur” derken;

Barrack’ın Türkiye’nin ISF’ye katılmasına verdiği desteğe dair görüşü sorulduğunda, “Türkiye’ye güvenmiyorum” ifadelerini kullandı.

Senatör Lindsey Graham ise Barrack’ın İsrail yorumları hakkında;

“Eğer size güçlü bir demokrasi örneği vermem gerekseydi, bu İsrail olurdu. Eğer hükümeti beğenmiyorsanız biraz bekleyin, bir ay içinde yenisi gelir” ifadelerini kullandı.

(Bizde yenisi gelmiyor. Halk neden değiştirmiyor? Top kimde? Oyunu kim kuruyor? SEÇSİS ve veri girişi tartışmaları ayrı konular.)

Tom Barrack Rusya cephesinde Ukrayna ve Karadeniz’de Rus gemilerini hedef alan drone hareketliliği sürerken, S-400'lerden ve F-35’lerden bahsetti…

Bayram değil seyran değil dün şu paylaşımda bulundu:

“ABD, Türkiye’nin F-35 programına yeniden katılma isteği ve Rus yapımı S-400 hava savunma sistemine sahip olması konusunda Ankara ile görüşmelerini sürdürüyor.

ABD yasalarında belirtildiği üzere, Türkiye’nin F-35 programına geri dönebilmesi için S-400 sistemini artık işletmemesi ve elinde bulundurmaması gerekiyor.

Başkan Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki olumlu ilişki, işbirliği açısından yeni bir atmosfer yarattı ve bu konu hakkında neredeyse on yıldır en verimli görüşmelere zemin hazırladı.

Umut ediyoruz ki bu görüşmeler, önümüzdeki aylarda hem ABD’nin hem de Türkiye’nin güvenlik gereksinimlerini karşılayan bir ilerleme sağlayacaktır.”

ABD’de Barrack’ı İslami bir yönetimi desteklemekle suçlayanlar çok.

Hatta “yargılanacaksın” diyenler de var…

(Bu arada Trump yönetimi, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni Başkan Trump ve üst düzey ABD yetkililerini soruşturamayacak şekilde kurucu belgesini değiştirmeye zorluyor. Ayrıca Gazze savaşı nedeniyle İsrailli liderlere yönelik ve eski ABD askerlerinin Afganistan’daki eylemleri soruşturmalarını kapatması isteniyor.)

F-35’e dönmek için Türkiye’nin S-400leri Pakistan’a, Suriyeye gönderme gibi planlar bir yana; asıl Rusya’nın Türkiye ile olan ilişkileri temel belirleyici. belirleyicilerden.

Suriye'de zaten ABD’ye göre daha IŞİD tehdidi bitmiş değil.

Şaraa hala güven telkin etmeye çalışıyor.

F-35'lerin bir PR harikası olduğuna dair tespitleri ise daha önceki yazılarımdan bilirsiniz...

Biz hala satışı onaylanmış F16’ların fiyatı konusunda mutabık kalamamışken yeni bir yola girmek, Patriot hava savunma sistemi olmadan NATO bataryaları yokluğunda, yeniden saldırı odaklı yüklü bir alım yapmak ne kadar doğru tartışmalı.

***

ABD’nin Irak politikası da İran odaklı değişebilir.

ABD Temsilcisi Joe Wilson yeni bir çıkış yaptı:

“Başkan Trump, Orta Doğu halklarına çatışma değil ticaret; barış ve refah dolu bir gelecek getiriyor.

Irak, Amerika Birleşik Devletleri, Körfez ülkeleri, Suriye, Türkiye ve diğerleriyle güçlü ekonomik ve diplomatik ilişkiler kurarak bunun parlak bir örneği olabilir.

Ancak bu, Irak İran’ın kuklası gibi davranmaya devam ederse mümkün değildir. Irak’ı İran’dan özgürleştirme zamanı geldi.”

Wilson’a göre , gerçek ve kalıcı bir çözüm için İran’ın kukla milislerinin tamamının kesin olarak silahsızlandırılması gerekiyor.

Ayrıca, “Irak, Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin güvenliğine saygı göstermeye devam etmeli ve İran destekli kuklaların KBY’ye saldırmasına izin vermeyi veya bunu teşvik etmeyi durdurmalıdır.”

***

“Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri’nin istihbarata kurumları; CIA ile MİT, Orta Doğu’yu izlemek için gizli bir hava üssü planlıyor…”

Bu bir iddia ve bağımsız doğrulama yok.

ABD ve Türkiye’nin dış istihbarat servisleri, Intelligence Online’ın 8/12/25 tarihli haberine göre, "Orta Doğu’yu daha yakından izleyebilmek için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden birlikte çalışma planları yapıyor."

"CIA ile Türk istihbarat servisi MİT, gizli bir hava üssü kurmayı planlıyor. Bu tesis Orta Doğu’nun gözetlenmesi için kullanılacak."

Habere göre; bu işbirliği bağlamında CIA, aracılar aracılığıyla ikinci el C-130 Hercules nakliye uçakları edinmeye çalışıyor.

Amaç, tespit edilmesi zor, düşük profilli operasyonlar yürütmek.

Güney Kıbrıs, İsrail etkisine girmek ve İngiliz istihbarat faaliyetlerine zemin sağlamakla biliniyordu. Özellikle Güney'de Akrotiri üssündeki hareketlilik de zaten açık kaynaklarca doğrulandı.

Türkiye’den İncirlik üssünden de adadaki üslere hareketlilik olduğu biliniyor.

En son Pentagon’a yönelttiğim soruda, Incirlik’e yönlendirilmiş ve uçuşların rutin kargo uçuşları olduğu cevabını almıştım.

Kimilerine göre bu üs haberleri bölgede İngiliz-İsrail dominantlığına karşı gözleri Türkiye’ye çevirmek için yayılıyor.

Intelligence Online Fransız bir yayın kurumu.

ABD Güney’de İsrail ve İngiltere'den bağımsız Orta Doğu’yu dinlemek durumunda…

Her ne kadar MI6 ve CIA arasında ortaklık olsa da bağımsız bilgi hakimiyeti önemli.

Bu arada Karadeniz illeri de Rusya’yı dinlemek için Amerikan askeri istihbaratı için son derece önemli.

***

Üniversite gazetesinde İsrail karşıtı bir görüş yazısının ortak yazarlığı nedeniyle sınır dışı edilme girişimiyle karşı karşıya kalan Rümeysa Öztürk için, Massachusetts’ta Federal yargıçtan güzel bir haber geldi.

Yargıç vizesini koruyabilmesi ve üniversitedeki çalışmalarına devam edebilmesi için ihtiyati tedbir talebini kabul etti ve göçmenlik makamlarının SEVIS kayıtlarını yeniden düzenlemesini emretti.

Önde gelen sivil özgürlükler kuruluşları, Müslüman kuruluşlar ve 20’den fazla Yahudi Amerikalı kuruluş Rümeysa’ya destek olmuştu.

***

Başkan Donald Trump’ın, Müslüman Kardeşler’in dünya çapındaki şubelerinin olası terör örgütü olarak tanımlanması için inceleme yapılmasını öngören son başkanlık kararnamesi kapsam olarak Lübnan ve Ürdün kollarına odaklandı.

Katar ile Türkiye’ye yönelik inceleme dışarıda bırakıldı.

Zira Erdoğan Trump’ın dostu.

Trump son verdiği röportajda “NATO’da olmaması gerektiğine inandığınız ülkeler var mı” sorusuna “Erdoğan zor biri ama bence NATO’da olmalı” mealinde cevap verdi.

Trump’ın kararnamesi, Müslüman Kardeşler’i bütün olarak terör örgütü ilan etmek yerine önce bireysel şubelere bakıyor.

Kongre de hem Müslüman Kardeşler’in Yabancı Terör Örgütü olarak tanımlanmasına yönelik yasaya, hem de Antisemitizm Farkındalık Yasası’na odaklanacak.

***

Doha Forum Katar’da pek çok Amerikalıyı bir araya getirdi.

Marka başarısı ve istikrar olarak Doha Forum gerçekten başarılı.

Katardaki bir diğer isim ise FBI Direktörü Kash Patel idi…

Katar’a yaptığı ziyarette mevkidaşıyla iki ülke arasında iki mutabakat zaptı imzaladı...

Patel geçmişte Katar adına lobi faaliyetlerinde yer almış bir isim.

Katar İçişleri Bakanı ve ülkenin İç Güvenlik Gücü başkanı Şeyh Halife bin Hamad bin Halife Al Tani, sosyal medya paylaşımında “Bu adım, Katar Devleti ile dost Amerika Birleşik Devletleri arasındaki stratejik ortaklığın derinliğini vurgulamakta ve 2026 FIFA Dünya Kupası’nın güvenliğini sağlamaya yönelik ortak çabalarımızı güçlendirmektedir.” ifadelerini kullandı.

***

Bu arada ABD'de bir numaralı gündem marketlerde fiyatların bir türlü düşmemesi.

Miami de de 30 yıllık gelenek bozularak Demokrat bir belediye başkanı, Eileen Higgins seçildi. Trump’ın onayladığı Cumhuriyetçi aday kaybetti.

Bu, new Jersey ve New York belediye başkanları ve Virginia vali seçimleri ardından Cumhuriyetçilere bir mesaj daha.

Sağlık sigorta primlerinde Obamacare’e alternatif getiremezlerse veya Obamacare’i uzatmazlarsa Trump’ın reytingleri iyice düşebilir.

Ancak aşırı solcu olarak da nitelenen, Mamdani gibi demokrat adayların liberal eyaletlerde kazanması merkez demokratları endişelendiriyor.

Bu çizginin Kongre ara seçimlerinde kendilerine kaybettirebileceğine inanıyorlar.

Zira ABD genelinde bölgelere göre düşünce biçimleri farklılık arz ediyor ve aşırı sol profiller merkez demokratları korkutarak cumhuriyetçilere yönlendirebilir…

***

Son olarak; Paramount Skydance’ın 108 milyar dolarlık Warner Bros Discovery’yi düşmanca satın alma teklifine üç Körfez devletine ait varlık fonu dahil oldu.

Eğlence sektörü ve medya ne kadar önemli varın siz düşünün…

 İş güvenlik uzmanı kozmetik atölyesine hiç gitmemiş -İsmail Saymaz- 

Dilovası’nda, 6’ı kadın, 7 işçinin can verdiği Ravive Kozmetik faciasında her gün yeni bir skandal patlak veriyor.

Ravive Kozmetik’e iş güvenlik uzmanı ve işyeri hekimi sağlamakla yükümlü Küresel Ortak Sağlık Güvenlik Birimi (OSGB), bir gün olsun denetime gitmemiş.

Bilirkişi raporuna göre Küresel OSGB ile Ravive Kozmetik, 5 Ağustos 2025’te sözleşme imzaladı. Seyfullah Çelik iş güvenlik uzmanı, Muhammet Dayıoğlu iş yeri hekimi olarak atandı.

Bu sözleşme faciadan üç gün sonra, 11 Kasım’da sonlandırıldı.

Kağıt üzerinde denetim

Üç aylık sürede ne bir kayıt tutuldu…

Ne rapor yazıldı…

Ne de uygunsuzluk saptandı.

Çünkü bir gün olsun iş yerine denetime gitmediler.

Şu veri bile sorumsuzluğun boyutu hakkında fikir veriyor:

Küresel OSGB tarafından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bildirilen çalışan sayısı sekiz. Ancak olay günü işyerinde 13 işçi vardı ve yalnızca biri sigortalıydı.

Bilirkişi raporunda, kağıt üzerinde denetim yapıldığı belirtilerek, şöyle deniyor:

“OSGB hizmetinin kağıt üzerinde yürütüldüğü, sahada hizmet verilmediği, uzman ve hekimin işyerinin gerçek risklerini değerlendirmediği, kaçak üretim yapılan üst katın tamamen denetim dışında bırakıldığı anlaşılmaktadır.”

Küresel OSGB’nin işleteni Ümit Aslan ve mesul müdürü Ünal Aslan’ın tali ağır, Çelik ve Dayıoğlu tali kusurlu görüldü.

Adresinde bulamamışlar!

Aslan, ifadesinde, Ravive Kozmetik ile imzalanan sözleşmede, işyeri için ‘Mimar Sinan Mahallesi Asalet Caddesi No:28’ adresinin gösterildiğini belirtti.

Bu, Ravive Kozmetik’in eski adresi…

Aslan, iki uzmanın sözleşme yapıldıktan 5-10 gün sonra adrese gittiğini anlatarak, şöyle dedi:

“Ağustos ayının 10’u - 20’si arasında iş güvenliği uzmanı ve iş yeri hekimi adrese gitmişlerdi. Adreste Ravive’nin faaliyet göstermediği, başka bir firmanın olduğu bildirildi.”

Derhal iş yeri sahibini aramaları icap ederdi.

Küresel OSGB, böyle yapmadı.

Ne hikmetse 25 Eylül’e kadar beklemeyi tercih ettiler.

Aslan, o gün Ravive Kozmetik yetkilisi İsmail Oransal’ı aradığını, ancak kendisine ulaşamadığını iddia ediyor. Oransal’a ulaşamayınca bizzat adrese gitttiğini anlatarak, şöyle devam ediyor:

“Dilovası’ndaki Asalet Caddesi No: 28’deki yere gittim, ancak burada başka bir firma vardı. Oransal’ı aradım, ulaşamadım. Mesaj çektim. Yarım saat bekledim. Dönüş alamayınca internetten şirketin Ataşehir’deki merkez adresini buldum. Aynı gün Ataşehir’e gittim. Adresin önünde Oransal’a mesaj attım. Oransal, ‘Ben ilgilenmiyorum, Mustafa bey ilgileniyor’ dedi. Mustafa beye mesaj attım. Dönüş alamayınca aradım. Tehditkar şekilde, zaten iş güvenliği uzmanının olduğunu, eski bir firma ile çalıştıklarını, yeni taşınılan iş yerine gitmemem gerektiğini, işverenin asabi bir insan olduğunu, sıkıntı çıkarabileceğini belirterek, benimle tartıştı. Gerekirse sözleşmeyi feshedeceklerini dile getirdi. Biraz bekledim ancak dönüş olmayınca tehditkar söylemleri nedeniyle şirket merkezinin önünden ayrıldım.”

Normalde, Küresel OSGB’nin iş yerinde meydana gelebilecek kaza ya da ihmalde sorumluluğu üstüne almamak için sözleşmeyi feshetmesi gerekirdi.

Yedi işçiden üç gün sonra feshettiler

Küresel OSGB, ya en baştan Ravive Kozmetik’le “Birbirimizi görmeyelim” diye anlaştıkları ya da alacakları paradan olmamak için susup göz yumdu.

Aslan, ifadesinde, bu gerçeği saklıyor.

Küresel OSGB’nin yetkilisi Ümit Çelik, “Ravive’nin sözleşmeyi feshetmesini bekleyelim” dediği için durduklarını iddia ediyor.

Günün sonunda, sözleşmeyi fesheden, Küserel OSGM olmuş.

Fakat ne zaman?

Yedi işçi can verdikten üç gün sonra, 11 Kasım’da.

Aslan:

“Sözleşmeyi feshetmelerini bekledik ancak etmediler. 8 Kasım günü yangın meydana geldi. Burayla ilgimiz olmadığı, karşı taraf da fesih bildirimi göndermediği için 11 Kasım’da sözleşmeyi feshettik.”

Aslan, bilirkişi raporunda hatırlatılan, görevleri yerine getirmemiş olmalarının sorumluluğunu Ravive Kozmetik’e yıkıyor. Adresine ulaşamadıkları için iş yerini denetlemediklerini savunarak, şöyle diyor:

“Bu yere gidip inceleme yapamadığımız ve yetkimiz olmadığı için raporda belirtilen hususları tanzim edemedik. Bunun nedeni, şirket yetkilileri ve çalışanlarının eylem ve söylemleridir. İncelediğimiz yerde iş güvenliği hususunda acil durum gerektirecek eksiklikler ve usulsüzlükler tespit ettiğimizde işverene tebliğ ederiz. İşveren eksiklik ve usulsüzlükleri tamamlamazsa Çalışma Bakanlığı İl Müdürlüklerine bildiririz. Ancak iş yeri adresine ulaşamadığımız için bu işlemleri yapamadık.”

Aslan, 4 Aralık’ta tutuklandı.

‘Para için’

Emekli İş Başmüfettişi Şeref Özcan, Küresel OSGB ile Ravive Kozmetik’in danışıklı hareket ettiğini düşünüyor. “Adresi bulamamışlarsa sözleşmeyi feshetmeleri gerekirdi. Neden bu sorumluluğu taşıyasın?” diyor.

Neden mi?

Yanıtı yine Özcan veriyor.

“Muhtemelen gelecek ayın parasını almak için.”

Özcan:

“Piyasada uzmanlardan beklenen, denetimde noksan hususları yazmamak. Hayati risk içeren noksan yazarsa bakanlığa bildirmesi gerekir. Bu yüzden hayati risk içeren noksanları yazması istenmiyor. Ola ki bir müfettiş denetime gitti, şirket uzman çalıştırmıyorsa cezayı yer. Kayıtlarda uzman görünüyorsa cezadan kurtuluyor. OSGB şirketi bu işten payını alıyor.”

Açığa alınan zabıta en önde oturuyor

Dilovası’nda yakınlarını kaybedenlerin avukatı Recep Dursun, oldukça endişeli. Çünkü hiçbir kamu görevlisinin yargılanmayacağını düşünüyor.

Dursun, şöyle konuşuyor:

“Süreci soğutarak, unutturarak, yanan vatandaşlarımızın suçlu ilan edilmesine varacak pişkinlik yaşanıyor. Dilovası Belediyesi’nde açığa alınan Zabıta Müdürü Nizamettin Bağcı, meclis toplantısında önde meydan okur gibi oturuyor.”

Dursun, kamu görevlileri hakkındaki ilgili dosyanın ayrıldığını ancak halen savcı atanmadığını ifade ediyor.

Dursun’a haksız diyebilir miyiz?

Kamu kurum ve kuruluşlarının kastı, dahli, ihmali veya kusuru olmasa Dilovası’nda yedi işçi hayatlarını bu kadar ucuz kaybeder miydi?

Dilovası Belediyesi, kaçak binaya dört yıl göz yummasa…

Zabıta bir kutu parfüm için suça kör olmasa…

Sosyal Güvenlik İl Müdürlüğü, “Doymaz iş yeri sahibini yüce devletimize şikayet ediyorum” ihbarına sırtını dönmese…

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü, “Adrese gittik, bulamadık” demese…

İş-Kur, bir bina yanındaki kaçak atölyeye işçi göndermese bu cinayet işlenebilir miydi?

 Saray'ın politikası: Stratejik sabır!-Ayşenur Arslan- 

Hangisi doğru, bilemiyorum.
Erdoğan “kendi ayağına” mı sıkıyor.. Gözünü bu kadar karartıp Türkiye’yi cezaevine çevirmeye karar vermiş olabilir mi?
Yoksa birileri “onun ayağına” sıkıyor da.. Gerçeklerden soyutlayıp görmemesini mi sağlıyor?
Son bir yıldır taş toprak yoruldu Saray operasyonlara doyamadı!
Erdoğan yeniden cumhurbaşkanı adayı olacak diye neler yaşadık, neler yaşıyoruz.
Geldiğimiz.. Daha doğrusu getirildiğimiz yer şu:

“ Kırklareli Üniversitesi, öğrencilerinin il genelinde din hizmetlerine destek sunması için müftülük ile anlaşmaya vardı. Karar'ın haberine göre, Protokol üniversite öğrencilerinin Kırklareli İl Müftülüğü bünyesindeki merkez ve ilçe kurumlarında, camilerde, Kuran kurslarında ve gençlik merkezlerinde yürütülen din hizmetleri ile "manevi danışmanlık" faaliyetlerine "katkı sağlamasını" hedefliyor.”

Onca imamın, hocanın, yüksek ücretlerle istihdam edildiği memlekette, yetmemiş üniversite öğrencileri “din hizmetine” koşulacakmış!

Protokolde öğrencilerin nasıl “kullanılacağı” belli değil. Gönüllü mü olacaklar? Hizmet karşılığı puan -yani not- mu alacaklar?

Rektör Rengin hanımefendinin “ÖRTÜK PROGRAM” diye nitelediği sistemden kasıt bu mu?

Bir üniversitenin görevi, gençlere akıl ve bilimin yolunu açmak mıdır, yoksa dine hizmet için kullanmak mı?

Maliye Bakanı Şimşek tabloyu tamamlamak için tam zamanında yetişti. 350 milyon Euro tutarındaki son borçlanmayı, akıl yolları tıkalı olanlara neredeyse “MÜJDE” gibi sundu:

“Uluslararası finansal kuruluşların programımıza olan güveni devam ediyor. Bu kapsamda, uygun koşullu dış finansman sağlama çalışmalarımız sürüyor."

Dış finansmanın ne olduğunu hemen anladık da.. Uygun koşullardan neyi kastediyor acaba Şimşek Bey?

“Ayağınız alışsın” diye faiz falan istemeyen bir ülke, kurum falan mı keşfedildi?

Yoksa..

Benim bildiğim, dış finansman diye geçiştirilen meselede ana para da faiz de ya dolar ya Euro üzerinden geri ödenir.

Sık sık yaptığım gibi, döviz grafiklerine göz gezdirdim.

Dolar, 12 Eylül günü, yani yaklaşık üç ay önce 41.36 TL imiş.

Bugün 42.58 TL

Dolar şimşek gibi çaka çaka yükseliyor. Paramız da inliye inliye düşüyor. Bu yüzden dün aldığını bugün alamıyorsun.. Yıllardır kullandığın ve daha yıllarca kullanmak zorunda olduğun ilaçları bulmak için kapı kapı eczane dolaşıyorsun.. Gençler bu yüzden karanlık yollara savruluyorlar..

Buna bir de kapımızdaki sınır ötesi harekatın masraflarını ekleyin. Gerçekten de “YAPARSA AKP YAPARMIŞ”..

* * *

Genelkurmay’a göre sınır ötesine geçen zırhlı araçlar “rutin” bir hareketlilikten ibaretmiş.

Oysa Saray’a en yakın isimler açık açık yazıyor.

Hande Fırat mesela, kum saati benzetmesiyle “harekata sayılı günler kaldı” diyor.

Erdoğan’ın “en sevdiği” Abdülkadir Selvi de şu notları iletiyor:

“ PKK’nın Suriye kolu olan SDG’nin kontrol ettiği bölgede Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hareketliliği artmaya başladı. 10 Mart’ta Şam yönetimi ile SDG arasında varılan anlaşmaya rağmen sahada herhangi bir ilerleme olmadı. SDG’ye yılsonuna kadar tanınan süre 21 gün sonra dolacak. Ama sahada en ufak bir gelişme yok. Tam aksine Mazlum Abdi, İsrail’i göreve davet ediyor. ABD’nin kendilerini desteklemeye devam etmesini talep ediyor. Yani hâlâ oyun peşinde. Terörsüz Türkiye sürecine olumsuz etki yapmaması için stratejik sabır uygulanıyor. Ama sabır taşı çatlamak üzere. SDG’nin müzakereler yoluyla Suriye yönetimine entegre olması yönündeki beklentiler azalıyor. Ankara ile Şam arasındaki koordinasyonda SDG’ye yönelik askeri operasyon eğilimi ağırlık kazanıyor.”

Bayılıyorum bu söz oyunlarına.. “STRATEJİK SABIR” ifadesinde İletişim Başkanlığı’nın katkısı var mı diye merak ettim. Bununla her şeyin üstü ne güzel örtülüyor, değil mi!

Trump’ın SESİ Barrack efendi ve İsrail’e iki çift laf edilmiyorsa, meğer stratejik sabır politikası yüzündenmiş..

Saray medyasının üstün hizmet madalya sahipleri Barrack’a saydırırken çok rahat.

Oysa Saray’ın çıtı çıkmıyor. Barrack efendi, hep söylediğim gibi, koloni valisi stilinde Türkiye’nin bugünü ve yarınına dair olmadık şeyler söylüyor.. Saray tısssss!

Hani yalandan bir “sabrımızı test etmeyin” çıkışı bile yok. Tam aksine onlar bizim sabrımızı sınıyor sanki!

Ama iktidar susmakta kararlı!!!!

Ne de olsa farkındalar: Türkiye’ye MUZ CUMHURİYETİ muamelesi yapan Barrack Trump’ı temsil esiyor. Haliyle onu kızdırmaya gelmez.

Hatırlayın; Trump Erdoğan’ı sevip övmelere doyamazken doğalgaz bağlantısından AB’nin üstünde gümrük vergisine.. Ve özellikle Reis’in kalbini hicranla yaralayan KAAN motoruna.. Amiyane tabirle ne kazıklar yedik.

Trump’ın sevgisi böyleyse, herhalde Erdoğan “O’nun kızgınlığından" rabbine sığınıyordur.

Öyle ya! Rahip Brunson vakasında öyle bir gerilim yaşandı ki, dolar ilk büyük atağını o zaman yaptı, hatırlarsınız. Hatta sonrasında Trump, meseleyi gündemde tutup “ekonominizi mahvetmiştim, yine yaparım” bile dedi.

Saray kalemşörlerinin “heeeyt” deyişine bakmayın. Erdoğan’ın Trump’a ve İsrail’e karşı çıkamayacağını bizden daha iyi biliyorlar. Elbette nedenlerini de!

Nedeni, Halk Bankası dosyası mıdır, yoksa ABD’nin elinde daha kişisel dosyalar mı vardır.. Erdoğan ve gözü dönmüş destekçileri eğer dönüp dolaşıp her sıkıntıyı, krizi CHP’ye bağlıyor… Atatürk’ü yok etmeye uğraşıyorsa dosyaların ağırlığını tahmin edebilirsiniz.

Memlekette yazılıp çizilenlerle, daha önemlisi YAPILANLARLA.. Barrack Efendi’nin sözleri ve temennileri örtüşüyorsa.. Bu tabloyu da Türkiye’nin Arap dünyası ile elele İsrail’in yanına koşması tamamlıyorsa.. “NETLİK AYARI” için daha ne lazım?

Bakın, bu ülkenin Dışişleri ve Maliye bakanları her gün bir Arap kentinde ortaya çıkıyor. Ya aslında var olmayan ateşkes / barış sloganıyla Türkiye’nin Gazze katkısını anlatıyorlar.. Ya da -ağırlıklı olarak- borç istiyorsa.. Erdoğan ve ekibi daha çok susar.. Sustukları belli olmasın diye de operasyonlarla her gün yeni bir gürültü kopartır.


“ÖNEMLİ NOT:”

Dünkü yazımda MHP GENEL Başkan yardımcısı Feti Yıldız’ın Türkiye’deki adalet sistemi ve işleyişi üzerine sözlerine yer vermiş.. “Eylem” çağrısında bulunmuştum.

Aynı gün, AİHM KARARLARINA RAĞMEN tam 2 bin 962 gündür cezaevine olan Osman Kavala da Yıldız’ın sözlerine dikkat çekerek, “ihlalin giderilmemesi ihlalin yaratılmasından daha büyük bir hukuksuzluk” dedi.

Son 1 yılın en önemli çıkışlarından biri gündemin kaosunda unutulup gidecek mi derken.. Feti Yıldız, bütçe görüşmeleri vesilesiyle TBMM kürsüsüne çıkıp partisinin iktidar ortağına ve adalet arayanlara mesajını tekrarladı. Bir bakıma çarpıcı bir eyleme imza attı:

“Bütün yargılama önlemleri gibi tutuklama da geçici niteliktedir. Tutuklama bir ceza değil maddi gerçeğe ulaşmada ceza davasının yürütülmesinde ya da ileride verilecek bir olası cezanın infazını sağlayan geçici bir araçtır.

Kişi özgürlüğü ve güvenliğinin sınırladığı için çok dikkatli hareket edilmeli, bin düşünerek bir kere karar verilmelidir.

Suçsuzluk karinesinin esas alındığı, şüpheden sanığın faydalandığı, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde doğal hakimlerin görev yaptığı, duruşmaların haleli, davaların makul sürede sonuçlandığı, delillerin vasıtasız olduğu, insana saygının duyulduğu, kurucu adaleti kuran yargı denetimine bağlı olan özel aktüel geçici bir durum gözetmeyen, önceden saptanmış, soyut şekilde uygulayan, insan onurunu koruyan ceza hukukunun bir cezalandırma hukuku değil koruma hukukunu benimseyen devletler hukuk devletidir. Türkiye Cumhuriyeti hukuk devletidir.”

Umarım!!!

/././

halkTV

2026 bütçe görüşmeleri - Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz: İyi ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi var, iyi ki Recep Tayyip Erdoğan var-T24-

"Türkiye 23 yılda 5,4 büyümüş. Dünya ortalamasından her yıl 1,9 puan daha fazla büyümüş. Bu başarı değilse nedir, performans değilse performans nedir?"

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne iyi ki geçmişiz. İyi ki çok tecrübeli ve dirayetli bir liderle, küresel ve bölgesel fırtınalı bir dönemde yaşıyoruz. İyi ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi var, iyi ki Recep Tayyip Erdoğan var." dedi.
2026 bütçe görüşmeleri | Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz: İyi ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi var, iyi ki Recep Tayyip Erdoğan var

Önemli olanın nominal rakamlar değil, oranlar olduğunu vurgulayan Yılmaz, şu değerlendirmelerde bulundu: "Bir rakamın iyiye mi, kötüye mi gittiği noktasında yapılacak yorumlarda nominal mutlak rakamlar yerine milli gelire oranla bu hususların ifade edilmesi çok daha sağlıklı olacaktır. Faizlerde evet bir artış var. Bir taraftan nominal gelişmeler nedeniyle diğer taraftan da deprem gibi çok ağır bir yükü bu ülke kaldırdı. 2,5 yılda aşağı yukarı 90 milyar dolar ekstra bir harcamayla karşı karşıya kaldık. Bunu da tabii ki bütçe çerçevesi içinde çözmeye çalışırken borçlanma arttı. Bunun getirdiği bir faiz artışı oldu. Önümüzdeki dönem, giderek bu yükün azaldığını, borçlanma ihtiyacının düştüğünü, faiz yükünün de orta vadede düşeceğini ifade etmek isterim.

" https://t24.com.tr/haber/2026-butce-gorusmeleri-cumhurbaskani-yardimcisi-yilmaz-iyi-ki-cumhurbaskanligi-hukumet-sistemi-var-iyi-ki-recep-tayyip-erdogan-var,1282202

EVRENSEL "Köşebaşı" -9 Aralık 2025-

 Emperyalizmin modern silahı: Borçlandırma -Uğur Zengin- 

Zihnimizde dış borca dair iki çarpıcı bilgi var. Birincisi, bağımlı ülkelerin dış borçta tarihsel olarak zirveyi gördüğü, ikincisi de dış borcun sermayenin egemenlik ve kontrol mekanizması olduğudur.

Birkaç gün önce yayımlanan Dünya Bankası verileri gelişen borç felaketini ortaya koydu. ‘Düşük gelirli ve gelişmekte olan ülkeler’ bir yılda 415 milyar dolar faiz ödedi ve bir rekor kırdı. Bir başka deyişle bugün dünyada 6.5 milyar insanın yaşadığı -ki dünya nüfusunun yüzde 80’idir- toplam 119 ülkenin 8.8 trilyon dolar dış borcu var.

Neden borç alıyorlar? Kalkınmak iddiasıyla. Neden faiz ödüyorlar? Çünkü borç aldılar. Peki, neden borçlular? Çünkü yoksullar. Peki neden yoksullar? Kalkınamadıkları için. Neden kalkınamıyorlar? Yoksul oldukları için…

Bu acayiplik, borcun boyutları ve ekonomik büyüme göz önüne alındığında, bu kaynağın aslında gerçek ‘kalkınmayı’ desteklemediğini ortaya koyuyor. Borç, yalnızca faiz ve ana para ödemelerini karşılamak için daha da büyüyor ve bu durum, kapitalist sistemin “çevre” olarak adlandırılan ekonomilerinde yoksulluğu derinleştiren, emek sömürüsünü artıran ve gelişmeyi tıkayan kısır bir döngü yaratıyor.

Angola, Mısır ile beraber son yıllarda IMF’den en çok borç alan iki ülkeden biri. Yaz aylarında yapılan IMF karşıtı protestolarda rejim 22 eylemciyi öldürmüş, 1200’ünü tutuklamıştı. Angolalı bir kadın, “Neden bize bu kadar acı çektiriyorsunuz? Çocuklarımızı nasıl doyuracağız? Fiyatların düşmesi gerekiyor” diyordu. Bir öğretmen BBC’ye konuştu: “İnsanlar bıktı. Açlık her yerde ve yoksullar sefilleşiyor.”

Kronik hiperenflasyon ve borç batağına saplanmış durumda olan Arjantin, son dört yılda IMF’den 170 milyar dolar borç aldı. İşçi sınıfının kazanımlarını budayan Milei’nin buna rağmen nasıl seçildiğini hatırlayın; Trump yanlısı hükümet, Arjantin halkına, eğer iktidar partisini desteklemezse, büyük bir devalüasyon için son darbeyi vurarak ekonominin tamamen kontrolden çıkmasına izin vereceğini söyledi. IMF-Trump şantajıyla yeniden seçilen Milei bugün iş gününü 12 saate çıkarmanın planlarını yapıyor.

Avrupa’nın en büyük IMF borçlusu Ukrayna. Aralık 2024’te IMF, Rusya’nın tam ölçekli işgaline başlamasından yaklaşık bir yıl sonra, mart 2023’te kararlaştırılan 15.5 milyar dolarlık bir programın parçası olarak Ukrayna’ya 1.1 milyar dolar ödedi. Bu, Ukrayna’ya yönelik 148 milyar dolarlık borç paketinin bir parçası olup, IMF’nin tam ölçekli bir savaşa dahil olan bir ülkeye ilk kez büyük çaplı konvansiyonel finansman sağlaması anlamına geliyordu. Bu arada en az 10 milyon Ukraynalı yerinden oldu. Savaşta kaç kişinin öldüğü ise belirsiz.

Asya’da IMF’den en çok borçlanan ülke olan Pakistan ise 230 milyonluk nüfusuyla derin bir siyasi-ekonomik çöküş yaşıyor. 126 milyar dolar dış borcu bulunuyor ve bunun 80 milyarını üç yıl içinde ödemek zorunda. Rupi yüzde 50 değer kaybetti; rezervler 4.5 milyar dolara indi; enflasyon yüzde 38.

IMF’nin sık sık övgüsüne mazhar olan Nijerya, iç savaşlar, yolsuzluk ve kötü yönetilen enerji gelirleri nedeniyle ağır bir kriz içinde. Doğrudan yabancı yatırım 3 milyar dolardan 468 milyon dolara geriledi; 2019-2025 arasında 13 milyon kişi daha yoksullaşacak.

IMF ve Dünya Bankasının yanında düşük-orta gelirli ülkelerin borcunun yüzde 56’sı büyük ölçüde BlackRock gibi Batılı akbaba fonları ve İngiltere’nin HSBC’si ve Fransa’nın Crédit Agricole’ü gibi bankalara. Latin Amerika ülkelerinin borcunun yüzde 67’si, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin borcunun yüzde 40’ı, Güney Asya ülkelerinin borcunun yüzde 31’i, Sahra Altı ülkelerin borcunun yüzde 41’i bu banka ve finans tekellerine…

Dış borçlanma, kapitalist sistem içinde çevre ülkelerine “Büyüme için zorunlu finansman” olarak sunulsa da gerçekte bu ülkelerin bağımlılık ilişkilerini yeniden üretiyor. Borç, insani kılıklarla ülkeye girerken, şeytani bir kılıkla ülkeden çıkıyor. Mevcut veriler bu mekanizmanın üretici güçlerin gelişimini değil, borç çevrimini beslediğini ortaya koyuyor. Bu borç ve krediler, değer transferiyle, sadece faiz ve ana para ödemelerini karşılamak için yeniden borçlanmaya yol açıyor.

Bu durum, emperyalist merkez ile çevre ülkeleri arasındaki hiyerarşik ilişkileri güçlendiriyor, Arjantin örneğinde açık faş edildiği gibi egemen olana bağımlılığı artıyor. Kâr arayışını hızlandıran sermayenin küresel ölçekteki genişlemesi kolaylaşırken, çevre ülkelerde yoksulluğu derinleştiren, sınıf ilişkilerini daha da eşitsizleştiren ve emeğin sömürüsünü artıran bir baskı aracına dönüşüyor. Böylece dış borç, çevre toplumlarını kalkındırmak bir yana, onların artı değer üretimini uluslararası sermayeye aktaran yapısal zincirin bir halkası oluyor.

 Ya büyüme istihdam yaratmazsa…-Koray Y. Yılmaz- 

Büyüme iktisatçıların Mekke’sidir. Buna tabii olarak politikacıları da eklemek gerekir. Ekonomi büyüyecek ki, yeniden üretim genişleyerek devam etsin, yatırım artsın, üretim artsın, istihdam artsın vb. diye devam eder kurgu… Büyümenin bütün maliyetine çalışıp para kazanmak için katlandığımızı düşünelim ve büyüme üzerindeki diğer bütün tartışmaları bir yana bırakarak şöyle soralım: Peki ya büyümeye rağmen istihdam artmıyorsa? Büyümeye rağmen, büyümenin tüm maliyetine katlanmaya rağmen çalışıp para kazanacak bir iş bulamıyorsak… Ne anladım ben böyle büyümeden demez mi insan… İstihdamsız büyüme literatürde çokça tartışıldı. Kapitalizminin ciddi bir problemi. Türkiye açısından da öyle.

Sanayi, özellikle de imalat sanayi ülke ekonomileri için oldukça önemli. Uzun bir dönem için sanayinin gelişimi ülkenin kalkınması ile neredeyse aynı anlama geliyordu. 80 sonrası bu görüş darbe yese de günümüzde önemi yeniden hatırlanmak zorunda. Üretim tarzı ne olursa olsun Marx’ın da dediği gibi zenginliğin temeli kullanım değeri üretimidir. Bu noktada da imalat sanayinin özel bir önemi vardır. Bu kısa yazıda üretim ve istihdam bağlamında Türkiye ekonomisi için 2025 yılı imalat sanayinin gelişimine kısaca bir göz atmak istedim.

2025 yılı sonlarına yaklaştığımız bu günlerde Türkiye imalat sanayi, sektörel üretim dinamikleri ile istihdam yapısı arasındaki uyumsuzluğun giderek belirginleştiği kritik bir dönemece girmiş görünmektedir. Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış veriler, Ocak–Eylül 2025 döneminde üretim artışı gösteren sektörlerle üretimi daralan sektörler arasında belirgin bir ayrışma yaşandığını ortaya koyuyor. Ancak daha çarpıcı olan, genel olarak üretim artışlarının nispeten düşük istihdam kapasitesine sahip, yani ekonominin genel istihdam yaratma potansiyeline sınırlı katkı sunan alt sektörlerde yoğunlaşmış olmasıdır. Buna karşılık, istihdamın yüksek olduğu sektörlerde 2025 boyunca belirgin bir üretim daralması yaşanmıştır.

Bu tablo, Türkiye’nin imalat sanayi üretimindeki büyümenin istihdamı destekleme kapasitesinin zayıfladığını işaret ediyor. Örneğin, gıda, tekstil, giyim, deri, plastik ve kauçuk, kimi makine ve ekipman imalatı, mobilya gibi yüksek istihdamlı sektörlerin tümünde 2025 başından eylül ayına kadar %5–%22 arasında düşüşler görülüyor. Bu sektörler, sadece ihracat performansı değil aynı zamanda iç talep kanalıyla da toplam istihdamın önemli bir bölümünü oluşturur. Bu nedenle üretimdeki gerileme, doğrudan işsizlik riskini artırıyor. Daha da önemlisi, bu sektörlerdeki daralma aylık bazda da süreklilik arz eder nitelikte; 2025 boyunca çoğu sektörde negatif ya da durağan aylık değişimler gözlemleniyor. Bu durum, söz konusu gerilemenin geçici değil, yapısal bir nitelik kazanmaya başladığını düşündürmekte.

Öte yandan, üretimi artan sektörler arasında örneğin Eczacılık %14,1 ile başı çekerken bu sektörün imalat sanayi istihdamı içindeki payı ancak %1 civarında. Eczacılıktan sonra en yüksek artış %8,7 ile metalik olmayan mineral ürünlerde, bu sektörün aynı bağlamda istihdam payı ise %5-6 civarında. Onu %6 üretim artışı ve hemen hemen aynı istihdam payı ile motorlu taşıtlar izliyor. Üretim artışı görülen bu sektörlerin istihdam kapasitesinin nispeten düşük olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, bu sektörlerdeki büyüme ekonomiye katma değer sağlasa bile geniş kitleler için istihdam yaratma etkisi oldukça sınırlıdır. Kaldı ki üretimi artan sektörlerin üretim rakamlarına son birkaç ay için bakıldığında baz etkisinin görüldüğü Ağustos’u bir yana bırakırsak hemen hepsinde bir gerileme olduğu görülmektedir. Eylül ayında ise bu sektörlerin çoğunda üretim bir önceki aya göre azalma göstermiştir.

Hülasa, resmin bütünü imalat sanayi açısından ‘büyümenin istihdam elastikiyetinin’ azaldığı, geniş tabanlı bir soğumayı gösteriyor. Daha kötü haber ise gerek uluslararası gerekse de ulusal ölçekteki gelişmelerin Türkiye kapitalizminin rekabet gücünü iyice törpülediği bir süreçte bu gelişmelerin kalıcı olma riski taşıyor olmasıdır. Bu durumda sola düşen özel sektörün rekabet gücünü artırmasının yollarını aramak değil, istihdamı özel sektörün kâr güdüsünden kurtarmanın politikalarını üretmek olmalıdır.

 ABD’nin bir buçuk bile olmayan, tek parti sistemi -(II) -Aras Coşkuntuncel- 

Trump 2025 yılında Somali’yi resmi rakamlara göre 49 kez bombaladı. Artık haber bile olmuyor, çünkü Somali’yi Bush, Obama, Trump, Biden hepsi bombaladı; Harris seçilseydi o da bombalayacaktı. İki parti kodamanları son günlerde Venezuela’yı bombalayıp Amerikan yanlısı bir darbe için gün sayıyor. Trump yönetimi, Venezuela açıklarında sorgusuz sualsiz kayıkları bombalayıp içindekileri öldürürken, Demokratların yükselen yıldızlarından eski CIA Ajanı Senatör Elissa Slotkin, Trump’ın Venezuela politikasını destekleyip özetle “Ama Senatodan onaylı bombalasanız daha iyi olur” dedi. Geçen hafta, Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti arasında  hemen hiçbir alanda çok bir fark olmadığını, ABD’de görüntüde iki ama aslında tek parti sistemi olduğunu vurgulamıştım. Özetle, söylemde ve görünüşte Cumhuriyetçi Partinin açık emek düşmanı, ırkçı ve savaş yanlısı platformundan ayrıymış gibi yapan Demokrat Partinin bu sistemdeki rolü, toplumsal hareketleri içinde eritip makulleştirmek, enerjilerini emip öldürmek ve sanki iki farklı parti varmış illüzyonunu yaratmak. Trump’ın bir farkı, kapalı kapılar arkasında söylenen ya da sessiz geçilen kısımları kameralar önünde sesli söylemesi. Örneğin geçtiğimiz günlerde Kongo ve Ruanda ile yapılan ikili anlaşmalarla ilgili konuşurken “ABD kritik madenlere erişecek… bazı büyük ve harika şirketlerimizi yollayacağız… nadir toprak elementlerini ve bazı varlıkları alacağız” dedi. Demokrat bir başkan bu anlaşmaları yine bu amaçlarla yaparken bu sözlere takım elbiseler giydiriyor; farkları bu. Avrupa ile ilişkilerde de durum bu.

Emekçiler de farkında

Kamala Harris, Trump’ın karsısına Gazze’deki soykırımdan göçmenlere kadar hemen her konuda tabiri caizse “Ben daha çok Trumpçıyım” platformuyla ve savaş suçlusu Dick Cheney’in kızı Cumhuriyetçi Liz Cheney ile birlikte çıkınca, kendi doğal seçmeni bile sandığa gitmedi. ABD seçimlerinde bir o partiye bir bu partiye doğru sallanan kritik eyaletlerin çoğu, tarihsel olarak işçi kentlerini barındırıyor ve bu eyaletlerdeki işçi aileleri Demokrat Partinin neoliberalizmi ve Cumhuriyetçilerin faşist uygulamaları ve sahte popülizmi tarafından ihanete uğradıklarını düşünüyor. İşçi Sınıfı Politikaları Merkezi'nin (CWCP) yeni yayımlanan araştırmasına göre ekonomik adalete odaklanan işçi sınıfı odaklı bir siyaset, bütün bu kritik eyaletlerde etkili ve bu eyaletlerdeki seçmenlerin çoğu iki partinin dışına çıkacak “yeni bir siyasi güce” ve “bağımsız bir siyasi işçi birliği” kurulmasına destek veriyor.

İki partinin kökenleri

ABD’nin iki partisi de, dolayısı ile parti sistemi de siyahların ve işçilerin endişe ve taleplerini gündemden uzak tutmak için kurulmuş ve süregelmiş partiler. 1792’de Thomas Jefferson önderliğinde Federalistlere karşı kurulan Demokrat Parti, ABD’nin en eski partisi. O zamanlar Demokrat Parti köleciliği destekleyen, aşırı ırkçı ve hakim partiydi. Cumhuriyetçi Parti ise 1856’da kölecilik karşıtı bir parti olarak kuruldu ve siyahların desteğine sahipti. Bu durum neredeyse 1960’lara kadar böyle devam etti. 1960’larda Kuzey’de Demokrat Parti, Kuzey şehirlerine yoğun göç eden siyahlara hitap etmek için “sivil hakları” hareketini desteklemeye başladı. Aşağı yukarı aynı dönemlerde Cumhuriyetçi Parti de, bu kez beyazların oylarını ve Güney eyaletlerini kazanmak için ırkçı söylemlere yöneldi. Bu ırkçılığı besleyen tarihin bir sonucu, Demokratların, adı sırf Cumhuriyetçi Parti değil diye siyahları, işçileri, göçmenleri cepte görüp hâlâ muhafazakar ya da merkezde ama aynı zamanda da kararsız beyaz seçmenleri kendilerine çekmeye çalışması ve dolayısıyla iki partinin de bu söz konusu kitle için var olduğu bir seçim ve siyaset ortamı.

Anayasa

ABD anayasası tarihsel olarak köleciliği savunmuş, uzun süre sadece mülk sahibi beyaz erkeklere oy hakkı tanımış, hâlâ başkanı halkın değil seçiciler kurulunun seçtiği bir seçim sistemi getirmiş, seçilmemiş ve başkan tarafından ömür boyu atanan yargıçların halkın isteklerinden bağımsız yasa iptal etme yetkisinin olduğu, antidemokratik bir anayasa. Liberallerin övgüyle bahsettiği ifade özgürlüğünü düzenleyen 'Birinci Ek Madde’nin de neyi ne kadar düzenlediği, Filistin yanlısı fikir beyan edenlerin üniversite kampüslerinde protesto haklarının ellerinden alınmasında ya da sokak ortasında maskeli polislerce kaçırılmasında detayıyla mevcut. Bunun dışında eğitim, sağlık, konut gibi temel hak ve ihtiyaçlar ise zaten yok.

Para ve şirketlerin partisi

Geçen haftaki yazıda Gore Vidal’in 1970’lerde “ABD’de tek parti var, o da mülkiyet partisi…” sözünü alıntılamıştım. Vidal’in bu alıntısının devamı da oldukça yerinde: “… ve bu partinin iki sağ kanadı var: Cumhuriyetçiler ve Demokratlar. Cumhuriyetçiler, Demokratlardan biraz daha aptal, daha katı ve laissez-faire kapitalizmlerinde daha doktrineler. Demokratlar ise daha sevimli, daha güzel ve biraz daha yozlaşmışlar... yoksullar, siyahlar ve antiemperyalistler kontrolden çıktığında küçük ayarlamalar yapmaya Cumhuriyetçilerden çok daha istekliler. Ama özünde iki parti arasında hiçbir fark yok.”

ABD’nin kurucularının ve ilk başkanlarının hemen hepsi köle sahibiydi, aralarında yerlilerin soykırımında rol oynayanlar vardı ve yazdıklarından, tartışmalarından getirdikleri uygulamalardan açık ki hemen hepsi halka güvenmeyip işçilerden nefret ediyordu; öncelikleri demokrasi değil sermayenin egemenliğiydi.

Bugün de hâlâ böyledir. Görünürde birbirine zıt iki başkan, Bush ve Obama’nın 2008’de konut sektörü ve finans piyasalarının çökmesi sonucu ne yaptıklarına bakalım. Bush evlerini kaybeden çoğu siyah aileler yerine sadece bankaları kurtarmak için direkt bankalara ve belli şirketlere şartsız şurtsuz 700 milyar dolar aktardı. Peki Bush’un antitezi iddiasıyla gelen, ABD’nin ilk siyah başkanı Obama ne yaptı? Evlerini kaybedenlerin, işsiz kalanların, yoksullaşanların yüzüne bile bakmayıp yine bankalara ve şirketlere, bu sefer 830 milyar dolar aktardı. Trump’a karşı seçilen Biden da, örneğin, Trump’ın şirketlere getirdiği vergi indirimlerini aynen devam ettirmiş ve şirketlerin çıkarlarını korumak için demir yolu işçilerinin grevlerini yasaklamıştı. Örnekler çoğaltılabilir çünkü ABD’de başkan adaylarını büyük şirketler belirliyor, dolayısıyla iki parti de milyarderlere ve şirketlere daha çok nasıl hizmet ederim diye yarışıyor. Ya da İsrail lobisi AIPAC’ten kimlerin milyonlar aldığına bakalım; iki partinin hemen her temsilcisi. Biden tüm siyasi kariyerinde AIPAC’ten 11 milyon dolar aldı. Trump da AIPAC ve benzeri İsrail lobilerinden şimdiye kadar 14 milyon dolar almış.

Bu durumu derinleştiren sebeplerden biri, 2010 yılında Anayasa Mahkemesinin “Citizens United” olarak bilinen kararı ile şirketleri de insan sayıp seçim kampanyaları için harcanan dolarların ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna hükmetmesi. Bu kararla şirketlerin istedikleri adaylara sınırsız para vermelerinin, istemedikleri aleyhine de kampanyalar finanse etmelerinin önü açıldı. Bu harcamaları düzenlemeye çalışmak, bu kararla anayasaya aykırı hale geldi. Bunun sonucu olarak büyük bağışlar yapanların politikacılar ve kamu politikaları üzerindeki hakimiyeti daha da arttı. Araştırmalara göre hangi parti olursa olsun, iktidarlar Amerikalıların çoğunluğunun tercihlerine değil, bu bağışçıların tercihlerine cevap veriyor.* Çoğunlukla en çok parayı toplayanın, harcayanın seçildiği bu sistemde seçmenler değil, dolarlar seçiyor.

Savaş partisi

Trump’ın karşısına “ben Trump değilim”den başka bir mesajla çıkmayan Kamala Harris, Trump’ın göçmen karşıtlığı karşısında el arttırarak “en güçlü sınır yasa tasarısını” yasalaştıracağının sözünü verdi. “Her zaman İsrail’in kendini savunma hakkını savunacağım ve her zaman İsrail’in kendini savunabilme yeteneğine sahip olmasını sağlayacağım” diye her konuşmasında tekrar etti; çevre, idam cezası, genel sağlık sigortası ya da asgari ücretin iyileştirilmesinden ya hiç bahsetmedi ya da daha önce dönem dönem Demokrat Partinin söylemlerinde olan bu vaatlerden geri adım attı. Dış politika ve güvenlik konusunda da “Amerika’nın her zaman dünyadaki en güçlü, en ölümcül savaş gücüne sahip olmasını sağlayacağım” diye kampanya yürüttü. Yani iki parti, son seçimlerde söylemde bile farklılaşmadı. Emperyalist savaş ve müdahaleler iki partinin de temel politikası; iki partinin de görünürde en fanatik politikacılarının üzerinde keyifle uzlaştıkları konuların başında savaş ve yağma geliyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan beri ABD, kendi hegemonyasının tesisi ve devamı için uluslararası hukuka aykırı sayısız savaş ve müdahalelere girişti. “İnsan hakları”nı en öncülleyen başkan olarak anılan Jimmy Carter bile İran’da arka arkaya darbe girişimlerinde bulunmuş, Bush’a karşı barış söylemiyle seçilen ve seçilir seçilmez Nobel Barış Ödülü verilen Obama ise sadece son senesinde 5 ayrı ülkeye 26 bin bomba atmış; Libya’yı harabeye çevirmiş, Afganistan, Yemen, Suriye, Somali, Irak, Pakistan dahil birçok ülkeyi bombalamıştı.

Ronald Reagan’ın “uyuşturucuya karşı savaşı” ve “Yıldız Savaşları”, Clinton’un Balkanları bombalaması, Bush’un “teröre karşı savaşı”, Obama’nın insansız hava araçlarıyla bıraktığı bombalar, Biden’ın İsrail eliyle Filistinlileri soykırımdan geçirmesini bugün Trump da hem soykırımı hem de bombalamaları devam ettirerek izliyor. Trump’ın “güçle gelen barış” doktrini dümdüz savaş ve soykırım doktrinidir.

Dışarıda yürütülen bu savaşlar ve emperyalist müdahaleler içeriye de özgürlüklerin kırpılması olarak dönmeye devam ediyor: Polislerin militarizasyonu, fişlemenin alabildiğine yayılması, ifade özgürlüğünün fiilen ortadan kaldırılması, grevlerin yasaklanması, sınır polisinin şehirleri terörize ederek göçmen emekçileri ve siyahları hedef alması, sorgusuz sualsiz gözaltılar ve sınır dışılar.

Kara Panterler'in önderlerinden George Jackson, ABD’de düzenin devrimci öfkeyi, mevcut iktidar yapısı için gerçek bir tehdit oluşturabilecek talepleri/arzuları “basınç boşaltma” işlevi gören “boş çıkışlar”a yönlendirdiğini, bunun için egemenlerin ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını söylemişti. Seçmenlerin başkanı bile seçemediği, şirketlerin adayları alıp satabildiği, halkın taleplerinin görmezden gelindiği bu sistem olsa olsa tek partili plütokrasi olur.

ABD’nin bir buçuk bile olmayan, tek parti sistemi-(I) https://www.evrensel.net/yazi/98185

* “Democracy and the Policy Preferences of Wealthy Americans;” Martin Gilens, Affluence and Influence: Economic Inequality and Political Power in America.

Boratav’ın izinde: İktisattan siyasete alternatif arayış+Korkut Boratav -BİRGÜN-

 

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -11 Aralık 2025-

 'Partiler üstü' bir örgütlenme ağı: NATO’cu gençlik kuluçkada -Ercan Küçük-  "Uluslararası vizyon" vaat edilen bu gençler...