halkTV "Köşebaşı" -21 Aralık 2025-

Türkiye Kenarda mı Kaldı?-Serra Karaçam-

Dünya Gazze’yi ve Trump’ın sürecini izlerken, son gelişmeler bir değişimi ortaya koyuyor.

Bir zamanlar Ortadoğu barış sürecinde merkezi bir aktör olan Türkiye kenara itiliyor.

Beyaz Saray temsilcisi Steve Witkoff yarın Miami’de Katar, Mısır ve Türkiye yetkilileriyle görüşecek.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Cuma günü bu toplantıya katılacak.

Ankara diplomatik olarak hâlâ masada yer alırken, savaş sonrası Gazze’nin istikrar ve güvenlik planlamasından belirgin şekilde dışlanmış durumda.

Türkiye özellikle İsrail’in tek taraflı adımlarına ve sadece Arap merkezli çerçevelere karşı bir denge olarak Gazze’de siyasi ve güvenlik rolü üstlenmek istiyor.

Washington ve etkili Arap ve Müslüman ülkeler bir yapı kurdu ve Türkiye danışman gibi durmakta.

***

Suriye’deki durum da Türkiye’nin etkisini daraltma çabalarını daha net gösteriyor.

ABD ve Arap dünyasının yeni Şam ile teması, köklü bir değişim yarattı.

Kürt öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG), IŞİD kalıntılarına karşı güvenilir bir ABD ortağı.

Şam’daki Suriye hükümeti ile SDG güvenlik güçlerini entegre etme konusunda varılan yer tam Türkiye'nin çizdiği gibi değil.

SDG'ye bağlı üç tümenin Suriye ordusunun askeri yapısı içinde tutulmasını öngören ön bir anlaşmadan bahsediliyor.

Bu anlaşmayla askeri gruplarını koruyarak Fırat’ın doğusunda hâlâ kontrolü elinde tutuyorlar.

Kuzeydoğuya merkezin girmesini engelleyecek bir yapıdan bahsediliyor.

Peki bunlar nasıl Türkiye için olumlu?

Ankara için mesele kimin kontrol ettiği değil, kimin adına kontrol ettiği gibi görünüyor.

Birlikler resmen Suriye ordusuna bağlı olsa bile Türkiye bu fikirden pek memnun olmayacaktır. Ankara’nın bakış açısından yapının kendisinden çok, komutanları kimin kontrol ettiği önemli.

Eğer liderlik SDG bağlantılı kalır ve Şam fiilen Suriye’nin kuzeydoğusuna giremezse, bu tür bir entegrasyon gerçek olmaktan ziyade sembolik görünür.

Suriye devlet şemsiyesi altına alınması daha az kötü olarak tercih ediliyor.

Ki bu da daha onaylanmış değil.

Bu durum Türkiye’ye üç seçenek bırakıyor.

SDG’nin devamını kabul etmek, Washington ile gerilme riskini göze alarak askeri olarak müdahale etmek veya siyasi manevralar denemek.

Sabırlar zorlanıyor...

***

Kendi hava sahasında bile Türkiye, değişik işaretlerle karşı karşıya.

Ankara yakınlarında tespit edilen ve kimliği doğrulanmamış bir drone, ölçü olarak küçük olsa da mide bulandırdı.

Witkoff ve Jared Kushner’ın Ukrayna konusunda bir Rus temsilciyle yapmayı planladığı arka kapı görüşmeleri, kurumlar yerine anlaşma merkezli, kişisel kanallara dayalı bir yaklaşımı gösteriyor.

Kirill Dimitriev görüşmesi buna örnek.

Türkiye bu ilişkilerde ne durumda bilmiyoruz.

***

Bu arada olası bir üçüncü Trump dönemi belirsizliği devam ediyor Amerikada.

ABD Anayasası’nın 22. Değişikliği, hiçbir kişinin iki defadan fazla başkan seçilemeyeceğini belirtir.

“Üçüncü dönem” etrafında yapılan tartışmalar, yalnızca varsayımsal hukuki yorumlarla ilgili…

Trump’ın hukukçu Alan Dershowitz ile hukuki taslaklar üzerinden üçüncü dönem olasılığı hakkında yaptığı özel görüşmeler, yabancı hükümetler tarafından ciddi şekilde değerlendiriliyor.

Dershowitz bu alanın anayasal olarak net olmadığını ifade etmiş. Bunun nedeni de arka arkaya yapılmamış olması.

Ankara için bu durum, daha işlem odaklı ilişkiler, demokratik normlara daha az vurgu ve öngörülemez fakat müzakere edilebilir bir diplomasi anlamına geliyor.

ABD’de içeride dikkat Trump’ın siyasi geleceğine odaklanmışken, Türkiye’de de tartışmalar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın göreve devamı etrafında dönüyor.

Erken seçim olasılığı veya liderliği oğluna devretme ihtimali popüler gündem.

Nasıl ki yabancı hükümetler Trump’ın olası devamını planlıyorsa, Türkiye’de de Erdoğan’ın bir sonraki adımı merak uyandırmakta.

***

Türkiye’nin Karadeniz güvenlik dinamiklerini şekillendirmedeki ve NATO ile Rusya ilişkilerini dengelemedeki önemli rolü sürmekte.

Ankara birbiri ile rekabet eden rekabet eden farklı güçlerin baskısını dengelemeye çalışıyor.

Ancak Türkiye artık bölgesel sonuçları şekillendiren değil, başkalarının tasarladığı çerçevelere uyum sağlamaya çalışan bir aktör konumunda.

Bölgesel diplomasi üzerindeki etkisi giderek bağlama bağlı hâle geldi.

Türkiye, hava sahasında aktif “gri bölge” tehditleriyle karşı karşıya ve bu durum, birden fazla bölgesel çatışma ortasında stratejik açıdan ne kadar savunmasız olduğunu ortaya koyuyor.

Türkiye’nin hassas bölgeleri sürekli koruyacak katmanlı hava savunma sistemlerine ihtiyacı var.

Küçük veya düzensiz hava tehditlerine karşı yalnızca F-35’lere güvenmek yerine, sürekli hava sahası koruması sağlamak için daha uygun olan bu sistemler savunmada öncelikli rol oynamalıdır.

HİSAR-A/O ve KORKUT gibi sistemler, küçük dronlar için kısa menzilli tespit amaçlı uygun ancak sürekli radar kapsaması ve hızlı tepki katmanları (bataryalar) Türkiye’nin “gri bölge” tehditlerine karşı savunmasını güçlendirebilir.

***

Bu arada Trump, esrarın uyuşturucu sınıflandırmasını değiştiren bir başkanlık kararnamesi imzaladı.

Kararname, esrarı eroin ile aynı kategoride yer alan Birinci Sınıf uyuşturuculardan, ketamin ile aynı kategoride yer alan Üçüncü Sınıf uyuşturuculara taşıyor.

Ancak bazı eyaletlerin yaptığı gibi esrarı yasallaştırmıyor.

Kararnamenin, yetkililerin esrarla bağlantılı tutuklamalara yaklaşımını etkilemeyeceği iddia ediliyor.

Ayrıca, esrarın psikoaktif olmayan ve popüler bir bileşiği olan CBD ile üretilen ürünler için Medicare hastalarına geri ödeme yapılmasını sağlayacak bir pilot program da onaylandı.

/././

Küreselleşen intifada değil -Mustafa K. Erdemol- 

“İntifada küreselleşti”. Fransız düşünür Bernard-Henri Lévy, İngiltere’de 100 yılı aşkın bir süredir yayınlanan The Jewish Chronicle’nin son sayısındaki başyazısında söylüyor bunu. (The intifada has been globalised - The Jewish Chronicle - The Jewish Chronicle)

Beş gün önce Avustralya'nın Sydney kentindeki Bondi Plajı'nda Hanuka bayramını kutlayan Yahudi cemaati üyelerinin hedef alındığı, 11 kişinin öldüğü saldırı sonrası kaleme almış yazısını. Elbette o saldırının savunulacak yanı yok. Sevgili Işın’la yaptığımız programda da söylemiştim: “Gazze’de İsrail devleti tarafından öldürülen siviller ne kadar masumsa, plajda katledilen Yahudiler de o kadar masumdur” diye.

Henry Levy, o korkunç plaj saldırısından yola çıkarak yeryüzünde neredeyse hiçbir yerin Yahudiler için güvenli olmadığını söylüyor özetle: “Sidney'de olanlar bir kaza değil, bir işarettir. Aynı nedenlerin aynı sonuçları doğurma riski olduğu göz önüne alındığında, yarın New York, Londra, Roma, Madrid veya Paris'te de aynı şey olabilir. Aslında dünyanın herhangi bir şehrinde bu olay yaşanabilir” diyor. Haklı. Tüm bunlar, ne yazık ki olabilir. (Oldu da, şaşkın Henry Levi olmadığını sanıyor). Aklı başında hiç kimse de olacak olana onay vermez. İşte tüm bunlardan ötürü “İntifada’nın küreselleştiğini” iddia ediyor filozof.

Dünyadan haberi olmayanlar, gerçekten de adı geçen kentlerde Yahudilere yönelik saldırıların hiç yaşanmadığını, sadece “Filistinli teröristlerin” sözkonusu kentlerde Yahudileri katlettiğini sanabilir. Henry Levi, meseleyi saptırmada hayli başarılı gerçekten. O kentlerde, faili Filistinli ya da İslamcı olmayan yüzlerce saldırının gerçekleştiğini arama motorlarından bakarak bile bulabilir dileyen.

“Görmek istemeyenden daha körü yoktur” derler. Sadece Henri Levy için söylenmiş olsaydı bu vecize, yadırgamazdı kimse. Bir tehlikeye dikkat çekerken hedefe yine Filistinlileri koyuyor hiç sıkılmadan. İntifada diyerek sadece Filistinlilerle özdeşleşmiş bir olguyu yükselen tehlike olarak gösterme ayıbını sürdürüyor. Hiç vicdanı yok.

Eğer İsrail dışında Yahudileri hedef almak İntifada’nın “küreselleşmesi” ise, Filistin dışında Lübnan’da, Mısır’da, Tunus’ta, G.Afrika’da Filistinli öldürmek de İsrail devlet terörünün “küreselleşmesi”dir. İsrail’in, bölge sınırları dışında, hem de çok uzaklarda yüzlerce Filistinliyi yıllardır öldürdüğünden hiç söz etmiyor Henry Levi.

Birilerinin bu filozofa küreselleşenin İntifada değil, ne yazık ki antisemitizm olduğunu anlatmalı. İsrail devletiyle Yahudi halkını birbirinden ayıramayan aptallarla, Filistinlilere yaşatılanları hastalıklı düşünceleri için bahane yapan ırkçı/faşistlerle dolu dünya. Asıl tehlike burada.

Hem Sidney’de hem de Ekim ayında İngiltere’nin Manchester kentinde Yahudilere yönelik saldırıların failleri İslamcıydı, doğru. Ama Yahudi topluluklar için asıl tehlike sanıldığı gibi bu bir avuç İslamcı değil, aşırı sağcılardır.

Financial Times’ın konuyla ilgili bir analizinde Avustralya’da 2024 yılında Melbourne'daki bir sinagogun bombalanması da dahil olmak üzere, antisemitik saldırıların arttığından söz ediliyor. Analize göre Avustralya Yahudileri Yürütme Konseyi, 2025 yılının Eylül ayı sonuna kadar 1.654 antisemitik olay kaydetmiş. Bu sayı, Ekim 2023'ten önceki 10 yıllık ortalamanın beş katıymış üstelik.(bkz: Australia’s tragedy and the global rise of antisemitism) Bunların tümü aşırı sağ kaynaklı saldırılar.

İsrail devletinin yapıp ettikleriyle ilgisi olmayan masum Yahudi topluluklar için asıl tehlikenin Filistinliler ya da İslamcılar olduğunu söylemek ırkçıları/faşistleri görünmez hale getirir. Avrupa’nın neredeyse tüm kentlerinde Yahudi işyerlerine saldıran, Yahudi okullarını kundaklayan, Yahudi mezarlarını tahrip eden aşırı sağcıları görmüyor Henry Levi.

Maalesef hızla yükselen antisemitizmden en son 70 binden fazla, çoğu çocuk, Gazze’liyi öldüren İsrail devletinin sorumlu olduğundan da söz etmiyor.

Antisemitizm için haklı gerekçe elbette yoktur. Olmayacak da…

Ama İsrail’in de antisemitizmin yükselmesinden sorumlu olduğunu söylemek gerekir. Henry Levi bunu yapmıyor.

Çünkü o da “küreselleşen” körlükten muzdarip.

/././

Şaşalı hayatlar AKP’yi rahatsız etti -Mehmet Tezkan- 

Son dönemde ünlü isimlere yönelik bir dizi operasyon yapılıyor. Operasyonun sebebi uyuşturucu kullanmaları, kiraladıkları villa veya rezidanslarda alem yapmaları…

Toplumun gözü önünde olan, dejenere hayat yaşadıkları iddia edilen kişiler gizli kapaklı değil, göstere göstere gözaltına alınıyor, kan ve saç örnekleri alınıyor, kimi anında serbest bırakılıyor kimi tutuklanıyor…

Uyuşturucu iddiasıyla gözaltına alınıp bırakılanların da tutuklananlarında isimleri çarşaf çarşaf yayınlanıyor…

İşin içinde hepimizi hayrete düşürecek isimler varmış! Sırası gelince onlarda sorguya çekilecekmiş!

Soru şu neden şimdi?

Neden bu kişilerin yaşadığı hayat iktidarı rahatsız etmeye başladı? Neden kendilerine çeki düzen vermeleri, göz önünde olmamaları, ortalıkta dolanmamaları için ‘gözaltıyla’ uyarılar yapılıyor?

Nedeni aşağı yukarı belli. Memleket yoksulluktan kırılırken, milyonlar derin yolsuzlukla başa çıkmaya çalışırken rant zengini veya kolay para sahibi dar kitlenin yaşamı toplumun sinir uçlarına dokunuyor…

Onlar nasıl rant zengini oldular?

İktidardaki parti sayesinde…

Özellikle 2021 yılından sonra uygulanan zenginin parasını korumaya yönelik ekonomik politika nedeniyle…

Yüzde 15 neden tatlı hayat yaşıyor da biz eve bir kilo kıyma zor götürüyoruz, makarnaya talim ediyoruz diyen yüzde 65’ in burasına geldi.

Geriye kalan yüzde 20 eski hayatlarından bazı tavizler verse de bazı harcama kalemlerini kıssa da suyun üzerinde kalmayı başardı…

Ama yüzde 65 çok öfkeli. Şaşalı hayatları gördükçe öfkesi katlanıyor.

AKP bu durumun farkına vardı. Muhafazakar kesimin lükse düşkünlüğü, har vurup harman savrulması, magazin programlarının bu hayatlarla; gezip tozmalarıyla, yiyip içmeleriyle, giyinip kuşanmalarıyla dolup taşması iktidarı rahatsız etmeye başladı…

Faturanın kendilerine çıkacağının farkına vardılar… 'Bizden önceki iktidarların mirası' diyecek halleri yok. Dile kolay 23 yıldır ülkeyi tek başlarına yönetiyorlar…

Şımarık zenginler onların eseri!...

Operasyonlara bir de bu gözle bakın derim…

/././

Gün geliyor krallar da kaybediyor -Ayşenur Arslan- 

Yıllardır ilk kez bir diziyi, hem de Türk dizisini sonuna kadar izledim. Taylan Biraderler’in (Cem Toluay’ın eşlik ettiği) ustalık eseri, “KRAL KAYBEDERSE”..

Gülseren Budayıcıoğlu’nun, hastalarının ya da şimdilerde moda olan kibar ifadeyle danışanlarının hikayelerinden derlenmiş bir kurgu.

Ama yönetmenlerinin, senaristin ve asıl oyuncularının elinde (final hariç) bambaşka bir seviyeye yükselmiş.

Halit Ergenç zaten başlı başına bir fenomen. Oynuyor mu? Yoksa o hayatını yaşarken kameralar rastgele tanıklık mı ediyor? Bazen anlayamıyorsunuz. Hatta öyle sahneler var ki, işler sarpa sarmış da Halit Ergenç spontane durumu kurtarıvermiş hissine kapılıyorsunuz.

Ama ilginç olan şu: Halit Ergenç’in oyunculuğuna tüm rol arkadaşları eşlik etmiş.. Başta Merve Dizdar.. Sırıtan tek bir karakter yok.

Yan hikayeler.. Onların kahramanları.. Alıp götürüyor. Hele mekanlar, özellikle kadınların, her biri kendine özgü kıyafet, takı vs tasarımı..

Şölen gibi bir anlatımla KRAL’ın şaşaasını, sonra düşmeye başlamasını ve en sonunda kaybederken kazanmasını izliyorsunuz.

Dizi bittiğinde de kendi hayatınızın krallarını ve sonlarını düşünmeye başlıyorsunuz.

***

Aklıma üşüşen isimleri saklamadan yazacağım.

Ali Kırca mesela, katkısını kanalda herkesin bildiği haber bültenleri için verilen ödülleri almak üzere sahneye çıktığında tam bir kraldı. Ve tüm krallar gibi biz kullarından söz etmez, Türkiye’ye teşekkür ederdi. En son vali ve kaymakam ziyaretlerinden birkaç fotoğrafıyla gördüm.

Kenan Tekdağ sonra.. Bir kez karşılaştık. Fatih Altaylı’nın HaberTürk’te birlikte çalışmak için yaptığı teklifi konuşmak üzere üçümüz bir öğle yemeği yedik. Yemekte beni Fethullah Gülen konusunda “mülakata” aldı. Yanıtlarımdan hiç hoşlanmamış olacak ki, sonrasında ne teklif tazelendi.. Ne de ben, en azından bir süreliğine, Fatih’e ulaşabildim. HaberTürk’te çalışmış olan arkadaşlarımdan dinlediğim kadarıyla da kanalın KRALI Kenan Tekdağ’dan uzak olduğuma sevindim.

Mehmet Ali Birand ise tanıdığım en ilginç kraldı. Teknesini, Ali Koç’un teknesiyle mukayese edecek kadar özgüvenli.. “Sen gelişme hakında iki kelime söyle, gerisini bana bırak” deyip, bir kere bile gerisini getiremeyen, ama bunda bir tuhaflık görmeyecek kadar da durumuna yabancıydı. Bensiz de benle da yapamıyordu. Nedeni de Erdoğan ve Gülen’i kızdırmamak gibi “basit” bir sorundu!!

Ve elbette Erdoğan: Kendisini gerçekten KRAL zanneden… Geçmişteki tüm kral ve kraliçeler gibi bulunduğu yeri Tanrının iradesine bağlayan bir fani!

***

Erdoğan’a döneriz ama, burada İskoç Kraliçesi Mary’den örnek vermek istiyorum. İngiltere’nin güçlü kraliçesi Elizabeth ile giriştiği taht kavgasında önüne iki seçenek çıkar: Tacı ya da kellesi!
Mary her hükümdar gibi, tacın kendisine ilahi bir güç tarafından verildiğine inanmaktadır. Bu yüzden asla tacından vazgeçmez.

(Bu örnek birileri tarafından Erdoğan iması diye anlaşılmaz umarım. Ama Levent Gültekin’in gözaltına alınıp bırakılmasını ve Adliye çıkışı “Türkiye’deki hukuksuzluğu herkes bir gün tadacaktır” diye yorumladığını düşününce.. Tahtalara vurup dilimi ısırdım, merak etmeyin!)

***

Peki Erdoğan’dan Mary’ye nasıl geçtin diye sorarsanız.. Aslında Halit Ergenç’ten geçtiğimi söylerim.
Zira, dizinin bende bıraktığı düşünce şu oldu: Krallar gün gelir kaybedebilir. Önemli olan; nerede, ne zaman, neden kaybettiğini fark etmek ve gerekirse düşüşten önce kenara çekilmeyi bilmektir.

Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal olarak nereye geldiğini.. Çalışanların emeklerinin karşılığı için geldiği Meclis’in kapısına bile yaklaştırılmadığını görmüyor mu!

Saray kulisi olarak yazılıp konuşuldu. Erdoğan kurmaylarını en son EYT konusunda paylamış.
Meslektaşım Nuray Babacan, toplantıya katılan bir AKP’linin sözlerini Nefes’te aktardı:

“Sorumluluğu kime atıyoruz? Bunu biz yapmadık mı? 'Bizi zorladılar' gibi bir savunma yapamayız. EYT düzenlemesinin hata olacağını o dönem söyleyenlerin sözleri dikkate alınmadı. Bununla da kalmadı, Cumhurbaşkanını eksik ve yanlış bilgiler verildi. 'Bu düzenlemenin yıllık maliyeti 25 milyar lira' dendi. 300 milyar lira olduğu ortaya çıkınca Cumhurbaşkanı ‘beni kandırdınız’ diye kızdı. Maliyetin sürekli katlanarak artacağını ve devam edeceğini söyleyenler dikkate alınmadı…"

Erdoğan “BENİ KANDIRDINIZ” demiş ya.. Acaba bir gün oturup muhasebesini yapsa, 20 küsur yıl boyunca kaç kez kandırıldı.. Kimler kandırdı.. Bir baksa.

Sonra da dönüp İBB davasında nasıl kandırıldığını bir fark edip araştırsa!

En büyük iyiliği kendisine yapar.

Zira günü geldiğinde kimse küçük rollerdeki isimleri değil, sizi hatırlar.

Kral Kaybederse’nin Kenan Baran’ı son demlerinde yaptığı iyiliklerle dengeyi tutturmaya çalışıyordu.

Bunca karanlıkta kaybolmamak için kandırılmamak, dengeyi sağlamak ve kralların da kaybedeceğini hiç unutmamak lazım.

Bu yazıyı elbette okumayacaksınız. Çevrenizdekiler de söz bile etmeyecek.

Ama belki gecenin bir vakti gözaltına alınan Levent Gültekin’in Adliye çıkışı anlattıkları kulağınıza gelir. Savcılıkta ifadesi bile alınmadan, şöyle bir gerekçeyle hakimliğe sevk edildiğini görür de olan biteni anlarsınız:

“Şüphelinin söylemleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde, Türkiye Cumhuriyeti Devletinde şeriat düzenine geçildiği yönünde bir algı oluşturulmasına elverişli olduğu, toplumda korku ve endişe yaratabilecek nitelik taşıdığı, "medyaya operasyon yapılıyor, "önce Habertürk sonra diğerleri" şeklinde ifadelerle devletin yargı ve kolluk birimleri eliyle medya kuruluşuna yönelik hukuka aykırı işlemler yürütüldüğü algısı oluşturduğu, aynı zamanda bahse konu söylemlerin, medya kuruluşlarına yönelik işlemlerin yargısal denetime tabi olduğu gerçeğinin çarpıtıldığı, adli mercilerin bağımsız ve hukuka uygun işlem yaptığına dair toplumsal güvenin zedelenmesine elverişli olduğu, toplumda adli ve idari kurumların keyfi ve hukuka aykırı hareket ettiği, yine şüphelinin yargı organlarının talimat ile hareket ettiği, duruşmaların bilinçli şekilde uzatıldığı yönündeki söylemlerinin, yargı organlarının tarafsız ve bağımsız olmadığı algısını yaratmaya, devam eden bir yargılamayı toplum nezdinde gayrimeşru göstermeye, kamu düzeninin temel unsurlarından biri olan yargıya duyulan güveni zedelemeye elverişli olduğu..”

Gerekçe böyle akıp gidiyor..

Ne sadede geliniyor, ne de somut bir suçlama yöneltilebiliyor.

Levent’in sözlerinin “algı oluşturulmasına ELVERİŞLİ OLDUĞU” tespiti nedir ya!

Hukuki deseniz değil.. Akıl süzgecinden geçmiş deseniz hiç değil..

Bırakın otobüsü dolmuşu, taksiye binmeyi -tıpkı Ertuğrul Özkök gibi- kabullenemeyen Kenan Baran’ı dizinin sonunda otobüs durağında görseniz, anlarsınız: Krallar da kaybediyor. Maalesef çok BÜYÜK oldukları için onlar kaybederken ülke ve milyonlarca emekçi de kaybediyor.
Bilin yani!

halkTV


soL "Köşebaşı + Gündem" -20 Aralık 2025-

Sosyalizm tarihinden portreler: Aziz Nesin -soL Arşiv-

"Aziz Nesin mücadeleci kimliği ile bizi sürekli çalışmaya dürten yanıyla, üretkenliğiyle geleneğimizin bir parçasıdır."

Bu yazı Gelenek Dergisi'nin 55. sayısında yayınlanmıştır.

Ben bir rastlantıyla okuma olanağı bulmuştum. Açların, çıplakların, okumayanların yerini, şans bize gülmüş, biz doldurmuştuk. Peki bana bunları kim veriyor diye sorduğumda, o günlerdeki yanıtım devlet oluyordu. Daha sonra devlet kimi temsil ediyor sorusuyla asıl karşılığını buldum. Halk veriyordu, Türkiye gibi okumayanların milyonları bulduğu bir ülkede okuyabilenleri aslında halk okutuyordu… bu borç ödenmez, ama ödemeye çalışmak gerekiyor işte böylece de sosyalist oldum.”1

Kendini dünyanın en borçlu insanı sayan, ve bu düşünceyle de çalışmak için sürekli kendisini dürten yazar, 20 Aralık 1915’te Heybeliada’da doğdu. Savaş yıllarında doğmuş olması, o zor koşullarda ailesi için bir tanrı yardımı anlamına gelmesi istenmiş ki, kendisine “tanrı yardımı” anlamına gelen Nusret adı konulmuştur.

Çocukluğu oldukça dindar bir baba, babasına göre daha aydın denebilecek bir anne ile yoksullukla geçmiştir. Yazar olmasında, hele hele de gülmece yazarı olmasında, -Chaplin, Çehov, Moliere gibi- sınıfla içli dışlı olmasının, sıkıntılarını böyle derinden hissederek yaşamasının önemli bir etkisi olduğunu söyleyen yazarın, bir aydın olarak, sınıf aidiyetini sahiplenmesinin daha o yıllardan kaynaklandığım anlıyoruz. Bu yüzden Aziz Nesin bizim için, “okumuş insanlar emekçilere karşı sorumludur” sloganımızın yaşamış bir örneğidir.

İlk eğitimine, babasının bir arkadaşı olan Ali Galip’in yanında bir süre Farsça, Arapça dersleri alarak başlıyor. Annesinin ısrarı üzerine, daha sonra 1925’te İstanbul Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi’nin 3.sınıfına başlıyor. 1930 yılında ise yoksul çocukların parasız gidebileceği tek yer olmasından dolayı Çengelköy Askeri Lisesi’ne giriyor.

1934 yılında Soyadı Kanunu çıkınca, “Bana ortada böbürleneceğim bir soyadı kalmadığından, kendime Nesin soyadını aldım. Herkes Nesin diye çağırdıkça, ne olduğumu düşünüp, kendime geleyim istedim.” diyerek, Nesin soyadını almıştır.

39’da İstanbul’da Maçka’daki Askeri Fen Tatbikat Okulu’nda okurken, bir yandan da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne devam etti, kendini mimar ve mühendis olarak kabul etmesi burada aldığı eğitime dayanır. Fen okulunu 1941’de üsteğmen olarak bitirdi.

1940-43 yılları arasında Kars’ta bulunurken yazdığı şiirleri, o zamanlar sağcı olarak bilinen Millet dergisine, kendi deyimiyle “o zamanlar askerlerin yazı yazmaları hoş karşılanmadığından” babasının adı olan Aziz adı ile yollamıştır. Düzenin istenmeyen adam ilan ettiği yazar daha sonra da uzun yıllar boyunca çeşitli takma isimler kullanarak yazılarını yazmaya devam etmiş, yayıncıların kendisini ihbar etmesi bile onu yıldırmamıştır.

44’de görevi kötüye kullanmaktan üç ay on gün hapis cezası alır ve ordudan atılır. İstanbul’a döndüğünde Yusuf Ziya Ortaç, Sedat Simavi gibi isimlerle görüşerek iş aradığım bildirir. Bir süre sonra da, Sedat Simavi aracılığı ile Yedigün’de yazmaya başlar.

O yıllarda Türkiye tek partili hayattan, çok partili hayata geçmeye hazırlanıyordu. Dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü 19 Mayıs 1945’te artık Almanya’nın da teslim olmasıyla birlikte, yaptığı ünlü konuşmasıyla, “artık savaş bittiğine göre demokrasi yolunda da birtakım adımlar atılabileceği”nin müjdesini (!) vermiştir.

Tabii bunun nedenlerine bakıldığında, halkta giderek artan bir hoşnutsuzluk olduğu, 2. Paylaşım Savaşı’nın da etkisiyle günden güne bir yoksullaşma, tepeden inme “çağdaşlaşma” programlarının etkisi büyüktür. Varlıklı sınıfların artık yönetimde daha doğrudan söz sahibi olmak istemeleri sonucu artan baskılar, Almanya’nın teslim olmasıyla birlikte giderek batı modeli ile uyum sağlama çabaları “çok partili demokratik hayat” denemesini zorunlu kılmıştır. Böyle bir deneme içinse sınırları çizmek gerekmektedir. Bir kere sol olmayacaktır, sağınsa Osmanlı düzenine dönmek isteyenleri, laiklik karşısında şeriat diyenleri, Nazi yanlısı faşistleri bu demokratlıkta istenmeyen şeylerdir. Yani istenen, yarı-liberal, tek partiden farklı olmayan sağcı bir muhalefettir.

Yaratılmak istenen atmosfer için baskı yolları kullanılarak ortam dikensizleştirilir. Örneğin düzmece bir sokak gösterisi ile, o dönem solcu olarak bilinen Tan ve Görüşler dergilerinin basım evleri yıktırılır. Aziz Nesin de o zamanlarda Tan gazetesinde çalışmaktadır.

Aynı yıl Aziz Nesin “Parti kurmak, Parti vurmak” adlı ilk bağımsız on altı sayfalık broşürünü çıkarmıştır.

İlk örgütlü mücadele denemesi

46’da çok partili hayatın bu sözde demokrat havasından yararlanan Esat Adil, Türkiye Sosyalist Partisi’ni kurar ve Nesin de bu partiye üye olur. İki ay üye kaldıktan sonra istifa ederek ayrılır. Siyasal bir parti veya örgütle ilişkisi de burada başlayıp bitmiş olur. Hayatını sürekli olarak mücadeleye adamış olan bir aydının, bu mücadelesini merkezileştirememiş olmasının başlıca nedenlerinden biri de bu siyasal parti denemesinin kısalığına bağlanmalıdır. Örgütsüzlük, bir süre sonra verdiği mücadelenin parçalı hale gelmesine neden olmuştur.

Böyle bir merkezileşmenin, sanatta güdümlülüğü getireceğini düşünmüştür nedense.

“Güdümlülükten, sanatın dışında birtakım politikacıların, yönetmenlerin sanata ve sanatçıya karışmaları anlaşılıyorsa ben buna karşıyım. Yazarın sorumluluğu doğrultusunda bir yol tutturması gerekir. Sınıfsal bilinci olan her yazar ister istemez güdümlü olduğunu bilir ve bunu hatırlatmak kimseye düşmez.”2

Bağımsız bir aydın olarak verdiği mücadele, sınıfın tarafında, bu bağlamda siyasal olmakla birlikte, Yazarın görevi, çağını tanımlaması, yorumlaması, değişime aşılaması. Yazar zamanı durdurmaya, olan durumu olduğu gibi korumaya çalışan iktidarlarla sürekli çatışma halindedir.”3

Diye düşünür, Aziz Nesin.

Böyle bir düşünce, verdiği mücadelenin, sistemin temsilcisi olan devlet ve iktidar eleştirisi ile sınırlı kalmasına neden olmuştur. Hatta bu mücadele zaman zaman “tepkisel” bile olmuştur denebilir. Kimi zaman içinde kadınlarla birlikte, açık artırmayla satılan bir genelev sorunu üzerinde dururken, kimi zaman da ülkede yasak olan bir kitabın basılmasını istemiş, her ikisini de yaparken bu ülkenin demokratlığının, ya da laikliğinin anayasada da yazıldığını buna uygun davranılması gerektiğini ifade etmiştir. Elbette, kendine mücadeleyi seçmiş olan insanların, inanmış aydınların bu ülke sorunlarına sahip çıkmak gibi bir yükümlülükleri vardır. Ancak bu sorunları yaratan, iktidarın yanlış tutumları değil, kapitalizmin dayattıklarının uygulanmasıdır. Durum böyle olunca da insanların parayla satılması, kitapların yasaklanması anayasal bir sorun olmaktan çıkar. Bugün geçmişe dönüp baktığımızda, bunu bir eksiklik olarak görüyor, fakat bu eksikliği Nesin'in kendisine bağlama kolaycılığına düşmüyoruz. Türkiye solunun en durağan olduğu durumlarda bile, o durmamış, yapılması gerektiğini düşündüğü şeyleri yapmayı kendine bir borç bilmiştir.

“Ben başkalarının yapmadığı, yapılması gerektiği halde yapmadığı şeyleri yapmakla kendimi yükümlü sayıyorum… hep böyle olmuştur, konuyla daha yakından ilişkisi olan bir yerlerden, birilerinden umutlu bir ses, bir tepki gelsin diye bekliyorum, ve sonunda o görevi yapmakla kendimi yükümlü görüyorum.”4 demesi bir aydın olarak olabileceği en ileri noktada olduğunu görmemizi sağlar. Bugün aydınların, hala nedenini kendilerince bulamadıkları bunalımın edebiyatım yapan yazarların, kendine sanatçı deyip kendi köşesine çekilip hiçliği üreten şarlatanların elbette Nesini anlaması, sahiplenmesi güçtür. Fakat sosyalistler olarak bizlerin, Nesini anlamak, mücadeleciliğinden ders almak boynumuzun borcudur.

Çok partili hayatta yeni bir sayfa

Sistem, siyasal alanda yaratmak istediği çok partili demokrasi görüntüsü için uygun bir aday yaratmakta gecikmedi. CHP içinden Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü gibi isimlere Demokrat Parti’yi kurdurdu. Kurucuları dört ay önce CHP’den ayrılmış DP yöneticileri, düzenin istediği rahatlamayı sağlamış, özellikle de tek parti döneminin anti-demokrat uygulamalarının kaldırılması yönündeki vaatleriyle geniş halk kitlelerini etrafına bağlamıştı. Sistemin yarattığı hoşnutsuzluğun kontrolü noktasında DP konusunda bile tereddüt eden burjuvazi ve onların siyasal temsilcileri bu gidişi kontrol altına almak için, bu çok parti denemesinden bile vazgeçecek noktaya gelmiş, ancak o dönemde Sovyet tehlikesini koz olarak kullanıp, sırtını dayadığı ABD’nin uyguladığı politikalar gereği başladığı işe devam etmek zorunda kalmıştır. Çok geçmeden de beklenen “ödül” gelmiştir. Bu ödülün adı Marshall Planı’dır. Öyle ki bu yardım anlaşmasıyla CHP’nin bir süredir onay vermediği, DP’nin istediği anayasal değişim aynı gün imzalanmıştır.

Marshall Planı çok geçmeden protestolara neden oldu. Aziz Nesin de bu konuyla ilgili olarak yazdığı broşürde, Türkiye’nin, Amerika’nın vereceği bu borç parayı almamasını, bu borcun kısa bir süre sonra sömürme-sömürülme ilişkisine döneceğim yazmıştır. Bu broşürden dolayı 10 ay ceza alır. Ayrıca sürgün cezası da verilmiştir. Hapis cezası bittikten sonra da Bursa’ya sürgüne gider. Bu arada, bu broşür basılmış olmasına karşın dağıtılmamıştır. Düzenin kolluk güçleri tarafından daha dağıtılmadan, matbaadan toplanmıştır. Yayınlanmamış bir broşürden dolayı ceza alan Nesinin mahkûmiyetini gerektiren Ceza Yasası’nın 161. maddesi de daha sonra anti-demokratik olduğu gerekçesiyle kaldırılmıştır. Sistem Aziz Nesini yine susturmak istemiş, bunun için kendi kanunlarını hiçe saymıştır.

1946’da Sabahattin Ali ile birlikte çıkardıkları Marko Paşa adlı dergi daha ilk günden büyük yankı uyandırır. Günlük gazetelerin ulaşamadığı bir tiraja ulaşır, bu rakam 60 bin civarıdır. Dergide iktidar sert bir dille eleştirilmektedir. Bu dergide çıkan bir yazısından dolayı tutuklanır. Dergi de kapatılır, ancak usta vazgeçmez ve dergi Malum Paşa adıyla çıkmaya başlar; izlenmeler, tutuklanmalar bir yandan sürerken bir yandan da dergi isim değiştirerek yayınlanmaya devam eder. Malum Paşa, kapatılır Merhum Paşa olur, o kapatılır Ali Baba çıkar sonra da sırasıyla Bizim Paşa, Hür Marko Paşa, en sonra da Medet olarak iktidarla dalga geçercesine yoluna devam eder. Düzenin Aziz Nesini yıldırması mümkün olmaz.

1948’de Azizname’yi yazdığında İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 4 ay tutuklu yargılanır, serbest kalır. 49’da artık kendisine yalnız Türkiye burjuvazisi ve onun temsilcileri değil diğer ülkelerden de davalar açılıyordur. İngiliz prensesi Elizabeth, İran şahı Pehlevi, Mısır kralı Faruk her üçü birden Türk Dışişleri Bakanlığı’na birer dilekçe vererek, Aziz Nesin hakkında kendilerini yazılarında küçük düşürdüğü gerekçesiyle dava açarlar.

1950’de ise Politzer’in “Marksist Felsefe Dersleri” adlı kitabını çevirdiği ve yayınladığı gerekçesiyle 16 aya mahkum olmuştur. Bu kitapla da marksist literatürün Türkiye’deki ilk çevirmenlerinden olmuştur.

Demokrat Parti dönemi, yeni tutuklanmalar

Yıl 1950. Demokrat Parti iktidardadır. Çok partili hayat da artık resmen başlamıştır. DP’nin ilk icraatı, ordu yönetimini değiştirmek olmuştur. Daha sonra da yapılan seçimler ile belediyelerde ve il genel meclisinde kazandığı “başarılar” ile koltuğunu sağlama almak oldu. Bu arada kendini iktidara taşıyan antidemokratik uygulamaların kaldırılacağı sözüne uygun olarak, genel af ilanı ve liberal basın yasası kabul edildi ancak çok geçmeden bu uygulamalar rafa kaldırıldı. Geriye dönüşte öncelik, Ceza Kanunu’ndaki hükümlerin ağırlaştırılmasına verildi. Daha sonra da basına baskılar uygulanmaya başlandı. İnönü’nün uygulamak istediği, kontrollü çok partili hayat biraz daha kontrollü olmaya başlamıştı. Örneğin muhalefet partisi -ki bu “kendi” muhalefetleriydi- CHP’nin mal varlığı 1953’te hazineye devredildi, 1954’te Millet Partisi kapatıldı.

Bu arada sol muhalefet de o güne dek görmediği bir baskıyla karşılaştı. 51 yılında, ünlü komünist tutuklamaları gerçekleştirilirken, gerici ideolojinin önü de önceki dönemlere göre epeyce açıldı. Ezan tekrar Arapça okunmaya başlarken Türkçeleştirilmiş anayasa değiştirilip, eski metin kullanılmaya başlandı. DP, Batıyla uyum konusunda da, üstüne düşeni yapmakta gecikmedi. 15 Temmuz 1950’de Kore savaşında Güney Kore’yi desteklemek üzere 4500 asker çıkarıldı. 52’de NATO’ya üye olundu. DP, iktidar olanaklarını bir yandan ticaret burjuvazisi bir yandan başkanı Adnan Menderes’in de dahil olduğu toprak burjuvazisi için bir yandan da batı emperyalizmi ile bütünleşme yolunda sonuna kadar kullanmıştır.

Sola göz açtırmama düsturu ile hareket eden DP döneminde, 1951’de hapisten çıkan Nesin, Babıali’de iş bulamaz. Bir kitapçı dükkanı açar. O iş de olmayınca 52’de Beyoğlu’nda bir fotoğraf stüdyosu açar. 54’e kadar bu şekilde geçerken, bir yandan da Akbaba dergisine takma adlarla öyküler gönderir, fakat Yusuf Ziya Ortaç daha dergide yazmaya başladığı ilk günden İstanbul Valiliği’ne durumu bildirmiş, öte yandan da zamanın başbakanı Adnan Menderes’e telefon etmiş ve Nesinin takma adlarla dergiye yazılar gönderdiğini duyurmuştur.

Demokrat Parti kendinden beklenen ustalıklı oyunları oynamakta zorluk çekmemektedir. Kriz süreçlerini atlatmada kendinden öncekilerin deneyimlerine başvurmuştur. İngiltere’nin isteği üzerine, Kıbrıs sorununa taraf olan Türkiye içerde, kamuoyunu da bu soruna taraf etmek için düzmece bahanelerle bu sorunu ulusal bir sorun olarak yansıtmaya çalışmış, 55 yılındaki o ünlü 6-7 Eylül olayları patlak vermiştir. Olaylar sonucunda azınlıkların malları yağmalanmış, dükkanları kırılmış, bu arada milliyetçilik ideolojisi de tekrar gözden geçirilmiştir.

Vurmaya çalışılan ikinci kuş da içeride vurulur. Bütün olayların faturası, aydınlara kesilmiştir. Olaylarla yakından uzaktan ilgisi bulunmayan, o sırada bütün gün Akbaba’da çalışan Aziz Nesinin adı, Yusuf Ziya’nın bilmesine rağmen polis kayıtlarına olayların sorumluları arasında geçmiştir. Her dönemde, iktidarın gözünü üstünden ayırmadığı yazar, DP döneminde de aylarca hapiste yatmıştır.

1956’da Yeni Gazete’de köşe yazarlığı yapar. Yine aynı yıl, Fil Hamdi öyküsüyle İtalya Uluslararası Mizahçılar Birliği tarafından Altın Palmiye ile ödüllendirilir. Aynı yıllarda, Adnan Menderes de muhalefet ve basının saldırılarından yararlanan “komünist birliklerin” harekete geçmeye hazırlandıklarım söyleyerek baskıların giderek artacağına işaret etmektedir. Örneğin 57’de, İşçi Sendikaları Konfederasyonu kapatılır. Bu arada siyasal kriz sürerken, ekonomik krize bir çare olarak IMF reçetesi uygulanır, çok yüksek oranlı bir devalüasyon gerçekleştirilirken, zamlar artar, kuyruklar günden güne uzarken hoşnutsuzluklar da artık had safhaya ulaşır.

Hoşnutsuzluk burjuvazinin de dikkatini çekmişti ve onlar da yakınmaya başlamıştı. Demokrat Parti eleştirilerin odağındaydı ve orduda bir kaynaşma başlamıştı. Artık, 60 darbesi yaklaşmıştı.

Ordunun müdahalesi, yapılan anayasal değişiklik önceleri bir sol hava yaratmıştır ve bu sol havaya kapılan aydınlardan biri de Aziz Nesin’dir. Ordu, darbe ile birlikte DP’nin sözüm ona diktatörlüğüne son verecek, ülke demokrasi ortamına kavuşacak ve yemden başladığı demokratlaşma işine devam edecektir. Aziz Nesin de o dönemin tüm solu gibi bu darbeden umutludur ve hatta sevinçle 1956 yılında aldığı Altın Palmiye ödülünü devlet hazinesine bağışlar.

Daha sonra da bu konuyla ilgili olarak:

“Ayıbımı yüzüme vurmazsanız, ilk Altın Palmiye’yi, 27 Mayıs’ın coşkulu, duygulu sevinci içinde, götürüp Devlet Hazinesine verdiğimi söyleyeceğim; hani hacılarımıza döviz yetiştirmeye çalışan Devlet Hazinesi’ne…“5

61 yılında Aziz Nesin Tanin gazetesinde çalışmaya başlar. Bu gazete CHP kökenli Kasım Gülek’in gazetesidir. Genel Yayın Yönetmeni de yine CHP’li İhsan Ada’dır. Sabahattin Eyüboğlu, Yaşar Kemal, Melih Cevdet de yazarları arasındadır. Nesin, gazetede fıkra yazarlığı yapmaktadır. Gazete kısa sürede çok yüksek bir tiraja ulaşmıştır. Gazete, o dönemde “sosyal devlet” anlayışının anayasaya girip girmemesi tartışmasında, girmesi yönünde taraftır. 27 Mayısçılar, aşırı solcu, komünist olarak değerlendirdikleri Tanin’cilerin bu tutumunu benimsememektedirler.

Bu günlerde Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel bir basın toplantısı düzenler. Toplantıya Aziz Nesin özel olarak çağrılır. Nesin kendisinin toplantıya çağrılmasını oldukça iyi niyetle karşılar. Nihayetinde kendisi de asker kökenlidir ve askerler de yazılarını ve düşüncelerini beğendikleri için kendisini çağırmış olabilirler. Ancak, toplantı sonrası askerin niyeti belli olur. Toplantıyı bitirirken Cemal Gürsel, Nesin’e “Seninle sonra görüşeceğiz” diyerek gider. Ve bir süre sonra da bu görüşeceğiz ile neyi kastettiği belli olur. 18 Mayıs 1961’de Tanin gazetesine gelen iki sivil polis Aziz Nesin’le İhsan Ada’yı yazılarından dolayı tutuklar. Böylece demokrasi bekçisi ordunun, ilk tutukladığı gazeteci unvanım İhsan Ada ile birlikte alır. Solun umut bağladığı darbe, sınıfsal kimliğini kısa bir süre sonra Nesin gibi dönemin etkin sol aydınlarım hedef alarak gösterir. 19 Mayıs 1961’de ise gazetede çıkan bir yazı ile Kasım Gülek, Aziz Nesinin gazete ile ilişkisinin daha önce kesildiği ve kendisinin de gazeteye zaten bir yararı olmadığını duyurur.

Türkiye Yazarlar Sendikası kuruluyor

Türk Edebiyatçılar Birliği 1970’te, Türkiye Sanatçılar Birliği olur. Daha sonra da çıkan kanun değişikliği ile birlikte Türkiye Sanatçılar Birliği Demeği olur. Ancak bu örgütler sanatçıların haklarını korumada oldukça yetersizdir. Bunun üzerine Türkiye Yazarlar Sendikası 4 Şubat 1974 günü kurulur. Ancak kuruluşunda ortaya bazı sorunlar çıkar. Leyla Erbil’in başını çektiği bir grup yazar bu sendikada hem yazar, hem de yayıncıların bulunmasını istemezler, ki bu da işçi ve patronun aynı sendikada çalışmasını kabul etmemek anlamına gelir. Oysa Nesin’e göre bu sendika doğal olarak diğer sendikalardan farklıydı. Ve yazarların sanayi sektöründeki diğer işçiler gibi “editörlerin işçisi” sayılamayacağını söylüyordu. Kaldı ki o dönemde, yayıncılar şimdi olduğu gibi bu işi salt para kazanmak amacıyla yapmıyorlar, birçok zorluğu göze alarak çalışıyorlardı… Nesin bunu açıklamaya çalışıyordu, ancak bu düşüncesini üçüncü kongreye kadar kabul ettiremedi, tavır olarak da kendisine teklif edilen başkanlığı kabul etmedi.

Sendikanın amacı, yazarların ekonomik hakları ve sosyal güvenlikleri ile ilgili girişimlerde bulunmak; hukuki, sosyal, kültürel, temel hak ve özgürlükler alanında tam bir söz ve yazı özgürlüğünün gerçekleşmesi yolunda, yasal mücadele vermek olarak belirtilmiştir. İlk yönetim kurulunda Aziz Nesin yukarıda belirttiğimiz durumdan dolayı başkanlığı kabul etmez yalnız, yönetime üye olur. 1975’te ise başkanlığa getirilir. Bu dönemin başlıca etkinliği, Sabahattin Ali ve Nazım Hikmeti anma toplantıları olur. aynı dönemde TYS, Sovyet Yazarlar Birliği, Bulgar Yazarlar Birliği, Romanya Yazarlar Birliği ile kültür anlaşmaları imzalar. Bu anlaşmalar iki ülke halkları arasında edebiyat yoluyla dostluk ve kardeşlik ilişkilerinin güçlendirilmesini ve halkların birbirlerini daha yakından tanımalarını öngörüyordu. Türkiye Yazarlar Sendikası 1980 darbesiyle kapatıldı. 82’de Nazım Hikmet gecesindeki konuşmalarından dolayı yöneticilerine dava açıldı. 83’te ise merkezi “yandı.”

1972’de Aziz Nesin Vakfı kurulur. Vakıfta bakıma muhtaç çocuklara yardım edilir. Halen de yaşamakta olan bu vakıf 80 döneminde oldukça dikkat çekmiştir. “Komünist eğitim veriliyor” gerekçesiyle üzerinde çok durulan bir kurum olmuştur vakıf. Bir yandan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı, bir yandan MİT, ziyaretçi kılığında ardı ardına müfettiş gönderirler vakfa. Hatta orada çalışan işçilerin iki ayda bir değişiyor olması, çok düşük ücretle çalışıyor olması başlangıçta sadece Nesinin cimriliğine yorulurken, daha sonraları bu işçilerin MİT’ten kontrol amaçlı geldiği, eh Nesinin de bunları yalnız yok pahasına çalıştırma amacında olmadığı, aynı zamanda da orada şüphelendikleri gibi bir komünist eğitim verilmediğini ispatlamak olduğu anlaşılmıştır. Nesin böyle bir eğitimin verilmesini istemiyordu, sebebini ise çocukların hayata bakarken etki altında kalmamalarını, yollarım nasıl olsa ileride çizebileceklerini, hayata bakış açılarım ise özgür bir şekilde oluşturmalarını gerçekleştirmek olduğunu söylüyordu.

'Aziz Nesin sen nesin?'

3 Aralık 1977’de Vatan Gazetesine yazdığı bir eleştiri-öykü, o dönemde olay olur. Öyküde Maden-İş sendikasının altı aydır sürmekte olan grevi eleştirilmektedir. Öyküde, o dönem için bu grevin yersiz olduğu, hatta bu grevi patronların tezgahladığı, sendika başkanlarının da patronların oyunlarına geldikleri, grev sonucu yapılan zammı ise patronun kendi işine geldiği için yaptığı anlatılır. Bu öykü sadece politika gazetesinde on dört yazıda eleştirilir. Hatta gittiği, Nazım Hikmeti anma gecesinde Maden-İş sendikası tarafından “Aziz Nesin sen nesin” sloganıyla protesto edilir. Bu protestolar uzun süre devam eder.

Türkiye solunun bir başarısı olarak DGM’ler ile ilgili protestolar etkili olmuş ve Demirel döneminde DGM’ler geri çekilmiştir. Bu başarının da etkisiyle MESS’in (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) de ezilmesi amacıyla başlatılan bu grev aynı dönemlerde çıkan stokların üretim bölgelerinden ayrı bir yere taşınması ile ilgili kanun, bir süre sonra grevin aslında iki sınıfın karşı karşıya gelmek şöyle dursun, danışıklı dövüş şeklinde olması gibi bir görüntü vermiştir. Grevin sonucunda bütün stoklar satılmış, ücretlere zam yapılmıştır. İşçilerin alım gücünü yükseltmek ise iç pazara dönük üretimin yapıldığı bir ekonomik sistemde patronların çekindikleri bir şey değildir.

Nesinin yaptığı eleştiri sınıfsaldır, patron sınıfına karşı olması gereken grev bir sınıf tavrı olarak, sınıf bilinci ile yapılmak yerine, ücret artışı için yapılmış, grev adeta danışıklı dövüş halini almıştır.

Bunu TKP’nin örgütlü olduğu Maden-İş sendikası değerlendirememiş, aksine dışlayarak bu tavrın anlamına gölge düşürmüştür. Aziz Nesinin bu sorgulayıcılığını, bir aydın olarak titizliğini paylaşamayan sol, bu büyük aydını kazanmak yerine dışına itme kolaylığım seçmiştir.

80’ler…

12 Eylül darbesinin demokrasiyi askıya aldığını düşündüğünden, bu dönemde roman, öykü, hikaye yazmak yerine faşizmin karanlığında, demokrasi mücadelesi vermeyi seçmişti. Bir yandan YÖK’ün dağıttığı üniversiteyi, “Halk Üniversiteleri” adı altında toplamaya çalışırken bir yandan da bir dilekçe hazırlıyordu. Bu arada onbinlerce insanın ortak olacağı bir gazete çıkarmayı planlıyor, aydınlarımızla bir demokrasi kurultayı toplamayı hedefliyordu. Solda yaprak kımıldamayan böyle bir dönemde, köşesine çekilmeyi tercih etmemiş, ülkesi için aydınlık bir damar açmaya çabalamıştır. Bu amaçla aydınlara önderlik etmiştir. Amacına ne kadar ulaştığı tartışılır olmakla birlikte Bilar’ın kuruluşu da bu dönemin ürünüdür.

Nitekim 80’li yıllarda yazı yazmayı bırakmasının nedenini şöyle anlatıyor:

“Bir transatlantik düşünün ki… Avrupa’dan Amerika’ya giderken birden büyük patlamalar oluyor gemide. Gövdenin dört bir yanından delikler açılıyor. Yani, gemi neredeyse battı, batacak… Kurtulabilmek için, deliklerin bir an önce tıkanması gerek mutlaka. Zaten bunun bilincinde olan yolcular arasında bir de dünyanın en büyük keman virtüözü var. Şimdi, delik tıkamakla uğraşan o virtüöze, yahu delik tıkamayı bırak da, bize bir keman resitali ver diyebilir miyiz hiç? Gemi batmak üzereyken resitalin sırası mı? İşte biz Türk yazarlarının durumu da bu… Yani, sırası mı şimdi öykünün, romanın, oyunun filan? Önce delikleri tıkamaya çalışıyoruz.“6

Bu düşünce ile bu dönem ve sonrasında sürekli olarak gerici uygulamalara mücadele etti.

1984’te aydınlar dilekçesi girişiminde bulundu. O dönem için çalışmalara büyük bir gizlilikle yürütüldüğü girişim, Nesinin sayesinde bir kaç yazarın girişimi olmaktan kurtularak bir aydın hareketi haline geldi. 80 darbesinin öncelikle olarak gözünü diktiği TYS hakkındaki davalar sürerken yapılan çalışmalar, “aydınların onurunu kurtaracak bir şeyler yapmak gerek” diyen Nesinin inatçı, kavgacı, kimliğinin ürünü olarak tarihte yerini buldu.

89′ Demokrasi Kurultayı hazırlıklarında görev alırken, demokrasiyi izleme kurultayının da iki eş başkanından biriydi.

Sivas’ta Aziz Nesin

93 yılında Aydınlık dergisinde başyazarlığa başladı. Şeytan Ayetleri adlı kitabın Türkçeye çevrilmesi çalışmaları da bu döneme denk düşer. Şeytan Ayetleri için Diyanet İşleri Başkanlığı, kitabın Türkçeye çevrilmemesi yönünde tavsiye vermiş, bir yandan da İran şeyhi Humeyni, kitabı çeviren yazarın öldürülmesi yolunda fetva vermiştir. Nesin, bu iki olayın aynı anlama geldiğini, laik bir ülkede Diyanet İşleri’nin böyle bir açıklama yapmasının üstü kapalı bir uyan olduğunu ve kitabın Türkçeye çevirilmesinin gerektiğini söylemiştir. Ancak bu kitabın çok önemsendiğinden değil de daha çok bir yasağın kaldırılması, burjuva laiklik anlayışının zorlanması anlamına gelmiştir. Bu konuda yaptığı açıklamada şöyle demiştir;

“Bu romanı yayınlatmaktaki ilk amacım, anayasasında laik olduğu safsatası bulunan T.C.’de islam ülkelerinin dolaylı baskısı ve hükümet içindeki, diyanet işlerinin tavsiyesiyle ve Türkçe yayınlanmasının bir hükümet kararnamesiyle yasaklanmış olmasıdır. Ben, anti-laik, anti-demokratik bir uygulamaya karşıyım. Şeytan Ayetleri’ni çok değerli bulduğum için de yayımlatmak istiyor değilim.”7

Başka bir yerde yine konuya ilişkin olarak şu sözlerle gericiliğe karşı tavrını ortaya koymuştur, ve ölüm tehdidi altında bile gerçek aydınların akılcılıktan ayrılamayacaklarını kanıtlamıştır:

“Şeytan Ayetleri’nin Türkçeye çevirisi benim için herhangi bir romanın çevirisinden öte bir anlam taşıyor. O da Türkiye’nin gittikçe daha hızlı ve daha çok dinsel bağnazlık ve köktendincilik (fanatizm ve fundamentalizm) batağına saplanmakta oluşudur. Ben kendimi halkıma ödenmeyecek denli borçlu sayan bir yazarım. Bu nedenle özelde Şeytan Ayetleri romanını kökten dinciliğe karşı savaşım vermek, hem benim bir yazar olarak insanlık görevim, hem yazarlık sorumluluğum, hem de halkıma karşı olan sonsuz borcumu ödeme çabasıdır.”8

3 Temmuz 1993’te Sivas’ta 37 aydınla birlikte yakılmak istenmesi bu tartışmaların hemen sonrasında gerçekleşmiştir. Bilinçli bir kışkırtma ile, Pir Sultan Abdal Şenlikleri için gittiği Sivas’ta yaptığı konuşmada halkı tahrik ettiği öne sürülmüş, olaylar seyredilirken hiç bir şekilde müdahale edilmemiştir.

Nesin, otelin dışında olaylar devam ederken yazı yazıyordu. Bir arkadaşının yardımıyla son anda otelden çıkarılır, tanınmaması için üzerine giydirilen önlük bugün hala gerici vahşetin bir simgesi olarak vakıfta durmaktadır. Olay sonrası yapılan açıklamalarla birlikte, Aziz Nesin 37 aydının yakılmasından sorumlu tutulmuş ve idamı istenmiştir. Sermayenin bekçileri önce üstüne salınmış, daha sonra da bizzat sistemin temsilcileri olayların sorumlusu olarak Nesin’i gösterip bir kez daha saldırmaya kalkmıştır. Bunu da idamını istemeye dek götürmüştür. Düzenin komünist tehlikeye karşı her zaman yedekte tuttuğu gerici güruh ise tahriklere kapılan, duygularıyla oynanan zavallılar olarak anılmıştır. Dönemin belediye başkanı olan Karamollaoğlu, olaylar olurken bu gerici güruha önderlik etmiştir. Bu şahıs daha sonra meclis koltuğuna taşınarak düzen tarafından korumaya alınmıştır. Bütün bu olaylar olurken Nesin, istediği şeyin yalnızca laikliğin tam uygulanması olduğunu, dine karşı olmadığını, herkesin inançlarında özgür olduğunu söylemiştir. Hatta laikliğin tam uygulanması şeklindeki söylemini, 15 Temmuz’daki köşe yazısında Laik Haklar Derneği kurulması önerisine dek götürmüştür. Bu derneğin yalnız dindarların, Alevilerin, Sünnilerin, Musevilerin değil, dinsizlerin de haklarını savunması gerektiğini söylemiştir. Bu talepleri, sosyalizm programına bağlanmamasına rağmen, burjuva laiklik anlayışını mantıksal sonuçları itibarı ile oldukça zorlayan niteliktedir.

Kendini sürekli olarak bir şeyler yapmaya dürten, bunları da yapamadığında, suçluluk duyan büyük usta, 5 Temmuz 1995’te bir imza günü sonrası aramızdan ayrılmıştır. Kendi vasiyeti üzerine Vakıfta kimsenin bilmediği bir yere gömülmüştür.

Son İstek

Bitki olacaksam,

Çayır çimen olayım

Aman baldıran değil

Yol altında kalacaksam

Gelin arabaları geçsin üstümden

Çelik paletler değil

Üstümde çocuk arabaları koşsun

Ne kaçan ne kovalayan

Askerler değil

Kerpiç yapacaksanız

Okullarda kullanın

Cezaevlerinde değil

Soluğum tükenmez de kalırsa

Islık öttürsünler

Aman ha düdük değil

Kalem yapın beni kalem

Şiirler yazan sevi üstüne

Ölüm kararı değil

Ölünce defne yapraklarında yaşamalıyım ben

Sakın ola ki

Silahlarla değil

***

Yazıyı tamamlamadan önce, mücadeleciliği kadar sıkça üzerinde durulan bir özelliği üzerinde durmak istiyorum: Cimriliği. Bunu söyleyenlerin kanıtları ise; Türkiye Yazarlar Sendikası tarihince davet ettikleri konukların masraflarını sendikaya hiç ödetmemesi, hiç bir şekilde fazla masraf yapmayan Nesin’in, kağıtların her iki yüzünü de sonuna kadar kullanması, sonra bunların bir kısmını peçete olarak kullanması, daha sonra da ya soba tutuşturarak, değerlendirmesi veya kesip konfeti yaparak kullandığı, bir diğer örnekse, kendine gelen mektupların zarflarını ters çevirip, yapıştırıp tekrar zarf haline getirip kullanmasıdır. Bu eleştirilere, Demirtaş Ceyhun’a, çağımızın “Nasrettin Hocası: Aziz Nesin” adlı romanına yolladığı düzeltme mektubunda şöyle cevap vermiştir.

“Benim aşırı tutumluluğumun ana kaynağı, emeğe olan saygımdır. Emeğe saygı duyulmadan, emekçi sınıfından yana olmak olanaksızdır. Ben herhangi bir şeyde, o şeyi üreten insanların emeğini (yani harcadıkları zamanı, yani o insanların yaşamını) görürüm. Örneğin çoğumuz, pilavını yedikten sonra tabağında beş pirinç tanesi bıraksa ve günde düşünelim böyle birkaç yüz çocuk aynı şeyi yaparsa ne olur? Burada ziyan olan pirinç taneleri değildir. O pirinç tanelerinin ekiminden, hasatından, ayıklanmasından, taşınmasından taaa pişirilip soframıza getirilene dek kaç insanın emeğinin geçtiğini düşünelim. O emek o insanların yaşamıdır. Ve o pirinçleri atmak, emeğe, emekçiye ve insan yaşamına ve dolayısıyla insanın kendisine saygısızlığı demektir. Bilmem anlatabildim mi?”9

Yazarların milyarlarca liraya kendini sattığı, her şeyin alabildiğine metalaştığı bir dönemde, emekten yana tavır alan Nesin, bunu yaşamının her alanına sindirmiş, böyle bir dönemde kendini emekçi yazar tarif ederek kendi safını belirlemiştir.

Aziz Nesin mücadeleci kimliği ile, bizi sürekli çalışmaya dürten yanıyla, üretkenliğiyle geleneğimizin bir parçasıdır. Çağının aydınları arasında kendini sürekli olarak halka karşı borçlu hissetmesi, bu borcu ödemek için sürekli olarak çalışması ile farklı bir yerdedir. Düzenin kurumlarına karşı sürekli mücadeleyle bu borcu fazlasıyla ödemiş, bununla birlikte kendini hiçbir zaman yorgun hissetmemiştir. Aksine ölüme yaklaştığım hissettiği her anda, yapması gereken çok şey kaldığını düşünmüş, bu düşünceyle yaşama dört elle sarılmıştır.

“Kendimi dünyanın gelmiş geçmiş en borçlu insanı sayıyorum. Ve bu sanının altında, hele hele de ölüme doğru yaklaştıkça, her gün daha çok eziliyorum. Hiç bir namuslu kişi borçlu ölmek istemez. Ben de borçlu ölmemek için çırpınarak çalışıyorum. Ama çalıştıkça da borçlarım artıyor.”10

Aziz Nesin kendini doğuştan sosyalist saymış, bunu yaşamının her alanına yaymıştır. Bu çalışmayı ustanın sermayeyi korkutan, dostları saflara çağıran, giderek yaklaşan bir sözüyle tamamlamak istiyorum:

"Savulun Sosyalizm Geliyor!"

1NESİN Aziz; Böyle Gelmiş Böyle Gitmez, 1.Basım 1962.

2KABACALI Alpay; Gözyaşından Gülmeceye, s.78.

3A.g.e. s. 78

4NESİN Aziz; Bir Tutam Aydınlık, Adam Yayınları, 1994, s.185.

5CEYHUN Demirtaş; Yaşasın Aziz Nesin, Sis Çanı Yayınları, Eylül 1995 İst.

6A.g.e.

7NESİN Aziz; Bir Tutam Aydınlık, Adam Yayınları, 1994 s.198

8A.g.e. s.186.

9KÜÇÜK Yalçın; Bilim ve Edebiyat, Tekin Yayınevi, İst. 1995, s.305.

10KÜÇÜK Yalçın; Bilim ve Edebiyat, Tekin Yayınevi, İst. 1995, s.305.

/././

Emperyalizmi hafife alanlara -Aydemir Güler-

Emperyalizme karşı mücadele de ya solun işi olagelmiştir, ya da bu sahaya çıkanlar, ister istemez sola kaymışlardır. Hal böyleyken bu faktörü ihmal etmek solda basit bir yanlış, gözden kaçırma falan olamaz… 

Geçen haftaki yazımı “devam edeceğiz” diye sonlandırdığıma göre, bugün yine “sol ve Kemalizm” hakkında bir şeyler bekleyenler olabilir… Umarım haftaya…

Doğrusu uzun zamandır ülke gündemini emperyalizm kavramını kullanmaksızın ele almaya çalışanları hayretle izliyoruz. Basbayağı emperyalistler tarafından projelendirilmiş “açılımların” sağcıların ağzında milli-yerli demagojisine bağlanmasını kast etmiyorum. Sağın kavram ve değerler seti bütünüyle manipülatif, samimiyetten de uzak. Nasıl olmasın? Varlıklarını borçlu oldukları temel dinamikleri açık etme şansları yok… Emperyalizm düzene dışsal, yabancı bir faktör değil, basbayağı içsel. Bu anlamda sağcılık da emperyalizmin uzantısı. Bu gerçeği örtmek zorundalar. 

Ama solu tanımlayan başlıca özelliklerden biri yurtseverlik olmalıdır. Emperyalizmin analiz edilmesini tarihsel olarak sola borçluyuz. Emperyalizme karşı mücadele de ya solun işi olagelmiştir, ya da bu sahaya çıkanlar, ister istemez sola kaymışlardır. Hal böyleyken bu faktörü ihmal etmek solda basit bir yanlış, gözden kaçırma falan olamaz… 

Ben bunları düşünürken Nermin Abadan Unat’ı kaybettik. Değerinin gelecek kuşaklar tarafından kavranmasını diliyor, saygıyla anıyorum. Herkese “hocaların hocası” denmiyor. Bu sıfat bir akademisyenin yetiştirdiği öğrencilerin bir sonraki kuşağa bilgi aktarmasından çok daha fazlasını anlatır… Ölümünün ardından hakkında yazılanlar buna yeterince ışık tuttu. 

Değineceğim boyut başka… Çok kısa süre önce Yazılama Yayınlarından çıkan Parti Tarihi üçüncü kitapta bir Nermin Abadan Unat alıntısı yer alıyor. Daha doğrusu hocanın bir tanıklığına başvuruluyor:

(…) 1959 yazında bu defa ABD'deki Rockefeller Vakfı Türkiye'nin anayasal düzeni konusunda Kilyos'ta bir seminer düzenlemişti. ABD'den gelen seminer üyeleri gerçekten kalburüstü kişilerdi: Columbia Üniversitesi'nin en saygın anayasa profesörü, Japon anayasasının mimarı Walter Gellhorn, daha sonraları eşi ile birlikte esrarengiz bir cinayete kurban giden eski Dışişleri yardımcılarından keza Columbia Üniversitesi'nde bulunan felsefeci Charles Frenkel aklımda kalan isimlerdir. Türklerden Ali Fuat Başgil, Tahsin Bekir Balta, Yavuz Abadan, Recai Okandan, Bülent Nuri Esen, Vakur Versan'ı anımsıyorum. Çevirmen olarak Mümtaz Soysal ile ben görevlendirilmiştik. (…) Demokrasinin Türkiye'de yerleşebilmesi için yürütmenin yasal denetime tabi tutulması, temel hak ve hürriyetlerin anayasaca teminata kavuşturulması, ayrıca bağımsız bir anayasa mahkemesi tarafından korunması, parlamentonun ekspres yasalar yapamaması için ikinci bir meclise gereksinme olduğu, seçim sisteminde nisbi seçime gitmenin daha yararlı olacağı hususları bu seminerin ürünleridir. Küçük bir aydınlar grubunun İstanbul dışında oybirliğine yakın bir biçimde kararlaştırmış oldukları ilke kararlarının çok geçmeden katılanIarın istemedikleri bir biçimde, yasal olmayan yollarda kurulmuş bir cunta marifeti ile uygulanacağını o zamanlar hangimiz tasavvur edebilirdi...” (Nermin Abadan Unat, Kum Saatini izlerken, İletişim Yayınları, 2. baskı 1998, İstanbul, s.186-187)

Birkaç yıl önce beni bu referansa Aydın Meriç ağabey yönlendirmişti. Şaka değil; Nermin hoca Türkiye’nin gördüğü en ilerici anayasanın köşe taşlarında Amerikan dokunuşu olduğuna tanıklık ediyor!

Emperyalist dokunuşlar, ilerleyen yıllarda solun 27 Mayıs Anayasasına sahip çıkmış olmasını lekelemediği gibi, sağın da 27 Mayıs’ın bütününü hedef tahtasına yerleştirmesini anlamsızlaştırmaz. 1960 sonrası halkçı, devrimci emekçi yükselişi, kuşkusuz başta Türkiye’nin iç dinamiklerinin ürünüdür. İçinde, gelişen işçi sınıfının, önceki on yıllarda yetişen sosyalist-komünist aydın kuşağının, 1950’ler gericiliğine karşı ilerici-Cumhuriyetçi tepkiyi temsil edenlerin, hak arayışına atılan çeşitli toplum kesimlerinin, yükseköğrenimle kitlesel olarak tanışan emekçi çocuklarının özverileri, emekleri vardır. 

Ama yukarıdaki bilgi notu, emperyalizmin muazzam öngörüsüne ve müdahale yeteneğine ilişkin de çok şey söylemektedir. Türkiye’nin sola yönelmesinin kaçınılmaz olduğunu anlamışlar ve Demokrat Parti istibdadı kadar yeni demokratik bir yapıyı da etki altına almak için üşenmemiş, çalışmışlar! Türkiye’nin gözde fakültesine, Mülkiye’ye kanca atmışlar veya atmayı denemişler. Kariyeri kamu yöneticiliği ile akademi arasında gidip gelmiş birinci sınıf bir idare hukukçusunu, yine birinci sınıf felsefeci bir diplomatı Kilyos’a kadar göndermişler... Yüzeysel bir internet bilgisi adı geçenlerden birinin daha sonra Vietnam savaşına karşı çıkacak bir formasyona sahip olduğunu da gösteriyor. Yani anlaşılan, sadece üşenmemişler, Türk aydınlarının sola açıklığına hitap etmek konusunda hassas ayar gereğini de ihmal etmemişler…

Şimdilerde bu kadar özen göstermeye gerek duymuyor olmalılar. Öyle ki, artık kartlar tamamen açık olduğunda bile oyunu onların istediği sahada sürdürmeye razı bir “sol” var ne yazık ki… Demek ki, sorun ihmal, gözden kaçırma falan değil…

Ama solculuğun tanımlayıcı özelliklerinden biri yurtseverlik olmaya devam ediyor.

Sol ve Kemalizm -https://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/sol-ve-kemalizm-404263

/././

Kuzguncuk İlkokulu'nda 'restorasyon' karmaşası: Tarihi yapının akıbeti belirsiz 

Üsküdar’daki Kuzguncuk İlkokulu'nun "restorasyon" gerekçesiyle apar topar boşaltılmak istenmesi velilerin endişelenmesine neden oldu. Aniden eğitim-öğretim zamanında yapılacağı öğrenilen restorasyon sürecinde öğrencilerin nerede eğitim alacağı konusunda bilgi verilmedi. Okulun akıbeti de belli değil.

İstanbul, Üsküdar’daki Kuzguncuk İlkokulu "restorasyon" gerekçesiyle tahliye edilmek isteniyor.

Eğitim-öğretim yılının ortasında gelen gelen tahliye kararı haberlerinin ardından veliler okulun ticari bir işletmeye dönüştürülüp ellerinden alınabileceği kaygısıyla duruma tepki gösterdi.

Veliler tarihi Marko Paşa Köşkü içinde yer alan yapının restorasyonuna karşı olmadıklarını ancak "sürecin zamanlaması ve sonucu konusunda ciddi belirsizlikler" bulunduğunu vurguluyor.

'Ara tatilde taşınması planlanıyor, bir yıl sürecek' iddiası

Okul Aile Birliği de velilerle bir açıklama paylaşarak, restorasyon sürecine ilişkin ilk bilgiyi, geçtiğimiz haftalarda okulda düzenlenen etkinlik sırasında duyulan bir söylenti aracılığıyla öğrendiklerini vurguladı. 

Konuya dair resmi ve net bilgi edinmek amacıyla okul yönetimiyle temasa geçtiklerini, geçtiğimiz hafta okula ihaleye girmek isteyen inşaat firması yetkililerinin geldiğini ve ihalenin açıldığını duyuran Okul Aile Birliği şu bilgileri paylaştı: Okul müdürüne dün yapılan bir telefon görüşmesinde ihalenin sonuçlandığı, okulun ara tatilde taşınmasının planlandığı ve sürecin yaklaşık 365 gün sürmesinin öngörüldüğü ifade edilmiştir. Bu bilgilendirme sonrasında okul yönetimi, öğretmenleri durumdan haberdar etmiştir.

Boğaz'ı gören ve 1966 yılından bu yana eğitim-öğretim faaliyetini kesintisiz sürdüren bina Kuzguncuk Sahili'nin arka sokağında yer alıyor. 1. Derece sit alanı olan bina bölgenin tarihsel dokusu açısından çok önemli bir yapı.

Bugün semtte Okul Aile Birliği ve Kuzguncuk Derneği'nden bir temsilcinin katılacağı bir toplantı yapılacağı ifade edilirken, öğrencilerin ne olacağı konusu belirsiz.

Okul yönetimiyse velilere resmi bir açıklama yapmış değil. 

'Valilikten kaynak geldi' iddiası

soL'un edindiği bilgiye göre, yapının Temmuz 2019’dan kurul onaylı restorasyon projesi mevcut. 2023 yılında verilen bir basit bakım onarım izni var, 2025 yılı Mart ayında bu izne ek başka talepler de ekleniyor ve sonunda Mayıs 2025'te kurul tarafından bu kalemler de onaylanıyor.

"Basit restorasyon projesi" dışında yapılacak işler için başta bütçe olmadığı ancak İstanbul Valiliği'nden kaynak geldiği ve İl Özel İdaresi eliyle ihale sürecinin tamamlamış olduğu söyleniyor. 

İmza kampanyası başlatıldı

Okuldaki durumun belirsizliği üzerine harekete geçen veliler bir de imza kampanyası başlattı. 

İmza metninde, "Mevcut öğrencilerin eğitim hayatlarına kesintisiz devam edebilmeleri için restorasyon sürecinin gerekli kurumlar inceleme yapıldıktan ve mecburi ihtiyaç kararı verildikten sonra başlatılması gerekmektedir. Şayet böyle bir gereksinim doğarsa, planlama yapılıp en az 3 (üç) ay öncesinden yönetim ve veliler bilgilendirilmelidir" denildi.

"Kuzguncuk İlkokulu’nun öğrencileri mevcut yerinde eğitimine devam etmeli ve restorasyon gerekli görülürse sonrasında tekrar okul olarak geri döneceğinden herhangi bir şüphe oluşmamalıdır" denilen imza metninde öğrencilerin eğitim haklarının önceliklendirilmesine vurgu yapıldı.

***

Öne Çıkan Yayın

Devri sabık yaratmak (I+II) -Özdemir İnce / Cumhuriyet-

  (I) Devri sabık yaratmak, Türkiye siyasi tarihinde yeni gelen yönetimin/iktidarın, kendinden önceki dönemi sorgulaması, hesap sorması vb. ...