‘En kötü hırsız, çocukların oyun zamanını çalandır’ -Kavel Alpaslan /EVRENSEL-

Rusya’nın başkenti Moskova’nın merkezi Kızıl Meydan aynı zamanda bir mezarlıktır. Merkezinde ünlü Lenin Mozolesi bulunur. Fakat meydanda yatan tek kişi Lenin değildir. Mozolenin hemen arkasında Kremlin’ın kızıl tuğlaları yükselir. İşte bu duvarın içerisinde Sovyetler Birliği’nin önde gelen ‘kahramanları’ yatar. Devrimciler, bilim insanları, siyasiler ve sanatçılardan oluşan bu mezarlığın her bir taşı büyük sembolik anlam taşır.

Duvarın önünde yürürken gözünüze Latin alfabesiyle yazılmış farklı bir isim takılacak: ABD’li İşçi Önderi William Haywood. Kendisi Ekim Devrimi’nin yarattığı enternasyonalist rüzgar sebebiyle yolu Sovyetlerden geçmiş birçok isimden biridir. Fakat maden ocaklarında çalışan küçük bir çocuk olarak başlayan hayatı nasıl Moskova’nın baş köşesinde bitmiştir? Uzun boyu ve dev cüssesi nedeniyle işçilerin ‘Koca Bill’ lakabıyla tanıdığı bu tek gözlü adam nasıl ABD oligarşisinin korkulu rüyası olmuştur?

Gelin madenlerden kavgalara, grevlerden idam yargılmalarına, cezaevlerinden sürgünlere... ilk nefesten son nefese kadar işçi sınıfına adanmış bu muazzam hayata göz atalım.

Yerin altında bir doğum

Biyografilerde bir insanın hikayesinden söz edilirken önce ‘doğum yılı’ ve ‘doğum yeri’ verilir. Haliyle bu kısımda şehir ya da bölgeler dile getirilir. Oysa bu, bir hayatı anlamlandırmak için yeterli bir bilgi sayılmaz, zira şehirler içerisinde birden fazla ‘şehir’ vardır. Emekçilerin çocukları, zengin azınlıkla aynı şehirde doğabilir ama aynı ‘yerde’ doğmaz.

Haywood, hayatı boyunca bu sınıfsal çelişkiyi üzerinde taşıyacak bir biçimde hayata gözlerini açar. Biyografi diliyle söyleyecek olursak: Güney Afrikalı bir anne ve Kentucky’li madenci bir babanın oğlu olarak 1869 yılında Utah’ın Salt Lake kentinde dünyaya gelir. Fakat belirleyici olan yeri görmek için doğum anına biraz daha yaklaşmalıyız. Çünkü Haywood’un ‘doğum yeri’ babasının çalıştığı madenin mutfağıdır! 

Küçük Bill’in ailesi yoksuldur. Bill daha bebekken babası ölünce hane halkı için işler daha da kötüleşir. Fakat daha sokakta oynama hakkını kaybetmediği günlerden bir gün, sapanını bıçakla yontarken kaza eseri sağ gözünü kaybeder. Yerine camdan bir göz takılır. Bu sebeple fotoğraf çekilirken ya da konuşurken yüzünün sol tarafını dönme alışkanlığı edinir.

Ailenin mecburi ihtiyaçları sebebiyle henüz 9 yaşındayken çalışmaya çiftliklere ve madenlere gönderilir. Boş zaman denilen şeyin imtiyazlı sınıfların sahip olduğu bir lüks olduğunu Nevada’da yerin metrelerce altında öğrenir. Tüm gençlik yıllarını bir madenden ötekine geçirirken bulunduğu yerlerdeki işçi önderleriyle tanışır ve kendisini Batı Madenci Federasyonunda (WFM) örgütlü işçi mücadelesinin içerisinde bulur.

‘Dağınık olduğumuz sürece kurban edilebilirdik’

Çalıştığı bölgede madenciler mücadele esnasında sık sık şirketin paralı silahlı güçleriyle karşı karşıya gelir. Kanlı mücadelelerde Haywood henüz genç bir delikanlıyken gözünün önünde siyah bir işçinin linç edilişine tanıklık eder.

Hayatı kavga ve zorlu çalışma koşullarıyla sürüp giderken başarılı bir örgütçü olarak öne çıkar. Grevler kadar madenlerde çocuk işçiliği yasaklamak için yürüttüğü kampanyalarla isminden söz ettirir. Sendika yöneticiliği ve Madenci dergisi editörlüğü yapar. Amerikan Sosyalist Partisine (SPA) dahil olur. Sendikada militan işçi mücadelesinin sesi Haywood, WFM politikalarını fazla geleneksel bularak 1905 yılında Dünya Sanayi İşçileri Sendikasının (IWW) kurucuları arasında yer alır.

Haywood IWW’nin kuruluş konferansında ‘Üretim araçlarını kamulaştırıp ve kapitalist efendiler olmaksızın yeniden dağıtılmasını amaçladıklarını’ duyurur. Ona göre işçi sınıfı için tek yol ‘Kapitalizmin kölelik zincirlerinden kurtulmakta’ saklıdır.

Haywood’un yazdığı “Kendi kendime bulabildiğim tek çözüm örgütlenmek ve gücümüzü arttırmaktı. Dağınık ve kopuk olduğumuz sürece kurban edilebilirdik” ifadeleri örgütüne de yansıtır. IWW, ilgilerini çoğunlukla vasıflı beyaz işçilere yönelten sendikalar gibi işçi sınıfı içerisinde cinsiyette, kimlikte ve iş niteliğinde ‘seçici’ davranmaz. Dönemin ABD’sinde devasa bir emekçi kitle sayılabilecek göçmen, siyah, kadın ve vasıfsız işçileri tek ve büyük bir çatı altında toplamaya yönelir. Siyasi olarak sosyalistler kadar anarşist işçileri de kapsar. 

Maden sahibi eski valiye suikast suçlaması

Sıradan sendikaların aksine işçi konseylerine dayanan bir yönetim modeli de sunan IWW’nin etki alanı, genel grev eylemleriyle genişler. Aynı dönemde Haywood da dahil olmak üzere işçi önderlerine karşı sermayenin saldırıları da şiddetlenir... Bunun en net örneği Haywood’un adını tüm ABD’ye duyuran davayla görülüyor.

Eski Idaho Valisi ve maden sahibi Frank Steunenberg, 1905’te bombalı bir suikast sonucu öldürülür. Bu davanın ucu, işçi hareketinin karizmatik liderlerinden Haywood’a dokunur. Suikast düzenlemekle suçlanır, idam cezasıyla yargılanır. Davanın siyasi olduğunu düşünen seslerin de tepkisiyle 1907’de beraat eder.

Suikast davasından sonra Haywood kaldığı yerden mücadele hayatına devam eder. Hatta Galler ve İrlanda’daki grevlere katılmak üzere 1910 yılında Avrupa’ya seyahat eder. Bu kıtada tanıştığı Rosa Luxemburg ve Vladimir Lenin gibi isimler, düşünce hayatında derin izler bırakır.

‘Ekmek ve Güller’ grevinde

Peterson İpek Fabrikası Grevi, işçi önderleri ve William Haywood


Döndüğünde yine bir işçi direnişi örgütler. Tarihe ‘Ekmek ve Güller grevi’ olarak geçen Lawrence Tekstil Fabrikasında 1912 yılında kadın işçilerin öncülüğünde başlayan grevin arkasındaki önemli isimlerden biri de Haywood’dur.


Kırk farklı halktan işçilerin çalıştığı Lawrence, o dönem dünyanın en büyük tekstil fabrikasıdır. ABD’de, 1 Ocak 1912’de çıkan yeni iş yasasıyla kadın ve çocuk işçilerin haftalık çalışma saati 56’dan 54’e düşürülür. Ancak ne var ki, işçiler iki hafta sonra, haftalık çalışma saatlerinin düşürülmesi karşılığında, ücretlerinde de düşüş olduğunu fark ederler. İşçiler arasında büyük bir öfke dalgası yayılır. Derken grev bütün Lawrance fabrikalarına yayılır. İşçiler hızla komiteler kurarlar. On dört halkın işçilerinden oluşan 56 kişilik bir ana komite grevin bütün sorumluluğunu üstlenir. Talepleri, 54 saatlik haftalık çalışma saati, yüzde 15 ücret artışı, fazla mesai karşılığında çift ödeme, eşit işe eşit ücrettir. Grevci kadın işçilerin seçtikleri slogan ise, ‘Bread & Rose’; yani ‘Ekmek ve Gül’ dür. Ekmek, kadınların ekonomik taleplerinin, gül ise daha iyi bir yaşamın ifadesidir. Grev, önemli kazanımlarla sonuçlanırken kadın işçilerinin örgütlenme, mücadele ve direnişi tarihinde önemli izler bırakır.


Haywood daha sonra Paterson İpek Grevi gibi ses getiren mücadelelerin içerisinde yer alacaktır. Doğrudan mücadele yöntemleri sayesinde Birinci Paylaşım Savaşı’ndan hemen önce IWW’nin üye sayısı 100 bine ulaşır. 


Savaşa karşı durmanın bedeli

En kötü hırsız, çocukların zamanını çalandır afişi, William Haywood


ABD’nin savaşa katılma kararı almasıyla birlikte Haywood ve IWW cüretkar bir karar alır. Sosyal demokratların hevesle savaş hükümetlerine katıldığı bir dönemde IWW ‘Tek düşmanın kapitalist sınıflar olduğunu’ vurgular.


Emperyalist savaşların sıcaklığı en yüksek seviyelere ulaştığında alevlerin karşısında durabilmek hiçbir çağda kolay değildir. Hele hele bu ‘coşkunun’ en yüksek seviyelerde hissedildiği savaşın ilk anlarında! Rusya’da Bolşevikler, Almanya’da Spartakistler, ABD’de de Haywood gibiler tarihin doğru safında yer almanın bedelini türlü saldırılarla karşı karşıya kalarak öderler. Haywood, beraberindeki 165 işçiyle birlikte 1917’de ‘casusluk’ suçlamasıyla tutuklanır, 20 yıl hapis cezası alır. Ekim Devrimi’nin müjdesini hapishane hücresindeyken alacaktır.


Takibindeki süreçte yeni kurulan ABD Komünist Partisine dahil olur. Hemen ardından 1921’de yüklü bir kefaletle serbest bırakılır. Temyiz başvurusunu beklerken Sovyetler Birliği’ne kaçar. Mücadele hayatına Sovyetler Birliği’nde farklı biçimlerde devam eder. Bolşeviklerin emek danışmanı olarak görev alır. İşçi iktidarının deneyimlendiği Kuzbass Özerk Sanayi Kolonisi’nin inşasına yardımcı olur.


‘Yüzü savaş alanı gibi yaralı’

Kremlin Duvarı'nda William Haywood


Dünyaya gelirken kendisini saran mücadele, doğduğu yerden binlerce kilometre uzakta gözlerini kapattığı ana kadar kendisine eşlik eder. Seçmediği yerde, bir maden ocağında doğar; seçtiği yerde, kavgayla geçen hayatın ardından Sovyetler Birliği’nde 1928 yılında hayatını kaybeder.


Bugün onunla aynı duvarda yatan ABD’li Sosyalist Gazeteci John Reed, Haywood’un yüzünden bahsederken ‘savaş alanı gibi yaralı’ ifadelerini kullanıyor. Hayatı tüm izleriyle yüzüne yansıyan Koca Bill, kendi gibi emekçilerin hayatlarına çok daha kalıcı izler bırakır. Bu mücadele belki en anlamlı şekilde bir afişte yer alan bir sözle özetlenebilir.


IWW’nin 20. yüzyılın başında çocuk işçiliğe karşı örgütlü mücadele çalışması sırasında yapılan tasarımın merkezine Haywood’un güzel bir sözü yerleştirilir: “En kötü hırsız, çocukların oyun zamanını çalandır.”


Haywood bütün yaşamını, kendisinden çalınan oyun zamanını geri alma mücadelesi vererek geçirir. Zamanı geri alamaz, ancak kendisi gibi makineleştirilen çocuklar adına kavga eder. Bugün çocuk emeği sömürüsü hâlâ kapitalizmin doğal bir parçası. Bu yüzden Haywood’un sözleri bir afişte, bir makalede ya da bir stickerda kendisini göstermeye devam ediyor. Koca Bill’in mirası da mücadelesi de bu yüzden yaşıyor.

Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler:

1- https://time.com/archive/6776850/radicals-death-of-haywood/

2- https://spartacus-educational.com/USAhaywood.htm

3- https://www.historyisaweapon.com/defcon1/haywoodgeneralstrike.html

4- https://apwu.org/news/big-bill-haywood-wobbly-giant/

halkTV -25 Aralık 2025-


Kaza ya da değil ama soru şu: Haddad’ın ölümü kimin işine yarar?-Mustafa K. Erdemol- 

Libya Genelkurmay Başkanı Muhammed el Haddad’ın “teknik arıza” nedeniyle düştüğü söylenen uçakta yaşamını yitirmesi kimi sorularla beraber düşünüldüğünde son derece karmaşık görünüyor. Kazada Haddad ile birlikte Libya Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Tümgeneral Al-Fitouri Ghreibel, Askeri İmalat Kurumu Başkanı Tuğgeneral Mahmoud Al-Qatioui, danışman Mohamed Al-Asawi Diab ile medya ofisi fotoğrafçısı Mohamed Omar Ahmed Mahjoub da varmış.

Libya için ciddi bir kayıp tabii ki. Özellikle ülkede rakip tarafların neredeyse tümü için birleştirici bir figür olan Haddad’ın kaybı. Ülkenin güçlü figürlerinden Halife Haftar karşıtı olmasına rağmen tüm tarafların benimsediği bir kişilik olmayı başarması hayli önemli. Haddad, hem Trablus hem de Bingazi hükümetleri arasında uzlaşmayı sağlayan bir role de sahipti.

Ülkenin durumu malum; BM tarafından tanınan Trablus merkezli Ulusal Birlik Hükümeti ile Bingazi merkezli Ulusal İstikrar Hükümeti arasında bölünmüş durumda. Yıllar süren müzakerelere rağmen, taraflar ülkeyi birleştirmeyi başaramadı.

Yani, Haddad’ın şimdilik “kaza” olasılığının ağır bastığı trajedide ölümü ikiye bölünmüş ülkesi için çok hassas bir döneme rastladı. Hem kendi öneminden hem de ülkesinin “hassasiyeti” açısından bu “kaza” artık kazanın da ötesinde değerlendirmelere, komplo teorilerine açık durumda.

Tamamen rastlantı da olabilir ama “kaza”nın Pakistan Genelkurmay Başkanı Asım Münir’in Halife Haftar ile görüşmesinin ardından gerçekleşmesi de komplo teorilerinin merkezinde. Bu görüşmenin ardından Pakistan ile Libya, 4 milyar doları aşkın tutarda bir askeri teçhizat anlaşması imzaladılar. Pakistan, anlaşmayla, BM’nin uzun yıllardır Libya’ya uyguladığı silah ambargosunu ihlal etmiş oldu. Munir ülkesinin Libya ile askeri teknoloji paylaşmaya hazır olduğunu da vurgulamıştı.

Kimilerine göre Haddad'ın bu anlaşmanın imzalanmasından sonra ölmesi  "tesadüf" değil. Öyle midir gerçekten, bilemem ama Haftar’ın önemli bir rakibi olan “yüksek profilli” bir askeri figürün bu anlaşmanın ardından “kaza”da ölmesi Haftar’I üzmemiştir herhalde. Onu olduğu kadar belki de BM’nin silah ambargosundan, çatışan taraflara silah satıp milyon dolarlar kazanarak çıkar sağlayan kesimleri de memnun etmiştir. Tarafların yeniden birbirine düşmesi bu tacirlerin işine gelir elbette.

Libya’nın, ülkeyi yöneten hangi “hükümet” olursa olsun, silahlanmasını tehlikeli bulan merkezler de bu kesimlerin arasında sayılabilir. Libya’nın “açık köle pazarı” olması bu merkezlerin işine geliyor belli ki. Akdeniz için birleşmiş/istikrarlı bir Libya en azından göçmen sorunun çözümü için gerekli de olsa, “hakimiyet savaşı” veren güçler için parçalı bir Libya daha çok tercih edilir durumda. ABD, Rusya ile Çin’in eline bırakılacak “birleşmiş" bir Libya”yı kabul edecek gibi görünmüyor. Ülkede, karışıklık olması şimdilik işine geliyor ABD ile dostlarının.

Rusya ile Çin’in bölgedeki avantajlı konumundan, ABD’nin de batının da rahatsız olduğu sır değil. Libya bugünkü “parçalı haliyle” uluslararası aktörler için bir rekabet konusudur. Ülkenin içinde bulunduğu istikrarsızlığın nasıl sonuçlanacağı ya da neye evrileceği bu uluslararası aktörlerin çıkarları neyi gerektiriyorsa o yönde olacak.

Kesin olan şu; Haddad’ın ölümü Libya'daki iç askeri dengeleri kesinlikle değiştirecek.

Ölümü “kaza” da olsa “kasıtlı” da olsa.

/././

Fenerbahçe’nin 3 Temmuz travması tetikleniyor -İsmail Saymaz- 

Beklenen rapor dün sabah çıktı.

Adli Tıp, Fenerbahçe Başkanı Sadettin Saran’ın test sonucunu açıkladı.

Saran’ın saçında kokain tespit edildi.

Kanında, idrarında ve tırnağında bulgu elde edilmedi.

Saran, rapor açıklandıktan sonra yaptığı açıklamada, hayatı boyunca kokain kullanmadığını savunarak, “Bırakın kullanmayı, yakından görmüşlüğüm dahi yoktur” dedi. Rapora itiraz edeceğini ifade ederek, Adli Tıp’ın yeniden test yapmasını istedi. Özel bir kuruluşa başvurarak, test yaptırdı.

Saran’ın bu hamlesi yaşanacakları önlemeye yetmedi.

Hatta aksi yönde sonuç verdi bile diyebiliriz.

Saran, Şükrü Saracoğlu stadındaki kulüp binasındaki başkanlık makamında akşam gözaltına alındı.

Geceyi İl Jandarma Komutanlığı’nda geçirdi.

Bu muamele Ela Rumeysa Cebeci’ye yapılmadı.

Cebeci, Adli Tıp raporundan sonra gözaltına alınmadı, örneğin.

Kibarca savcılığa davet edildi.

Cezaevine götürülürken görüntüsü sızmadı hiçbir yere.

Olması gereken buydu.

Kaçmadı, davet edilebilirdi

Saran, Cebeci’nin telefonundan çıkan mesajlaşmalardan dolayı suçlandığı halde ona çok sert davranıldı.

Halbuki Saran, hakkında yakalama kararı çıktığında İtalya’daydı. İlk uçakla gece Türkiye’ye döndü ve sabah adliyede ifade verdi.

Dönmese kim geri getirebilirdi Saran’ı?

Kaçma şüphesi de kanıtları yok etme imkan ve ihtimali de yok.

Kaldı ki Adli Tıp raporuna itiraz ediyor.

Yeniden örnek alınmasını istiyor.

Uluslararası yeterlilikteki kuruluşlarda test yaptırarak sonuçları açıklayacağını kaydediyor.

Cebeci gibi, ifadeye davet edilebilirdi.

Saran’ı Şükrü Saraçoğlu Stadı’ndaki kulüp binasının başkanlık makamında gözaltına almak, milyonlarca Fenerbahçelinin 3 Temmuz travmasını tetikliyor.

Fenerbahçe Başkanı’nı Boğaz’a bakan yalısında uyuşturucu ve seks partisi düzenleyen Kasım Garipoğlu ile bir tutmak, ona torbacı muamelesi yapmak “Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütünü” ayağa kaldırmaya yeter de artar.

Kod adı neden Kanarya?

Aynı soruşturmada gizli tanığa ‘Kanarya’ kod adını verme fikri kimin aklına geldi, gerçekten merak ediyorum.

Saran’ın adı ilkin ‘Kanarya’nın ifadesinde dile getirildi.

Kanarya, şöyle diyor: “Ayrıca Ela bana O.B., Saadettin Saran, S.B. ve birçok kişiyle ilişki yaşadığını söyledi.”

İfadesinde Saran’dan söz ettiği için midir bilinmez, gizli tanığa ‘Kanarya’ kod adını vermişler.

Fenerbahçeliler başka türlü provoke edilemezdi.

Saran, tutuklanır

Saran, büyük bir ihtimalle tutuklanır.

Bu ağır yaptırım Fenerbahçelilerin Saran’ın etrafında kenetlenmesinden başka bir sonuç vermez.

Ne Saran istifa eder…

Ne de camia, başkanından vazgeçer.

Ali Koç bile ilk günden Saran’a desteğini açıkladı.

Yalnızca Aziz Yıldırım ve çevresi suskun.

Onlar Saran’a yönelik suçlamanın 3 Temmuzdan ayrı tutulması gerektiğini savunuyor.

Ancak Yıldırım da dahil hemen her Fenerbahçeli, “Bu kulübün başkanını kongre üyeleri belirler” diye düşünüyor.

Gereğini yapmalı

Saran’a gelirsek…

İçeride ya da dışarıda, Adli Tıp raporunu çürütmek zorundadır. Çünkü kokain kullanmak dünyanın her ülkesinde suçtur ve mazur görülemez.

Fenerbahçe klübü ve camiası yalnızca futbol branşından, erkek ve yetişkin sporculardan ve taraftarlardan oluşmuyor. Bu kulüpte binlerce kadın ve çocuk sporcu ve taraftar var.

Başkan, camianın rol modeli ve temsilcisidir.

Fenerbahçe, kokain kullandığı bilimsel olarak ispat edilmiş bir başkanın ağırlığını taşıyamaz.

Saran, ya bu iddiaları çürütüp aklanmalı…

Ya da gereğini yapmalı.

Adli Tıp: Saran, iki ay içerisinde kokain içmiş

Adli Tıp Kurumu yetkililerini arayarak, Saran’ın test sonucuna ve itirazlarına dair sorular sorup yanıtlar aldım.

Kimya İhtisas Dairesi'nde Saran’dan iki santimetre uzunluğunda saç örneği alınmış.

Yanlış anlaşılmasın.

Saçın iki santimetrelik kısmı kesilmemiş.

Saçın boyu zaten bu kadarmış.

Ve yapılan incemele sonucu kokain tespit ediliyor.

Yetkililer şöyle diyor:

“İki ay içerisinde kokain içtiği kanısındayız. Saçta her bir santimetrelik kısmı bir ay kabul ediyoruz. Saç genelde ayda bir santimetre uzuyor. Kökten sonraki bir santimetresi aralık ayında, uçtaki bir santimetresi kasımda kokain kullanıldığını gösteriyor.”

Neden kanda, idrarda ve tırnakta değil de saçta?

Kokainin saça ‘afinite’ bir madde olduğu vurgulanıyor.

Afinite, ‘bağlanma enerjisi’ anlamına geliyor.

Bu yüzden saçta çıkma ihtimali yüksek.

Neden kanda ve idrarda çıkmadı?

Kanda bir günlük, idrarda bir haftalık sonuç elde ediliyor.

Saran’ın tırnakları kesildiği için ufacık bir örnek alınabilmiş ve sonuç vermeye yetmemiş.

Bu rapor iki uzman, bir şube müdürü ve Kimya İhtisas Dairesi başkanının onayından geçmiş. Daire 2009’dan beri Türk Akreditasyon Kurumu tarafından akredite edilen bir laboratuvara sahip. Avrupa Adli Bilimler Derneği’nin üyesi ve uluslararası kuruluşlarca denetleniyor.

Yetkililer şu bilgileri veriyor:

“Saçın Saran’a ait olduğu bilinmeden tahlil yapılıyor. Numunede şifre kullanılıyor. Raporu yazanla tahlil yapan farklı. Saran’ın tahlili olduğu bilinerek rapor verilmiyor.”

Raporun yanlış çıkma ihtimali var mı?

Yetkililer “Yanılgı payı bize göre yok, sıfıra yakın” diye yanıt veriyor.

Bugüne kadar hatalı rapor verildiğini hatırlayan yok.

İtiraz halinde süreç nasıl işleyecek?

Saran, özel raporunu avukatları aracılığıyla savcılığa sunacak. Savcılığın “Çelişki var” demesi halinde dosya uyuşturucu incelemesi yapan 5. İhtisas Kurulu’na gidecek.

Son kararı bu kurul veriyor.

***

Ela Rumeysa Cebeci, bonzai de kullanmış

Sunucu Ela Rumeysa Cebeci, önceki gün savcılığa başvurarak, ek ifade verdi.

Cebeci, ifadesinde şöyle dedi: “Ben uyuşturucuyu geçmiş zamanda kullandım, asla kokain ve kimyasal kullanmadım. Esrarın suç olduğunu bilmiyordum. Yurt dışında serbest olduğu için hataya düştüm. Ben uyuşturucu satıcısı değil, kullanıcısıyım.”

Cebeci de Adli Tıp raporuna itiraz ederek, yeniden saçından ve kanından örnek alınmasını istedi.

Hatırlayacaksınız…

Cebeci’nin saçlarında ‘esrar ile sentetik uyuşturucu, kokain ve metabolitleri’ bulunmuştu.

Adli Tıp’a ‘sentetik uyuşturucu’ ile hangi maddenin kastedildiğini sordum.

“Bonzai” dediler.

‘Sentetik esrar’ diye bilinen bonzai, ilk içişte ölümcül olabilen bir uyuşturucu. Çok kolay ve ucuza temin edilebilen bonzai, düşük gelirli mahallelerdeki ailelerin korkulu rüyası.

***

Cihanna, Ezgi Fındık’ı Arap şeyhlerine pazarlıyor mu?

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, dün uyuşturucu operasyonu kapsamında 22 kişi hakkında gözaltı kararı verdi.

20 şüpheli yakalandı.

Bir kişi cezaevinde çıktı.

Dubai’de olduğu tahmin edilen YouTube fenomeni Ezgi Fındık hakkında uyuşturucu ve fuhuştan yakalama kararı çıkarıldı.

Fındık’ın adı önceki gün tutuklanan, ‘Cihanna’ lakaplı Cihan Şensözlü’nün ifadesinde geçiyor. Hürriyet yazarı Şensözlü, ifadede E.F. diye kodlanan Fındık’ı ve ünlü kadınları Türkiye’den Dubai’ye götürerek, Arap şeyhlerine pazarlamakla suçlanıyor.

Şensözlü, ifadesinde “Sosyal medya fenomeni E.F. ile Dubai’de bulunmadım. Kesinlikle birlikte gitmişliğim yoktur” diyor.

Şensözlü, yurt dışına kadın ünlülerle gitmediğini ileri sürüyor. Kadınların erkeklerle birlikte olmasına aracılık etmekle suçlanan Şensözlü, bu iddiaya şöyle yanıt veriyor:

“Ünlü camiasında kimsenin para, hediye, değerli eşya ve mücevher alarak, erkekle tanışmasına aracılık etmedim. Sosyal medyadan gelen mesajlarda kadınlarla tanıştırmamı isteyen iş adamı olmamıştır. Olmuşsa bile şaka ve geyik amaçlıdır.”

Soruşturma dosyasında çarpıcı bir fotoğraf var.

Etkin pişmanlıkla tahliye edilen sosyete torbacısı Sercan Yaşar, 20 Kasım’da Instagram’da bir fotoğraf paylaştı.

Bu fotoğrafta, Yaşar’ın yanında Ezgi Fındık ve Cihan Şensözlü de var.

Bu üçlü şimdi aynı dosyada şüpheli.

Yaşar, ifade verip tahliye edildi.

Şensözlü, tutuklu…

Fındık ise her yerde aranıyor.

***

AK Partili milletvekillerine ekran izni

AK Parti, medya stratejisini değiştiriyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, talimatını vermiş.

Bundan böyle AK Parti’yi televizyon ekranlarda kendi milletvekilleri ve yöneticileri savunacak.

Bütçe görüşmeleri bittikten sonra ekranda iktidar yanlısı gazetecileri değil, AK Partili siyasetçileri göreceğiz.

/././

Ömer Çelik 'Dersi'-Ayşenur Arslan- 

Eski bakan.. Bugün AKP sözcüsü.. Yani Erdoğan’ın çevresindeki güçlü isimlerden biri.

Ben Ömer Çelik’i tanıdığımda henüz siyasette değildi. Ankara’nın ciddi atmosferinde dikkatleri anında üzerine çeken bir köşe yazarıydı. Motosikletle dolaşır, deri ceket giyer, entelektüel kapasitesi yüksek cümleler kurardı.

Elbette dış görünüşü siyaset sonrası çok değişti. Bunca yıl Erdoğan’ın yanı başında durabildiyse, görüşleri de muhtemelen zamana uydu! Duyduğumuz kadarıyla Emine Erdoğan sayesinde aile içinde de itibarını korudu.

Ancak.. Şu son bir hafta ne o itibardan eser var ne de koltuğuna uyan bir duruş..

Adı Mehmet Akif Ersoy dosyasında geçmeye başladığında yazmamak için epey dikkat ettim. Öyle ya, “AKP’NİN PRENSİ” denilen bir isimden söz ediyorduk. İktidar partisinde “Erdoğan’ın zihni ve sesi” diyebileceğimiz konumundan söz ediyorduk.

Velev ki malum partilere katılmıştı. Bunun üstü kapatılmaz mıydı!

Ama o da ne!

Birkaç gün içinde adı sosyal medyadan sokaklara, Türkiye gündemine taşınmıştı.

Sonrası daha da şaşırtıcıydı:

* Ömer Çelik paylaşımlara tek bir tepki göstermedi. Öfkelenip kükremedi.
* “Temizim ama partimi düşünerek sözcülük görevinden affımı istiyorum” demedi.
* Sadece Suriye konusunda ve SDG hakkındaki sert açıklamaları ile duyduk sesini.
* Saray ise derin bir sessizliğe gömüldü. Ne bir kınama ne de bir sahip çıkma duymadık.

Ömer Çelik, belli ki Araf’taydı artık.

Peki başına bunlar neden gelmişti? Onu da diğer onca isim gibi gözaltı, cezaevi bekliyor olabilir miydi? Neden AKP’yi de zora sokacak bir durumda bırakılmıştı?

***

Lütfen bir yere not edin: Bundan sonra sorularınızın tek bir yanıtı, bilmecelerin tek bir anahtarı var: Bilal Erdoğan.

Her ne yapılıyorsa, bilin ki Bilal Bey, yani ERDOĞAN SONRASI için yapılıyor.

Hakan Fidan’ın gelecek projeksiyonunda yerinin olmadığı, cumhurbaşkanlığı koltuğunun Bilal Bey için rezerve edildiği Umman’da gözümüze sokulmamış mıydı! İki isim, eşitmiş gibi kanepede yan yana oturtulmamış mıydı!

Ya parti teşkilatının nabzı? O konuda da son söz söylenmiş olmalı.

Elbette kanıtlayamam ama iddiayla söyleyebilirim.. Hani “AKP içinde Bilal’in adaylığına itiraz var” deniyordu ya!

Belki Ömer Çelik itirazcıların arasındaydı.

Belki de itiraz edenlere ders olsun diye, en üst seviyeden bir örnek olarak seçilmişti.

Her ne ise, son birkaç ay içinde zaman zaman dışarı sızan Bilal Bey tartışmasına nokta konmuş belli ki.

Erdoğan kararını vermiş. Buna karşı çıkanların başına gelecekleri de “BAKINIZ ÖRNEK 1” diye Ömer Çelik vasıtasıyla dosta düşmana duyurmuş.

***

AKP eski milletvekili ve siyaset kulislerinin tozunu yutmuş bir isim.. Emin Şirin Lale Özan Arslan’ın konuğu olduğu programda Ankara fısıltılarını anlatır ve yorumlarken şunu söyledi:

“Kesin diyebileceğim belki de tek şey, partinin başına Bilal Erdoğan’ın getirileceği..”

Emin Şirin’in değerlendirmelerine döneceğim ama önce birkaç notu kayda geçmeliyim:

* Önceki gün doktora giderken bindiğim takside CnnTürk Radyo açıktı. Sunulan haber biter bitmez spiker “Bilal Erdoğan’ın açıklamaları” diye anons etti ve ne sıfat ya da vesileyle olduğunu anlamadığımız açıklamaları için Bilal Bey’le baş başa kaldık. Yalnız, şunu çok net anladık: Saray medyasına Bilal Bey konusunda açık bir talimat gitmişti. Bundan sonra her kanalda her fırsatta dinleyecektik!

* Aynı gün, Bilal Erdoğan’ı bir de TÜGVA’sında gördük. Hem de kimlerle! Fenerbahçe dışındaki büyük kulüplerin büyük başkanlarıyla. Konu, 1 Ocak günü düzenlenecek Gazze mitingiydi gerçi.. Ancak her açıdan bir gövde gösterisine dönüşmüştü.

***

Artık aile içi sohbetlerde bile konuştuğumuz Bilal Bey’in babasından sonra aday olma ihtimali için hep ne dendi? “AKP teşkilatı ikna edilse bile seçmeni oy vermez.”

Bana öyle geliyor ki, Erdoğan da bunun farkında. O nedenle, seçime daha zaman varken bir alıştırma, zihinlere kazıma süreci yaşanacak. Özellikle yoksul ve binbir çeşit AKP yardımıyla ayakta kalabilen seçmen için Bilal Bey, kendi bekasının da teminatı olacak.

Saray medyasının bekasından söz etmiyorum bile. Onlar her zaman hazır nasılsa!!

Gelelim, kulislere göre Bilal Bey’in adaylık sürecinin nasıl şekilleneceğine..

Emin Şirin‘in de aktardığı kadarıyla, Saray’da pek çok ihtimalin, senaryonun masaya yatırıldığı anlaşılıyor. Ancak ağırlık, Bilal Bey’in önce partinin başına getirilmesi, Cumhurbaşkanlığı serüvenine daha sonra bakılmasından yana.

Deniyor ki yol haritası şöyle çizilmiş olabilir:

* “Önce AKP genel başkanlığı ve orada pişmesi.”
* Daha sonra belki Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak atanması..
* “Erdoğan’ın seçime karar verdiğinde istifa etmesi ve yerine geçici olarak Bilal Bey’in vekâlet etmesi..”

***

Mehmet Akif Ersoy vakası patladığında, belki de ilk yazanlardan biriydim;

“Herkesin ne yaptığını bilen Saray rejimi böyle iddialarla operasyona kalkışmaz. Bunun siyasi bir operasyon olduğu ve Bilal Bey için saha temizliği yapıldığı ortada!”

(15 gün sonra aynı tespite varanlar göklere çıkarılıyor ya! Kadın ve mütevazı olmanın yan etkileri deyip geçeyim.. )

Bundan sonrası da hep Bilal Bey için olacaktır.

Ama şunun altını çizmeden geçmeyelim:

“Sadece Bilal Bey Türkiye’yi yönetmek üzere hazırlanmıyor.
Türkiye de Bilal Bey ve Erdoğan’ın hayalindeki rejim için hazırlanıyor.”

Rejim demişken.. Bugün itibariyle Saray’ın en muteber kalemlerinden Abdülkadir Selvi, geçmişi anlatırken şöyle bir görüş armağan etti memlekete:

“Ak Parti iktidar olmuştu ama Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Çankaya Köşkü’nde rejimin bekçisi gibi hareket ediyor, Ak Parti’nin elini kolunu bağlıyordu. Ak Parti iktidar olmuştu ama muktedir olamamıştı"

Olacak şey mi gerçekten! Bir cumhurbaşkanı REJİMİN BEKÇİSİ gibi hareket edebilir mi?
Cumhurbaşkanı dediğin, var olan rejimi - mesela Cumhuriyet’i- ortadan kaldırmaya çalışır. Değil mi!!!

Nitekim, sevgili Müyesser Yıldız’ın aktardığı skandal, meselenin boyutunu gösteriyor:

“General D.A., emrinde çalışan Binbaşı E.Ş.’nin TSK’nin iç yazışma sistemi üzerinden yaptığı bazı paylaşımlarda kendisini kastettiğini öne sürerek, E.Ş. hakkında hem disiplin soruşturması açtırdı hem “amir ve üstü tehdit ve hakaret” suçlamasıyla suç duyurusunda bulundu ve 2 ay süreyle uzaklaştırma kararı aldırdı.
Disiplin soruşturması sonucunda binbaşı TSK’dan ihraç edildi. Ama general için mesele orada bitmedi. Binbaşı E.Ş.’nin CİMER’e son şikâyetinin ardından General D.A. hakkında “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla bir soruşturma başlatıldı.”

***

Takkeli amirallerden üstünü şikayet eden ve Erdoğan’a hakaret iddiasıyla soruşturma açtıran subaya.. “Yeni rejim işaretleri” açısından kritik sularda yüzüyoruz.

O sularda tanıdık yüzlere rastlarsanız şaşırmayın. Mesela ABD’deki Epstein dosyasından çıkan ünlü isimlere.

Magazin istiyorsanız aramadığınız kadar! Eski başkanlar, müziğin, sinemanın dev isimleri..

Tam çekirdek çitleyerek sabaha kadar konuşabileceğiniz bir dosya.

Peki o dosyada Türkiye’den küçük yaşta kız çocuklarının götürüldüğü iddiası..

Görmeyiz, duymayız, söylemeyiz.

Ömer Çelik’in sürgün edildiği Araf Silivri’den soğukmuş zira, öyle diyorlar.

/././

halkTV

 

Gazeteci Terkoğlu’ndan dikkat çeken iddia: ‘Polis, o mekanda savcıyla karşılaştı’ + Yarının kavgasına bugünden bakalım -Barış Terkoğlu/Cumhuriyet-

Gazeteci Terkoğlu’ndan dikkat çeken iddia: ‘Polis, o mekanda savcıyla karşılaştı’ 

Gazeteci Barış Terkoğlu, uyuşturucu operasyonlarıyla gündeme gelen “Kütüphane” adlı mekâna geçmişte yapılan bir baskında polislerin içeride bir savcıyla karşılaştığını öne sürdü.

Gazeteci Barış Terkoğlu, Onlar TV’de yayımladığı özel haberinde, uyuşturucu operasyonları kapsamında adı geçen “Kütüphane” adlı mekâna ilişkin dikkat çekici bir iddia dile getirdi. Terkoğlu, geçmişte bu mekâna yapılan bir polis baskınında kimlik kontrolü sırasında bir savcıyla karşılaşıldığını öne sürdü.

Terkoğlu, iddiasını İçişleri Bakanlığı’ndaki kaynaklarına dayandırarak aktardığını belirterek, söz konusu mekâna daha önce de operasyonlar düzenlendiğini söyledi. Operasyonlarda uyuşturucu ve kimlik taraması yapıldığını ifade eden Terkoğlu, şu bilgileri paylaştı:

“İçişleri Bakanlığı’ndaki kaynaklarıma Kütüphane mekânını sordum. Geçmişte buraya operasyonlar yapıldığını, uyuşturucu ve kimlik taraması gerçekleştirildiğini, bazı bulgulara da ulaşıldığını söylediler. Bu tarama sırasında içeri giren polisler kimlik kontrolü yaparken bir kişiyle karşılaşıyor.”

Terkoğlu’nun anlatımına göre, söz konusu kişinin kimliğini göstermeyeceğini ve aranamayacağını söylediği, neden sorulduğunda ise kimliğini çıkararak savcı olduğunu bildirdiği iddia edildi: “Bu kişi kimliğini göstermeyeceğini, kendisinin de aranmayacağını söylüyor. Nedeni sorulduğunda kimliğini çıkararak savcı olduğunu bildiriyor.”

Barış Terkoğlu şunları söyledi: https://youtu.be/jZpVUF1gv7w

/././

Yarının kavgasına bugünden bakalım -Barış Terkoğlu- 

Hareket bilinirse doğa öngörülebilir hale gelir.

Türkiye, tartışması hiç bitmeyen bir ülke. Tam duracak derken her şey yeniden başlıyor gibi oluyor. Geleceğin krizleri de bugünden hazırlanıyor.

Yine dilinin altında ne var diyeceksiniz, anlatayım...

2026’ya giriyoruz. İktidardan gelen sinyallere dahi bakarsanız, seçimin yapılması iki yılı bile bulmayacak. Ülkeyi seçime elbette Yüksek Seçim Kurulu (YSK) götürecek.

Bugünlerde YSK’de, muhalefet pek ilgilenmese de kritik bir seçim var. Yargıtay kontenjanından YSK’ye seçilen kurul başkanı Ahmet Yener, üyeler Orhan Usta ve Mahmut Akgün ile Danıştay kontenjanından seçilen başkanvekili Ekrem Özübek, üyeler Ali Ürker ve Battal Öğüt’ün görev süresi doluyor. Bu nedenle, ocak ayının ikinci haftasında, 6 üye için, Yargıtay ve Danıştay’da seçim yapılacak. Ardından göreve devam eden üyelerle birlikte YSK başkanı seçilecek.

MUHTEMEL BAŞKANIN ÖZGEÇMİŞİ

İktidar kulislerinde biraz dolaştım. Sizce “YSK’nin yeni başkanı kim olur” dedim. Hemen herkes Dr. Serdar Mutta ismini verdi. Yargıtay üyesi de olan Mutta, halihazırda YSK’de göreve devam eden üyelerden. İktidar da Mutta’nın YSK başkanlığını desteklediği sinyalini veriyor.

Ama...

Bir çekince olduğunu öğrendim. Tam da şimdi “Muhalefetin eline koz verir miyiz” endişesi Mutta’nın isminin üzerinde bir gölge gibi duruyor.

İyice kafanız mı karıştı? Tane tane anlatayım.

Malum, CHP, “adayımız Ekrem İmamoğlu” dedi. Ardından hızlı bir operasyon silsilesi başladı. Açılan davalarda henüz bir hüküm olmasa da diplomasının iptal edilmesi adaylığının önüne resmen set çekti. CHP halen “adayımız İmamoğlu” dese de yarın yine de İmamoğlu’nun adaylığını YSK’ye götürse de YSK, “Kıbrıs’tan geçişle aldığı diploması iptal edilmiş” diyerek başvuruyu reddedecek. Evet, bunu da kamuoyuna yeni başkan duyuracak.

Peki buradaki sakınca ne?

Malum, son dönemin diploma krizleri İmamoğlu ile sınırlı kalmadı. Yargıdan YÖK’e kadar bir dizi kurumun devreye girmesiyle, özellikle yurtdışından alınan usulsüz diplomalar ya iptal edildi ya da tartışma konusu oldu.

Gelelim Mutta’ya...

YSK’nin resmi sitesinde Dr. Serdar Mutta’nın özgeçmişi var. Meselemizi ilgilendiren kısmı şurası: “Sırasıyla Hüyük, Uzundere, Türkoğlu Hâkimlikleri ile Adalet Müfettişliği, Adalet Bakanlığı Personel Daire Başkanlığı, İcra ve İflas Hizmetleri Daire Başkanlığı, HSYK Genel Sekreter Yardımcılığı ve Adalet Bakanlığı Yüksek Müşavirliği görevlerinde bulunmuştur. 16.07.2018 tarihinde Yargıtay üyeliğine seçilen MUTTA, halen Yargıtay Onikinci Hukuk Dairesi üyesi olarak görevini sürdürmektedir. (…) 05.06.2021 tarihinde Yakın Doğu Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Kamu Hukuk Ana Bilim Dalında ‘Ceza Muhakemesi Hukukunda Adli Kontrol’ isimli tez çalışmasıyla da doktora çalışmasını tamamlamıştır.”

YÖK’ÜN 200 GÜN YURTDIŞI ŞARTI

Halen kamuda olup başta Kıbrıs olmak üzere yurtdışından diploma alanlar var. Ancak son dönemin tartışmalarından da korktukları için bu diplomaları görevlerinde kullanmıyor, özgeçmişlerinde göstermiyorlar. Bunun nedeni elbette diplomanın denklik şartlarını sağlamasına dair tartışma. Hele doktora meselesi daha da hassas.

Şöyle ki...

YÖK’ün “yurtdışı doktora denkliği” üzerine bir yönetmeliği var. 6. maddesinin ikinci fıkrasında şu yazıyor: “Doktora eğitiminin YÖK tarafından tanınan yükseköğretim kurumlarında örgün eğitim yöntemiyle alınmış olması şarttır. Üniversitelerarası Kurul Yönetim Kurulu tarafından, doktora yapılan ülke, doktora tez konusu ve içeriği, doktora döneminde ders alınıp alınmadığı gibi her bir başvurunun kendine özgü şartlarının değerlendirilmesi saklı kalmak kaydıyla; doktora eğitimi süresince başvuru sahiplerinin öğrenim gördüğü üniversitenin bulunduğu ülkede en az sosyal bilimler için 200 günmühendislik, temel bilimler, beden eğitimi ve spor bilimleri ve diğer bilimler için 300 gün, sağlık bilimleri için 400 gün bulunması şarttır.”

Yani YÖK diyor ki: “Doktora ciddi iştir, hukuk doktorası için en az 200 gün o ülkeye gidip derse girmelisin”. Örgün eğitimdeki hafta sonu ve resmi tatilleri çıkarırsanız bu aşağı yukarı en az bir yıl demek.

Eski YÖK başkanları ile konuştum. Bu maddenin ciddi bir doktora eğitimi için gerekli olduğunu, bu nedenle yönetmeliğe girdiğini anlattılar.

KULİSLERDE KONUŞULAN DİPLOMA

İşte Yargıtay’dan YSK’ye, iktidar kulislerinden YÖK’e kadar konuşulan konu da bu. Serdar Mutta’nın YSK sitesine konan resmi özgeçmişinde göründüğü gibi kesintisiz bir mesleki süreci var. 2018’den beri Yargıtay’da olan Mutta, 2021’de doktorasını almış. Bunu da resmi özgeçmişine yazdırmış.

İki ihtimal var...

Ya Mutta’ya “istisna” uygulanmış ya da meslektaşlarına fark ettirmeyecek şekilde en az bir yıl Kıbrıs’ta derslerini takip etmiş.

İşte bu garip durum hem yargı hem iktidar kulislerinde fısıltıyla konuşuluyor: Ya muhalefete “1990’deki Kıbrıs’tan usulsüz yatay geçiş nedeniyle diploması iptal olduğu için aday olamaz” diyecek YSK başkanına, muhalefet de “Peki siz Kıbrıs’taki diplomanızı hangi usulle aldınız” yanıtını verirse? Bu polemik seçimin önüne geçerse? Yine bir tantana koparsa?

İşte hikâye böyle...

İki sene içinde yaşanacak tartışmaya bugünden yanıt bulmak için hem Dr. Serdar Mutta’yı hem Adalet Bakanlığı’nı hem de YÖK’ü aradım. Ancak hiçbirinden bir yanıt alamadım. Tartışma kapısı açık kaldı!

Topraktaki çatlağı bugünden gören yarının yarılmasını da öngörür.

/././

Cumhuriyet


Öne Çıkan Yayın

Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller -CUMHURİYET-

Yeni ‘model’ arayışında bir seçenek Dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin’in neoliberalizmden farklı modeli, büyük güç rekabetine bakışı, “Çin...