10 Kasım 2013 Pazar

Atatürk ve ekonomik bağımsızlık - Esfender KORKMAZ.

Bugün, Atatürk’ün ekonomiye bakışını ve uygulamalarını hatırlamak zorundayız... Çünkü son on yıldır ekonomide bize ait olanlar hızla azaldı. Küreselleşme birçok ülkeye yeni fırsatlar getirirken, bizim geleceğimizi  ipotek altına aldı. 
1) Dünyada, gelişmekte olan ülkeler içinde, bizimle aynı gelir düzeyinde  olan ülkelere göre en fazla cari açık veren ülkeyiz. Cari açığın Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’ya oranı yüzde 7’yi geçti. 2003-2013 yılları arasında geçen  11 yılda toplam 402 milyar dolar cari açık vererek kaybettik. Bu tutar  Türkiye’nin bir yıllık milli gelirinin yarısı kadardır. Yani millet olarak, devlet olarak, özel sektör olarak, 6 ay süre ile başkaları için çalıştık. Türkiye bu kadar kaybı, savaşlarda vermedi. Top-tüfek zoruyla, her türlü işgal ve sömürü düzeni içinde bile bu kadar kayıp verilmez.
 IMF ve diğer uluslararası kuruluşlar bu açık ve bu açığın finansman sorunu nedeniyle ekonominin kırılgan olduğunu vurguluyor.
2) Bu açık nedeniyle, Türkiye’nin dış borcu on yıl içinde 140 milyar dolardan 360 milyar dolara yükseldi. (220 milyar dolar arttı) Avrupa ve ABD’de faizler çok düşük. Buna rağmen, daha yüksek faiz versek bile ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan ülke riskinin yüksek olması dış borcumuzu yeni dış borçla çevirmemizi zorlaştırıyor. Kaldı ki sıcak para ve kârlı şirketleri satın almaya gelen spekülatif sermaye girişinde de azalma var. Türkiye’nin yatırım pozisyonu açığı ve bankaların döviz pozisyonu açığı var. Bütün bunları, MB’nin yarısı kendi parası olmayan 108 milyar dolar döviz rezervi ile karşılamak imkanı yoktur.
3)
Atatürk, ekonomik tutsaklığı tersine çevirdi...  İktisadi bağımsızlık siyasi bağımsızlığın bir parçası olarak, Atatürk’ün İngiliz ve ABD mandasını isteyenleri reddetmesiyle başladı.
Kurtuluş Savaşı’nda Sovyetler’den yardım alındı... Ancak telkinlere rağmen Sovyetler’in uyguladığı sosyo-ekonomik sistemi kabul etmedi. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, Osmanlı’nın Türkiye toprakları oranında, dış borçları ödendi. 1923-1932 yılları arasında piyasa ekonomisine dayalı, 1933 ile 1950 yılları arasında da devletin piyasaya da girdiği, devletçilik uygulandı... Ancak her iki dönemde de ulusalcı politikalar belirleyici oldu. Tasarrufların küçük ve dağınık olması, sermaye piyasasının olmaması nedeniyle özel sektör elinde sermaye birikimi sağlanamadı... Bu defa devletçilik uygulamasına geçildi.
Devletçilik, ideolojik saplantıya girmeden devlet elinde sermaye birikimi sağlamak ve bu birikimi yatırımlara yönlendirmek için geliştirilen bir kalkınma modeli oldu. 
Birinci ve ikinci sanayi planlarıyla, tekstil, dokuma ve şeker gibi halkın ihtiyaçlarını karşılayacak yatırımlar yapıldı. Çimento ve demir-çelik gibi kalkınmanın stratejik ürünleri üretildi. Ulusal çıkarlarımızı korumak amacıyla, yabancı tekeller, madencilik, demiryolları ve limanlar devletleştirildi... Yabancıların elindeki altyapı yatırımları millileştirildi. Sürekli ve cari açık vermeden büyüme sağlandı... Ve bütün bunlar enflasyonsuz yaşandı. 
Atatürk’e dolaylı veya dolaysız dil uzatanlar, hangi bataktan çıktıklarını  bir daha ve iyi  düşünmelidir.
Son on yılda, bankaların yüzde 50’si yabancıya satıldı. Özelleştirme yoluyla kamu altyapı yatırımlarının bir kısmı yabancıya satıldı. İmalat sanayiinde yabancı hakimiyeti arttı. Bu nedenle her yıl dışarıya kâr transferi oluyor. Buna karşılık Türkiye ye doğrudan  fiziki yatırım yapacak yabancı  sermaye gelmiyor.  Osmanlı İmparatorluğu 1938 yılında İngiltere ile Baltalimanı Ticaret Anlaşması ve ondan sonra da bazı uluslararası anlaşmaları imzaladı. Önlem alınmadığı için kapitülasyonlarla bu serbest ticaret Osmanlı İmparatorluğu’nu açık pazara çevirdi. Geleneksel iç üretim, özellikle İngiliz malları ile rekabet edemedi. Silindi... Devasa dış açıklar ortaya çıktı. 1854 yılında Kırım Savaşı ile borçlanmaya başlayan İmparatorluk, 1875 yılında dış borçlarını ödeyemedi... Moratoryum ilan etti.  Düyun-u umumiye ise, ekonomik tutsaklığın tuzu biberi oldu.

Esfender KORKMAZ.
YENİÇAĞ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder