23 Şubat 2014 Pazar

Demokrasi Tramvayının Son Durağı-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Sonunda nihayet demokrasi tramvayının son durağına geldik!
Durağın adı “Sağlam İrade”…

Burada ne kadar bekleriz; sonra buradan artık başka vasıta geçer mi geçmez mi bilinmez…
Epey uzun sürecek bekleyiş sırasında anlaşılan yakında hep birlikte söylememiz beklenen bir de marşımız olmuş!Nogay Türklerine” ait bir “Cengiz Han” marşından apartmayla, bol keseden marşta “Sağlam İrade”ye övgü döşenmişlerGöründüğü gibi olan/Gücünü milletten alan/ Recep Tayyip Erdoğan/Mazlumlara sırdaş olan/ Gariplere yoldaş olan/Recep Tayyip Erdoğan/ Ezilenlerin gür sesidir o/Suskun dünyanın hür sesidir o/Göründüğü gibi olan/Gücünü milletten alan/Recep Tayyip Erdoğan/Halkın adamı Hakk’ın âşığı/O milyonların umut ışığı/Mazlumlara sırdaş olan/Gariplere yoldaş olan/Recep Tayyip Erdoğan/ Oldu her zaman sözünün eri/Çıktığı yoldan dönmedi geri/Kararlıdır davasında/Anaların duasında/Recep Tayyip Erdoğan/Sözü dosdoğru yoktur riyası/Zalimlerin korkulu rüyası/İnandığı yolda gider/Yıllardır beklenen lider/Recep Tayyip Erdoğan!
Tek adam kültüne merhabaEzginin sahibi Kazak besteci, söz yazarı Arslanbek Sultanbekov bu hırsızlık ve emrivakiye tabii müthiş kızdı.
CNN Türk’te Saynur Tezel’de gördük…
Şarkısının Türkiye’de “Sağlam İrade” malzemesi olacağını öğrenince adamın uykusu kaçmış. Sözde “seçim şarkısı” olarak Türkiye’de kendi adı altında eseri pazarlayanUğur Işılak; Kazak besteciye “Amma da uzun ettin!” minvali bir şeyler söyledi: “Biz bu işi aramızda hallederiz!” dedi.Sultanbekov bu sözlere büsbütün sinirlendi. Ve -mealen- “Beni aşağıya çekiyorsunuz! Ben satılık değilim!”diye ekledi: “Şarkımın siyaseten kullanılmasını istemiyorum!
Gariplere yoldaş/mazlumlara sırdaş/Recep Tayyip Erdoğan” destanının şu başına gelenlere bakın!
Orijinal adını Kazak Türklerinin “Dombıra” enstrümanından alan ve özgür Kazak atlılarıyla özdeşleştirilen efsane şarkının hayatımıza yaptığı bu acayip skandal giriş,Recep Tayyip Erdoğan Marşı’nın gerçekte simgelediği asıl büyük paradigmadeğişikliğini ikinci plana attı.
İktidar partisinin seçim propagandasının aleni biçimde çalıntı şarkıya dayandırılması, tabii başlıbaşına skandal.
Ama olayın, bir o denli çarpıcı olan yanı, şarkıya Türkiye’de yazılan propaganda sözleri ile muhtevası…Şarkı, dört dörtlük bir “tek adam kültü”ne hizmet etmek üzere sil baştan programlanmış…AKP’nin 30 Mart yerel seçimleri için hazırlattığı seçim şarkısı” adı altında piyasa sürülen şarkıda AKP’nin aslında hiç izi yok. Varsa yoksa Recep Tayyip Erdoğan parlatılıyor!
AKP ‘out’, RTE ‘in’ 
Başka deyişle “Recep Tayyip Erdoğan” adı AKP’nin “marka değeri”ni sıfırlamış oluyor. Yolsuzluklarla malul olan ve kirlenen “AK Parti markası” böylece tü kaka oluyor; onun yerine çıktığı yoldan dönmeyen ve davasında kararlı” RTE yüceltiliyor!Böylelikle bir taşla iki kuş vuruluyor.
Bir yandan AKP’den dört bakan götüren skandallardan arınmak/soyutlanmak amacı gözetilirken diğer yandan önümüzdeki yaz aylarında yoğun biçimde tedavüle sokulacak olan “cumhurbaşkanlığı seçimlerinin marka”çalışması yapılıyor…Sağlam İrade” afişleri ve Alaatddin’nin Cin’i gibi orada burada zuhur eden “Erdoğan hologramlarından sonra bir de şimdi “Recep Tayyip Erdoğan” marşları piyasaya sürülüyor.
Öyle ki cumhurbaşkanlığı seçimleri kertesine gelindiğinde…
Çok büyük olasılıkla AKP’den artık hiç bahsedilmeyecek…
Ortam hodri meydan “Kefenimizle geldik, ölümüne seninleyiz!”“Biatsa biat, itaatse itaat!” korosuna kalacak.
Alo Fatih”, “Alo TİB”, “Alo MİT” hatlarını yöneten Sağlam İrade” kampanyayı; bu yolla sonuna dek kendi kişisel kontroline alıp şartlayacak.
TV haberlerinin altındaki ufak “kayan yazılarından dahi kovulan muhalefet; zapturapt altına sokulan sanal ortamda da sürgün yiyecek…Sosyal medya ve Twitter; “Kerime Hanım Sümeyye’nin “troll”leriyle örgütlenecek…
Sağlam İrade” neyi artık gerçek kabul ederse o tartışılmaz gerçek olacak!
Denge-fren yok olduğunda
Bir ülkede “denge-fren mekanizmaları” sıfırlandığında, işte olacak olan budur.
Kullanışlı “Yetmez ama evet” tayfasına yıllar boyu bunu, bu “denge-fren”lere sahip çıkmanın önemini anlatmaya çalışmıştık ama sesimizi duyuramadık.
Bugün aynı tayfa en üst perdeden; “Şunu bilin ki günü geldiğinde, demokrasi ve hukuk devletiyle özgürlükler konusunda hesabı biz değil siz vereceksiniz!” diye esip üfüren retorik yazılar yazıyor.
Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye!
Hele MİT yasası da Meclis’ten geçsin, bundan sonra yaşanacaklar “suskun dünyanın hür sesi Recep Tayyip Erdoğan için çocuk oyuncağı olacak…
Bizler hepten susunca bir tek onun “hür”sesi duyulacak!  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

22 Şubat 2014 Cumartesi

‘Tehlikenin Farkında mısınız?’ Demiştik...- NİLGÜN CERRAHOĞLU

21 Şubat 2014 tarihli gazetelerin manşetlerini yan yana koyun; hangi “dönenceye”girdiğimizi anlayın... Dün ben böyle yaptım ve üstüme koca bir yük bindi...
Önce bizim manşetle başladım. Fotoğrafı her zamanki gibi en geniş açı çekenCumhuriyet olmuş:
“Farkında mısınız?” diye çıkan Cumhuriyet’in başlığı, sekiz yıl öncesinin tarihi“Tehlikenin Farkında mısınız?” başlığına gönderme yapıyor.
“Demokrasi ve özgürlükleri askıya alan yasalarla kararlar arka arkaya dizildi” diyor Cumhuriyet; hukuk devletinin sonunu ilan eden “Diktatörlük yasaları” ile birlikte,“Herkes kontrol edilecek başlıklarını kullanıyor.
B u n l a r ı n a l t ı n d a “ F i i l i OHA L ” v e Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan Goebbelsyöntemi izliyor” haberleri var...
Hemen yanda da Obama-Erdoğan görüşmesi” ile “Beyaz Saray’a kaygı mektubugösterilmiş.İlaveten Cihaner’in “MİT anayasanın da üzerine çıkıyor” tespiti öne çıkarılmış ve göbeğe “Sümeyye’nin ‘troll’leri” yerleştirilmiş...

TC ‘büyük biraderRadikal’e geçiyorum.
Büyük “göz” altında “TC 1984” yazısı dikkat çekiyor.“MİT yasa tasarısı, Türkiye’yi George Orwell’ın romanında anlattığı ülke haline getirecek düzenlemeler içeriyor. Tasarı yasalaşırsa kamu kurumları ve bankalar her türlü bilgi, belge ve veriyi MİT’e vermek zorunda... Müşteri sırrı, kişisel veriler, özel yaşamın gizliliği diye bir şey kalmayacak. Tıbbi sorunlarınız, kredi kartı harcamalarınız, hangi otelde kaldığınız, kısacası size ait ne varsa ‘büyük birader’in gözetiminde olacak.Taraf’a bakıyorum:“Üniversiteye de konuşma yasağı. Yeni disiplin yönetmeliği 12 Eylül’ü geri bıraktı” diyor Taraf’ın manşeti, yürek yakan şu sözleri ilave ediyor:“Taraf’ın aradığı ünlü profesör; ‘Konuşmamız imkânsız hale geldi. Lütfen görüş almak için bizi artık aramayın’ dedi. Amaç tam sessizlik.”Zaman’a da gözüm kayıyor...
Sürmanşette “Türkiye, otoriter bir rejime dönüşüyor” başlığı okunuyor.
Derin sırlar ülkesiEn son, en yeni gazetemiz... Karşı’nın baş sayfasını inceliyorum.“Sır toplantı” diye tarif edilen Haliç zirvesi için, “Başbakan Erdoğan, Yasin el Kadı,Hakan Fidan’la ne konuştu?” sorusu soruluyor. Altta durumun ve hametine dikkat çeken bir Kılıçdaroğlu demeci var: “Başbakan Erdoğan kendi devletini kuruyor. Kendi sermayesini, medyasını, STK’larını oluşturuyor. Bu paralel devletin en önemli ayaklarından biri TÜRGEV. Başbakan sadece kendisini değil, çevresini de zengin ediyor...
Yurt’a dönüyorum.
Hilmioğlu için “Ölümüne özgürlük” diyor: “Beş yıldır Silivri’de tutulan ağır hasta Fatih Hilmioğlu için AYM nihayet tahliye kararı verdi.” Yanda bir kutu içinde“Ergenekon’da ölenlerin” trajik biçimde resimleri dizili: “Türkan Saylanİlhan Selçuk,Kuddusi OkkırKaşif Kozanoğlu, Erhan GökselUçkun GerayAli Tatar...Aşağıda “MİT rejimi geliyor”, “MİT bankalara giriyor” deniyor...
Sol gazetesi, Sümeyye’nin troll’lerini sürmanşete çekmiş...
Ana başlık olarak “Paçayı kurtarma yasaları tercih edilmiş: “Soruşturmalar sonsuza dek kapatılacak”, “İhbar eden vatandaş deşifre olacak”, “Haber yapanlara hapis cezası”, “Ankara’da polise OHAL yetkisi” diyor...
Hitler benzetmesiBirGün“Seni Birine Benzettik” diye çıkmış: “Yolsuzluk operasyonu sonrası sürekliiç düşman-dış düşman yaratan, olmayacak yalanlar ortaya atan, halkına yaftalar bulan Başbakan’ın söylemleri bakın kime benziyor ifadelerinin kullanıldığı manşet altında Hitler ekibinin resmi bulunuyor.
Akabinde, “Polis devletinden istihbarat devletine haberi veriliyor...
Sözcü Hitler benzetmesini nerdeyse sayfanın tamamını kaplayan bir başlıkla ayrıntılandırmış:“Hitler dönemi-Tayyip dönemi arasında şaşırtıcı benzerlikler var” diyor gazete;“Halka baskı ve zulümden, kendi polis ve istihbarat teşkilatını kurmaya hatta sanat düşmanlığına kadar her özellik aynı!
Kasvet veren Hitler-Tayyip dönemi karşıtlaştırmasında, kadının sırf aileye endekslitanınan konumundan üç çocuk dayatmasına; düşünce ve ifade özgürlüğü düşmanlığına; totaliter, tektip yaşam zorlamasına; lidere bağlı sermaye sınıfı çıkarmaya; lidere bağlı polis, istihbarat teşkilatı kurmaya dek uzanan ortak tüm noktalar vurgulanmış.Gazete manşetleri ardından bir de üstüne AKP’nin son seçim şarkısını, pardon marşını dinledim mi size?“Cengiz Han Marşı” iktidar partisinin seçim marşı olmuş!Aslında iktidar partisi marşı demek de yanlış. Yekten Recep Tayyip Erdoğan Marşı yapılmış...“Görüldüğü gibi olan/ Gücünü milletten alan/ Recep Tayyip Erdoğan.../ Mazlumlara sırdaş olan/ Gariplere yoldaş olan/ Recep Tayyip Erdoğan” şeklindeki nakarat faslında döne döne bu vurgulanıyor.“Sağlam İrade” afişlerindeki “tekadam dönüşümü seçim marşına bire bir yansımış.Göz önünde bir eşik atlanıyor.
Günden güne sıkıştırılan mengeneyi, yüreğimizde hissetmenin ötesinde... Bunu önlemek adına hiçbir şey yapamıyoruz!  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

21 Şubat 2014 Cuma

Ölüm yıldönümünde anıyoruz: İsmail Gülgeç - ZEYNEP ORAL

Sevgili okurlar. Uzaklardayım. Bugün bu köşeyi, çok sevip saydığım eşsiz bir insanı, İsmail Gülgeç’i anmak üzere Şükrü KOCAGÖZ’e bırakıyorum... İşte “İsmail’in (kendisince öyle olmayan) olağanüstü yaşamı.

Engel Tanımayan Engelli

İsmail Gülgeç bu ülke için kahramanlık öyküsü olan bir yaşam sürdü ve bunu bütün içtenliği ile doğal saydı. Engelli durumundan yakındığını bir kez gördüm; o da bir vergi yasası değişikliğinde bazı muafiyetlerin kaldırılması söz konusu olunca toplumun, giderek hükümetin engellilere karşı olan tavrından yakınmasıydı.
1969 yılıydı. İsmail ile Demokrat İzmir gazetesinde tanıştık. Zeminden bir kat yukarıdaki odama kapıcı Mustafa Efendi ve rotatifte çalışan iki genç çocuk tekerlekli sandalyesini havalandırıp merdivenlerden çıkarak getirdiler. Hemen ardından yukarıdan gazetenin genel yayın müdürü Attilâ Abi (İlhan) indi. Hiçbir karesi yayımlanmamış olsa da kıdemli resimli romancı olarak Attilâ Abi İsmail’i bana emanet (!) ediyordu. İsmail hemen karakterleri çok kalabalık bir köy hikâyesi çizmeye başladı...


İsmail bu işe içgüdüsel olarak merak sardığını ve piyasadaki resimli romanlar gibi bir şeyler çizmeye başladığını anlattı. O sıralar en önemli yayın Suat Yalaz’ın Kaan’ıydı. Çizdiklerini toplayıp İstanbul’da Suat Yalaz’a götürmüş. Suat Bey ona resimli romanın çini mürekkep, tarama ucu, fırça, cetvel, rapido ile çizildiğini anlatmış, göstermiş. Dönüp doğru malzemeler ile çizmeye başlamış.
Perspektifi çize çize öğrenmiş. Kısa sürede ben de kendisine bu alandaki sınırlı bilgi ve becerimi aktardım. İsmail karikatür türündeki bandını hazırlarken bir taraftan da“ciddi” çizgilerle denemelere başladı.
Ruh ikizliği
Daha sonra ikimize resimli romancı Mithat Akman katıldı. (Sonradan o da benim gibi mimar oldu). Mithat “temiz” çizgilerle aşk ve polisiye konular çizerdi. Attilâ Ağabey onunkileri fazla bekletmeden basmıştı. Bir süre sonra “Kuzum sen çizdiğinden daha iyi metinleri yazıyorsun” diyerek beni zaman zaman İsmail’in senaryolarına bulaşmaya itti. Bundan sonra ve birlikte çok eğlenerek onun senaryolarını konuştuk. Bu süreçte kafalarımızın müşterek çalışması birinin attığı diyaloğu öbürünün geliştirmesi neredeyse bir ruh ikizi hali yarattı. Ve bu bizi birbirimize kimseye anlatamayacağımız şekilde bağlayan şey oldu.
Aradan yıllar geçti: Bir gün İsmail “Çok önemli bir durum var” diyor. Bir seri ameliyat geçirirse yürüme ihtimali varmış, kim söyledi diye soruyorum. “Veli Lök” diyor. Baba dostu, İzmir’in, Türkiye’nin en iyi ortopedisti. Çok seviniyorum. “Sevinme” diyor. “SSK’nin hekimler kurulundan onay almadan masrafları kendim yapamam. Kurulda bir bayan hekim karşı çıkıyor. ‘Efendim ameliyatların başarı şansı yüzde on. Sosyal Sigortalar bu olasılık için masraf yapmamalı’ diyor.Ben de ona hanımefendi siz gelin bu tekerlekliye oturun, ben oradan size yüzde on şansınız var, diyeyim. Ondan sonra karar verin dedim. Kapıyı vurup çıktım. Şimdi kararı bekliyoruz” diyor.
Ama karar olumlu çıktı. İsmail her seferinde haftalarca yatakta alçılı kaldığı bir seri ameliyattan sonra koltuk değnekleri ile yürümeye başladı. Yeniden doğmuş gibiydi. Koltuk değnekleri ile yürümekten hiç sıkıntısı, kompleksi yoktu. Bir gün İzmir’de Martı kebapçısında döner yerken Yalçın Pekşen, “İsmail senin komplekssizliğinden komplekse kapılıyorum” demişti. İsmail ameliyatlardan sonra bir süre daha İzmir’de çalıştıktan sonra Milliyet’e, İstanbul’a gitti. İkimizin de zaten çok sevdiğiSuavi Süalp’le ça- lışması istenmişti. Sanırım fikir Ab- di İpekçi’nindi. Ona kim önermiş hiçbir zaman öğrenemedim. Ama Milliyet’in mermer yuvarlak dö- ner merdivenlerini İsmail ile çıkarken sanırım ben ondan çok gurur duyuyordum.
Abdi Bey ona çok büyük bir iyilik daha yaptı. Önayak oldu, belki de Türkiye’nin ilk engelli otomobilini getirtti. Ehliyet aldırdı. Yeşil (bir otomatik DAF mıydı) bir arabaydı. İlk yanına oturduğumda biraz heyecanlandım. “Bak aylardır kullanıyorum, sen bindin diye kaza yapacak değilim” diyerek hızla trafiğe daldı. Biraz daha beni korkutarak eğlendik. Sonra alıştım. O da araba ile Avrupa turuna çıktı. Haftalık çizimlerle yolculuk anılarını aktardı.
Son yıllarda “Çanakkale İnzivası” nedeni ile telefonlaşıyorduk. O her zamanki sakin iniş çıkışsız hafifçe genizden duygusal titreşimli ifadesi ile sanki başkasından bahseder gibi kanser tedavisini veya beyin tümörü ameliyatını aktarıyordu. Bu donuk söylemlerin ardında ikimizin de sözünü etmeden düşündüğümüz, üzerinde titrediğimiz çizim yetisinin eksilmemesi düşüncemizdi. Teselli filan değil; son ana kadar çizme isteğini başardı.

Gerçek bir engelsiz
İsmail’in yaşamı, sürekli engelleri aştığı için ülkemizdeki engelliler için bir kahramanlık öyküsüdür diyemeyeceğim, çünkü o en medeni insanın bile başaramadığı, engel diye bir şeyi tanımlamayan, bu kavramın dışında bütün içtenliği ile var olabilen bir yapıdaydı. O yaşamın maddi, manevi zorlukları karşısında gerçek bir engelsizdi.
Bu yazıyı uçakta bitirdim. Cenazeye yetişemedim. Pencereden bakıyorum. Orada bir bulutun üzerinde oturmuş dizüstü aşağıya bakarken bana işaret ediyor. “Yav bak bu bulutun üstünden bakınca aşağıda dünyadayken görmediğim kadar çok matrak şey görülüyor.” 

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet 

‘Kullanın Onu!’ ‘Kullanın Beni!’ - MERİÇ VELİDEDEOĞLU

“Onu kullanın!”, “Süpürüp atmayın!” diye yana yakıla haykıran “Zapsu”nun bu yalvarışını “ABD”nin kabul etmesiyle, ülkemizin getirildiği durum ortada... 
Ötekine, “Kullanın beni!” diye beden diliyle de yakaran “Bebek Katili”ne gelince...
Teslim alınıp “İmralı”ya getirilen terörist başı “A. Öcalan” kendisini sorgulayan “J.K. Alb. H. Atilla Uğur”a o böyle sesleniyor “1999” yılının “Şubat”ında. 
“Terör örgütü PKK” konusunda uzmanlaşmış olan Alb. H. A. Uğur; günlerce süren bu sorgulamayla, “Öcalan”ı yargılamanın yolunu açacaktır. “TSK”nin “terör”konusunda, terörle “savaşım” konusunda uzmanlaşması kuşkusuz hiç kolay olmadı, dolaysıyle “E. Alb. H. A. Uğur”un da -bir bakıma ailesinin de...

Yıllar sonra “terörist” suçlamasıyla tutuklanıp yargılandığı “Silivri”de, sözde“Ergenekon Davası” sürecinde eşi “Pakize Uğur”dan dinlemiştim, öğlenleri verilen bir “ara” sırasında. Tutukluların da katılmasıyla, mahkeme salonunda jandarmalarla çevrili küçük bir alanda yapılan bu buluşmalar, “Başkan Yargıç Köksal Şengün”ün bu “insancıl” tutumuyla gerçekleşirdi... 
“Pakize Uğur” yakınmayan bir sesle: “Oğlumuz henüz dört yaşında; ‘Mardin’deki lojmandayız; bir gün aniden roketler yağmaya başladı her yönden; ilk anda insan ne yapacağını şaşırıyorsa da gerekeni yine yapıyor; iç koridora boylu boyuncauzanıyoruz; oğlan bunun oyun olmadığını anlıyor, sokuldukça sokuluyor bana...”“1993”te “Mardin Kızıltepe”ye “PKK”nin yaptığı o yoğun acımasız saldırıyı püskürttüklerini anlatarak konuşmaya katılmıştı “Alb. H. A. Uğur”. ’90’lı yıllarda, “Turizm”i baltalamak amacıyla “Antalya”da başlatılan “terör”ün önüne geçilmesi için görevlendirilen Alb. H.A. Uğur: “1997-1998’de altı ay geceli gündüzlü takip ve çarpışmalarla iki terörist grubunu etkisiz hale getirdik; böylece Antalya’da ‘terör’yapamayacaklarını anladılar!” dedi. 
Kısa bir suskunluktan sonra: “Öcalan, ‘1999-2001’ yıllarında, kendi örgütünü‘bitirme’ noktasına gelmişti; hiç kimse terör örgütünün eylemselliğini ‘kaybetti’ğini inkâr edemez!” diye ekledi. 
Evet öyleydi; ne ki çoktan hazırlanmış “BOP”un da yaşama geçirilme süreci başlatılmış, “2002”de “R.T. Erdoğan” sahnede yerini almıştı. 
Yavaş yavaş tırmanışa geçirilen “terör” -plan gereği- şiddetini artırınca da -öngörüldüğü gibi- sıra “masa başı”na gelecekti, getirilecekti; bilindiği gibi öyle de oldu. Bu duruma; “terör örgütü ile pazarlık” yapılmasına “E. Alb. H.A. Uğur”şiddetle karşı çıkar; “Terörist başı ‘Apo’ya elini veren kolunu; kolunu veren bütün vücudunu kaptırır!” diyerek “uyarılar” yapar. 
Böyle bir yapıda olan “Öcalan”; günün deyimiyle söylersek tam bir “enstrüman”dır,“ABD”, “AB” dolaysiyle “BOP” için. Kuşkusuz bunun anlamını çok iyi bilen “Alb. Uğur” -pazarlıkta- “TC Devleti”ni temsil eden “MİT”çi “H. Fidan”ın, “SayınÖcalan!” demesine karşı çıkar haklı olarak. 
Çünkü “Terörist başı”na uygun görülen bu söz, “saygı”dan “öte” bir seslenişti; bir tür “eşitleme”ydi; ardından geleceklere “yol” açmaydı ki, bunun örneğini de verir“Alb. Uğur”. 
“Pazarlık” masasına “PKK” adına oturan -sicilli teröristlerden olup aranan- “S. Ok”a, “M. Karasu”ya, “Z. Aydar”a; “Güneydoğu’daki ‘devlet’ görevlilerinden ‘şikâyetçi” olduğunuz ‘kimse’ var mı?” diye sorar, “Öcalan”“sayın” diyen o ağız. 
“AKP” iktidarınca böyle adım adım; sindire sindire yürütülen “Açılım Süreci”ne,“Açılım ihaneti” diyen “Alb. Uğur”; bu “bölünme açılımı”nı, “savunma”sında da ele alarak halkı bilgilendirmeyi sürdürmüştü, “7 Şubat 2012”deki duruşmada. 
O gün “Silivri”de izlediğimiz bu yargılama sürerken; Ankara “MİT Olayı”yla, kısacası“H. Fidan”ın soruşturma için “savcılığa” çağrılmasıyla çalkalanıyordu. 
Anımsanacağı gibi “MİT” ayaklanmış; “hükümet” çırpınıyor; “PKK” ile müzakere masasında “Başbakan”ı dört dörtlük temsil edip “bölünme açılımı”nı -başarıyla(!)- yürüten “H. Fidan”ı canla başla korumak için... 
“Başkent”t“Fidan” uğruna “kıyamet” kopa dursun, “Silivri”de duruşma bütün sıcaklığıyla sürüyor: “Alb. Uğur” bu “pazarlığın”“PKK”yi “siyasallaştırma”ya götüreceğini ve bunun sonuçlarını da ayrıntılarıyla anlatıyordu... 
“Bugün” ne denli “haklı” olduğu bir bir ortaya dökülüyor. 
Peki, “terörist” olmakla suçlanıp “2008”den bu yana “tutuklu” olan “E.J. Kd. Alb.Hasan Atilla Uğur” kim? 
Ülke, “o iki enstrüman”dan da kurtulmalıdır...  

MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Cumhuriyet

16 Şubat 2014 Pazar

Savcınızı Nasıl Alırsınız? - MUSTAFA BALBAY

Bu gidişle Meclis çalışmalarının sağlıklı yürüyebilmesi için Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün görev alması gerekecek. 
Meclis çatısı altında adeta yasa çalışması değil, yasa çatışması yaşanıyor. İktidarın her ne pahasına olursa olsun Meclis’ten geçirmeye yemin ettiği metinlere “yasa”demek olanaksız. Bunlar olsa olsa hükümetin “geçici yönetmelikleri” olabilir. Zira her biri kullanıldıktan sonra birkaç mevsim içinde yeniden değiştirilecek icraat araçları. 
AKP’li vekiller sadece parmak kaldırarak, o da yetmezse kavga ederek maddeleri oylamalara katıldıkları için, zaman zaman karışıklıklar da yaşanıyor. Birçoğu geçen maddenin amacının ne olduğundan habersiz. Grup Başkanvekili Muharrem İnce, AKP milletvekillerinin evet oyu verdiği bir maddeye hayır oyu vermeye koşullandıklarını bildiği için şaka yollu etrafına dönüp şunu önerdi: 
“Arkadaşlar, yasadaki bu maddeye biz evet oyu verelim, AKP’liler de bize bakıp hayır oyu verir. Hükümetin getirdiği taslağı reddetmiş olurlar.”
***
Meclis’in bu haftaki çalışmasında komisyonlardan Genel Kurul’a kadar yargıyı yeniden biçimlendirme girişimleri gündemdeydi. 
Demokratikleşme paketi diye topluma yutturulmaya çalışılan 22 maddelik değişiklik öylesine hukuk dışı maddeler içeriyor ki, bunlardan üç örnek versek her şeyi anlatmaya yetecek. 
AKP sözüm ona adil yargılamayı sağlamak için hâkim ve savcıların kendi hatalarından doğan bir başka yargı kararıyla kesinleşen tazminat davalarında parayı kendilerinin ödemesi ilkesini getirmişti. Mehmet Haberal, bu ilkeye dayanarak Ergenekon savcılarını dava etmiş, tutukluluğa devam kararının haksız verildiğini, bu dava yoluyla tescil ettirmişti. Mahkeme Ergenekon yargıçlarının tazminat ödemesine hükmetmişti. 

Eğer bu mahkeme kararı uygulansaydı, başta Ergenekon yargıçları olmak üzere tutukluluğun ve tutukluluğa devam kararının altına imza atanlar daha dikkatli davranacaktı. 
Ergenekon’da tahliyelerin gelebileceği telaşına kapılan hükümet, 2010 yılında apartopar yasayı değiştirdi. Hâkim ve savcılara hükmedilen tazminatların devlet tarafından ödenmesini “ileri demokrasi”“adil yargılama” diye Meclis’ten geçirdi. 
Devran döndü, aynı yargıç ve savcılar bu kez tutuklama kararlarını 17 Aralık süreci için kullanmaya başladılar. Tabii devran dönünce AKP de döndü... 
Gündemdeki değişikliklerle hâkim ve savcıların tazminatlarını artık devlet değil, kendileri ödeyecek.
***
Yine gündemdeki bir başka değişiklikle hakkında soruşturma yapılan bir kişinin mal varlığına el konulması için mahkeme heyetinin oybirliğiyle karar vermesi gerekecek. Bu oylamadan önce de MASAK, BDDK ve benzer kurumların raporu istenecek. 
Bu değişikliğin Türkçesi şu: 
Mallara el koymak olanaksızlaşacak. 
Buna karşın bir kişiye müebbet hapis cezası vermek için oybirliği değil oyçokluğu yeterli olacak. 
Bir başka değişiklik de katalog suçlar diye tanımlanan listede. Yasanın suç saydığı fiilleri işlemek üzere örgüt kuranlar artık katalog suçlar listesinden çıkarılıyor. Bunun Türkçesi de şu: 
17 Aralık sürecindeki soruşturmalara dayanak oluşturan delillerin neredeyse tümü dosya dışına çıkartılacak. Meclis’teki pakette ayrıca adli kolluk hakkında soruşturma yetkisi de Adalet Bakanlığı’nın iznine bağlanıyor. 
Bütün bunları topladığımızda 17 Aralık sürecinde yolsuzlukla suçlananlar bütün koruma zırhlarının ardından ifade vermeleri gerekirse kendilerine şu sorulacak: 
Savcınızı nasıl alırsınız?  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Maraş’tan Kabataş’a Yalanın Kanlı Tarihi - CAN DÜNDAR

Maraş katliamı bir yalanla başladı: 
Çiçek Sineması’nın yakınında bir ses bombası patlatılıp ülkücülerin saldırıya uğradığı söylendi. Kente, “Aleviler Sünnilere saldıracak, camileri yakacak” söylentisi yayıldı. 
Yalanın bilançosu: 
7 gün süren katliamda 150’ye yakın insan öldü.
***
Sivas katliamı bir kışkırtmayla başladı: 
Yerel bir gazete “Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorlar” manşetiyle çıktı. Yobazlar cuma namazı çıkışı kışkırtıldı, Aziz Nesin ve arkadaşlarının kaldığı otel kuşatıldı. 
Kışkırtmanın bilançosu: 
7 saat sonunda 35 insan katledildi.

***
Malatya katliamı bir palavrayla başladı: 
“Türkiye’de 40 bin kilise var. Misyonerler dört bir yanda cirit atıyor. Her yerde İncil dağıtıyorlar. İslam elden gidiyor” diye konferanslar verdiler. Solcu geçinenleri inandırıp demeçler verdirdiler. 
Palavranın bilançosu: 
Malatya Zirve Yayınevi’nde çalışan biri Alman, ikisi Türk üç Hıristiyan, boğazları kesilerek öldürüldü.
***
Böyle kanlı tarih sicili olan bir ülkede, hem de Gezi eylemi sırasında, polisin direniş karşısında parktan çekilmek zorunda kaldığı aşamada, “elleri deri eldivenli, üstleri çıplak, başı badanalı 70-100 kişilik bir grubun, yanında 6 aylık bebeği olan başörtülü bir kadını taciz ettiği, saldırdığı, yerlerde sürüklediği” yalanını üretirseniz, bunun adı “katliam davetiyesi”dir. 
Bu yalanı üreten akla, “iftiracı” denir. 
Bu yalanı kullanan Başbakan“halkı kin ve düşmanlığa sevk” etmiş demektir. 
Bu yalana ortak olanlar da “işbirlikçilikle, tahrikçilikle” itham edilir. 
Ortalığı böyle karıştıranlar, “İnanmak istemeyen inanmaz. 
Kimseye ispat etmek zorunda değilim” deyip işi kapatamaz. 
Siyaset meydanında konuyu bu kadar kullanan partinin sözcüsü, “Ben ne bileyim, Başbakan’a sorun” deyip kaçamaz. 
Bu propaganda savaşında gönüllü rol alanlar, “Hay Allah, yanıltılmışım” deyip sıyrılamaz. 
Vebali, tarihte yazılıdır; büyüktür.
***
Şükür ki, bu kez kitle sağduyuluydu. 
100 bine yakın insanın Taksim’i doldurduğu, İstanbul başta bütün ülkenin ayakta olduğu, meydanlara barikatlar kurulduğu bir günden söz ediyoruz. 
Böyle bir dönemde, insanların birbirine girmemesi, Başbakan’ın ısrarlı tahriklerine kulak vermemesi, işin, “başörtülü mağdurlar tacizci laikler” kavgasına sürüklenmemesi, tamamen sağduyunun eseridir. 
Umalım ki bu, dışardan birilerinin dolduruşuyla birbirini doğraya doğraya un ufak olmuş bir halkın, artık siyasetçinin, gazetecinin yalancısına güvenmemesinin, kolayından dolduruşa gelmemesinin neticesidir. 
“Camilerimize birayla girdiler. Yolda kızımıza saldırdılar” diye kürsülerden ısrarla yalanlar haykıran, sonra dün iki yalanı birbirine karıştırıp, “bira şişesiyle kızımıza saldırdılar” yalanını uyduran ve inananları kışkırtan sesin, tarihte benzer seslerin yaktığı aydınlara, kestiği kafalara, sıktığı kurşunlara bakıp “Bir katliamı da ben tetiklemiş olmayayım” diyerek öfkesini yatıştırması ve özür dileyip susması gerekir. 
“Kızcağızın eli uf olmuş, psikolojisi bozulmuş, ne çok gözyaşı dökmüş” diye ağıt yakanların da o günlerde vahşice dövülerek öldürülen, arabalar altında ezilen, gaz fişeğiyle katledilen, kör edilen, sakat bırakılan gençleri ve hâlâ mahkeme kapılarında hak arayan ailelerini hatırlayıp biraz utanması gerekir.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet