20’nci yüzyıl boyunca emperyalist sistemin ağababası konumunu üstlenmiş
olan ABD, Trump’ın Başkanlığı altında bu sistemin bazı ekonomik
ilkelerini tanımayacaktır.
Donald Trump küreselleşmeye karşı
Donald Trump seçim kampanyası boyunca “fabrikalarımız niçin kapandı; mavi yakalılar niçin işsiz kaldı?” sorularına iki yanıt getirdi: “Ucuz ithalat nedeniyle ve büyük Amerikan şirketleri üretimi ABD dışına taşıdıkları için…”
Bu teşhis kapitalist dünya sisteminin iki stratejik dayanağını da sorgulamaktadır: Dış ticarette ve sermaye hareketlerinde sınırsız serbestlik… Böylece, son elli yıla damgasını vurmuş olan küreselleşme doktrinine savaş ilan etmiş oldu. Teşhisin sonuçlarına bakalım: Gümrükler yükseltilerek ithalat frenlenmeli, korumacılık geri gelmelidir. ABD şirketlerinin dış yatırımları da sınırlanmalıdır.
20 Aralık’ta Başkanlık törenindeki konuşmasında Trump bu görüşleri tekrarladı. Aktaralım:
“Ülkemizin serveti, gücü, özgüveni kaybolup giderken başka ülkeleri zenginleştirdik. Fabrikalarımız teker teker kapanır; dışarıya taşınırken geride kalan milyonlarca Amerikan işçisini umursamadık. Orta sınıfımızın serveti koparıldı; dünyanın dört bir yanına dağıtıldı. Bugünden sonra ülkemizi yeni bir vizyon yönetecektir: Önce Amerika! Artık, ticaret, vergiler ve göç konusunda her karar, Amerikan işçilerini ve Amerikan ailelerini gözeterek alınacaktır. Ürünlerimizi yaparak, şirketlerimizi çalarak, işlerimizi yok ederek yıkım yaratan başka ülkelere karşı sınırlarımızı korumalıyız. Korumacılık büyük refah ve güç yaratacaktır. İki basit kural izleyeceğiz: Amerikan malı satın alın ve Amerikalıları çalıştırın!”
Konuşmadan iki gün sonra Başkan Trump ilk kararnamesini imzaladı ve ABD’nin Trans-Pacific Partnership (“TPP” veya “Pasifik-Ötesi Ortaklık”) anlaşmasından çekildiğini ilan etti.
Obama’nın büyük önem verdiği, ancak Kongre’nin onayından geçmemiş olan TPP, ABD ile Pasifik Okyanusu’nda kıyısı olan (Çin hariç) 11 ülke arasında öngörülen bir anlaşma olarak tasarlanmıştı. Serbest dış ticaret rejimlerinin yanı sıra, devletin yargı erkini dahi tasfiye eden bir “şirketler dünyası” (adeta “mutlak kapitalizm”) öngörülmekteydi. “ABD’nin rekabet gücünü ve bağımsızlığını zedeleyeceği” gerekçesiyle Trump, TPP’nin ölüm fermanını imzaladı.
Aynı gün, şirket yöneticileriyle yaptığı bir toplantıda, üretimi deniz-ötesine taşıyıp ABD’ye ihracat yapan şirketlere “çok yüksek ithalat vergisi uygulama” niyetini açıkladı. Meksika ve Kanada’yı da Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nı (NAFTA) yeniden müzakere etmek üzere davet etmesi bekleniyor.
Kısacası, 20’nci yüzyıl boyunca emperyalist sistemin ağababası konumunu üstlenmiş olan ABD, Trump’ın Başkanlığı altında bu sistemin bazı ekonomik ilkelerini tanımayacaktır.
Şi Jinping küreselleşmeyi sahipleniyor
Aynı günlerde, Çin Komünist Partisi (ÇKP) Genel Sekreteri ve Cumhurbaşkanı Şi Jinping İsviçre’de Çin’in dünyaya bakışına ışık tutan iki önemli konuşma yaptı.
Birincisi, 16 Şubat’ta Davos’ta, ikincisi ise 18 Şubat’ta Birleşmiş Milletler’in Cenevre’deki merkezinde yapıldı. Şinhua Haber Ajansı, Davos konuşmasının geniş özetini, Birleşmiş Milletler’deki bildirinin tam metnini yayımladı.
Şi Jinping’in metinleri ile Trump’ın son konuşmasını ve ilk uygulamalarını yan yana koyun, dünyaya ilişkin iki karşıt perspektif ortaya çıkmaktadır.
Şi’nin Davos konuşması, küreselleşme odaklıdır. Şinhua şu ifadelerle özetliyor: “Dünyanın sorunlarını ekonomik küreselleşmeye bağlamak gerçeklerle bağdaşmaz. Beğenmeseniz de, küresel ekonomi bir büyük okyanustur. Sermayenin, teknolojinin, malların, endüstrilerin ve insanların ülkeler arasındaki akımını kesmek, okyanus sularını göllere, ırmaklara akıtmak gibidir. Tarihsel eğilime ters düşer. Ancak, küresel gelişme düzensizdir; bu nedenle insanların beklentilerini karşılamıyor. Bu güçlükleri, yeniliklerin sürüklediği, dengeli, hakkaniyetli, kapsayıcı bir gelişme modeli oluşturarak aşmalıyız.”
Şi, Davos’ta ayrıca, “küresel kurallar” hususunda Trump’ı örtülü olarak uyarmaktadır: “İmzacı ülkelerin iklim değişimi üzerindeki Paris sözleşmesine uyma yükümlülüğünü” hatırlatmakta ve “korumacılıktan ve bir ticaret savaşından kimse kazançlı çıkmaz” uyarısını yapmaktadır.
Şi Jinping, Cenevre’deki Birleşmiş Milletler konuşmasını ise şu sorularla başlatıyor: “Nereden geliyoruz? Neredeyiz? Nereye gidiyoruz?”
İki büyük savaşı, sömürge halklarının bağımsızlık mücadelelerini, altmış küsur yıl önce Bandung’ta Bağlantısızlar Hareketi tarafından kabul edilen “bir arada yaşama ilkelerini” hatırlatarak geçmişe bakıyor. Son durak soğuk savaşın bitimidir.
Bugünün dünyasında ise, “insanlar işbirliği ve ortaklaşa gelişme özlemi içine girmiştir.” Ancak, engeller, tehlikeler hâlâ süregelmektedir: Nedir bunlar? “Küresel büyümede durgunluk, finansal krizin izleri, gelişmişlik düzeylerinde artan farklılaşmalar, soğuk savaş perspektiflerinin devamı, güce dayalı politikalarda ısrar nedeniyle silahlı çatışmalar, terör gibi yepyeni güvenlik riskleri, göçmen krizleri…”
Şi, devletler arası ilişkilerde gereken ilkeleri savunuyor:
“Küçük-büyük, güçlü-zayıf tüm ülkelerin bağımsızlığını, haysiyetini
gözeten eşit hükümranlık ve karşılıklı bağımlılık içinde
çok-kutupluluk…”
Böylece Çin, emperyalizmin ekonomik kurallarını (“ekonomik küreselleşme”yi) sahiplenen; ancak, ABD hegemonyasına dayanan tek-kutuplu dünyayı reddeden bir perspektif ortaya koyuyor. Ona göre bu, “barış güçlerinin savaş etkenlerine baskın çıkacağı, herkesin kazançlı çıkacağı bir dünya” beklentisine yol açacaktır.
Şi, Bağlantısızlar Hareketi’nin “içişlere karışmama” ilkesinden hareket ediyor ve ülkesine dönük “insan hakları” eleştirilerini ÇKP perspektifi içinde yanıtlıyor: “Halkın haklarına, çıkarlarına öncelik verdik; insan haklarını koruma ve geliştirmeye daima gayret ettik. Çin, 1,3 milyar insanın temel ihtiyaçlarını karşıladı; 700 milyon insanı yoksulluktan kurtardı ve böylece küresel düzlemde insan haklarına önemli bir katkı sağladı.”
Konuşmasının sonlarında Şi Jinping, küreselleşmeye Çin’in katkılarını da vurguluyor: “Uluslararası finansal krizin patlak vermesinden sonra küresel büyümenin ortalama %30’unu Çin sağladı. Önümüzdeki beş yıl içinde Çin 800 milyar dolarlık mal ithal edecek; 600 milyar dolar yabancı sermaye çekecek; dışarıya 750 milyar dolarlık yatırım yapacak; Çinli turistler ülkeleri dışında 700 milyon dolar harcayacaktır. Bütün bunlar, diğer ülkelere gelişme fırsatları yaratacaktır.”
Bu ifadeler Trump’ı tatmin edemez. Zira, Çin’in ithalat talebi vurgulanırken dış ticaret (ihracat) fazlası suskunlukla geçiştiriliyor. Yeni başkanın Çin’e dönük ana yakınması da budur..
Çin, net sermaye ihracatçısı oluyor
Şi Jinping Cenevre konuşmasında, Çin’in dünya ekonomisindeki konumunun niteliksel dönüşümüne dikkat çekiyor: Beş yıl içinde sermaye ihracı, yabancı sermaye girişlerini 150 milyar dolar aşacaktır. Bir anlamda emperyalist sistemin merkezine terfi söz konusudur.
Aynı doğrultuda başka bazı veriler de var. Uzunca bir süreden beri, Amerikan devletinin en büyük yabancı alacaklısı Çin devletidir. Eylül 2016’da Çin Merkez Bankası rezervlerinin 1,17 trilyon (1170 milyar) doları ABD hazine bonolarından oluşmaktaydı.
Bu, portföy yatırımlarının en düşük getirili, “pasif” türlerine ilişkin eski bilgidir. Daha önemli bilgi, Çin devletine veya özel sermayesine ait şirketlerin doğrudan yatırımlarındaki gelişmelerle ilgilidir.
Çin’in astronomik rezervlerinin bir bölümü, Chinese Investment Corporation (CIC) adını taşıyan bir devlet yatırım fonu tarafından kullanılmaktadır. CIC’nin başkanı Ding Şuedong Donald Trump’a şu çağrıda bulundu: “ABD alt yapısına dönük yatırımları artırmayı planlıyorsunuz. ABD hükümetinin ve özel şirketlerin yeterli parası yok. Biz bu alanlarda tasarım, uygulama ve yönetim olarak zengin deney sahibiyiz. ABD’den ortaklar bulup bu işi üstlenebiliriz.” (CNBC 12 Ocak).
CIC’nin son altı yılda çeşitli ülkelerde limanlar için 46 milyar dolarlık yatırım yaptığı da haberleşmiştir.
Yeni bilgiler, Çin’in “net sermaye ihracatçısı” konumunun bugünden gerçekleşmekte olduğunu da gösteriyor. 2016’da Çin şirketlerinin ABD’ye doğrudan yatırımları 45,6 milyar dolara ulaşmış; ilk defa “net fazla” gerekleşmiştir. Bu şirketler Amerika’da 100.000’i aşkın istihdam yaratmaktadır.
Benzer bir durum Çin’in AB’deki doğrudan yatırımları için de geçerlidir. 2016’da bu akım 35,1 milyar avro’ya ulaşmış; AB’nin Çin’e dönük yatırımlarını birkaç kat aşmıştır (Financial Times 2, 11 ve 12 Ocak).
Bu artışlar, ABD, Almanya ve Avustralya hükümetlerince yüksek teknolojilere dönük Çin yatırımlarına getirilen kısıtlara rağmen gerçekleşmiştir.
Dünya sistemi yeniden biçimleniyor
Olgular gösteriyor ki, kapitalist dünya sisteminin hiyerarşik yapısı yeniden biçimlenmektedir.
Uluslararası sermayenin ortak programını oluşturan ekonomik küreselleşme, Trump yönetiminin tehdidi altındadır ve şu anda Çin tarafından üstlenilmektedir.
Dahası, Çin kapitalizmi, net sermaye ihracatçısı konumuna gelmiştir. Kapitalizmin emperyalizme dönüşümünü belirleyen ekonomik gelişimlerden sadece biri söz konusudur.
Çin’de özel sektör büyümekte, sermaye ihraç etmektedir; ama emperyalizme dönüşümün diğer ekonomik öğeleri, yani, tekelleşme eğilimi ve finans kapitalin egemenliği olguları tartışmalıdır. Stratejik sektörlerde kamu mülkiyetinin önem taşıdığı; finansal sisteme ise devlet bankalarının egemen olduğu bir kapitalizm söz konusudur.
Emperyalizmin devlet politikalarıyla bağlantılı dünyaya hükmetme mücadelesinde ise ABD’nin gerileyen gücü, istikrarsız bir boşluğa yola açmaktadır.
Trump, “rejimleri silah gücüyle değiştirme” gündemini reddetme eğilimindedir. Ancak, Pentagon ve istihbarat örgütlerine söz geçirebileceği şüphelidir.
Ekonomik küreselleşmenin liderliğine aday olan Şi Jinping ise, “çok kutupluluk, eşit hükümranlık, bağımsızlık” vurgulamalarıyla hegemonya arayışından (belki de şimdilik) uzak durmaktadır.
Kapitalist dünya sistemi dönüşüm ve kargaşa içindedir.
Korkut Boratav / BİRGÜN
Donald Trump küreselleşmeye karşı
Donald Trump seçim kampanyası boyunca “fabrikalarımız niçin kapandı; mavi yakalılar niçin işsiz kaldı?” sorularına iki yanıt getirdi: “Ucuz ithalat nedeniyle ve büyük Amerikan şirketleri üretimi ABD dışına taşıdıkları için…”
Bu teşhis kapitalist dünya sisteminin iki stratejik dayanağını da sorgulamaktadır: Dış ticarette ve sermaye hareketlerinde sınırsız serbestlik… Böylece, son elli yıla damgasını vurmuş olan küreselleşme doktrinine savaş ilan etmiş oldu. Teşhisin sonuçlarına bakalım: Gümrükler yükseltilerek ithalat frenlenmeli, korumacılık geri gelmelidir. ABD şirketlerinin dış yatırımları da sınırlanmalıdır.
20 Aralık’ta Başkanlık törenindeki konuşmasında Trump bu görüşleri tekrarladı. Aktaralım:
“Ülkemizin serveti, gücü, özgüveni kaybolup giderken başka ülkeleri zenginleştirdik. Fabrikalarımız teker teker kapanır; dışarıya taşınırken geride kalan milyonlarca Amerikan işçisini umursamadık. Orta sınıfımızın serveti koparıldı; dünyanın dört bir yanına dağıtıldı. Bugünden sonra ülkemizi yeni bir vizyon yönetecektir: Önce Amerika! Artık, ticaret, vergiler ve göç konusunda her karar, Amerikan işçilerini ve Amerikan ailelerini gözeterek alınacaktır. Ürünlerimizi yaparak, şirketlerimizi çalarak, işlerimizi yok ederek yıkım yaratan başka ülkelere karşı sınırlarımızı korumalıyız. Korumacılık büyük refah ve güç yaratacaktır. İki basit kural izleyeceğiz: Amerikan malı satın alın ve Amerikalıları çalıştırın!”
Konuşmadan iki gün sonra Başkan Trump ilk kararnamesini imzaladı ve ABD’nin Trans-Pacific Partnership (“TPP” veya “Pasifik-Ötesi Ortaklık”) anlaşmasından çekildiğini ilan etti.
Obama’nın büyük önem verdiği, ancak Kongre’nin onayından geçmemiş olan TPP, ABD ile Pasifik Okyanusu’nda kıyısı olan (Çin hariç) 11 ülke arasında öngörülen bir anlaşma olarak tasarlanmıştı. Serbest dış ticaret rejimlerinin yanı sıra, devletin yargı erkini dahi tasfiye eden bir “şirketler dünyası” (adeta “mutlak kapitalizm”) öngörülmekteydi. “ABD’nin rekabet gücünü ve bağımsızlığını zedeleyeceği” gerekçesiyle Trump, TPP’nin ölüm fermanını imzaladı.
Aynı gün, şirket yöneticileriyle yaptığı bir toplantıda, üretimi deniz-ötesine taşıyıp ABD’ye ihracat yapan şirketlere “çok yüksek ithalat vergisi uygulama” niyetini açıkladı. Meksika ve Kanada’yı da Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nı (NAFTA) yeniden müzakere etmek üzere davet etmesi bekleniyor.
Kısacası, 20’nci yüzyıl boyunca emperyalist sistemin ağababası konumunu üstlenmiş olan ABD, Trump’ın Başkanlığı altında bu sistemin bazı ekonomik ilkelerini tanımayacaktır.
Şi Jinping küreselleşmeyi sahipleniyor
Aynı günlerde, Çin Komünist Partisi (ÇKP) Genel Sekreteri ve Cumhurbaşkanı Şi Jinping İsviçre’de Çin’in dünyaya bakışına ışık tutan iki önemli konuşma yaptı.
Birincisi, 16 Şubat’ta Davos’ta, ikincisi ise 18 Şubat’ta Birleşmiş Milletler’in Cenevre’deki merkezinde yapıldı. Şinhua Haber Ajansı, Davos konuşmasının geniş özetini, Birleşmiş Milletler’deki bildirinin tam metnini yayımladı.
Şi Jinping’in metinleri ile Trump’ın son konuşmasını ve ilk uygulamalarını yan yana koyun, dünyaya ilişkin iki karşıt perspektif ortaya çıkmaktadır.
Şi’nin Davos konuşması, küreselleşme odaklıdır. Şinhua şu ifadelerle özetliyor: “Dünyanın sorunlarını ekonomik küreselleşmeye bağlamak gerçeklerle bağdaşmaz. Beğenmeseniz de, küresel ekonomi bir büyük okyanustur. Sermayenin, teknolojinin, malların, endüstrilerin ve insanların ülkeler arasındaki akımını kesmek, okyanus sularını göllere, ırmaklara akıtmak gibidir. Tarihsel eğilime ters düşer. Ancak, küresel gelişme düzensizdir; bu nedenle insanların beklentilerini karşılamıyor. Bu güçlükleri, yeniliklerin sürüklediği, dengeli, hakkaniyetli, kapsayıcı bir gelişme modeli oluşturarak aşmalıyız.”
Şi, Davos’ta ayrıca, “küresel kurallar” hususunda Trump’ı örtülü olarak uyarmaktadır: “İmzacı ülkelerin iklim değişimi üzerindeki Paris sözleşmesine uyma yükümlülüğünü” hatırlatmakta ve “korumacılıktan ve bir ticaret savaşından kimse kazançlı çıkmaz” uyarısını yapmaktadır.
Şi Jinping, Cenevre’deki Birleşmiş Milletler konuşmasını ise şu sorularla başlatıyor: “Nereden geliyoruz? Neredeyiz? Nereye gidiyoruz?”
İki büyük savaşı, sömürge halklarının bağımsızlık mücadelelerini, altmış küsur yıl önce Bandung’ta Bağlantısızlar Hareketi tarafından kabul edilen “bir arada yaşama ilkelerini” hatırlatarak geçmişe bakıyor. Son durak soğuk savaşın bitimidir.
Bugünün dünyasında ise, “insanlar işbirliği ve ortaklaşa gelişme özlemi içine girmiştir.” Ancak, engeller, tehlikeler hâlâ süregelmektedir: Nedir bunlar? “Küresel büyümede durgunluk, finansal krizin izleri, gelişmişlik düzeylerinde artan farklılaşmalar, soğuk savaş perspektiflerinin devamı, güce dayalı politikalarda ısrar nedeniyle silahlı çatışmalar, terör gibi yepyeni güvenlik riskleri, göçmen krizleri…”
Böylece Çin, emperyalizmin ekonomik kurallarını (“ekonomik küreselleşme”yi) sahiplenen; ancak, ABD hegemonyasına dayanan tek-kutuplu dünyayı reddeden bir perspektif ortaya koyuyor. Ona göre bu, “barış güçlerinin savaş etkenlerine baskın çıkacağı, herkesin kazançlı çıkacağı bir dünya” beklentisine yol açacaktır.
Şi, Bağlantısızlar Hareketi’nin “içişlere karışmama” ilkesinden hareket ediyor ve ülkesine dönük “insan hakları” eleştirilerini ÇKP perspektifi içinde yanıtlıyor: “Halkın haklarına, çıkarlarına öncelik verdik; insan haklarını koruma ve geliştirmeye daima gayret ettik. Çin, 1,3 milyar insanın temel ihtiyaçlarını karşıladı; 700 milyon insanı yoksulluktan kurtardı ve böylece küresel düzlemde insan haklarına önemli bir katkı sağladı.”
Konuşmasının sonlarında Şi Jinping, küreselleşmeye Çin’in katkılarını da vurguluyor: “Uluslararası finansal krizin patlak vermesinden sonra küresel büyümenin ortalama %30’unu Çin sağladı. Önümüzdeki beş yıl içinde Çin 800 milyar dolarlık mal ithal edecek; 600 milyar dolar yabancı sermaye çekecek; dışarıya 750 milyar dolarlık yatırım yapacak; Çinli turistler ülkeleri dışında 700 milyon dolar harcayacaktır. Bütün bunlar, diğer ülkelere gelişme fırsatları yaratacaktır.”
Bu ifadeler Trump’ı tatmin edemez. Zira, Çin’in ithalat talebi vurgulanırken dış ticaret (ihracat) fazlası suskunlukla geçiştiriliyor. Yeni başkanın Çin’e dönük ana yakınması da budur..
Çin, net sermaye ihracatçısı oluyor
Şi Jinping Cenevre konuşmasında, Çin’in dünya ekonomisindeki konumunun niteliksel dönüşümüne dikkat çekiyor: Beş yıl içinde sermaye ihracı, yabancı sermaye girişlerini 150 milyar dolar aşacaktır. Bir anlamda emperyalist sistemin merkezine terfi söz konusudur.
Aynı doğrultuda başka bazı veriler de var. Uzunca bir süreden beri, Amerikan devletinin en büyük yabancı alacaklısı Çin devletidir. Eylül 2016’da Çin Merkez Bankası rezervlerinin 1,17 trilyon (1170 milyar) doları ABD hazine bonolarından oluşmaktaydı.
Bu, portföy yatırımlarının en düşük getirili, “pasif” türlerine ilişkin eski bilgidir. Daha önemli bilgi, Çin devletine veya özel sermayesine ait şirketlerin doğrudan yatırımlarındaki gelişmelerle ilgilidir.
Çin’in astronomik rezervlerinin bir bölümü, Chinese Investment Corporation (CIC) adını taşıyan bir devlet yatırım fonu tarafından kullanılmaktadır. CIC’nin başkanı Ding Şuedong Donald Trump’a şu çağrıda bulundu: “ABD alt yapısına dönük yatırımları artırmayı planlıyorsunuz. ABD hükümetinin ve özel şirketlerin yeterli parası yok. Biz bu alanlarda tasarım, uygulama ve yönetim olarak zengin deney sahibiyiz. ABD’den ortaklar bulup bu işi üstlenebiliriz.” (CNBC 12 Ocak).
CIC’nin son altı yılda çeşitli ülkelerde limanlar için 46 milyar dolarlık yatırım yaptığı da haberleşmiştir.
Yeni bilgiler, Çin’in “net sermaye ihracatçısı” konumunun bugünden gerçekleşmekte olduğunu da gösteriyor. 2016’da Çin şirketlerinin ABD’ye doğrudan yatırımları 45,6 milyar dolara ulaşmış; ilk defa “net fazla” gerekleşmiştir. Bu şirketler Amerika’da 100.000’i aşkın istihdam yaratmaktadır.
Benzer bir durum Çin’in AB’deki doğrudan yatırımları için de geçerlidir. 2016’da bu akım 35,1 milyar avro’ya ulaşmış; AB’nin Çin’e dönük yatırımlarını birkaç kat aşmıştır (Financial Times 2, 11 ve 12 Ocak).
Bu artışlar, ABD, Almanya ve Avustralya hükümetlerince yüksek teknolojilere dönük Çin yatırımlarına getirilen kısıtlara rağmen gerçekleşmiştir.
Dünya sistemi yeniden biçimleniyor
Olgular gösteriyor ki, kapitalist dünya sisteminin hiyerarşik yapısı yeniden biçimlenmektedir.
Uluslararası sermayenin ortak programını oluşturan ekonomik küreselleşme, Trump yönetiminin tehdidi altındadır ve şu anda Çin tarafından üstlenilmektedir.
Dahası, Çin kapitalizmi, net sermaye ihracatçısı konumuna gelmiştir. Kapitalizmin emperyalizme dönüşümünü belirleyen ekonomik gelişimlerden sadece biri söz konusudur.
Çin’de özel sektör büyümekte, sermaye ihraç etmektedir; ama emperyalizme dönüşümün diğer ekonomik öğeleri, yani, tekelleşme eğilimi ve finans kapitalin egemenliği olguları tartışmalıdır. Stratejik sektörlerde kamu mülkiyetinin önem taşıdığı; finansal sisteme ise devlet bankalarının egemen olduğu bir kapitalizm söz konusudur.
Emperyalizmin devlet politikalarıyla bağlantılı dünyaya hükmetme mücadelesinde ise ABD’nin gerileyen gücü, istikrarsız bir boşluğa yola açmaktadır.
Trump, “rejimleri silah gücüyle değiştirme” gündemini reddetme eğilimindedir. Ancak, Pentagon ve istihbarat örgütlerine söz geçirebileceği şüphelidir.
Ekonomik küreselleşmenin liderliğine aday olan Şi Jinping ise, “çok kutupluluk, eşit hükümranlık, bağımsızlık” vurgulamalarıyla hegemonya arayışından (belki de şimdilik) uzak durmaktadır.
Kapitalist dünya sistemi dönüşüm ve kargaşa içindedir.
Korkut Boratav / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder