1980’lerin ortasında Cambridge Üniversitesi’nden
doktora için Türkiye’ye gelmiş bir antropoloji öğrencisini Ankara’da
gezdirirken Alevi bir arkadaşın evine uğramıştık. Biraz sohbetten sonra
arkadaşım aldı sazını eline ve deyişleri patlatmaya başladı.
Pür dikkat izleyen İngiliz dostumuz soru faslını açtığında söz döndü dolaştı âşıklık geleneğine geldi.
Sözcüğün İngilizce tam karşılığını çıkaramıyorduk. “Folk singer” kesmiyordu. Bir köyden diğerine dolaşıp dünyalarına dâhil olduğu insanlara farklı diyarlardan getirdiği haberleri, anlattığı hikâyeleri sazına-türküsüne katık yapan karakteri karşılayacak sözcük o değildi.
Derken yabancı dostumuz birden parmağını şaklattı ve “minstrel” dedi. Ama devam da etti: “Onlar yok artık bizde. Asırlar öncesinde kaldılar.”
Daha sonra “minstrel”in anlamını sözlükte araştırdığımda da 15’inci yüzyıla kadar Avrupa’da elinde çalgısı köy köy dolaşıp hem şiirler okuyup hem şarkı söyleyen kişi tanımlamasını buldum.
Avrupa’da “âşıklık geleneği” addedilebilecek pratik o zamandan itibaren yok olmaya yüz tuttuğu halde bizde 20’nci yüzyılın sonuna kadar mevcuttu. Bugeleneğin bazı temsilcileri yakın zamanlara kadar da aramızdaydı: Âşık Mahzuni, Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek...
Bu topraklarda ise yakın dönemlere kadar sözlü kültür, yazılı kültürle iç içe varlık sürdürdü. Üstelik birincinin memleket sathında yaygınlığı karşısında yazılı kültürün hayli cılız kaldığını eklemek gerekir.
Sonra 1990’lardan itibaren gör
sel (televizüel) kültür, 2000’ler
dönümünde de sibernetik kültür (internet) eklendi ve çok daha karmaşık bir gündelik hayat sosyolojisi çıktı karşımıza...
Ömrüm, böylesi bir “sosyoloji” içinde kavrulmuş geçti! Hayatımın ilk on yılında, Ankara’da oturduğumuz apartmandaki 20 küsur daireden sadece birinde bir tek telefon vardı; bir tek de televizyon...
Bugün bırakın her evi, her “elde” televizyonu, radyoyu, gazeteyi içine alacak vaziyette bir telefon var.
Diğer yandan da haberde kaydedilen kuşakların hiçbirine dâhil olamamanın hüzünlü efkârına gömüldüm.
İstanbul’da farklı yaş gruplarından 400 kişiyi kapsayan bir araştırma “X”, “Y” ve “Z” olarak nitelenen üç kuşakta medya kullanma alışkanlığını ortaya sermeyi hedeflemiş. Radyo, gazete, televizyon gibi “geleneksel” medya araçlarından bilgisayar ve akıllı telefon gibi “yeni medya” araçlarına açılan yelpazede...
Televizyonu tercih eden ve yüzde 65’i hâlâ düzenli gazete okuyan “X kuşağı”, 1965-79 yılları arasında doğanları kapsıyor. Az farkla dışındayız!..
Gazete-kitapla hepten ilişkisini kesmese de esas televizyon ve internete meyilli “Y kuşağı”, 1980-99 yılları arasında doğanlardan oluşmakta.
Hayatı adeta “cep telefonu” olarak yaşayan, sadece yüzde 9’u gazete okuyan “Z kuşağı” ise 2000’den sonra, yani “yeni milenyum”a doğanlar...
“T kuşağı” denilebilir miyiz acaba?! Tarihe çoktan karışmış, yaşarken tarih olmuş kuşak!..
Bu bile zor, çünkü Gezi olaylarıyla birkaç yıl önce gündemdeki “Y kuşağı”nın bile eskidiği, neredeyse onun dahi “tarih olduğu” bir zaman akışı var!..
2008’de İstanbul’da dünya medya endüstrisini buluşturan bir toplantının başlığı “Geleceğin Kısa Tarihi” idi. Bu başlıktan esinle, ânı yaşarken sadece geçmişi değil, bugünü de değil, fakat geleceği bile “tarih” kılan bir teknohıza eriştiğimizi yazmıştım.
İşte bu doğrultuda, artık geleceğin bile tarihe gömülü sayılabileceği bir teknomedya patlaması içinde “Z kuşağı”ndayız.
Sonrası kıyamet olsa gerek!..
Tayfun Atay / CUMHURİYET
Pür dikkat izleyen İngiliz dostumuz soru faslını açtığında söz döndü dolaştı âşıklık geleneğine geldi.
Sözcüğün İngilizce tam karşılığını çıkaramıyorduk. “Folk singer” kesmiyordu. Bir köyden diğerine dolaşıp dünyalarına dâhil olduğu insanlara farklı diyarlardan getirdiği haberleri, anlattığı hikâyeleri sazına-türküsüne katık yapan karakteri karşılayacak sözcük o değildi.
Derken yabancı dostumuz birden parmağını şaklattı ve “minstrel” dedi. Ama devam da etti: “Onlar yok artık bizde. Asırlar öncesinde kaldılar.”
Daha sonra “minstrel”in anlamını sözlükte araştırdığımda da 15’inci yüzyıla kadar Avrupa’da elinde çalgısı köy köy dolaşıp hem şiirler okuyup hem şarkı söyleyen kişi tanımlamasını buldum.
Avrupa’da “âşıklık geleneği” addedilebilecek pratik o zamandan itibaren yok olmaya yüz tuttuğu halde bizde 20’nci yüzyılın sonuna kadar mevcuttu. Bugeleneğin bazı temsilcileri yakın zamanlara kadar da aramızdaydı: Âşık Mahzuni, Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek...
***
Fark edilecektir, 15’inci yüzyıl, Avrupa’da “matbaa”nın kitleselleşmeye başladığı zamandır. Bununla bağlantılı olarak “yazılı kültür” hayatın içinde öne çıkmış ve giderek sözustası “Âşık”ın yerini, kalem ustası “Yazar” almıştır. Bu topraklarda ise yakın dönemlere kadar sözlü kültür, yazılı kültürle iç içe varlık sürdürdü. Üstelik birincinin memleket sathında yaygınlığı karşısında yazılı kültürün hayli cılız kaldığını eklemek gerekir.
Sonra 1990’lardan itibaren gör
sel (televizüel) kültür, 2000’ler
dönümünde de sibernetik kültür (internet) eklendi ve çok daha karmaşık bir gündelik hayat sosyolojisi çıktı karşımıza...
Ömrüm, böylesi bir “sosyoloji” içinde kavrulmuş geçti! Hayatımın ilk on yılında, Ankara’da oturduğumuz apartmandaki 20 küsur daireden sadece birinde bir tek telefon vardı; bir tek de televizyon...
Bugün bırakın her evi, her “elde” televizyonu, radyoyu, gazeteyi içine alacak vaziyette bir telefon var.
***
Dün Cumhuriyet’te Figen Atalay’ın “X kuşağı televizyon, Z kuşağı cep başında” başlıklı
haberini okurken bir yandan yukarıda çerçevelemeye çalıştığım şekilde
yarım asra kaç kuşak sığdırmış olabileceğimi düşündüm. Diğer yandan da haberde kaydedilen kuşakların hiçbirine dâhil olamamanın hüzünlü efkârına gömüldüm.
İstanbul’da farklı yaş gruplarından 400 kişiyi kapsayan bir araştırma “X”, “Y” ve “Z” olarak nitelenen üç kuşakta medya kullanma alışkanlığını ortaya sermeyi hedeflemiş. Radyo, gazete, televizyon gibi “geleneksel” medya araçlarından bilgisayar ve akıllı telefon gibi “yeni medya” araçlarına açılan yelpazede...
Televizyonu tercih eden ve yüzde 65’i hâlâ düzenli gazete okuyan “X kuşağı”, 1965-79 yılları arasında doğanları kapsıyor. Az farkla dışındayız!..
Gazete-kitapla hepten ilişkisini kesmese de esas televizyon ve internete meyilli “Y kuşağı”, 1980-99 yılları arasında doğanlardan oluşmakta.
Hayatı adeta “cep telefonu” olarak yaşayan, sadece yüzde 9’u gazete okuyan “Z kuşağı” ise 2000’den sonra, yani “yeni milenyum”a doğanlar...
***
Demek bir ömre birkaç kuşak sığdırmış olsak da şu an yürürlükteki kuşakların (X, Y, Z) içinde “sığıntı” dahi olamıyoruz! “T kuşağı” denilebilir miyiz acaba?! Tarihe çoktan karışmış, yaşarken tarih olmuş kuşak!..
Bu bile zor, çünkü Gezi olaylarıyla birkaç yıl önce gündemdeki “Y kuşağı”nın bile eskidiği, neredeyse onun dahi “tarih olduğu” bir zaman akışı var!..
2008’de İstanbul’da dünya medya endüstrisini buluşturan bir toplantının başlığı “Geleceğin Kısa Tarihi” idi. Bu başlıktan esinle, ânı yaşarken sadece geçmişi değil, bugünü de değil, fakat geleceği bile “tarih” kılan bir teknohıza eriştiğimizi yazmıştım.
İşte bu doğrultuda, artık geleceğin bile tarihe gömülü sayılabileceği bir teknomedya patlaması içinde “Z kuşağı”ndayız.
Sonrası kıyamet olsa gerek!..
Tayfun Atay / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder