28 Kasım 2017 Salı

İnsanlar ve koyunlar - ORHAN GÖKDEMİR

Ortaçağ’ı keşfediyoruz. Daha doğrusu başka türlü bir Ortaçağ görüyoruz. Bu yeni görüşe ulaşmamızın nedeni çok basit. Bugünün tarihi, dünün tarihinin anahtarıdır.
Bugüne bakıyoruz, gerçek, kanlı canlı yeni bir Ortaçağ görüyoruz.

Jacques Le Goff “Ortaçağ Batı Uygarlığı” adlı çalışmasında “büyüme hızı yüksek” ve “güzel” bir ortaçağ tanımı yapıyor. Karanlığa alışmış insan varsayımı ile birlikte yazıyor belki. Karanlıklar çağı, bu döneme uzaktan bakılan aydınlık bir dönemin adlandırmasıydı. Uzaktan bakınca zifiri karanlıktır. Le Goff yakından bakıyor ve az çok “parlak” bir dönem tarif ediyor.

Yaşamak için üretmek zorunda olan, canlı kanlı insanlar devinimsiz olabilir mi?
Elbette devinim var. Ama o her ne ise kilisenin ve mülk sahiplerinin sınırlarını belirlediği bir şeyden söz ediyoruz. Dinin, kilisenin ve toprak sahiplerinin çağıdır Ortaçağ. Sınıfsal ilişki çok açıktır ama hemen her şeye egemen dinsel ideolojinin ardında silikleşir, görünmez olur. Dinin yaydığı korku ve otoriteye sağladığı meşruiyet bu karanlık dönemin hükmünü yüzyıllar boyu sürdürmesini sağladı. O kadar güçlüydü ki, sarsıntıyla çökmeye başlaması ancak bütün kıtayı baştanbaşa sallayan salgın hastalıklar sonucu oldu. Kilisenin korkuya yaslanması ve cadı avları düzenlemesi tuhaf bir şekilde onun çözülme döneminde ortaya çıkmış argümanlardır.
Yani bize Ortaçağ’ı anımsatan bütün o korkunç sahneler, çağın yükselişine değil çözülüşüne aittir.

Şöyle başlar Le Goff; “Ortaçağ Batı dünyası Roma İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerine kurulmuştur. Kendisinden hem destek almış, hem zarar görmüştür. Roma onu hem beslemiş, hem de felç etmiştir.” Romanın çöküşüyle kapısı açılan bir karanlık dönemden söz ediyoruz demek ki. Batıda parçalanma hâkimdir. Doğuda kalan parça, Bizans, bütünlüğünü bir süre daha koruyacaktır. Ama o da Roma’nın 1453’e kadar süren uzatmalı bir can çekişmesinden ibarettir. Bizans’ın Ortaçağ tarihine katkısı, karanlığın yok ettiği ışıktan arta kalanları mahzeninde saklamayı başarmasıdır.
Nihayet Fatih Mehmet’in darbesiyle çözüldüğünde, okuryazar Bizanslıların İstanbul’dan kaçarken yanında götürdükleri o son ışık kırıntıları Batı’nın yeniden aydınlanmasını sağlayacaktır.

Marx diyor ki “Antikçağ, kentten ve onun küçük toprak alanından hareket ettiği halde, ortaçağ kırdan hareket ediyordu.” Neden? Çünkü Roma’nın boşalttığı alanda bütün üretici güçler tahrip edilmiş, nüfuz azalmış ve kırda çok geniş bir alanda dağınık halde yaşamaya başlamıştı. Bu tahribat nedeniyle ticaret kesintiye uğradı, kırın olduğu kadar kentin de nüfusu azaldı.
Demek ki Ortaçağ bir insan azlığı ile mümkün oldu. İnsan tahrip oldu, azaldı, parçalandı, kopup savruldu ve böylece Ortaçağ imkân haline geldi.
Dinin egemenliği mi?
Kesinlikle evet. Ama Batının bütün manastırları aynı zamanda toprak sahipleriydi. Dini amaçlı bağışlarla bu sahipliği genişletecek fırsatlar bulmuşlardı. Ortaçağ’da Batı Avrupa’da ekilip biçilen toprakların yaklaşık üçte biri Katolik Kilisesi’ne aitti. Piskoposluklar ve manastırlar binlerce serfin sahibiydi. Kilise sadece kurumsallaşmış din değil, aynı zamanda dindar köylünün karşısına dikilmiş büyük bir toprak sahibiydi. Önde gelen sömürgen ve yoksul halkı ezen acımasız bir zalimdi.
Bugünün tarihi dünün tarihinin anahtarıdır. Bugüne bakıyoruz, “güzel” bir Ortaçağ görüyoruz…

***

Karanlık, Roma İmparatorluğunun yıkıntısında yeşerdi. Köylülüğün şehre galebe çalmasıydı bir bakıma. Sınırsız dindarlık, sorgusuz biat şeklinde ortaya çıktı. Dindar ve biat etmiş köylülüğün elinde pek az şey vardı. Kilise ve feodaller bir kısmını zorla, kalanını da dinin sağladığı rıza ile ele geçirdi. Sonunda köylünün kendisinin de herhangi bir maldan farkı kalmadı. Toprakla birlikte alınıp satıldılar. Kalelerle çevrili küçük kentlerin altyapısı işte bu azgın sömürüye dayanıyordu.
Ortadan kaldırılması için köylülüğe dayalı o yüksek duvarların yıkılması gerekti. Yıkıldı ve böylece küçük feodal hücrelerin diğer hücrelerle bağlanmasının yolu açıldı. Feodallerden biri öne çıktı, bağımsız hücreleri birleştirerek kral oldu.
Monarşi diyoruz.
Kapitalizm, feodalizmin yıkıldığı ve yerine monarşilerin kurulduğu o iklimde yeşerdi. Geliştikçe köylülere ihtiyacı kalmadı, onları hemen her yerde yüzyıllardır özdeşleştikleri topraklardan söküp attı. Tarlalar otlaklara çevrildi. Öyle acımasız bir hareketti ki bu 16. yüzyıl İngiltere’sinde koyunların insanları yediği söyleniyordu. Koyunların insanları yemeye başlaması kapitalizmin ilk icraatıdır.
Koyunların insanları yediği bir iktisadi düzende artık dini korkuya ihtiyaç yoktur. Kapitalizmde koyunların otoritesi tanrının otoritesinden yukarıdadır.
Ama her korkunun sonu var. 1789 hareketi papazları giyotine gönderdi ve onların temsil ettiği şeyin yerine bir “bilim dini” koymayı denedi. Kilise babalarının ellerinden toprakları aldı, cemaatle bağlarını kopardı ve onu yeni döneme uygun yeni bir şekil almaya zorladı. Devrimin kralın kellesini uçurması da bu eylemiyle uyumludur. Ortaya çıkan şeye Cumhuriyet diyoruz. Dine ve koyunlara karşı bir harekettir.

***

Şimdi Cumhuriyetin yıkıldığı bir dönemden geçiyoruz ve yepyeni, “güzelleşmiş” bir Ortaçağ görüyoruz. Büyük, kalabalık, uçsuz bucaksız kentler artık kapitalizmin yeni kırsalıdır. Kalabalık fakat insansızdırlar.
Kalabalıklar alış veriş merkezlerinden çıkıp ibadethanelere doluşmakta, ibadet biter bitmez alış veriş merkezlerine koşmaktadırlar. Ne, ne ürettikleri, ne, ne yiyip ne içtikleri bellidir. O karmaşanın ve derin yobazlığın etkisiyle her türlü sınıfsal ilişki silinip gitmektedir.
Döndük başa.
Diyanet’in bütçesine bakın. Cemaatlerin vakıfları aracılığıyla hükmettikleri servete şöyle bir göz atın. Önde gelen sömürgen ve yoksul halkı ezen acımasız birer zalimdirler.
Yeni Ortaçağ’ın tarifinde Alain Minc’e borçluyuz. Şöyle anlatıyor: Aklın, ilkel ideolojilerin ve boş inançların yararına silinip yok oluşu… Örgütlü sistemlerin yokluğu, her türlü merkezin kayboluşu, kaygan ve silik dayanışmaların ortaya çıkışı, belirsizlik, rastlantı, bulanıklık. Krizlerin, sarsıntıların ve spazmların sanki günlük yaşamımızın dekorları gibi geri gelişi…
Ne kadar güncel, ne kadar canlı!

***

Yeter bu kadar.
Tayyip Erdoğan, teknoloji bağımlılığı kongresinde konuştu. "Dost meclislerindeki gönül sohbetlerinin yerini artık sosyal medya tartışmaları aldı" dedi.
Mekke’de Beytullah’da, Medine’de Mescid-i Nebevi’de dahi insanlar, ibadet, kıraat ve tefekkürle meşgul olmak yerine telefonlarıyla vakit geçiriyorlardı. Haliyle cep telefonu ile özçekim yaparken düşen, kaza yapan, sakatlanan, vefat eden insanlara dair iç dağlayan haberler geliyordu.
Tayyip Erdoğan o konuşmayı yaparken
“Cübbeli Ahmet Hoca” cennete gideceğini müjdeledi.
Melih Gökçek’in Atatürk Orman Çiftliği Kavşağı’na yerleştirdiği dev dinozor maketi yerinden sökülüp götürüldü.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Hamza Yerlikaya, Kara Cuma’ya (Black Friday) savaş açtı.
Ülkenin gözde öğretim üyesi Celal Şengör "ideal yönetim biçimi nedir?" sorusunu “İdeal yönetim monarşidir. Yani bir kişi veya grup olacak" diye yanıtladı.

Bütün işaretler gösteriyor ki akıl silinip gidiyor. Bıraktığı boşluğu ilkel ideolojiler ve boş inançlar dolduruyor. Koyunların insanları yediği bir düzendeyiz o yüzden. Koyunlar ısırdıkça başımız dönüyor. Acımızı hafifletmek için daha çok imama ve daha çok imana ihtiyaç duyuyoruz.
Özçekim yaparken düşüp ölenleri izliyoruz, üzülüyoruz.
Bugünün tarihi, dünün tarihinin anahtarıdır. Bugüne bakıyoruz, gerçek, kanlı canlı yepyeni bir Ortaçağ görüyoruz.
Karanlıksa aydınlık pusudadır.
Çürüyorsa var olan, yeni filizlenmektedir.
Soru da cevap da sizin: Koyunların sizi yemesine daha ne kadar izin vereceksiniz?

Orhan Gökdemir / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder