Hayır; o, bu, şu değil de insan tam öfkelenecek, olup bitenler karşısında ağzı açık kalakalıyor. Her yeni olayda, her yeni gelişmede “eh, bu kadarı da olmaz artık” diyecek oluyor insan ama olaylar bir Hitchcock filmi gibi gözünün önünden geçip gidiveriyor. Hatta tam “evet ya, tüm bunlar Hitchcock filmi gibi” diyecekken bir de bakıyor ki aslında Chaplin filmine denk gelmiş: Aaaa!
O da ne?
Modern Zamanlar değil mi tüm bunlar?
Evet, evet, modern zamanlar tüm bunlar! Hani bir hafta içinde olanları alt alta yazsak Dali bile delirir ülkenin, dünyanın gerçeküstülüğüne.
Ve bir de her şeyin üstüne, tüm olup bitenler içinde, bir kedinin sınıfına dönmesiyle bile umutlanıyoruz ya!
Ölmemişiz daha.
Onca katilin, onca cinayetin, onca silahın, şamatanın, çer çöpün arasında yaşayabiliyoruz, hâlâ.
Vallahi bravo!
Bravo da açıkçası kendi adıma, ekonominin bu kadar belirleyici olduğuna, olabileceğine inanmazdım. Tamam, teoride altyapının bir ağırlığı, son kertede belirleyiciliği falan vardı ama onca yıldır meseleyi naif ve nazikçe kavramaya çalışmıştım çalışmıştık. Arkadaşlarla. Kendimizce kaba Marksizme falan düşmeden teori patlatmaya, çatlatmaya çalışıyorduk ki tarih patladı, çatladı.
Ve şimdi, şu vardığımız insanlık durumunda, diyebiliriz ki kaba olan her şey doğruymuş ve kaba olan yeterliymiş.
Kasmaya gerek yokmuş.
Kâr oranlarındaki düşüş ve emperyalist rekabet; yaşadığımız tüm gerçeküstülük bunlarla açıklanabilirmiş.
Vay arkadaş, vay! Yazık oldu onca naifliğe, nazikliğe ve titizliğe.
Ama ne yalan söyleyeyim, tüm bu gerçeküstülük içinde insan yine de kıllanmadan edemiyor. Çünkü bazı şeyler var, fazla gerçeküstü.
Mesela…
Mesela soy sop düşkünlüğünün bu döneme denk gelmesi de mi tesadüf?
Hani sistem ancak yetişti, yedi sülalemiz dijital hale ancak geldi diyelim ama kamuya, amme hizmetine açıldığı kesit de mi gol değil? (Bu arada kendiminkine ulaşamadım. Denedim –hem de defalarca- ama “müdürlüğe gidin” diye bir yanıtla karşılaştım. Tekrar ve tekrar. Yetkililerden alt ve üst soy bilgim için buradan da yardım istiyorum!)
Neyse!
Tamam, bir tarafta kendi soyumuz, sopumuz; bu topraklarda ne kadar da köklü olduğumuz. Öbür tarafta ise payitaht dizileri, entrikalar, hanedanlık güzellemeleri, dualar ve emperyalizm tartışmaları. Tüm bunların aynı kesite denk gelmesi pek de tesadüf olamaz.
Bir de…
Bir de tüm bunlar yetmezmiş gibi her gün ayrı bir fantezi tartışmaya açılıyor. Tartışmalar Amerika’nın yaptıklarından (evet, evet yanlış duymadınız; “sıcak denizlere inmeye çalışan” Rus ayısının değil, “dost ve müttefik” Amerika’nın yaptıklarından) pat diye atalara, asansöre, yorgana, battaniyeye uzanıveriyor.
Tüm bu fantastik hallerin üstüne şeker fabrikalarının toplumumuza verdiği zararların bilimsel gerçeği denk gelmez mi?
Şeker fabrikalarının satılması ile şeker hastalığı %14 azalacakmış.
Vay arkadaş, vay!
Hangi çalışma, araştırma bu?
Nasıl bir hesap?
Yok, hakikaten böylesi bir araştırma varsa gönderelim Nature’a, Science’a, tüm insanlık faydalansın Türk’ün özel bilimsel gücünden.
Nasıl bir kafaysa bu?
Özelleştirmelere bulunacak kılıf demek ki kalmadı. Ve iş en sonunda geldi, fantastik bilimsel öğelere dayandı.
Eeee, yorganla boğuşanın bilimi de şanlı olur!
İnsanın tüm bunlar karşısında güzide bir ses sanatçımızın hafta içinde vurguladığı gibi uyumlu olası geliyor. Mesela battaniyeye uyumlu olası geliyor. Asansöre, e-devlet’e, adı değişince kendisi de değişecek sanılan akademik unvanlara ve tüm yurt sathına…
Tüm bunlara uyumlu olmak ya da olmamak! Bütün mesele bu mu yoksa?
Ya da merak ediyor insan, Türkiye'nin içinde kaç Türkiye var? Çünkü öylesine kopuğuz ki birbirimizden! Herkes, her şeyi, kolayca, külfetsiz unutabiliyor ve sonra bir de bakıyorsunuz ki herkes, her şeyi, külfetsizce sizden daha iyi biliyor.
Ama yine de sanırım hafife alıyoruz! Tüm bu arkadaşları yani! Gerçi tüm bu arkadaşlar, olaylar da kendilerini hafife aldırmayı başarıyor.
Vallahi bravo!
Kâr oranları düşüyor ama… Ama bakıyorsun, her halükârda kârdalar!
Hafife alıyoruz ve sanırım bir yerlerde kitle, güruh psikolojisini iyi çalışan bir ekip var. Hani Türkiye toplumunun psikolojik genetiğine hâkim! Hani adamın ciğeri neresidir, nasırı nerededir iyi bilen bir ekip! Ellerinde çeşitli veriler var sanki ve gönüllerince oynuyorlar.
Mesela…
Mesela kocaaaa bir şehirde, ulaşıma gizli zam yapıyorsunuz. Hem de öyle böyle değil. Bir sistem getiriyorsunuz ve cebinizde, otobüsü, vapuru geçtim taksiye binecek para olsa bile metroya binemiyorsunuz! Ve bunu “artı para” adıyla yapıyorsunuz!
Ben hep IKEA’ya falan gıpta ederdim, “harcarken kazanın” diye insanı tuşa getiren bir slogan buldukları için. Ama bu koca şehrimizin koca belediyesi İsveçlilerden falan daha akıllı çıktı. Vallahi zekice. “Artı para” hakikaten psikolojik bir müdahale.
Zihinlere müdahale!
Asansör, battaniye ve bilumum seksolojik çıkış da!
Ama tüm bunlar, yani az yukarıya benim yazdıklarım, tabii ki bilimsel falan değil. Uyumsuz birisinin sayıklamaları!
İdeolojik!
Öte yandan has bilimsel gerçek, Cuma günü mesai saatlerinin sonuna doğru TÜİK'ten geldi: Geçen yıla göre azıcık azalmakla birlikte ülkemiz mutlu insanlar ülkesiymiş. %58 ile. Mutsuzların oranı ise sadece %11’miş.
Durdum ve düşündüm duyunca! Hakikaten durdum ve düşündüm; “Ben… Acaba ben de mutlu muyum?" diye. Bir an, şu toplumdaki her tür musibetten sorumlu olan o %11 içinde olduğuma kanaat getirecektim ki “Mutluluk dediğin nedir ki? Sabah gülersin, akşam ağlarsın. TÜİK zaten kesin sabah yapmıştır bu anketi!” diyerek kendimi avuttum.
Avuttum avutmasına ama okul bitirmeyen bireylerde mutluluk düzeyinin 2017’de daha yüksek olduğunu ve bir de üstüne bireyleri en çok ailelerin mutlu ettiğini okuyunca iyice bir çöktüm kaldım.
Ve en sonunda “Bireylerin %73,4’ü kendi geleceklerinden umutlu olduğunu ifade etti” kısmını okuyunca… Aklıma sınıfına dönen kedi geldi. Ve tüm bu gerçeküstülük içinde o sınıftaki çocukların gerçek mutluluğu.
Ben de Hitchcockvari her şeyi bir kenara atıp haftayı Modern Zamanlar’dan bir Chaplin şarkısıyla kapattım.
Tolga Binbay / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder