Çok doğal, hani yani olmaması tuhaf kaçacaktı: AKP Genel Başkanı ve T.C. Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Federal Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in davetiyle Berlin’e gelmesi ve burada Başbakan Angela Merkel ile iki kez görüşecek olmasında, şaşılacak bir şey yok. Almanya hep Türk gericiliği için elini taşın altına koymuştur. Bu, bırakın 20’nci yüzyıl başındaki Anadolu halklarının kırımıyla sonuçlanan korkunç “silah arkadaşlığını” falan, geçen Soğuk Savaş’tan beri özellikle böyledir. Soğuk Savaş’ta Türkiye ve “Batı Almanya”, antikomünizmin en saldırgan iki cephe tetikçisiydi.
Türk ve Alman elitleri, gerek siyaset gerek ekonomi arenasında, birbirlerini besleyerek ve birbirlerinden beslenerek yaşarlar.
Dolayısıyla, öyle “demokrasi” falan diyerek solculuk taslamaya kalkan komiklere kulak vermek gerekmiyor. Solculuk adına yapılan bu tür sözde itirazları ciddiye alamayız. Paylaşamadıkları var, tamam, ama sermayenin mafyöz elitleri hep böyle birbirinin ayağına basar, sevgi gösterilerinde bile birbirlerinin ağzını burnunu kırarlar zaten.
Kapitalizmin ve emperyalist oyunun kuralları bunu gerektiriyor. Hepsi Erdoğan rejiminin oyuncakları ve Erdoğan bu emperyalist sistemin bir oyuncağı: Sonuç olarak, sistem içinden Erdoğan’a böyle itirazlar çıkaranların solculuğu falan çakmadır. İtirazları ise hepten çakmadır.
Tabii hakkını verelim: Bunların çoğunun da öyle solculuk, sosyalizm falan gibi bir derdi yok.
Peki, çakma muhalefet bu tür oyunlar sergilemeyecek de ne yapacak?
Başka işi mi var?
Bilemiyoruz. Ama bizim gelmek istediğimiz bir yer var: İlericiliğin dönemsel ve mekânsal tanımları da olur. Biri, AKP Genel başkanı ve Cumhurbaşkanı esas alınarak düşünülürse, bugün ve Türkiye-Avrupa hattında muhtemelen şöyledir: Erdoğan ile Kılıçdaroğlu, Demirtaş ve Avrupa’nın yenisi-eskisi tüm sosyal demokratları, daha doğrusu “demokratları” arasında öyle nitel bir fark bulmak mümkün değildir. Böyle farklar vehmedenlere, ilericilik mesleğinde, yaşadığımız zaman ve mekânda bir yer bulamayız.
Çabuk unutulsalar da tahrip güçlerinin yüksekliği her geçen gün biraz daha belirginleşen Gerhard Schröder, Tony Blair, Bill Clinton ve halefleri ile Türkiye’nin İslamcıları arasında da öyle önemli farklar yok. “Clinton-Blair-Schröder Okulu”, Ankara’daki cumhuriyetin tüm kazanımlarını kazıyan azgın İslamcı gaspın hazırlayıcı ve destekçisi değil miydi? Bu demokratlar 12 Eylül 1980’de birinci, 3 Kasım 2002’de ikinci darbeyi, Türkiye’yi bitiren deprem ve 22 yıl sonraki artçı -nihai- depremi, alkışlamadılar mı?
Sosyal demokrasinin, neoliberal barbarlığın yeni ve en etkili bir taşıyıcısı olduğunu kabul ve ilan etmediler mi? Komşudaki kepazeliğe (Syriza ve Çipras) isteyen bir daha baksın.
Erdoğan rejimi, bir, dünya piyasalarına basılan ve sel taşkınlarına neden olan karşılıksız dolar ve avronun, iki, bu “pek demokrat” neoliberal siyasi desteğin doğrudan ürünüdür. Ama artık eğlence bitti, faturanın ödenme zamanıdır. Türkiye bu faturayı galiba kendi varlığına son vererek ödeyecek, öyle anlaşılıyor. Serilen kırmızı halılar bu yola işaret ediyor.
Eşitsiz gelişmenin doğal akışıdır: Sonuçta, Ankara’nın İslamcılarıyla Avrupa’nın güç sahipleri elbette birbirlerinin ayaklarına basacaklar. Hatta birbirlerini kan-revan içinde bırakarak “seviyorlar”, dedik. Şu sıralarda Erdoğan kadrosundan pek hazzettiklerini kimse söyleyemez. Ama “Merkel Avrupası”, özellikle de kulaklarından bile avro ve dolar fışkıran Berlin, hani şu verdiği korkunç dış ticaret ve bütçe fazlası içerideki siyasi krizi tetikleyen Almanya, Erdoğan rejimini hoş tutuyor, AKP Genel Başkanı’nın önüne kırmızı halı seriyor.
Bunu sadece Alman krizinin başoyuncusu konumundaki Federal İçişleri Bakanı Horst Seehofer’in sığınmacılar ve göç sorununu “tüm sorunların anası” diye ilan etmesine, dolayısıyla Türkiye’de tutulan milyonlarca göçmen adayının Anadolu’da kalması çabalarına bağlayamayız. Almanya Başbakanı Merkel için Türkiye’nin kaderine el koymuş İslamcı siyaset, Ankara’da kaldığı ve dışarıdaki soydaşlarını pek “fişteklemediği” sürece, köklü itirazlara konu edilmesi gerekmeyen bir “ehvenişer” artık. Öyle görünüyor.
Bazı itirazlar elbette var.Özellikle 3 milyonluk bir nüfusu açık bir “nüfuza dönüştürme” hesaplarını, içeride ve Alman siyasetinde kırılmaları tetikleyeceği için, tehlikeli bulanların başında Merkel’in Berlin’i geliyor. Ama Berlin, Erdoğan’a kırmızı halı da serebiliyor.
Yaparlar.
Avrupa banka sisteminin en az 140 milyar avroluk alacaklarının Türkiye çökerse AB’yi de çökertecek bir bomba olduğuna geçen hafta Alman Ekonomisi Yakın ve Ortadoğu Birliği Başkanı Oliver Hermes bağıra bağıra ilan etti: Türkiye çökerse, Almanya’ya diz çöktürebilirmiş. Hem de reel ekonomideki bağlantılar nedeniyle... Domino teorisinin yeniden dillendirildiğine tanık oluyoruz.
Demek ki, sadece sığınmacı veya göçmen milyonların, serbest kaldıklarında Almanya Avrupası’na doluşma ve tüm yapıları parçalama olasılığından söz etmiyoruz. Metropoller, en zenginleri bile, resmen tekliyor: Avrupa Almanyası’nda da geleneksel kitle partileri çöktü. Burada sosyal demokrasi, SPD, seçim olsa yüzde 17 falan bir oy toplayabilecek. Merkel yüzde 28’de. Faşizan ve neoliberal kimliği gün geçtikçe belirginleşen ama kitle tabanı genişleyen AfD (Almanya için Aternatif), yüzde 18’lik anket sonucuyla ülkenin ikinci büyük partisi konumunda: Son kamuoyu araştırmalarına göre, sağ popülist AfD, sosyal demokrat SPD’yi geride bıraktı bile. Hepsi de küçüldü.
Mesele, o: Sosyalizmin kazındığı, solculuğun da emeğiyle geçinenlerin maddi olanaklarını korumak ve mümkünse arttırmak diye tanımlandığı bir metropol, Türkiye’nin İslamcılarıyla iyi geçinebileceği ve zararlı yanlarını törpüleyebileceği inancında. Kırmızı halı, sadece Türkiye’deki 7 bin 200 Alman şirketinin ve banka sisteminin bağlantıları nedeniyle değil, bunun için de seriliyor olmalı.
Gerçi çöküş korkusuyla birbirlerine sarılıyorlar, ama hareket etmeye çalıştıkça da birbirlerinin ayaklarına dolaşıyorlar. Merkel ile Erdoğan’ın çaresizlik dansı, faturası emekçi sınıflardan çıkacak bir acımasızlığın yan ürünüdür.
Yapamazlar. Tutmayacak. Bu yükü kaldırabilecek halleri kalmadı. ABD ve Trump zaten eskisi gibi bir ağırlık taşımıyor. Ama “emperyalist piramit” içindeki yer değiştirmeler, sistemik depremlerin de art arda bindireceğini gösteriyor.
Berlin, Türkiye mekânında ABD’yi ve Trump’ı sollayabileceğini sanıyor. Hayal kurmaya devam etsinler.
Krizlerin anasına doğru itiliyoruz. Bizim “bir başka âlem” istemekten ve bunun gereğini yerine getirmekten başka çaremiz yok.
Osman Çutsay / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder