(I)
Eğitim, din ve ahlak
_________________________________________________________________
Eğitim Bakanı geçenlerde “Ahlak telakkisine dayanmayan hiçbir eğitim sisteminin kalıcı değer üretmesi mümkün değildir.” dedi. ESAM (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi)’da yaptığı konuşmanın akışından anlıyorsunuz ki Eğitim Bakanı Ziya Selçuk da gençlerdeki “feraset” eksikliğinden muzdarip. Tuhaf değil mi, her bir okulu ahlak fabrikasına çevirmişsin ama ahlak yok diye sızlanıp duruyorsun. Tıpkı soğan gibi; sıskayı toprağa dikiyorsunuz ama topladığınız hasat çürük!
Son zamanlarda islamcı birçok gazete yazarının da gündeminde ahlak. Ahlakı İslam dini anlamında kullanan islamcılar, dört başı mamur ellerindeki eğitimin çocukları ahlaksızlaştırdığından yakınıyorlar. Yakın tarihli bir yazısında Yusuf Kaplan şöyle diyordu “Bir eğitim sistemi, genç kuşaklarına şu beş ilkeyi veremezse, toplumun mezarını kazmakla sonuçlanır her şey: Ahlâk, ideal, ruh, tevazu / başkalarına saygı ve özgüven…” Ama gelin görün ki toplumun ölümüne yol açacak ahlaki çürümeden söz edenler, faturanın İslam dinine çıkacağı kaygısıyla ne sistemlerini ne de sistemin siyasi ayağını sorumlu olarak görüyor. Öyle ya İslam’ı ahlakla tamlayıp “ahlaklı dindar nesil” yetiştireceğim diye yola çıkıp her yıl bir öncekinin iki katı yatırımın ardından hala ortada “işte neslimiz bu” diyecek üretim yoksa yanlış yoldasın derler adama.
Eğitim, 16 yıldır doğrudan dincilerin yönetiminde. Başvurusu bu gün sona erecek olan 20 bin sözleşmeli öğretmenin yüzde 20’si (2 bin 18) her zamanki gibi yine din kültürü ve ahlak bilgisi dersi öğretmenlerine ayrıldı. Buna rağmen, hepi topu 158 öğretmeni olan sanat tarihi dersinde elde edilen başarı yakalanamıyor. Öyleyse sorun daha derinlerde demektir.
Ziya Selçuk’un eğitimi ahlak telakkisine (anlayışına) dayandırma ihtiyacı kaygılı islamcılara yönelik bir mesaja benziyor. Bakan bu söylemiyle, bir yandan mevcut dinsel pratiklere meşruiyet arıyor, öte yandan yenilerine zemin hazırlıyor. Bir kuşağı mahveden politikalar deneme üretimiymiş gibi sunulup eğitimde daha çok dinselleşmeden söz edilemez. Yanlış olan eğitimi dinle birlikte düşünmek, ahlakı dinsel bir kavram olarak ele almaktır.
Eğitim, 16 yıldır doğrudan dincilerin yönetiminde. Başvurusu bu gün sona erecek olan 20 bin sözleşmeli öğretmenin yüzde 20’si (2 bin 18) her zamanki gibi yine din kültürü ve ahlak bilgisi dersi öğretmenlerine ayrıldı. Buna rağmen, hepi topu 158 öğretmeni olan sanat tarihi dersinde elde edilen başarı yakalanamıyor. Öyleyse sorun daha derinlerde demektir.
Ziya Selçuk’un eğitimi ahlak telakkisine (anlayışına) dayandırma ihtiyacı kaygılı islamcılara yönelik bir mesaja benziyor. Bakan bu söylemiyle, bir yandan mevcut dinsel pratiklere meşruiyet arıyor, öte yandan yenilerine zemin hazırlıyor. Bir kuşağı mahveden politikalar deneme üretimiymiş gibi sunulup eğitimde daha çok dinselleşmeden söz edilemez. Yanlış olan eğitimi dinle birlikte düşünmek, ahlakı dinsel bir kavram olarak ele almaktır.
Ahlak, verilen değil alınan derstir. Okula, camiye sınıfa topladığınız insanlar ağlamaklı sesinize, kafiyeli sözlerinize, peygamberimiz efendimizden misallerinize kulak asmaz. İnsanlar, özellikle çocuklar size bakar; ahlaktan söz edenin ahlak neresinde görmek ister. Parlamentoya oturma eylemine giden çevre eylemcisi İsveçli çocuk “Ama senin okula gitmen gerek” diyen yetişkinlere “ben sizin söylediğinizi yapmam, yaptığınızı yaparım!” demiş. İşte böyle… Çocuklar, gençler, yetişkinler 16 yıldır sahnede olan sizlere bakıyor. Siz onlarda aradığınız ahlakı bulamıyorsanız o sizde yok demektir.
Tekrar edeyim ve kafanıza sokun; ahlak bir bilenin, bir uzmanın verebileceği deneysel bilgilerin aktarıldığı derslerden değildir. Ahlak, başkalarından uyuması istenen, sonuçları mutlaka bir başkasına dokunan, evde, sokakta, okulda, camide, işyerinde, örgütte alınıp kişinin kendi uyarınca davranışa dönüştürdüğü derstir. Ahlakın müfredatı, belli bir mekânı, hocası olmaz. Olur diyen kendi ahlak anlayışını başkalarına dayatıyor demektir.
Ahlak tartışmasının islamcılar arasında yapılıyor olması ayrı bir sorun. Sanırım haddinizi aşmayın demek gerekiyor onlara. Bu vesile olsun kaldığımız yerden devam edelim ahlak konusuna. “Ahlakın ahlaksızlastırılması” başlıklı 27.4.18 tarihli son yazının üstünden epey zaman geçmiş çünkü. Araya ilgisiz kalamayacağım bir başka konu girmezse önümüzdeki birkaç haftayı “eğitim, din ve ahlak” ana başlığı altında ahlak eğitimi, öğretmen ve ahlak, laik ahlak meselesine ayırmak istiyorum. Bunu giriş yazısı sayın.
(II)
Ahlak eğitimi
______________________________________________________________
İttihat ve Terakki’nin 1914’te ayrı bir ders olarak müfredata alıp okuttuğu ahlak, bugün din dersinin içinde dinin öğrenme alanlarından biri olarak ele alınıyor. ”Musahabat -ı Ahlakiye” (ahlak konuşmaları) dersi programı, değişikliğe uğramadan Cumhuriyet okullarının belli başlı derslerinden biri olarak yerini korudu. 1926’da yurt bilgisi, 1936’da ise yurttaşlık bilgisi dersinin konuları arasına sıkıştırıldı. Ahlak, 1974’te tekrar ayrı bir ders oldu. 1982’de ise dinin konusu olarak din dersi ile birleştirildi.
Ahlakın müfredattaki yerinin ve ağırlığının değişmesine neden olan siyasal değişimlerin yönünü ve Türkiye’nin çağdaşlaşma serüvenindeki gelgitlerini dersin içeriğine bakarak tayin etmek mümkün. Örneğin konuları “kanunlar, namus ve haysiyet, zamanın iyi değerlendirilmesi, iradenin terbiye edilmesi, vazife severlik, kanunlara itaat edilmesi, dinin önemi ve ahlak” olan 1914 programı, tam anlamıyla modernleşme çabasını yansıtır.
Ulus bilinci ve yurttaşlık görevlerini kavratmak olan yurt ve yurttaşlık bilgisi dersinin konularından birine indirgendiği dönemde ahlakın millileştirildiğine tanık oluyoruz. 1974’te ayrı bir ders olarak tekrar müfredata döndüğünde ahlakın amacı da değişmişti: “Töre ve geleneklerimiz ile milli hasletlerimize uygun ahlâk kurallarını öğrenmelerine yardımcı olmak, Türk toplumunun ahlâkî ve manevî değerlerini kazanmaları için gerekli ortamı hazırlamak” ahlakı dinselleştirmenin işaretiydi. Ahlakın dinle doğrudan ilişkilendirilip amacının “İslam’ın sakınılmasını istediği davranışlar, din ve güzel ahlak ile İslam dinine göre kötü alışkanlıklar” olarak belirlendiği tarih ise 1982’dir. Bu, aynı zamanda ulus devlet ve değerlerinin tartışmaya açıldığı, Türkiye’nin neoliberal politikalara yelken açtığı tarihtir.
Osmanlı devleti döneminde öğretim programına seküler bir kavram olarak giren ahlak, cumhuriyet döneminde önce millileştirildi, ardından dinselleştirildi! Oysa ahlak dinsel değil seküler kavramdır. Bunu dindarlar da bilir. Dindarların ahlak kavramını inandıkları dinle (Hıristiyan ahlakı, İslam ahlakı gibi) birlikte kullanmasının nedeni, ahlakî kuralların dinlerin aksine toplum tarafından belirlenip zamanla değişime uğramasındandır.
Ahlak başlığı altında bireye kazandırılmaya çalışılan insani nitelikler, eğitimin ortaya çıkmasının asıl nedeniydi. Her biri yaşadığı dönemde içinden çıktığı toplumu etkilemiş ve ‘nasıl bir insan’ sorusunun yanıtını hâlâ kendilerinde aradığımız Sokrates, Aristoteles, Buda, Konfüçyüs; daha sonra Kant, Rousseau, Voltaire ve diğerlerinin topluma kazandırmaya çalıştıkları ve tümüne birden ahlak dediğimiz öğretiler hızla modern eğitimin konusu olmaktan çıkıyor.
Ne yazık ki ticaret, toplumsal iş bölümü, hiyerarşi ve bunun bir sonucu olan rekabet, “iyi” ile “kötü” ayrımını yapmamızı sağlayacak ahlakî ilkelerin devre dışı bırakılmasına neden oldu. Bu süreçte ahlakla birlikte anılan din ve dindarların insan üzerindeki gücünü piyasa lehine kullanması her şeyi ve herkesi kirletti.
Peki ahlakı bunların elinden, düştüğü bu durumdan kurtarabilir miyiz? Bence kurtarmak zorundayız. Çünkü hukuka (yasalara bile) uymayan siyasetçiyi, yargıcı, din adamını ve bilumum kamu görevlisini yargılayacak yegâne kural sadece ahlaktadır. Onlarla, onların koyduğu kanunlarla, onlara benzeyerek mücadele edilemez. Yasamaya, yargıya, yürütmeye müdahale edemeyen toplum, kendini üretebilmek için kendi yasasını, yani aslında örgütlenme ideolojisi olan ahlakını devreye sokmak durumundadır. Aksi halde toplum olma niteliğini yitirir.
Ulus bilinci ve yurttaşlık görevlerini kavratmak olan yurt ve yurttaşlık bilgisi dersinin konularından birine indirgendiği dönemde ahlakın millileştirildiğine tanık oluyoruz. 1974’te ayrı bir ders olarak tekrar müfredata döndüğünde ahlakın amacı da değişmişti: “Töre ve geleneklerimiz ile milli hasletlerimize uygun ahlâk kurallarını öğrenmelerine yardımcı olmak, Türk toplumunun ahlâkî ve manevî değerlerini kazanmaları için gerekli ortamı hazırlamak” ahlakı dinselleştirmenin işaretiydi. Ahlakın dinle doğrudan ilişkilendirilip amacının “İslam’ın sakınılmasını istediği davranışlar, din ve güzel ahlak ile İslam dinine göre kötü alışkanlıklar” olarak belirlendiği tarih ise 1982’dir. Bu, aynı zamanda ulus devlet ve değerlerinin tartışmaya açıldığı, Türkiye’nin neoliberal politikalara yelken açtığı tarihtir.
Osmanlı devleti döneminde öğretim programına seküler bir kavram olarak giren ahlak, cumhuriyet döneminde önce millileştirildi, ardından dinselleştirildi! Oysa ahlak dinsel değil seküler kavramdır. Bunu dindarlar da bilir. Dindarların ahlak kavramını inandıkları dinle (Hıristiyan ahlakı, İslam ahlakı gibi) birlikte kullanmasının nedeni, ahlakî kuralların dinlerin aksine toplum tarafından belirlenip zamanla değişime uğramasındandır.
Ahlak başlığı altında bireye kazandırılmaya çalışılan insani nitelikler, eğitimin ortaya çıkmasının asıl nedeniydi. Her biri yaşadığı dönemde içinden çıktığı toplumu etkilemiş ve ‘nasıl bir insan’ sorusunun yanıtını hâlâ kendilerinde aradığımız Sokrates, Aristoteles, Buda, Konfüçyüs; daha sonra Kant, Rousseau, Voltaire ve diğerlerinin topluma kazandırmaya çalıştıkları ve tümüne birden ahlak dediğimiz öğretiler hızla modern eğitimin konusu olmaktan çıkıyor.
Ne yazık ki ticaret, toplumsal iş bölümü, hiyerarşi ve bunun bir sonucu olan rekabet, “iyi” ile “kötü” ayrımını yapmamızı sağlayacak ahlakî ilkelerin devre dışı bırakılmasına neden oldu. Bu süreçte ahlakla birlikte anılan din ve dindarların insan üzerindeki gücünü piyasa lehine kullanması her şeyi ve herkesi kirletti.
Peki ahlakı bunların elinden, düştüğü bu durumdan kurtarabilir miyiz? Bence kurtarmak zorundayız. Çünkü hukuka (yasalara bile) uymayan siyasetçiyi, yargıcı, din adamını ve bilumum kamu görevlisini yargılayacak yegâne kural sadece ahlaktadır. Onlarla, onların koyduğu kanunlarla, onlara benzeyerek mücadele edilemez. Yasamaya, yargıya, yürütmeye müdahale edemeyen toplum, kendini üretebilmek için kendi yasasını, yani aslında örgütlenme ideolojisi olan ahlakını devreye sokmak durumundadır. Aksi halde toplum olma niteliğini yitirir.
(III)
Laik ahlak
______________________________________________________________
Ahlak, gerek ortaya çıkışı gerekse insan/toplum ilişkisini düzenleyen ilkeler bütünü olması bakımından zaten laik bir kavramdır. Öyleyse laik olana “laik” demek abes olmalı. Ama değil; Tanrı’ya karşı yükümlülüğe dönüştürülen insani ilkelere “din ahlakı” deniyorsa, kavramı dinlerin elinden kurtarmaya çalışanların “laik ahlak” demesi kaçınılmazdır.
Laik ahlak, ahlakın dini kullanımına karşılık olarak ortaya çıktı. Ahlaki bunalımdan çıkışı eğitimde görüp “laik ahlak”ı pedagojiye kazandıran ise Emile Durkheim’dir.
Laik ahlak, ahlakın dini kullanımına karşılık olarak ortaya çıktı. Ahlaki bunalımdan çıkışı eğitimde görüp “laik ahlak”ı pedagojiye kazandıran ise Emile Durkheim’dir.
Öncülleri Spinoza ve Kant gibi ahlaki kuralların akla ve mantığa uygun ölçülebilir, denetlenebilir, yargılanabilir olması gerektiğini düşünen Durkheim, eğitimin diğer konuları gibi ahlakın da din karşısında rasyonelleşmesi gerektiğini düşünüyordu. Haklı çıktı; çünkü bunu başaran toplumlar, din ahlakının etkisinden kurtulamayan toplumlar kadar derin ahlaki kriz yaşamıyor.
Laik ahlak, tarihin süzgecinden geçmiş kolektif bir çabanın ürünü olduğu için rasyoneldir. Rasyonel olduğu için din ahlakının aksine her türlü eleştiriye açıktır. Eleştiriye açıklık ise kişide öz disiplin geliştirir ve kişiyi akıl dışı karar ve eylemlerden korur.
Pedagojinin amacının insan davranışlarını yönlendirmek olduğunu belirten Fransız düşünür Durkheim, Fransa Dreyfus Davası’yla çalkalandığı sırada “şu an için pedagog açısından ahlak eğitiminden daha önemli bir konu olamaz” demiştir. Durkheim, ahlak ilkelerinin aynı zamanda hukukun ilkeleri olduğunu düşünerek laik ahlak eğitiminin önemi üzerinde duruyordu.
Bugün Türkiye’de evrensel hukuk kuralları geçerli değil. Evrensel hukukun rüşvet, hırsızlık, görevi kötüye kullanma, adam kayırma saydığı eylemler din (İslam) ahlakı tarafından kolaylıkla aklanabiliyor. Örneğin, hak eden kişi yerine dayısının oğlunun kamu kurumuna müdür olmasını sağlayan AKP milletvekili Mehmet Metiner’in “biz inançlı insanlarız değil mi; cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede ne okunur, ‘akrabalarını koru kolla‘ der!” savunması din ahlakı tarafından tatmin edici bulundu. Keza İslamcı yönetimin mahkemelerinde görülen davaların hukuk dışılığı artık Dreyfus Davası’yla karşılaştırılmıyor.
Laik ahlak, sadece laiklere değil, en çok da dindarlara gereklidir. Nitekim gerekli de oldu: Saadet Partisi, genel merkez olarak kullandığı binayı bir ay içinde tahliye edecek. İcra yoluyla tahliye talebinde bulunanlar, oğlu Fatih Erbakan başta olmak üzere Necmettin Erbakan’ın varisleriydi. Partinin mevcut genel başkanı Temel Karamollaoğlu, cemaatin bağışı, devletin ”yardımı” ile edinilmiş fakat partilerinin kapatılması ihtimaline karşı en güvenilir kişi olarak Necmettin Erbakan’ın üzerinde tutulan (Kayıp Trilyon Davsını anımsayın) mülklerin kişisel servete dönüşmesini ”Erbakan hocamız hayatta olsaydı (Fatih Erbakan’ı) falakaya yatırırdı” gibi ne bu dünyada ne öbür dünyada cezası olmayan naif bir beddua ile içine sindirmek zorunda kaldı.
Çünkü partinin yöneticileri ve dindar seçmenler, laik hukuktan gizledikleri emanetlerine İslam ahlakından halel gelmeyeceğini düşünmüşlerdi. Ne yazık ki kanıtla karar veren hukuk varisleri haklı buldu, İslam ahlakına güvenen cemaat kaybeden taraf oldu! (Umarız bu olay, himmet hesabını güvenli sanıp elden ele, evden eve taşınan paraların izini sürmeyenlere ders olur.)
İslamcılar hukuku ortadan kaldırdı, insan ilişkilerini zedeledi. Şimdi kendi aralarındaki ilişkiyi zehirliyorlar. Bu durumda onarıma insandan başlamak gerekiyor. Bu nedenle pedagojinin yardımına ihtiyacımız var. (Bu da haftanın konusu olsun.)
Laik ahlak, tarihin süzgecinden geçmiş kolektif bir çabanın ürünü olduğu için rasyoneldir. Rasyonel olduğu için din ahlakının aksine her türlü eleştiriye açıktır. Eleştiriye açıklık ise kişide öz disiplin geliştirir ve kişiyi akıl dışı karar ve eylemlerden korur.
Pedagojinin amacının insan davranışlarını yönlendirmek olduğunu belirten Fransız düşünür Durkheim, Fransa Dreyfus Davası’yla çalkalandığı sırada “şu an için pedagog açısından ahlak eğitiminden daha önemli bir konu olamaz” demiştir. Durkheim, ahlak ilkelerinin aynı zamanda hukukun ilkeleri olduğunu düşünerek laik ahlak eğitiminin önemi üzerinde duruyordu.
Bugün Türkiye’de evrensel hukuk kuralları geçerli değil. Evrensel hukukun rüşvet, hırsızlık, görevi kötüye kullanma, adam kayırma saydığı eylemler din (İslam) ahlakı tarafından kolaylıkla aklanabiliyor. Örneğin, hak eden kişi yerine dayısının oğlunun kamu kurumuna müdür olmasını sağlayan AKP milletvekili Mehmet Metiner’in “biz inançlı insanlarız değil mi; cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede ne okunur, ‘akrabalarını koru kolla‘ der!” savunması din ahlakı tarafından tatmin edici bulundu. Keza İslamcı yönetimin mahkemelerinde görülen davaların hukuk dışılığı artık Dreyfus Davası’yla karşılaştırılmıyor.
Laik ahlak, sadece laiklere değil, en çok da dindarlara gereklidir. Nitekim gerekli de oldu: Saadet Partisi, genel merkez olarak kullandığı binayı bir ay içinde tahliye edecek. İcra yoluyla tahliye talebinde bulunanlar, oğlu Fatih Erbakan başta olmak üzere Necmettin Erbakan’ın varisleriydi. Partinin mevcut genel başkanı Temel Karamollaoğlu, cemaatin bağışı, devletin ”yardımı” ile edinilmiş fakat partilerinin kapatılması ihtimaline karşı en güvenilir kişi olarak Necmettin Erbakan’ın üzerinde tutulan (Kayıp Trilyon Davsını anımsayın) mülklerin kişisel servete dönüşmesini ”Erbakan hocamız hayatta olsaydı (Fatih Erbakan’ı) falakaya yatırırdı” gibi ne bu dünyada ne öbür dünyada cezası olmayan naif bir beddua ile içine sindirmek zorunda kaldı.
Çünkü partinin yöneticileri ve dindar seçmenler, laik hukuktan gizledikleri emanetlerine İslam ahlakından halel gelmeyeceğini düşünmüşlerdi. Ne yazık ki kanıtla karar veren hukuk varisleri haklı buldu, İslam ahlakına güvenen cemaat kaybeden taraf oldu! (Umarız bu olay, himmet hesabını güvenli sanıp elden ele, evden eve taşınan paraların izini sürmeyenlere ders olur.)
İslamcılar hukuku ortadan kaldırdı, insan ilişkilerini zedeledi. Şimdi kendi aralarındaki ilişkiyi zehirliyorlar. Bu durumda onarıma insandan başlamak gerekiyor. Bu nedenle pedagojinin yardımına ihtiyacımız var. (Bu da haftanın konusu olsun.)
(IV)
Okul ve ahlak
______________________________________________________________
Eğitim profesyonelleştiği ölçüde bireyin insanlaşma gereksinimini ihmal eder. Eğitimin, bireyi ne ölçüde insanlaştırdığı testle ölçülmez; insanın toplumla kurduğu ilişkiye, kamusal alandaki davranışlarına bakılarak görülür.
Türkiye, yıllardan beri öğrencilerine Trafik Güvenliği, Sağlık Bilgisi, Medya Okuryazarlığı, Çevre Eğitimi gibi davranış dersleri verir. Buna rağmen halkımız trafik kurallarına uyamaz, iletişim araçlarını kullanamaz, basit sağlık önlemlerini alamaz, çevresini temiz tutamaz...
Eksikliği Adalet Bakanlığı tarafından da hissedilmiş ki önerisi Eğitim Bakanlığında kabul gördü ve bu öğretim yılında müfredata seçmeli Hukuk ve Adalet dersi eklendi! Hukukumuzu bilelim, adil olalım diye. Diğerleri gibi bu ders de davranışa dönüşmeyecek, çünkü müfredatlar öz disiplin sağlayacak ahlaki ruha sahip değil.
Her dersin, sonunda davranışa dönüşmesi beklenir: İster matematik ister fizik isterse spor olsun, derslerin kazandırdığı beceri ve davranışlar uygulamada ahlakın asgari ilkelerine uymayı gerektirir. Öyleyse eğitimi verilecek ilk ders laik ahlak olmalıdır. Ayrıca her bir dersin özel amaçlarının yanı sıra ahlaki amaçları belirlenmelidir. Öğrenci edindiği bilgiyi, kazandığı beceriyi ne için, kimin yararına kullanacağını baştan bilmelidir. Bilmeli ki bir yetişkin olduğunda bir zümrenin hakimi, savcısı, askeri, polisi, gazetecisi olmayıp toplumun vicdanı olsun. Kuşkusuz ahlak söz değil eylemdir. Onun için laik ahlakın eğitim müfredatına alınması yetmez; öğretmeniyle, yöneticisiyle her eğitim aktörü davranışıyla birer ahlak örneği olmak durumundadır.
Ahlak artık sokakta, iş yerinde, yolda, kentte, köyde kişinin kendi başına edinebileceği bir ilişkiler kuralı değil. Fakat okul, hem deneysel yöntemlerle hem aktarım yoluyla ahlakın ele alındığı, kurallarının oluşturduğu yer olarak hâlâ önemini korumaktadır.
Ahlak her zaman okulun ilk konusu oldu. Okul, sokağın başında, meydana çıkan yolun üstünde insana yol gösterdi. Ne yazık ki neoliberal islamcı işbirliği, okulun bu rolünü kamusal amaç gütmeyen bir kısmı sivil toplum örgütü görünümündeki cemaatlere, camilere, partilere, medyaya devrederek ahlaki ilkeleri disiplin olmaktan çıkardı.
Laik ahlak, toplumcudur; kişinin yaptığı işle başkalarının mutlu olmasını sağlar. Bireyin bu dünyadaki eylemlerini öteki dünyada elde edeceği ayrıcalıklara bağlayan din ahlakı ise bireycidir. Bu nedenle kişiden duygularını işine bulaştırmadan işini beklendiği gibi yapmasını isteyen profesyonelleşmeciler müfredatın ahlakını dinlerden alır. Bu bağlamda 2023 Vizyon Belgesi’nin dinselleşmeyle profesyonelleşmeyi birlikte düşünmesi bana şaşırtıcı gelmedi.
İslamcıların eğitimi getirdiği nokta ortada: Normal bir toplumda ahlaki disiplinin sağlayacağı düzen yasaklarla sağlanıyor. İnsanlar, eğitimini aldıkları konularda hayvanice dürtükleniyor: Yaşlılara yer vermeniz gerektiği konusunda dijital bir sesle uyarılıyor, fikrine katılmadığı insanlardan başlarını keserek kurtulmayı düşünen Erkan Tanlar çoğalıyorsa eğitimi laik ahlakla birlikte düşünmek zorunluluk haline gelmiş demektir.
Ekonomik krizleri, sistemin krize yol açan unsurlarını o da olmazsa sistemin kendisini değiştirerek aşabilirsiniz. Ancak ahlaki krizden ha deyince çıkamazsınız. Ahlak tasarrufla biriktirilmez, bir yerden satın alınmaz, borçlanma yoluyla temin edilmez. Bu durumda yapılacak iki şeyden biri, önce ahlakı bozan unsurları temizlemek; ikincisi eşzamanlı olarak felsefi temelleri olan laik ahlakı eğitimin meselesi yapmaktır.
(V)
“Ebna-yı cinsine, hayvanat vesair mahlukata karşı vazife”
______________________________________________________________
Birkaç haftadır ahlak üzerine yazıyorum. Aslında, insanın hukuksuzluk karșısında sığınabileceği bir güvence arıyorum. Yasamanın ve yargının değiştiremeyeceği; yürütmenin ve güvenlik güçlerinin keyfince yorumlayamayacağı, sıkıştığımızda bizi koruyacak bir güvence…
Laik ahlakı yasadan daha güvenilir buluyorum. Çünkü yasa, insanın “ebna-yı cinsine, hayvanat vesair mahlukata karşı” husumet beslemesinin önüne geçmez, biraz korkutur fakat genellikle olay anında veya sonrasında müdahale eder. Oysa laik ahlak önleyicidir, kişiyi içten denetleyerek saldırgan bir yaratığa dönüşmesinin önüne geçer.
Laik ahlakı yasadan daha güvenilir buluyorum. Çünkü yasa, insanın “ebna-yı cinsine, hayvanat vesair mahlukata karşı” husumet beslemesinin önüne geçmez, biraz korkutur fakat genellikle olay anında veya sonrasında müdahale eder. Oysa laik ahlak önleyicidir, kişiyi içten denetleyerek saldırgan bir yaratığa dönüşmesinin önüne geçer.
Ahlak, kişide utanma duygusunun gelişmesini sağlar. Kişi ahlaksızsa aynı zamanda utanmazdır; utanmıyorsa ahlaksızdır. Böyle birinden insana, diğer canlılara, doğaya saygı gösterme, hukuka uyma bekleyemezsiniz. Ahlaksız, sıkıştığı anda dayanaksız iddiasını, kabullenilmeyen davranışını itiraz edilmesi suç sayılan bir otoriteye (genellikle Tanrı, tanrılaştırılmış bir kişi veya millet) dayandırır. Bu yolla ikna edemediği durumlarda şiddete başvurur.
Tanık olanda bile utanmaya yol açacak ahlak dışı eylemlerin, tekil insan kusuru olmaktan çıkıp toplumda kabul gören davranışa dönüştüğü bir süreçteyiz. Çoğunluk dilinin kullanıldığı siyaset ve siyasetçiye bakarak ahlak dışılığın geldiği noktayı görebiliriz. Nezaketsizlik olmasın diye Ecevit’in yanında sigara içmeyen Devlet Bahçeli’nin beyaz çorabını yeniden ayağına geçirmesi kendisi kadar hitap ettiği kitlenin değişimiyle ilgilidir. Demem o ki siyaseti hukuka davet edecek halkın önce kendi hukukuna (laik ahlakın ilkelerine) uyması gerekir.
Temeli aileye dayalı ahlakı kimi toplumlar dinselleștirmiș kimi milliyetçileștirmiș olsa da ahlakın ilkeleri evrenseldir. Bu nedenledir ki uygar toplumlar, kanundan önce başkalarının olumlu bulacağı ahlaki ilkeleri eğitimin konusu yapar.
Türkiye’de ahlak, eğitimin dert ettiği meselelerden değil. Oysa modernleşme çabası ile birlikte başlayan bir ahlak eğitimi geçmişi var bu ülkenin: Ahlak, ilk kez “ahlak risalesi ve ilm’i” adıyla Abdülaziz’in (1861-1876) eğitimi zorunlu kılan “Sıbyan Mekteplerinin lslahatına Dair Nizamname Layihası” ile sıbyan mekteplerinin ikinci sınıfında okutulmak üzere 1868’de ayrı bir ders oluyor.
Sonraki padişah Abdülaziz’in eğitim işlerinden sorumlu nazırı (bakan) Saffet Paşa, davranış kalıplarının yer aldığı kitapçıktan (risale) okutulan ahlak dersi için ödüllü kitap yazma yarışması açıyor. Yüz sayfa kadar olması istenen kitapta yazarın yer vermek zorunda olduğu konular arasında yer alan “ebna-yı cinsine, hayvanat vesair mahlukata karşı vezfüfi” (hemcinsine, hayvanlara ve her türlü canlı varlığa) bugünün dinle ilişkilendirilen ahlakın konuları arasında değil.
Bugün yasayı yapana, yapıp uygulayana enseni dönüp yürümekten korkuyorsak; kadın kocasının yanında güvende değilse, sizi ekrana kilitleyen fenomeninizi ertesi gün papağanını infaz ederken izliyorsanız nedeni 150 yıl önce insana ve hayvana karşı vazife olarak öğretilen ahlaki kaidelerin, bugün “günah olan davranışlar”dan sayılmasındandır.
Tanık olanda bile utanmaya yol açacak ahlak dışı eylemlerin, tekil insan kusuru olmaktan çıkıp toplumda kabul gören davranışa dönüştüğü bir süreçteyiz. Çoğunluk dilinin kullanıldığı siyaset ve siyasetçiye bakarak ahlak dışılığın geldiği noktayı görebiliriz. Nezaketsizlik olmasın diye Ecevit’in yanında sigara içmeyen Devlet Bahçeli’nin beyaz çorabını yeniden ayağına geçirmesi kendisi kadar hitap ettiği kitlenin değişimiyle ilgilidir. Demem o ki siyaseti hukuka davet edecek halkın önce kendi hukukuna (laik ahlakın ilkelerine) uyması gerekir.
Temeli aileye dayalı ahlakı kimi toplumlar dinselleștirmiș kimi milliyetçileștirmiș olsa da ahlakın ilkeleri evrenseldir. Bu nedenledir ki uygar toplumlar, kanundan önce başkalarının olumlu bulacağı ahlaki ilkeleri eğitimin konusu yapar.
Türkiye’de ahlak, eğitimin dert ettiği meselelerden değil. Oysa modernleşme çabası ile birlikte başlayan bir ahlak eğitimi geçmişi var bu ülkenin: Ahlak, ilk kez “ahlak risalesi ve ilm’i” adıyla Abdülaziz’in (1861-1876) eğitimi zorunlu kılan “Sıbyan Mekteplerinin lslahatına Dair Nizamname Layihası” ile sıbyan mekteplerinin ikinci sınıfında okutulmak üzere 1868’de ayrı bir ders oluyor.
Sonraki padişah Abdülaziz’in eğitim işlerinden sorumlu nazırı (bakan) Saffet Paşa, davranış kalıplarının yer aldığı kitapçıktan (risale) okutulan ahlak dersi için ödüllü kitap yazma yarışması açıyor. Yüz sayfa kadar olması istenen kitapta yazarın yer vermek zorunda olduğu konular arasında yer alan “ebna-yı cinsine, hayvanat vesair mahlukata karşı vezfüfi” (hemcinsine, hayvanlara ve her türlü canlı varlığa) bugünün dinle ilişkilendirilen ahlakın konuları arasında değil.
Bugün yasayı yapana, yapıp uygulayana enseni dönüp yürümekten korkuyorsak; kadın kocasının yanında güvende değilse, sizi ekrana kilitleyen fenomeninizi ertesi gün papağanını infaz ederken izliyorsanız nedeni 150 yıl önce insana ve hayvana karşı vazife olarak öğretilen ahlaki kaidelerin, bugün “günah olan davranışlar”dan sayılmasındandır.
ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder