23 Aralık 2018 Pazar

Hacettepe Çıkmazı - TOLGA BİNBAY

Aslında tam olarak bir çıkmaz da sayılmazdı. Hacettepe’den Hamamönü’ne çıkılan bir sokaktı. Biraz yan yatmış ama yıkılmamak, ayakta durmak için birbirine yaslanmış eski binaların arasından kıvrılır ve sonunda dar bir geçitle ana caddeye açılırdı. Korna seslerinin tüm hayatı bastırdığı iki cadde arasında uzanırdı. Talatpaşa’yı Dumlupınar’a bağlardı. Ya da Dumlupınar’ı Talatpaşa’ya. Bir nevi, tarihi bir kısa geçitti yani.

Adı Sarıkadın Sokağı’ydı. Nam-ı diğer öğrenci sokağı. Ekmek arası patates kızartması yediğimiz bir sokak. Öğrenciyiz tabii ki ve yurtta kalıyoruz. Hacettepe Merkez Kampüsü yurtlarında.

Üç blok var: A, B ve C. Tıp Fakültesi için C blok ayrılmış. Herkesin ders çalıştığı bir blok yani. Çalışma salonlarında bazı kişilerin sabit yerleri var. Masanın, sandalyenin üstünde isimleri yazıyor, başkası oturamıyor. Çünkü molalar dışında hep salondalar. Bir nevi orada yaşıyorlar. Tıp için.

Ben ve benim gibiler ise pek hazzetmiyor bu gömülme halinden. Ders, bilim falan sevmediğimizden değil ama ders merkezli bir hayata mesafeliyiz. Bir yandan tıp okuyup bir yandan da hayatı kaçırmama derdindeyiz. Daha doğrusu doludizgin yaşayıp aradan tıbbı da çıkarma telaşındayız. Ama yapacak bir şey yok, tüm her şeyin arasında tıp da bazen kaçabiliyor.

Çalışma salonlarına nadiren uğruyoruz. Ama vaktimizi öğrenci sokağının bir kısmını dolduran kafelerde king oynayarak da geçirmiyoruz. Başka bir kafa var bizlerde. Hatta birbirimizi bile bilmeden o başka kafalarda yaşıyoruz. O kafeler ise başka türde bir çalışma salonu. Sigara, avarelik ve lagara lugara! Bize sorarsanız hepsi aynı yere çıkıyor: Düzene uygun kafalara!

C bloktakilerin önemli bir kısmı tıp çalışma salonlarından B bloktakilerin önemli bir kısmı ise king çalışma salonlarından mezun oldu. Tabii ki C bloktan bazı öğrenciler de vardı king ming masalarında. Onlar da kâğıt oyunları kralı olarak diplomalarını aldılar. Bir nevi yan dal uzmanlığı yani.

Zorlu bir kampüstü Hacettepe. Yokuşun tepesinde kurulu. Öyle ODTÜ gibi yeşillikler içinde falan değildi. Zaten adı üstünde, tepe üstüne kurulmuş. Sürekli tırmandığınız bir okul. Derse yetişmek için tırman, otobüse binmek için tırman, gitmek için tırman, dönmek için tırman. Tırman da tırman!

Sıhhiye’deki merkez kampüse ulaşmaya çalıştığım ilk günü halen hatırlarım. Hatta bir tek zihnimle değil tüm bedenimle, sancıyla hatırlarım! Ankara sıcağında, elimdeki bavulun her adımda daha da ağırlaştığı, o tepeden şu tepeye sürekli tırmandığım bir yolculuk gibiydi Hacettepe’ye gitmek. Altı üstü kayıt olmaya gelmiştik ama işte o kapıdan şu kapıya derken en sonunda kendimizi Beytepe kampüsünde bulmuştuk.

Körüklü otobüsün bile söylene söylene, homurdana homurdana gittiği ve arada da hani neredeyse soluklanmak için durup tısladığı bir saatlik bir yol vardı aynı üniversitenin iki kampüsü arasında. Evet, iki kampüsü vardı üniversitenin. Birbirinden kopuk iki ayrı dünya.

Ve zorlu bir okuldu Hacettepe. Dereli, tepeli ve bir ayrı kafalı. İçinden çıkanlarda bıraktığı izleri (hani siz ne kadar kaçmış olsanız da)  mezun olup bambaşka iklimlere gelince anladım. Bir elbise gibiydi üstümdeki Hacettepe kimliği. Kaçsam da yapışan; hiç fark ettirmeden işleyen.

Tıp ile “tıp” üzerinden mesafeliydik belki ama siyaset üzerinden tıbbın tam da içindeydik. Toplumsal tıpla ilgili sürekli kafa yorduğumuzu hatırlıyorum: Ivan Illich’in kitabı (Sağlığın Gaspı), kütüphanedeki “Soviet Socialized Medicine” kitabı, Alma-ata Bildirgesi, Herkes İçin Sağlık hedefi, Dünya Sağlık Örgütü’nün dönüşümü ve sağlığın temel belirleyeni, yani toplumsal eşitsizlikler. Müfredatta olmayan yüzlerce başlık arasında arıyorduk: Kendi müfredatımızı.

Öyle günlerdi. Ve tüm bu hengâmenin arasında okul kulüpleri çölde vaha, denizde ada gibiydi bizler için.

Kulüplere çevre edinmek, sevgili edinmek, vakit geçirmek ve de kendimizi denemek için değil, bir araya gelmek için gidiyorduk. Neredeyse her hafta ayrı bir öğrenci etkinliğinin olduğu günlerdi, o günler. Koşa koşa giderdik söyleşilere, sunumlara ve de konferanslara.

Şükrü Erbaş’ı hatırlıyorum mesela bir etkinlikte. Sanırım Kitap Kulübü davet etmişti. Etkinlik mekânı Tıp Fakültesi’nin meşhur M salonu olmasa bile R salonuydu sanırım. S de olabilir, emin değilim artık.

Tıklım tıklım doluydu içerisi ve şair, hemen az ilerideki genelevlerde çalışan kadınlara götürdüğü gelinliği anlatmıştı o gün bizlere. O zamanlar cinsiyet meselelerine duyarlı değildik. Şimdi düşünüyorum da bugün anlatsa şair, kesin birileri çıkıp laf ederdi, “kadınlara bula bula gelinliği reva görmek erkek egemen düşüncesinin bir tezahürüdür sayın bay şair” diye.

Acemilik işte. Olmamışlık belki de. Biz zaten uzaktık bunlara. Cahili olduğumuz için değil lügatimizde olmadığı için. Ama zaman değiştiriyor insanı. Yine de bazı şeyler değişmiyor. Mesela kalabalık bir etkinlikte Ahmet Altan’ın göklere çıkarılıp Nâzım Hikmet’in hani neredeyse faşist ilan edildiğini de bilirim. Hem de tek bir kriterle: “Ama işte o hiç değinmemiş şiirlerinde bizlere” diye.

Sonra Mesut Odman’ı hatırlıyorum. Yine R Salonu’nda. Kamudan yeni ayrılmıştı sanırım. Gazete yazıları kaleme alıyor ve elinde beyaz kartlarla konuşuyordu. Kartlar sarı da olabilir, tam hatırlamıyorum ama okuma notları almak diye disiplinli bir uğraş olduğunu o zaman öğrenmiştim. Ve ben de notlar almaya karar vermiştim. Ha, hayata geçirdim mi, o ayrı! Ama halen hatırlarım elindeki kartları tek tek çevirişini ve konuşurken notlarına göz atışını.

Sonra Özgür Şen. R değilse S salonu. Oradayız, hep beraber. O zaman tabii ki genciz (Tamam, şimdi “yaşlı” da sayılmayız ama bayağı bir genciz işte). Konumuz “demokrasi” meselesi. O zaman da şimdi olduğu gibi herkes “demokrasi” istiyor. Daha doğrusu herkes bir an önce bir şeylerden kurtulmak istiyor ama ne yapmak gerektiğini de pek takmıyor! Bulutsuzluk Özlemi’nin “Acil Demokrasi” şarkısı da o dönemde halen popüler. Ve ilk o konuşmada anlıyorum aslında Acil Demokrasi’nin bir siyasi program olduğunu ve hem şarkı olarak hem de işaret ettiği siyasi hat olarak kafama pek yatmadığını.

Madem rock’a kaydı Hacettepe Çıkmazı, tabii ki unutulmamalı: bir de Dr. Skull vardı. Unutulur mu!

O zamanlar daha “kongre turizmi” icat olmamış. Üniversitenin tüm salonlarında bir tür “kamusal kullanım hakkı” var. Kampüs’teki konserler, kongreler ve söyleşiler ücretsiz. Bir öğrenci için bulunmaz nimet yani. M Salonu’nda Dr. Skull çıkmıştı sahneye. Kimsenin rock dinlemediği günlerde, Türkçe sözlü rock ile. Ama… 
Ama ayrı bir toplama seslenirdi bu konserler. Siyaseti tehlikeli bulan, hatta “bilimsel ve mesleki gelişim” için gereksiz bulan bir geniş toplamdı bu. İnsanlığa faydalı olmak fikrinin altını oyan bir uzak durma hali vardı işte Dr. Skull ve onun temsil ettiği geniş düzlükte. O arkadaşlarımızın arasında da yalnızlık çekerdik.
Şairlerin, düşünürlerin ve siyasal tıbbın peşinden koşan bizim gibilerden ya uzak dururlar ya da bizlerle hiç konuşmazlardı. Çok ayrı dünyaların insanlarıydık. Ne yazık ki! Ama hepsi, yani çoğunluğu “laik ve özgür bir cumhuriyetten” yanaydı. Hani elini taşın altına çok da koymadan.

Aradan geçen şu 20 yıl ise tıpkı Hacettepe’nin o çıkmaz sokağı gibiydi. O geniş toplamın siyasetle olan mesafesi yine o geniş toplamın kıymet verdiği her şeyin eriyip gitmesine neden oldu.

Sokak ise yıllar içinde çok değişti. Gerçi halen dar bir geçit ile bağlanıyor Talatpaşa’ya ama evler bir güzel elden geçti. Daha dün yapılmış gibiler artık.

Halen etkinlikler yapılıyor mu bilemiyorum. Sanırım yapılıyor. Ahmet Telli ise bizim zamanımızda ne M Salonu’na geldi, ne R Salonu’na ne de fakültenin mavi, beyaz, kırmızı turuncu amfilerine. Sanki O’nu hep başka yerlerde dinledik. Üniversitede değil.
Ama gelseydi, onun gibi uzaklara bakar ve dizelerini mırıldanırdık, mutlaka:
...
büyük aşklar yolculuklarla başlar 
ve serüvenciler düşer bu yollara ancak 

Tolga Binbay / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder