Daha önce defalarca yazıp çizdiğimiz bir konuya yeniden dönme ihtiyacının nereden çıktığı sorusu herhalde en az Sol Haber Portalı okuyucularınca sorulur. Sistemin ürettiği bilinçli/bilinçsiz kafa karışıklıkları o denli kesintisiz bir biçimde piyasaya sürülmektedir ki, bunlara karşı aydınlatma mücadelesinin de aynı kararlılıkla sürdürülmesi gerekir.
Geçen hafta düzenlenen 43. İktisatçılar Haftası'nın ikinci günü "Türkiye'de Siyasal Dönüşüm ve Rejimin Niteliği" başlığı altında yapılan oturumdaki bazı sunuşlar bu konuya yeniden dönmemizi kışkırtan bir etken oldu. Bu toplantının sadece açış konuşması içinde tek bir konuşmacıdan birbirinden ayrı ve yer yer önemli çelişkiler taşıyan üç farklı yaklaşım dinleyince, kafa karışıklığının ulaştığı düzeye dikkati çekemeden edemedim. (Toplantının tutanakları daha sonra İktisat Dergisi özel sayısında yayımlanacağı için burada isimlendirmeye gidilmeyecektir).
Açış konuşmasının ilk yaklaşımı "demokrasi-popülizm karşıtlığı" üzerine kurgulanmıştı. Liberallerin, geleneksel sağ siyasetlerin ve hatta sosyal demokratların pek sevdiği bu sanal ayırımın her türlü sınıfsal analizi dışlamanın tercihli bir yolu olduğu malum. "Popülizm" gibi gevşek, her yere çekilebilir ve analitik bir değeri olduğu şüpheli bir kavramın her kapıyı açan bir maymuncuk şeklinde siyasal analizlere dahil edilmesini son derece sorunlu buluyoruz.
Bir kere "popülizm", çıkışı itibariyle, sermayenin birikim gereklerinin dışında ve bazen bütçe dengeleri zorlanarak halk kitlelerine ekonomik-sosyal bir takım hakların (geçici veya kalıcı olarak) verilmesine ilişkin ekonomi-merkezli bir kavramsallaştırmaydı. Bu, daha çok sağ iktidarlara maledilen bir uygulama türü olmakla birlikte sol/sosyal demokrat iktidar türlerini de kapsamına alabiliyordu. Siyasal kertenin, kendi devamlılığını ve sermayenin sınıfsal meşruiyet ve egemenliğini sağlamak açısından, ekonomik kertenin doğrudan sınıfsal taleplerinin (sermaye birikim gereklerinin) konjonktürel olarak belirli ölçülerde dışına çıkması olarak da tanımlanabilir. Kavram, tanım olarak, bir demokrasi karşıtlığını içermiyordu. Tam tersine, halk kitlelerini demokrasiye veya sandık demokrasisine bağlamanın ve sadece iktidara değil sistemin kendisine de meşruiyet üretmenin bir yöntemi olarak çalışmaktaydı. Aslında Batılı liberallerin gözünde de gerçek ayrım "demokrasi-popülizm" arasında değil "liberalizm-popülizm" arasındadır ve yukarıda söylenenler çerçevesinde kendi içinde daha tutarlıdır.
Şimdilerde sağ popülizm kavramı içine kültürel ögelerin de katılmaya çalışıldığı, milliyetçilik ve dincilik üzerinden oluşturulan sağ söylemlerin de bu kavrama içkin olduğu görüşünün benimsenmeye/ benimsetilmeye çalışıldığı görülmektedir. Oysa kavramın böylesine bir yamalı bohçaya döndürülmesi, onun açıklayıcı bir kavram olma niteliğini de aşındırmaktadır. Milliyetçilik veya dincilik yapmaksızın halk kitlelerine sermayenin programı dışında ekonomik-sosyal haklar tanımanın veya kamu harcamaları tahsis etmenin kavramsal karşılığı da -eğer böyle bir karşılık vardıysa- ortadan kalkmaktadır.
Bu arada, dinci/milliyetçi iktidarları/ hareketleri nitelerken kullanılan "aşırı sağ", "milliyetçi sağ", "faşist parti", "ırkçı/milliyetçi faşist", "İslamcı faşizm" gibi kavramların kullanım alanı da daralmaktadır. Örnek mi istiyorsunuz? Yeni Zelanda katliamını gerçekleştiren ırkçı ve İslam karşıtı faşisti nitelerken Cumhuriyet Gazetesi'nin (16.3.2019, s3) kullandığı haber başlığını alın: "Aşırı sağ popülizmin yarattığı canavar..."!
Aslında sağ ve sol popülizm ayrımları da durumu kurtarmamaktadır. Çünkü her durumda, egemen sermaye sözcülerinin asıl tepkiyi milliyetçi/dinci politikalara değil de "popülist" olarak damgaladıkları iktidarın halk yararına önerdiği veya uyguladığı (göstermelik veya değil) iktisat politikalarına yönelttikleri görülmektedir. Macaristan'daki Orban yönetiminin halk yararına getirdiği sosyal haklara ve harcamalara Batı finans kapitalinin sözcülerinin "fazla maliyetli ve işe yaramaz" (M.A. Orenstein, Birgün, 18.3.2019) şeklindeki yaklaşımları bunun aynası gibidir. Yarın birgün örneğin Türkiye'de sermayeyi vergilendirip emekçi kitlelere, köylülere ve emeklilere yeni haklar tanınmasının aynı biçimde tanımlanıp kötüleneceğine (örneğin liberal AB üzerinden Erdoğan iktidarına gelen tepkilerden daha fazlasının gösterileceğine) emin olabilirsiniz; çünkü bunun bulaşıcı etkilerinin gelişmiş kapitalist ülkelere de sıçramasından dehşetli ürkülmektedir.
Bu kavram kargaşasındaki bütün mesele, sınıf analizinden ve marksist kavramları kullanmaktan kaçıştır. Bu nedenle mücadele kesintisiz olmak zorundadır; hem yaşamın içinde hem de sosyal bilimlerin bünyesinde.
***
Tekrar "açış" konuşmasına dönersek, "popülizm-demokrasi" karşıtlığı içinde AKP'nin, "başlangıçta demokrat tavırlar sergilese de" sonuçta "popülist" tarafa yerleştirilmesi bu analizin amaç fonksiyonuna uygundu. Ama, hakkını verelim, daha cesur bir nitelemeye de yer verilebildi: Sağ popülizmin bir olasılık olarak faşizme yönelmesi de beklenebilirdi ve nihayetinde AKP de bu yola sapmıştı.
AKP'nin faşizme yönelmesi bir siyasal dönüşüm olarak vurgulandıktan sonra Prof. Tülin Öngen'in "Faşizmi Anlama Kılavuzu" makale dizisine (Birgün, 29.2.2011, 4.3.2011, 12.3.2011) ve Öngen'in "faşizmin evreleri" analizine referansla bu açış konuşmasını sürdürmek; bu bağlamda AKP'nin ilk iktidar dönemini (2002-2007) "ılımlı faşizm veya maskeli faşizm" olarak, 2007- 2011 dönemini (veya makalenin yazıldığı tarihe bağlı kalınmazsa 2016'ya kadar süren dönemi) "düşük yoğunluklu faşizm" olarak, nihayet 15 Temmuz 2016 sonrasındaki dönemi "ileri faşizm" olarak tanımlamak doğrusu marksist bir analiz yöntemine şaşırtıcı bir sıçrama gibiydi.
Peki ya sonrasında? Sonrası, bu marksist analizle bağlantısı tamamen kopuk bir "devamlılık" vurgusuna dönüşle sunuşun tamamlanmasıydı! Konuşmacıya göre AKP dönemi aslında bir devamlılıklar zincirinin son halkasıydı; yargı eskiden de bağımsız değildi; 2017 Anayasası darbeci 1982 Anayasasını sürdürüyordu (doğrusu bunun bir hukukçudan gelmesi şaşırtıcıydı); yasama eskiden de bağımsız değildi şimdi de değildi; üniversite eskiden de özerk değildi şimdi de değildi (!); basın eskiden de iktidarlardan bağımsız değildi şimdi de değildi! Peki farklılık? Tek bir kesinti vardı o da Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CYS) ile getirilen yeni yönetim biçimiydi. Tam bir çelişkiler zinciri: Öngen'e referansla verilen faşizmin evreleri buharlaşmış, 2016'ya kadar kesintisiz bir süreç yaşanmıştı ve eğer faşizme bir geçiş varsa o da ancak 24 Haziran 2018 seçimleri sonucunda kurulan CYS ile başlamıştı. Çelişkinin daha minör, ama önemsiz olmayan bir bölümü de, 1982 Anayasası ile 2017 anayasasının bir devamlılık içinde sunulmasıydı; oysa kesinti/kopuş olarak nitelenen Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi de 2017 anayasası ile getirilmişti! Peki ama 2017 anayasası 1982'in devamı ise kopuş neredeydi? Böylesine bir kafa karışıklığı "post-modernizm" içinde bile bulunamazdı.
Daha fazlası olabilir miydi? Evet olabildi. Açılışı izleyen panelin ilk konuşmacısı, sağdan transfer aktif bir CHP milletvekili, açışı yapan konuşmacıya katılmakla birlikte "kesinti veya kopuş" önermesine dahi karşı çıkarak aslında eskiden de benzer demokrasi-dışı uygulamaların olduğunu dolayısıyla anlamlı hiçbir kesinti olmadığını savunabiliyordu. Eleştiriler üzerine sonradan bundan biraz çark ediyor gibi gözükse de meramı açıktı. Bu meram bize, olayın sadece bir kafa karışıklığından ibaret olmadığını da göstermekteydi; dinci faşist rejimi sıradanlaştıran, onun -bazı aşırılıklarına rağmen- olağan iktidar yapılarından esasta farksız olduğunu iddia eden bu yaklaşım, AKP iktidarını meşrulaştırıcı bir işlev gördüğü kadar ona karşı mücadele biçimlerini de sulandırmaya hizmet ediyordu.
***
Beni asıl hayrete düşüren ise panelin üçüncü konuşmacıydı. Üniversiteden BAK imzacısı olduğu için atılmış bir siyaset bilimcinin konuşmasının sonunda "faşizm" gibi "pejoratif" anlamlarla yüklü bir kavramın AKP rejimi için kullanılmasını basitlik olarak nitelemesi, kendisinin uygun bir kavram bulamadığını söylemesi, ama her durumda "AKP yönetiminin olağanüstü bir rejim oluşturmadığı" sonucuna varması, sizleri bilmem ama bana "pes" dedirtecek türdendi. Ve bu yazıyı yazmaya karar vermemin de asıl belirleyicisi oldu.
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder