Kapı ardımdan kapandı. İçeri baktım, “Yok” dedim, “burası erkeklerin kaldığı bir koğuş olamaz.” Yatılı okul hayatı, askerlik ya da hapislik yaşamış olanlar bilir. Erkeklerin toplu olarak yaşadığı yerin, anlatması zor bir kokusu vardır.
Girişte bulunan mantar panodaki izlere baktım. İhtiyaç listesinde saç boyaları sıralanmıştı. Üst kata çıktım. Unutulmuş bir naylon çorap gördüm. Evet, emin oldum. Burası önceden kadınların kaldığı bir koğuştu. Yatak başında elle çizilmiş bir kedi resmi görünce, parçalar birleşmeye başladı. Duvara tahliye günü kazınmış not ise kesinleştirdi. Adnan Oktar’ın “kedicik” dediği üç kadının ismi yazıyordu. 18 ay tutuklu kaldıklarını belirttikten sonra not düşmüşlerdi: “Allah sabredenlerle beraberdir.” Savundukları dava ve usulleri, beni daha çok güldürüyordu. Ama kesin olan bir şey var ki benden önce bu yatakta yatanlar ona inanmıştı.
Oturdum. İlerideki koğuşlardan slogan sesleri geliyordu. Devrimci bir grup tutuklu açlık grevindeydi. Aylardır eylemde olanlar vardı. Kiminin sesinden sanki hissediliyordu. Aç olsalar da slogan atmaya devam ediyorlardı. Belli zamanlarda koğuşlarının kapısına vurarak cezaevini inletiyorlardı. Yöntemleri benden farklıydı. Ama kesin olan bir şey var ki yaptıkları şeye inanıyorlardı.
Diyelim ki avukatın geldi. Onunla görüşüp geri dönene kadar tam dört kez aranıyorsun. Üçünde ayakkabılarını çıkarıyorsun. Tutuklular arasında, haberini gazeteden okuduğunuz Çağdaş Hukukçular Derneği’nden avukatlar da var. Aranırken protesto ediyorlar: Keyfi aramaya hayır! İnsan haklarına aykırı her uygulamaya o an tepki veriyorlar. Duruşları benden farklı. Ama kesin olan bir şey var ki, verdikleri mücadeleye inanıyorlar.
Avludaki tellerin arasından görülen gökyüzüne bakıp düşünüyorum: Acaba kendi yandaşları savundukları iktidara bu kadar inanıyor mu?
Dava partisinden çıkar örgütüne
Dokuz yıl önce hapse girerken, Barış Pehlivan ile ABD Dışişleri kriptolarındaki sızıntıları içeren kitabımızı yazıyorduk. İçeri düştük, her şeye baştan başladık. En çok ABD’lilerin AKP’yi nasıl tanımladığını merak ediyorduk. Tek başına iktidar olduğu ilk yıllarda AKP’yi “Koalisyon” olarak okuyorlardı. Muhafazakârların, İslamcıların, liberallerin, sağ milliyetçilerin, merkezdekilerin, tarikatların ittifakı…
Bu, parti gibi olmayan parti, zaman içinde homojenleşti. Omurgasını Milli Görüş’ten kopanların oluşturduğu, 1923 Cumhuriyeti ile hesaplaşmaya kilitlenmiş bir “dava partisi” haline geldi.
Ancak parti, iktidara tam anlamıyla yerleştikten, devleti fethettikten sonra “yeni bir aşama”ya geçti. Partinin vitrinine konan isimler birer birer tasfiye oldu. AKP liderliği, Erdoğan ve diğerleri olarak tanımlanıyordu. Yalnız AKP mi? Devlet, yasalar, kurumlar Erdoğan’a göre yeniden şekilleniyordu. Tepesinde Erdoğan’ın tek başına tahtta oturduğu sistem; aşağıda hiziplerin, grupların, çetevari oluşumların Erdoğan adına düzen kurduğu bir rejime dönüştü.
Siyaset aynı zamanda çıkarları yönetme işidir. İktidar, çıkarın kendisini bile yeniden tanımlayan formdur. Davanın yerine, Erdoğan’ı, örgütün yerine hizipleri koyan sistem; rantın dağıtımını bir kez daha düzenledi. Kamu kaynakları, hizipler arasında bölüşüm savaşında harcandı. İhaleler, iktidar içindeki grupları besleyen sınıfların serpilmesine yaradı. Devlet kadroları, parti dışında kendi özel gündemleri olan yapılanmaların örgütlenme alanına dönüştü. İBB’nin kaybedilmesinin ardından hükümet medyasında rant için verilen iç savaşa bakın. Erdoğancı görülen bir medya grubu, kamu kurumları eliyle yaratılan geliri Reisçi olan öteki grupla bölüşmediği için kapanan gazeteler oldu. Nihayetinde “dava partisi”, grupların birbirini dengelediği “çıkar örgütü” halini aldı.
Fotoğraflardan geriye ne kaldı
Bu dönüşümün insan tipini de başkalaştırması kaçınılmazdı. Örnek olsun, hemen aklıma gelen ilk üç ismi sayayım: Metin Külünk, Mehmet Metiner, Aydın Ünal. Üçü de Erdoğan’ın farklı dönemlerinde “dava şuuru” dedikleri formda onu savundular. Külünk’ün Akıncı Gençlik yıllarında Erdoğan’ın yanı başında, Metiner’in İstanbul Belediyesi günlerinde Erdoğan’la omuz omuza, Ünal’ın Erdoğan iktidarının sıkıntılı gecelerinde ağzında sigara ve taşmış bir küllükle konuşma metinleri yazdığı anların fotoğraflarından geriye ne kaldı? Külünk’ün İstanbul’da yerel seçim sürecinin örgütlenmesine müdahale etmemesi için parti içinde bir ekip mücadele etti, başarılı da oldu. Ünal, “dava” dediği toprağın heyelanla kaydığını söylüyordu. Pelikan denilen gruba dokununca ağır ifadelerle saldırıya uğradı. Sonunda Yeni Şafak’ta yazmayı bile bırakmak zorunda kaldı. Erdoğan’a bağlılığını en net ifadelerle dile getiren Metiner, bir süredir parti içinde yaptığı eleştirilerin ardından AKP yönetiminin hedefi oldu. “İhanetçilerin ve davayla alakasızların ödüllendirildiğini” söyleyen Metiner’e, Genel Başkan Yardımcısı Hamza Dağ, “Gelecekte ‘biz demiştik’ diyebilmeyi umutla bekleyen bu yanlış zihniyetin partimize hiçbir katkısı yoktur” ifadeleriyle yanıt verdi. Birbirinden farklı perspektifleri olan üç isim, çözülmeyi anlatmak için genel içinden seçilmiş bir örnek küme. Partinin “dava”dan “çıkar”a dönüşünün kurbanları.
Yukarıdan aşağıya ‘davasızlık’
Sovyetler Birliği’nin ardından sol, yıllarca çöküşün nedenini sorguladı. Hemen her tez ortaya atıldı, tartışıldı. Yalçın Küçük’ün yanıtı ise sistemi taşıyan elitlerin rejime olan inancını yitirmesiydi. Ona göre çöküş aşağıdan yukarı değil, yukarıdan aşağıya bir tür “dava terki”nin sonucuydu. Sahiden de sosyalizmden ilk vazgeçen halk değil, düzeni ileri doğru taşıması beklenen partinin yöneticileriydi.
Çöküşün her düzen için bir kuralı var mı? “Davasızlık” içten çürümenin işareti mi? İnancını yitirmiş çıkar birliği ne kadar ayakta kalabilir? Eminim, bu soruları bu tek kişilik koğuştan başka yerlerde de soran vardır. Belki de tam hatırlayamadıkları o dizeleri söylüyorlardır:
“Bir kediciği bile yok!”
Barış TERKOĞLU / CUMHURİYET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder