Son dönem Bollywood filmlerinin ekserisi kabaca üç kurgudan birine sahiptirler. Birinci kategoride meşhur Hollywood filmlerinin uyarlamaları var. Konuyu biraz daha Hint alt kıtasının kültürel geleneklerine uydurup pek çok uyarlama çekmişler (Örneğin E.T.’nin oldukça komik bir uyarlamasını seyrettim. Ha bir de Kuzuların Sessizliği’nin yeniden çevrimi vardı; ancak Hint versiyonunda Hannibal Lecter yamyam değildi).
Aylardır sosyal hayatı eriten bir salgının baskısı altında evlerde zaman geçirmeyi adet edindik. Çalışma zamanı dışında evden çıkmaz olduk. Eskiden zevk aldığımız uğraşılar bile sosyal hayatın eksikliğinin yarattığı monotonluğu dindiremediği için bazılarımız yeni ilgi alanları bulmaya çalıştı. Ben de yeni bir ilgi alanı olarak Bollywood filmlerine sardım.
Bollywood Bombay (ya da yeni Hint milliyetçiliğinin tercih ettiği adıyla Mumbai) merkezli ve Hindustani (Hintçe- Urduca karışımı bir konuşma dili) filmler üreten film endüstrisinin adı. Aslında Bollywood tek başına Hindistan sinemasının tamamı anlamına gelmiyor, hatta üretilen film adedine göre Hindistan’da bir yılda çekilen filmlerin sadece % 20’sini çekiyor. Onun yanında Güney Hindistan’da Telugu dilinde film üreten Tollywood ve Tamilce filmler yapan Kollywood var. Hindistan çok dilli koca bir evren, bu nedenle Hintçe kırması bir dille film çeken Bollywood aslında azınlıkta kalıyor. Ancak en çok o tanınıyor. Örneğin ABD ve İngiltere’de sadece Bollywood filmleri gösteren sinema salonları var. Pek tabii ki bu ülkelerde yaşayan Hint diasporası yüksek bir talep sağlamaktadır. Ben de Bollywood’un parıltılı büyüsüne kapıldım son zamanlarda. Ancak hala seyrettikçe şaşırıyorum.
Örneğin geçenlerde 1980’lerden kalma bir Bollywood filmi seyrettim; film pek tabi ki o zaman Bollywood’da çekilen diğer filmler gibi Bombay’da geçiyordu. İki mafya çetesinin paylaşım savaşını anlatıyordu. Üstelik iki çeteninde rüşvetle kendine bağladığı politikacılar ve kamu görevlileri de vardı. Neyse; filmin sonuna doğru iki çetenin liderleri gizli bir toplantı ayarladılar, sorunlarını masaya yatıracaklardı. Toplantı oldukça gergin başladı, derken iki taraf da silahlara davrandılar. Gerilim en üst düzeye çıktı, iki grup elleri silahlarında birbirlerini tartıyorlardı ( Bir Yeşilçam ya da bir Hollywood filminde bundan sonrasında kan gövdeyi götürürdü muhtemelen), ki telefonum çaldı. Kısa bir süreliğine ekran başından ayrıldım, fakat film akmaya devam etti. Konuşma kısa sürdü, geri döndüğümde, her defasında olduğu gibi, yine oldukça şaşırdım (hatta sokak jargonuyla dumur oldum). Biraz önce silahları çekmeye hazır iki mafya çetesinin üyeleri fonda çalan neşeli ve oynak bir şarkının eşliğinde hoplaya zıplaya birlikte dans ediyorlardı. Üstelik nereden çıktıklarını bilemediğim pek çok dansçı kadın da onlara eşlik ediyordu. Nihayetinde doyasıya dans ettiler ve barıştılar. Hiçbir şey anlamadım. Başka bir hayat vizyonuydu. Nitekim tüm Bollywood filmlerinin ortak temalarından biri de şarkılar ve danslardır. Sürekli şarkı söyleyip dans ediyorlar.
Çoğunlukla son dönem Bollywood filmlerini seyrettim. Böylece Bollywood filmlerinin konularıyla ilgili yanlış bir imaya kapıldım. Yoksulu bol olan ülkenin yoksulu olmayan bir sineması olduğunu varsaydım hep. Meğer her daim öyle değilmiş, aşağıda anlatacağım.
Son dönem Bollywood filmlerinin ekserisi kabaca üç kurgudan birine sahiptirler. Birinci kategoride meşhur Hollywood filmlerinin uyarlamaları var. Konuyu biraz daha Hint alt kıtasının kültürel geleneklerine uydurup pek çok uyarlama çekmişler (Örneğin E.T.’nin oldukça komik bir uyarlamasını seyrettim. Ha bir de Kuzuların Sessizliği’nin yeniden çevrimi vardı; ancak Hint versiyonunda Hannibal Lecter yamyam değildi).
İkincisi ise trajikomik melodramlar, aşk hikayeleri. Ki bu grup çoğunluğu oluşturmaktadır. Bu kurguda yemin olsun Hindistan’da sayısı bol olan yoksulların esamesi hiç mi hiç okunmamaktadır. 1990 versiyonu filmlerde arka plan olarak Hindistan metropollerinin zengin semtleri kullanılmış, ancak 2000’lerle birlikte Hindistan’ı arka plandan nerdeyse tamamen çıkarmışlar. Artık bu kategorideki filmlerin konuları gelişmiş kapitalizmin büyük, ışıltılı metropollerinde geçiyor. Aşk hikayeleri kah Londra’da, kah Milano’da, kah Paris’de ya da New York’da yaşanıyor. Filmler buralarda yaşayan zengin Hintli diasporayı konu ediniyor. Bu zengin Hintliler içinde yaşadıkları gelişmiş kapitalizme sonuna kadar adapte olmuş durumdalar (içlerinde borsa simsarları var, şirket yöneticileri var, moda dergisi yöneticileri var, var da var…). Dolayısıyla bunlar hüzünlü, yerini bulamamış, merkezini şaşırmış, yabancı bir toplumun içinde yalnızlık yaşayan insanlar değiller. Tam tersine ortalama bir Amerikalıdan, ortalama bir İtalyandan veya ortalama bir Fransızdan daha bütünleşmiş durumdalar içinde yaşadıkları toplumla ve daha iyi bir hayat sürmekteler. Durmadan aşık oluyorlar ve durmadan dans ediyorlar. Hayatın bu kadar eften püften bir temsili olabilir mi?
Üstelik hem zamane hem de geçmiş Bollywood filmlerinden fışkıran bir garip ruh hali de var. Bu en çok kullanılan dile yansıyor. Yarı Hintçe yarı İngilizce garip ve kimliksiz bir dil kullanılıyor. Öyle ya, bu filmler sulu sepken melodramlar; neredeyse en çok kullanılan kavram aşk ve neredeyse en çok kullanılan cümle ise “seni seviyorum”. Ancak gel gör ki sanki bu kavram ve bu tümcenin Hintçe karşılıkları yokmuş gibi sürekli olarak “Love” veya “I love you” kullanılıyor. Sadece bunlar da değil, standartlaşmış tüm kalıplar için İngilizce kullanıyorlar. Aslında İngilizce ile bir dertleri yok, ve hatta İngiltere ile bir dertleri yok. Malum 1947’de İngiltere’den bağımsızlığı kazandılar. Aslında almadılar, neredeyse bunalan İngiltere gönülden verdi ve tacın incisinden vazgeçti (hatta giderayak tarihsel bir kazık attı ve Pakistan – Hindistan bölünmesini teşvik etti). Ancak Hindistan’ın bağımsızlık hikayesi örnek olsun ne Vietnam’ınkine, ne Cezayir’inkine ne de Kenya’nın kine benzedi. Olabildiğince barışçıl gerçekleşti (gerçi 19. Yüzyıl’ın son çeyreğinde ve iki savaş arası dönemde bazı durumlarda açık şiddet gözlemlendi ama Gandhi pasifizmi bağımsızlık hareketinin ruhunu el koymayı bildi). Belki de sırf bu nedenle ne yeni ne de kadim Bollywood filmlerinde emperyalist İngiltere imgesi bulmak zordur (ya da ben fark edemedim). Bollywood emperyalizmden bihaber gibi görünmektedir.
Aslında Bollywood’un (bu arada Bollywood kavramını belki de dalga geçmek için İngiliz basını uydurmuş) doğumundan 1980’lerin başına kadar ciddi bir sosyal eleştiri geleneği var. Yoksul Hindistan halklarının dertleri en azından 1980’lerin başına kadar çekilen filmlerde en önemli unsurlardan biriydi. Keza bu durum kuşkusuz Hindistan’ın kaderini değiştirmek için o dönemlerde hayata geçirilen planlı kalkınma deneyimiyle uyumluydu. Ancak tıpkı Türkiye’de olduğu gibi 1980’lerin başı Hindistan’da da vahşi bir sermaye yanlısı programın uygulanmaya başlandığı dönem oldu. Böylece kültürel yapıyı sermayenin programı ele geçirdi ve yoksulluk gündemden düşüverdi. Sanki silindi. Bollywood’daki dönüşüm de bu eğilimin en önemli dışa vurumu oldu.
Artık filmleri bile Hindistan’da çekmiyorlar, sanki utanıyorlar. O kütlesel yoksulluktan kaçıyorlar. Dibinde olup yokmuş gibi bile davranamıyorlar. Toplumu değil mekanı değiştiriyorlar, toplumu değil değiştirmeye artık eleştirmeye bile mecalleri yok. Üstelik bu kaçış endüstrinin diğer boyutlarında da kendisini gösteriyor. Örneğin Bollywood’un da kendi ödül törenleri ve festivalleri var. Bunların neredeyse tamamı gelişmiş kapitalist ülkelerde düzenleniyorlar. Bunda hiçbir gariplik görmüyorlar, Londra’da yılın en iyi filmi, yılın en iyi senaryosu ödülleri dağıtıyorlar ancak garipsemiyorlar.
Çağdaş Bollywood filmlerindeki üçüncü tipoloji ise sayıları giderek artan ve aslında Hindistan iç politikasında tehlikeli bir şekilde yükselen bir gerilimin meyvesi olan islamofobik filmler. Hindistan yaklaşık 1 Milyar 300 Milyon kişinin yaşadığı bir kozmos, bu nüfusun % 15’i Müslümanlardan oluşuyor. Aslında Pakistan ile gerilimli ilişki kuruluştan beri sürmektedir, Hindistan’da da Hindular ile Müslümanlar arasındaki gerilim iç politikanın en önemli boyutlarından biri olagelmiştir. Ancak bu gerilim son yıllarda giderek tırmanmaktadır ve iktidardaki faşizan/aşırı sağ Bharatia Janata Party (BJP) ve bu partiden başbakan Narendra Modi bu tırmanışı bile isteye körüklemektedirler (Zira Modi Guajarat eyaleti hükümetindeki görevi sırasında patlayan ve Müslümanların katledilmesiyle sonuçlanan olaylardan sorumludur). Ülkede 200 milyon civarında Müslüman vardır; bir de buna ek olarak komşusu ve düşman ikiz kardeşi Pakistan ve onunla bir türlü çözemediği Keşmir sorunu da ülkede aşırı sağın elini güçlendirmektedir.
Bollywood’da ortaya çıkan üçüncü film tipolojisinde Pakistanlı ya da Hindistanlı olup da Pakistan namına çalışan teröristler baş kötülerdir. Onların karşısında ise yiğit Hindistanlı istihbarat görevlileri vardır. Bu kurguda çekilen pek çok film vardır.
Bu filmlerden birinde Pakistan’dan sızan teröristler büyük bir Hindistan kentinde nükleer ya da biyolojik bir bomba (orasını pek anlamadım) patlatmak isterler. Filmin başkahramanı Hindistanlı polis teröristleri tek tek derdest eder. Bomba tam patlayacakken üstüne atılır ve üstüne kapanır (hem de nükleer ya da biyolojik bombanın). Böylece kenti kurtarır ve üstelik kendisi de yaralanır ama sağ kalır (hem de göbeğinde bir nükleer ya da biyolojik bir bomba patladığı halde). Sonra da hastaneden çıkar, sevdiği kadınla evlenir. Ve dans ederler coşkuyla (hem de Hindistan’ın yoksulları bir tür sefalet içinde debelenirken). Olsun.
Serdal Bahçe / SOL
La dance de la misère: (Fransızca) Sefaletin dansı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder