Rivayete göre insanın ilk günahının sorumlusu, şeytan kandırığı ısırık değil, konuşmamaktı. Bir kişinin her şeyin en iyisini bildiği suskun düzenlerin akıbeti hep kötü oldu.
Bülent Arınç’ın istifa ettiği sırada, gazeteci İsmail Küçükkaya’nın yeni kitabı “Fikri Hür Vicdanı Hür”ü okuyordum. (Nemesis Kitap)
Bir yanlışlık olmasın. Arınç, AKP’den ayrılmadı. “Helalleşerek ayrıldım” dediği, Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu (YİK) üyeliği. Kurul, 15 Mayıs 2019 tarihli kararnameyle kuruldu. Gerekçesine göre, “millete ve devlete hizmeti geçmiş, bilgi ve birikim sahibi kişilerin bu kazanımlarından istifade edilebilme” amacı taşıyor. Haliyle Erdoğan için yaşanan bütün zikzaklara rağmen Arınç bu özellikleri sağlıyor.
Birçok kişiye göre YİK; AKP’nin vitrinden indirilmiş ağır toplarını, Erdoğan’a yakın tutmak için tasarlandı. Yine de Küçükkaya’nın kitabını okuduğumda sormadan edemedim:
Erdoğan sahiden hiç istişare ediyor mu?
Öyle ya, biz “istişare”yi Arapçadan aldık. Bir başkasına görüş sormayı, danışmayı anlatıyor. Haliyle farklı fikirdekileri dinlemeyi gerektiriyor. Ancak Küçükkaya’nın kişisel hikâyesi gösteriyor ki Erdoğan başka görüşleri dinlemek bir yana, onların yaşamaması için elinden geleni yapıyor.
Üstelik...
Küçükkaya’nın, minibüs parası yetişmediği için gazete kanepesinde uyuyacak kadar aşkla başladığı meslekteki derdi, “muhalif gazeteci olmak” da değildi. Kendisinin ifadesiyle o, iyiye iyi, kötüye kötü demeyi istiyordu. Merkez medyada kalarak, iktidarla mesafeli ama çatışmasız bir ilişki kurmaya çalışıyordu. Ancak ne zaman hoşa gitmeyen bir şey söylese karşılığını “susturulmak” ile ödedi.
‘Gazeteni kapatacaksın’
En meşhuru, 2008 yılında olanlar...
Yönettiği Akşam gazetesi, 20 Aralık’ta “Doğalgazı kıstık, seçim kömürüne yüklendik: Bedava Zehir” manşetiyle çıkmıştı.
Aslında haberin mantığı basitti. Bir yıl içinde doğalgaza yüzde 80 zam gelmişti. Buna karşın yoksul halkın geliri artmamıştı. Kömür yardımlarına dayanan halk, kombiyi kapatmıştı. Doğalgaz aboneliğinin sayısı yüzde 300 arttığı halde, doğalgaz kullanımı yüzde 35 azalmıştı. Tabii ki yanan kömür, büyükşehirlere hava kirliliği olarak geri döndü. Haber, ölçüm sonuçlarını da veriyordu.
Peki Erdoğan, kendi yönetimini uyaran, açıkçası Türkiye’nin fotoğrafını çeken bu haber karşısında ne yaptı?
Aynı gün kürsüye çıktı. Küçükkaya’yı patronu Karamehmet’e şikâyet etti. “Ya gazeteni kapatacaksın ya da yalan yazmayacaksın” diye bağırdı. Erdoğan’a göre kömür dağıtılan bölgede doğalgaz yoktu.
“Mehmet Emin Bey ilk defa o gün arayarak kibar bir şekilde yanıt vermememi rica etti” diyor Küçükkaya, “imkânsızdı” diye de ekliyor.
Erdoğan, “Eğer iddialıysan gel seninle o eve ben gideyim” diye sesleniyordu. Küçükkaya, aynı gün beklemeden yapmıştı. Ertesi günkü yazısı şöyle bitiyordu:
“Sayın Başbakan biri sizi yanıltmış. Üzgünüm. O eve biz bir daha gittik. Gelin beraber de gidelim”.
Fotoğraflar da Küçükkaya’yı doğruluyordu. Gazetenin manşetindeki evin duvarında, doğalgaz dönüşümünü yapan firmanın adı dahi yazıyordu.
Nasıl ‘sakıncalı’ oldu?
Yayın yönetmeniyken Erdoğan’ın gezilerine katılabilen Küçükkaya, sık sık sakıncalı oluşunun öykülerini anlatıyor.
Örnek mi?
Erdoğan’ın değil Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı olacağını Türkiye’ye duyuran Küçükkaya, sonrasını şöyle aktarıyor:
“Erdoğan’ın bir danışmanı ‘Beyefendi çok sinirli’ demişti ve bu manşetten sonra uzun süre seyahatlere davet edilmedim.”
Ya da Erdoğan’ın katıldığı programın reytingiyle Kılıçdaroğlu’nunkini karşılaştırınca neler yaşadığını:
“Ertesi gün başbakanın ekibinden ve ona en yakın isimlerden olan biri beni davet etti. Başbakanın bu manşete çok sinirlendiğini söyleyip böyle bir mukayeseye neden gerek duyduğumuzu sordu.”
Erdoğan’ın müdahaleciliği öyle hale geliyor ki Küçükkaya trajikomik durumu aktarıyor:
“Mehmet Nazif Günal’ın TV8’in sahibi olduğu dönemdi. Erdoğan, Günal’a ‘Benim ulusa seslenişimi neden yayımlamıyorsun’ diye çıkışmıştı. ‘Yayımlıyoruz efendim’ diye yanıtladı Günal. Erdoğan’ın yanıtı ilginçti: Hayır, gecenin bir yarısında yayımlamışsın.”
Fatih Ürek’i bile susturan düzen
Türkiye “istişaresiz” bir topluma dönüşürken bundan herkes nasibini alıyor:
“Şaşıracaksınız ama 2020 Eylülü’nde Ankara’dan gelen bir telefonla büyük bir televizyon kanalı Fatih Ürek’in sunduğu bir televizyon programına müdahale etmiş ve sunucuyu değiştirtmiştir. Fatih Ürek’le birlikte 9-10 yedek program çeken kanal bunların hiçbirini yayımlayamamıştır.”
Erdoğan’ın bu “her şeyi bilen” düzeni yılların gazetecilerine bile nizam veriyor, susturuyor:
“Bir yurtdışı seyahatinde diğer gazetecilerle birlikte Erdoğan’a eşlik ederken, Erdoğan’ın bir haberi kullanma biçimi konusunda Enis Berberoğlu’na çıkıştığına şahit olduk. Berberoğlu haberi kullandıklarını, ama iç sayfada olduğunu söyleyince Erdoğan, ‘İnsanlar içeriye bakmazlar, birinci sayfada kullanmalıydınız!’ diyerek yanıtladı onu. Gazeteciler ve patronlar, Erdoğan’ın bu tutumunu bildikleri için şu an Türkiye’de birinci sayfa mühendisliği yapılıyor. İktidar medyası, Erdoğan’ın hoşuna gidecek bütün haberleri birinci sayfadan verirken, Erdoğan’ın hoşuna gitmeyecek veya onu kızdıracak haberleri de küçülterek iç sayfalarda kullanıyor.”
Medyanın yüzde 90’ını kontrol eden Erdoğan’ın, buna rağmen hâlâ neden FOX TV’ye takıntılı olduğunu İsmail Küçükkaya’nın anılarından okuyoruz:
“Erdoğan’ın yanında kendimizi neden anlatamıyoruz konusu açılmış. Biri, ‘efendim bizim evde hanımlar sabahları FOX’u izliyor.’ Bir başkası ise ‘Sayın Cumhurbaşkanım, çocuklar bizim partiye ilgi duymuyor, oy vermiyorlar’ demiş.”
Polis müdürü mü, parti çalışanı mı?
Yerel seçimde, Ekrem İmamoğlu-Binali Yıldırım tartışması öncesine ait, The Marmara görüntülerinin nasıl servis edildiğini Küçükkaya şöyle anlatıyor:
“Ankara’dan ve İstanbul’dan benim de bildiğim üst düzey yöneticiler devreye girince otel yönetimi, ‘Bir soruşturma olmadan ve biz bu soruşturma yazısını görmeden görüntüleri veremeyiz’ diye karşı çıkıyor. Ancak ismini yine bizim bildiğimiz bir emniyet yetkilisi, bir ilçe emniyet müdürüne telefon açıp otele böyle bir yazı göndertiyor. Otel bunu dayanak yaparak, o tarihe ait 24 saatlik kamera görüntülerini polise veriyor. Sonra da Sabah grubu yayınlara başlıyor. Ve akabinde acımasız bir algı operasyonu...”
Devletin gömleği kullanılarak Türkiye, “istişaresiz bir toplum”a dönüştürülüyor.
Demokrasi, konuşma düzenidir. Meclislidir. Bir insanın dostlarıyla karar alması gibi, anayasaya dayalı sistemlerde kurumlar ve toplum birbiriyle konuşur. Bu yüzden düzen yavaş ama emin adımlarla ilerler. Otoriter düzen ise konuşmayı lüks kılar. Hızlı ilerleyen sistemde, bir kişinin arzusuna göre her gün her şey yıkılıp kurulur. Bugün en tepede olan yarın tepetaklak olurken vasat, biadının mükâfatını hızlı yükselişle alır.
İsmail Küçükkaya’nın “Fikri Hür Vicdanı Hür”deki anıları bize aslında kendi hikâyemizi anlatıyor. “İstişare”yi öldüren düzen, Bülent Arınç’ın “istişare öyküsü”nü film gibi izletiyor. Boş verin. İstifa etmiş ya da etmemiş. Hepimizin kurtuluşu, her şeyi baştan oturup konuştuğumuz gün olacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder