28 Temmuz 2022 Perşembe

Yalnız değilsin Stephen King - SERAP EMİR / SOL-Özel

"Sermayenin borusunun öttüğü bu dünyada sefilleşmeden 'ünlü aydın' olunmuyor."

Geçtiğimiz hafta çok satan korku romanlarının yazarı Stephen King, Rus komedyenler tarafından işletildiği bir telefon görüşmesinde faşist Bandera’ya övgüler düzmesiyle gündeme geldi. Stephen King işletildiğini anladığında twitter hesabından hakkında söylenenlerin doğru olmadığını, bunun bir troll saçmalığı olduğunu duyurdu. Ancak daha önce de pek çok ünlü ismi işleten komedyenler, görüşmenin video kaydını alacak kadar deneyimlilerdi. Yayınlanan videoda kendisini Zelensky olarak tanıtan komedyen, Ukrayna’daki Yahudi soykırımının mimarlarından faşist Bandera’yı övüyor; toplumda Yahudilere karşı bazı suçlar işlemiş olsa da Bandera’nın 2. Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’ne karşı savaştığını ve bir halk kahramanı olduğunu söylüyordu. Buna Amerikan başkanları Washington ve Jeffferson’un da köle sahipleri olduğu örneğiyle yanıt veren Stephen King, bunun ABD için iyi şeyler yapmadıkları anlamına gelmeyeceğini, herkeste hata bulunabileceğini, genel olarak Bandera’nın harika bir insan olduğunu düşündüğünü söylüyor ve Zelensky'ye hitaben ekliyordu: “Ve sen de harika bir insansın. Çok yaşa Ukrayna!" 

Yıllardır isminin göçmenlere ve siyahlara yönelik ırkçı söylemleriyle tanınan Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçi Steve King ile karıştırılmasından muzdarip olan ünlü yazar, böylece kamuoyu önünde ilk kez kendisini onunla aynı yerde buldu. Pek çok insanın kitaplarını ve filmlerini yakından takip ettiği, dünyanın en çok satanlar listesinde uzun yıllardır adı geçen Stephen King bir faşisti aklamaya çalışırken aklından neler geçiyordu bilemiyoruz. Ama video kaydının ortaya çıkması üzerine attığı tivitten içine düştüğü durumdan utandığını anlıyoruz. Teselliyi de kendisi buluyor King: “Neyse ki yalnız değilim. Bu adamlar tarafından işletilen diğer kurbanlar arasında J.K. Rowling, Prince Harry, and Justin Trudeau var.”

Belli ki King bu zor günlerde kendisini yalnız hissetmek istemiyor, birileriyle duygudaşlık kurmak istiyor. Biz de bu ihtiyacını gidermek için bir liste çıkardık. Merak etmeyin Rus komedyenlerin işlettiği ünlüler listesi değil; dünyadaki sefil aydınların bir kısmını listeledik. Bu liste King’in yalnızlığını ne derece giderir bilinmez ama soL okurlarının safları sıklaştırmasına güç vermesini umuyoruz.

Halkının affetmediği yazar: Knut Hamsun

Stephen King’in bıraktığı yerden, İkinci Dünya Savaşı yıllarından devam edelim. Dönemin aydınlarının büyük bir kısmı insanlığı karanlığa sürükleyen faşizme karşı mücadele etti, onurlarıyla savaştı. Ancak sayıca az olsalar da yükselen otoriterliğe boyun eğenler, faşizmin parçası olmayı seçenler de oldu. Bunlardan biri de 1920 yılında Nobel edebiyat ödülü alan Norveçli yazar Knut Hamsun’du. İkinci Dünya Savaşı sırasında koyu bir Nazi destekçisine dönüşen Hamsun, aldığı Nobel’i Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels’e hediye etmeyi önerecek kadar ileri gitti. Hitler Norveç’i işgal ettiğinde gazetelerden halkına “direnmeyin, silah bırakın” çağrısı yapacak kadar alçaldı. Bu çağrı nedeniyle savaş sonrası yargılansa da para cezasıyla paçayı kurtardı. Ancak Norveç halkı Hamsun’un ihanetini hiç unutmadı. Diğer bir deyişle Stephen King gibi ‘hümanist’ yaklaşıp ürettiği edebi değer hatrına ırkçılığa bulaşmış birini yazar olarak yeniden bağırlarına basamadılar. Zülfü Livaneli’nin buna dair anlattığı çok güzel bir söylence var: 

“Norveç kurtulunca, halk kendilerine ihanet eden bu yazara hiçbir şey söylemedi. Ne bir protesto, ne bir yazı, ne saldırı... Ama bir gün evinin önüne bir genç kız gelip Hamsun’un kitaplarını bıraktı, biraz sonra yaşlı bir adam geldi ve o da kitapları bıraktı. Derken insanlar ellerindeki Knut Hamsun kitaplarıyla akın akın gelmeye başladılar. Hamsun bütün bunları penceresinden izliyordu. Halk çıt çıkarmadan, en ufak bir tepki vermeden sakince kitapları bırakıyordu. Birinci günün sonunda kitaplar koskoca bir yığın ediyordu artık. Ertesi gün aynı durum devam etti. Kitap yığını büyüdükçe, halkına ihanet etmiş olan yazar küçüldü ve ölümü böyle oldu.”

Nazi İdeoloğu Heidegger

Sıradaki isim Nazi ideolojisinin destekçisi olmaktan da öte, onun yaratıcısı, ideoloğu: Varoluşçu filozof Heidegger’den söz ediyoruz. Freiburg Üniversitesi’nde Katolik ve Hıristiyan felsefesi öğrenimi gören Heidegger, 1923 yılında Marsburg Üniversitesi’nde profesör olur. 1927 yılında da en önemli eseri olan “Varlık ve Zaman” yayınlanır. Bu eser sonradan Sartre ve Camus gibi varoluşçulara ve devamında yapısalcılara kapı aralayacaktır.

Nazilerle bağı çok daha öncesinde başlasa da iktidara geldikleri 1933’te resmi olarak üye olur. Bunun mükafatını tam 3 hafta sonra alır: İşte gamalı haçlar altında, askeri kıyafetiyle, mezun olduğu Freiburg Üniversitesi’nde rektörlük konuşmasını yapmaktadır. Rektör olarak ilk işi Aryan ırkına mensup olmayan öğretim üyelerinin uzaklaştırılması için Baden Kararnamesi'ni çıkarmak olur. Heidegger filozof olduğu kadar muhbirdir de. Rektörlüğü döneminde Nazi ideolojisine uzak duran herkesi Gestapo'ya mektuplar yazarak ihbar eder. Kendisini en parlak öğrencisi olarak gören hocası Yahudi Husserl’ı, yıllarca hizmet verdiği üniversitenin kütüphanesine sokmaz.

Heidegger Batı felsefesini teknolojinin ağına düşmekle ve Tanrı’dan arınmakla eleştirir. Bu eleştirinin arkasında moderniteye, kentliliğe ve aydınlanma düşüncesine düşmanlığı bulmak mümkündür. Heidegger, insanın varoluşun ortasına öylece fırlatıldığını, yaşamını kendi tercih ve seçimleriyle belirleyerek Varolan’dan Varlık’a ulaşacağını ileri sürer. Böylece Almanya’nın Nasyonal Sosyalizm sayesinde Varolan’a atılmışlıktan kurtulup tekrar Varlık alanına geçeceğini ileri sürmüş olur. 

1947-1948 yılları arasında ABD’de yaşayan öğrencisi Herbert Marcuse ile mektuplaşmalarında, kendisinin nasıl olup da Nazi ideolojisinin ideoloğu haline geldiğini anlayamayan Marcuse’e yanıtı şöyledir: 

“Ben Nasyonel Sosyalizm'in ruhani bir uyanışa sebep olacağına ve Batı medeniyetini komünizm felaketinden koruyacağına inanmıştım. Bugün, o günkü konuşmalarımdan yalnızca birkaç satırın yanlış olduğu kanaatindeyim. 1934'de rektörlükten istifa ettim ama, doğru, Nazi rejimini eleştiren hiçbir şey söylemedim. Söylesem, bu benim ve ailemin sonu olurdu. 1945'den sonra da sessiz kaldım çünkü eski Nazi destekçileri saf değiştirmişlerdi ve onların yanında yer almak istemedim. Nazilerin Musevilere karşı işlediğini söylediğiniz insanlık suçlarının benzerlerini müttefik askerler savaş sonunda Almanlara karşı işledi. Aradaki fark, Alman halkının Nazi'lerin yaptıklarından habersiz tutulmaları ama sizin müttefiklerin suçlarını biliyor olmanız.”

CIA Aparatı Bir Dönek: Koestler

Gelelim 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesine… Dünyayı faşizmden kurtaran Sovyetler Birliği savaştan büyük bir prestijle çıkar, yüzünü sosyalizme dönen insanların sayısı ve komünist partilere ilgi muazzam ölçüde artar. Şimdi kapitalist dünyaya düşen, bu prestiji sarsmak için Sovyetler Birliği’ne karşı bir Soğuk Savaş başlatmak; dünyada kapitalizmin sosyalizme üstün olduğu yanılsaması yaratmaktır. İlk adımı atanlardan biri, ‘güneşini batırmaya’ hiç de niyeti olmayan İngiltere’dir. Dönemin Başbakanı Clement Attlee, 1948’de Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Enformasyon Araştırma Dairesi’ni (Information Research Department-IRD) kurdurur. İngiliz casuslarının da parçası olduğu bu daire, Sovyetlere dair kaynağı belli olmayan olgusal raporlar üretir, bu raporları İngiliz aydınlarına ulaştırır; onlar da bu kaynakları kendi çalışmalarında dolaşıma sokarlar. Dairenin başına getirilen genç diplomat Adam Watson sonraları yaptığı bir açıklamada bu olgusallığın önemini şöyle vurgular: “Yaptığınız iş olgulara dayanıyorsa, olguları çürütmek dümdüz propagandayı çürütmekten çok daha güçtür.”

IRD’nin ilk danışmanlarından biri, Almanya Komünist Partisi eski üyesi, Macar doğumlu yazar Arthur Koestler olur. 1930’lu yıllarda partiyle tanıştığında Marx ve Engels’in kendisine baş döndürücü bir özgürleşme yarattığını belirten Koestler’in özgürlüğü, casusluk yapmak için gittiği İspanya’da 1936’da tutuklanmasıyla sekteye uğrar. İngiliz Hükümetinin araya girmesiyle salıverilen Koestler, kendisine ‘özgürlüğü’ yeniden tattıran bu emperyalist devleti hiç unutmaz.1938’de Komünist Parti’den istifa ederek İngiltere’ye göç eder. Artık geri kalan yaşamı boyunca, istihbarat ajanlarına ve Dışişleri’ne bağlı, yılmaz bir anti-komünist olacaktır. 

Moskova yargılamalarını anlattığı ‘Gün Ortasında Karanlık’ romanı, komünist kimliğinden günah çıkararak kapitalizme teslimiyetini sunduğu ilk eseridir. Bu roman, sosyalizmi karalamakta George Orwell’ın ‘1984’’üyle yarışır övgülere mazhar olur.  Kitabın sponsorluğunu üstlenen İngiltere Dışişleri Bakanlığı, kitaptan tam 50 bin adet satın alarak dağıtır. 

Kapitalizmin güneş batmayan imparatorluğuna sunduğu hizmet Koestler’e yeni dünya düzeninin parlayan yıldızı ABD’nin kapılarını açar. 1948’te çıktığı ABD konferans turunda, çiçeği burnunda Amerikan İstihbarat Servisi’nin (CIA) mimarlarından General Donovan’la tanışır. Donovan Koestler’in anti-komünistliğinden, Rusya’da geçen yılları sayesinde içeriden edindiği bilgilerden etkilenmiş olsa gerek, onu hemen ekibe alır. Koestler yabancılık çekmez; ekipte kendisi gibi ‘eski’ ve ‘eleştirel’ solcu pek çok isim vardır. Böylece Koestler; ABD’li diplomat Chip Bohlen ve George Kennan gibi isimlerin öncülüğünde Arthur Sclesinger, Nicolas Nabukov ve benzerleriyle beraber CIA’in Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği “komünist olmayan sol” projesinin parçası olur. Sosyalizmi eski bir komünist olarak içeriden eleştiren, soldan konuşan bu ekip öncülüğünde Sovyetlerin yarattığı ideolojik üstünlüğün altını oymak için onlarca edebiyat dergisi çıkarılır, Marshall bütçesi ve Amerikan sermaye devlerinin desteğiyle Avrupa’dan Latin Amerika’ya yüzlerce kültür sanat sempozyumları, kongreler düzenlenir. Bu projeyle bir araya gelen isimler 1949’da ‘Başarısızlığa Uğrayan Tanrı’ isminde derleme bir kitap yayınlarlar. Louis Fischer, André Gide, Arthur Koestler, Ignazio Silone, Stephen Spender ve Richard Wright tarafından yazılan makalelerin ortak teması yazarların komünizme duyduğu hayal kırıklığı ve komünizmden vazgeçtiklerinin ilanıdır.  

Mccarthy Döneminde Bir Muhbir: Elia Kazan

Aynı dönemde ABD yalnızca soldan devşirdiği aydınları reel sosyalizmin yaydığı albeniye karşı fonlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumda öne çıkan komünistlere dönük bir cadı avı da başlatır. 1947’de ABD’li Cumhuriyetçi parti senatörü Raymond Mccarthy öncülüğünde kurulan Amerikan Karşıtı faaliyetleri İzleme Komitesi, kendisine yapılan ihbarlar doğrultusunda komünizmden yana olan ünlü oyuncuların, senaristlerin, yazarların olduğu yüzlerce insanı sorgular. Arkadaşlarını ihbar eden muhbirlerden biri de ‘1984’ ve ‘Hayvan Çiftliği’ romanlarıyla tanınan George Orwell’dir. 50’ler boyunca süren cadı avı, sosyalizmi yurttaşların sürekli izlendiği ve özgür düşüncenin olmadığı bir korku toplumu olarak karalamaya çalışan Orwell’ın yazdığı distopyanın kapitalizmin en gelişmiş ülkesinde vücut bulmuş halidir aslında. Binlerce insan sırf komünizme sempati duydukları veya komünist oldukları için, siyasi görüşlerinden dolayı yargılanır; hedef gösterilir.

1952’de komitede ifade veren ihbarcılardan biri de Ermeni asıllı ABD’li yönetmen Elia Kazan’dır. Kendisinin de parçası olduğu Group Theatre’daki oyuncuları ihbar eden Kazan, bu insanların Komünist Parti’nin emirleri doğrultusunda hareket ettiklerini sayıp döker. “Komünist felsefeden, komünist yöntemlerden tiksiniyorum. Düşünce özgürlüğünden, çalışma özgürlüğünden, birey haklarından yanayım.” diyen Kazan’ın 1934 yılında bir yıllık Amerikan Komünist Partisi geçmişi de vardır. 

Kazan’ın komünistlere dönük nefretini dindirmeye mahkemede yaptığı tanıklık yetmez; New York Times’a Amerikan Komünist Partisi’nin Kremlin’den emir aldığını, özgürlükleri baskıladıklarını, yaşamının geri kalanında anti komünist filmler yapmayı amaçladığını anlattığı bir yazı yazar. Aralarında ünlü senarist yazar Dalton Trumbo’nun da bulunduğu “Hollywood Onlusu” diye bilinen ekip tüm baskılara karşın fikirlerinden ödün vermez. 

Emperyalist dünya Kazan’ın ihaneti karşılıksız kalmaz: Muhbirliğiyle başlayan on yıllık süreçte Oscar dahil pek çok ödüle boğulur. 1999’da Sinema Sanatları Akademisi’nin yaşam boyu başarı ödülünü Elia Kazan’a verme kararı ABD’de büyük protestolara neden olur. Ödülün vereceği gece kalabalık bir grup pankartlarla protesto gösterisi gerçekleştirir. Törene katılan ünlüler ödül verilirken Elia’yı alkışlamaz, ayağa kalkmaz. Böylece Elia Kazan da tarihe sefil bir aydın olarak geçer.

Kadro’nun ihaneti

Buna benzer bir ihanet de TKP geçmişinde vardır. Dönemin Genel Sekreteri Vedat Nedim Tör ve Merkez Komite üyesi Şevket Süreyya Aydemir, 1927 Tevfikatı’nda partiyle ilgili belgeleri polise teslim ederek örgütü çökertirler. Yükselen güç Kemalizm’dir, ve belli ki entelektüel enerjilerini burjuvazinin hizmetine sunmak kendilerine daha zahmetsiz ve konforlu gelmiştir. Bugünden bakıldığında bu ihanete varan sürecin nüveleri izlenebiliyor. Ancak parti önderliğinin yurtdışında olduğu, Siyasi Büro'ya müdahalenin nesnel olarak imkansız olduğu yıllar... Vedat Nedim’in aşırı temkinliliği, partiyi rölantiye alma eğilimi ve siyasi konularda partiyi geri çekmesi; Şevket Süreyya’nın burjuvazinin emperyalizm ve gericilik karşısında diğer sınıfları temsil ettiği tezi, dolayısıyla Kemalizmle çatışmaya girmeme pratiği, ekonomik mücadeleyi önceleme iddiası hep bu sürece dair belirtilerdir. Bu duvarlara karşı Şefik Hüsnü’nün önderliğindeki Harici Büro, sınıf karşıtlıklarının arttığına ve zeminin TKP için daha da elverişli hale geldiğine dikkat çeker, kitleleri partiden haberdar etmek için derhal işçi sınıfına hitap eden bir bildiri yayınlanmasını önerir. Bunu kendisine dönük güvensizlik olarak algılayan Nedim ve Şevket, Harici Büro’ya karşı harekete geçer, Harici Büro da onlara karşı. Bu süreç sonunda Nedim’in polise verdiği eşgal yüzünden partiyi ayağa kaldırmak için ülkeye gelen Şefik Hüsnü ve partinin ülkedeki kadrolarının çoğu tutuklanır. Bu saf değiştirmeden sonra Şevket Süreyya ve Vedat Nedim, Yakup Kadri ile birlikte çıkardıkları “Kadro” dergisiyle sosyalizm ve kapitalizmden ayrı bir üçüncü kalkınma yolu geliştirmeye çalışırlar; yani genç burjuvazinin tarafını seçerler.

Nerede ‘savaş’, orada ‘Levy’

Daha yakın geçmişe gelelim. 2012 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali'ne yönetmenliğini üstlendiği ve başrolünde yer aldığı "The Oath of Tobruk" (Tobruk Andı) isimli belgesel filmiyle katılan Bernard-Henri Lévy, festival öncesi düzenlediği basın toplantısında Suriye'ye yönelik askeri müdahale çağrısı yapar. Filmini 'Suriyeli devrimciler' dediği cihatçı çetelere adayan Levy, yüzlerini Suriye bayrağıyla kaplayan ve patlamaların yaşandığı Suriye’den bir kaç saat önce geldiklerini belirten ÖSO’cularla basının karşısına çıkar. Levy’nin Kaddafi karşıtı isyancılar ve Ulusal Geçiş Konseyi ile yaptığı görüşmeleri, Nicolas Sarkozy’den Libya için “destek” istemesini konu alan filmde Türkiye’nin Libyalı isyancılar için nasıl bir mühimmat üssü olduğuna da değinilmektedir. Üstelik bu Levy’nin emperyalizme müdahale çağrısı yaptığı ilk film değildir. Yugoslavya İç Savaşı sırasında da ‘Bosna’ isimli bir film çeken Levy o zaman da yine NATO’ya müdahale çağrısı yapmaktadır. 2008 yılındaki Rusya-Gürcistan savaşında da yine kameramanı ve fotoğrafçısıyla, sahada Fransız emperyalizmini temsilen Levy vardır.

Pamuk’un Levy’den neyi eksik?

Levy’nin emperyalist dünyaya yönelik yaptığı Suriye’ye müdahale çağrısı onun yolundan giden diğer aydınlar arasında da karşılık bulur. Aralarında Orhan Pamuk, Umberto Eco, David Grossman, Salman Rüşdi, Amos Oz gibi isimlerin bulunduğu ‘aydınlar’, birkaç ay sonra BM’ye Esad’a karşı harekete geçme çağrısı yapar. Ancak bununla da kalmazlar; Esad’ı sonunun Kaddafi gibi olacağıyla tehdit ederler. Kaddafi’nin linç edilerek öldürüldüğü, ve hatta kazığa oturtulduğu söylentilerinin de olduğunu soL okurlarına yeniden hatırlatıyoruz. Orhan Pamuk’un da imzacısı olduğu metnin tehdit kısmı ise şöyledir:

““Her şey senin elinde…İstifanı duyur ve BM himayesi altında serbest seçimlerin düzenlenmesi için partilere müzakere çağrısında bulun. İstifa dışında sizi aileniz için üzücü olan tek bir yol bekliyor: Saddam Hüseyin ya da Kaddafi gibi ölmek. Ya da Lahey’de dezenfekte edilmiş bir hücrede ömür boyu hapis."

Son Sefil Örnek 'Yeni Türkiye’den: Alev Alatlı

Şimdi günümüze gelelim. TRT2’deki filmleri pek çok sinemasever takip ediyor, belki siz de denk geliyorsunuzdur. Hatta muhtemelen arada kesilen/sansürlenen sahnelerden ziyade, AKP’nin arpalığına dönüşen bir devlet kanalında böylesine güzel filmlerin nasıl yayınlandığına şaşırıyorsunuzdur. İşte bu devlet kanalını arada 'filme denk gelirim' umuduyla açtığınızda muhtemeldir ki sıkça karşılaştığınız ak saçlı bir kadın var: yazar Alev Alatlı, nam-ı diğer AKP Türkiyesi aydını. Üstelik bu sıfatı tescilli de, 2018'den bu yana Cumhurbaşkanı'nın kültür danışmanı.

Ben kendisini Yalçın Küçükle katıldığı bir programdan ve Latife Tekin üzerine yaptıkları tartışmadan hatırlıyorum. Programda Alatlı Küçük’ün çizdiği ütopyası olan, yorumlamakla yetinmeyip eyleme geçen, dönüştüren aydın tipine karşı çıkıyor. Daha sonra aynı 'Aydın Despotizmi' adlı eserinde bunu ‘paçoz’luk olarak adlandırıyor. Alatlı 80 öncesi aydınlarının yarattığı sınıfsal baskıya ve her tür -izm’e karşı çıktığı kitabında aydını şu sıfatlarla tanımlıyor: En az bir iki dil bilen, ötekileştirmeyen, ahlakı adabı koruyan, muhafazakarlığın yükselişini gören, her şeye duyarlı kimse…

Aynı Alatlı katıldığı başka bir TV programında okumanın önemini bilen bir ‘aydın’ olarak şu incileri döküyor: “Eğer okumuş olsaydık kargadan başka kuş Shakespeare’den başka yazar tanımamış olurduk. İyi ki de okumadık. 500-550 yıldır aynı yazarı okuyan bir Anglo Sakson toplum var.” Ve Alatlı iktidardan aldığı güçle, gördüğü kıymetle, TV programlarından kazandığı paralardan aldığı motivasyonla yükselen İslamcılığı görüyor ve ona oynuyor. Gezi Direnişi’nde “Bir kalem darbesiyle atarlı ergenleri sokağa döken yazarın yaptığı helal değildir.” buyuran Alatlı, bugün Erdoğan’a düzdüğü övgüler ve onun elinden aldığı ödüllerle sefil yaşamına devam ediyor. Onlardan en hatırda kalanı şu: “Dünya 5'ten büyüktür dediniz ve tüm oligarkları boşa çıkardınız. Bugün George Orwell olsa sizi ayakta alkışlardı. O yetmez Daniel Defoe de kalkar o da alkışlardı.” Ama hangi Orwell; sosyalizmi milyonların zihninde diktatörlükle eşitlediği için piyasa tarafından yerlere göklere sığdırılamayan Orwell mı, CIA’e komünistleri ihbar eden sefil Orwell mı? Her ikisi birden... 

Sermayenin borusunun öttüğü bu dünyada sefilleşmeden 'ünlü aydın' olunmuyor. 

 SERAP EMİR / SOL-Özel




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder