12 Kasım 2022 Cumartesi

Libya ve Türkiye arasında yapılan anlaşmalar ne anlama geliyor? - Erhan Nalçacı / SOL

 

'Hemen adım atılacak yer emekçi halkın en yakınımızdan başlayarak örgütlü hale getirilmesi ve sosyalizme ilişkin umudunun yeşertilmesi değil mi?'

Türkiye ve Libya arasında önemli sonuçları olabilecek anlaşmalar geçtiğimiz Ekim ayı içinde imzalandı. Bu anlaşmaların gerçekleştiği dönemin siyasi atmosferini kısa yazının izin verdiği kadar ele almaya çalışacağız.

Libya meselesini tam iki yıl önce “Libya’da malum barış” başlıklı köşe yazısında  değerlendirmişiz.(https://haber.sol.org.tr/yazar/libyada-malum-baris-18708)

Kısaca hatırlamak gerekirse, 2011’de Libya alçakça bir emperyalist saldırı ile karşılaştı. Şimdi üzerinden geçen 10 seneden sonra söz konusu NATO saldırısının Libya halkının egemenliğine karşı ve enerji tekellerine alan açmak için yapıldığını daha iyi anlıyoruz. Ne de olsa Libya dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip ülkelerinden biriydi.

Ancak ulusal egemenliğinin yok edilmesinden sonra geçen on yılda Libya tekellerin ve arkalarındaki yayılmacı amaçları ile devletlerin rekabet alanına döndü. Bu rekabet sonu gelmeyecek gibi gözüken iç savaşla kendini gösteriyordu. Çok kısaca Libya’nın biri batısında diğeri doğusunda olmak üzere iki iktidar odağı oluşmuştu. İtalya, Katar ve Türkiye batısındakini, Fransa, Rusya, Mısır ve BAE doğusundakini destekliyordu. 

Türkiye sermayesi tam Batı kısmı kaybedecekken müdahil olmuş, Suriye’den taşınan cihatçı askerler ve SİHA’larla bu kaybedişin önlenmesinde büyük bir rol oynamıştı.

Bu esnada Almanya AB emperyalizmi adına sürece müdahil oldu ve birleşmiş Milletler şemsiyesi altında çatışan Libyalı tarafları bir araya getirdi. “Malum barış” diye işaret ettiğimiz olay buydu. 2020 sonlarında kabul edilen emperyalist barış anlaşması Libya’da yönetimin tekleştiği bir parlamenter sisteme geçiş dönemi tanımlıyordu. Avrupa’ya en yakın konumdaki bu devasa enerji kaynağının Avrupalı enerji tekelleri tarafından transferini içeriyor, bu arada Türkiye ve Rusya gibi aktörleri mümkün olduğu kadar Libya’nın dışına itmeye çalışıyordu.

Barış Anlaşmasının üzerinden iki yıl geçti ve anlaşma emperyalist rekabeti ortadan kaldırmadığı için büyük bir gerilimin ve belirsizliğin Libya’ya geri döndüğü görülüyor. Barış Anlaşması sonrası kurulan ve ülkeyi Aralık 2021’de seçimlere götürmek üzere geçici olarak göreve gelen Dibeybe Hükümeti bunu yapmak yerine iktidarını korumayı tercih etti. Böylece BM hukukuna, AB’ye ve Mısır’a göre meşru olmayan bir hükümet haline geldi.

Bunun üzerine eskiden Türkiye’nin de desteklediği Fethi Başağa Temsilciler Meclisi tarafından başbakan olarak seçildi ve geçtiğimiz yaz yönetimi Dibeybe Hükümetinden almak üzere Trablus’a askeri güçleri ile girdi ve hükümet güçleri ile çatıştı.

Bu esnada Türkiye’ye bağlı SİHA’ların çatışmaya karışması ile Başağa birliklerinin Trablus’tan çekildiği söyleniyor.

Sonuçta Libya tekrar iki hükümetli ve iki ordulu duruma geri döndü.

Barış Anlaşmasına göre meşruiyetini yitiren ve iktidarını Türkiye’nin desteği ile koruyan Dibeybe Hükümeti geçtiğimiz Ekim ayı içinde AKP hükümetiyle bir dizi anlaşma imzaladı.

Bunlardan ilki 2019’da yapılan deniz sınırları anlaşmasını perçinliyor ve Türkiye’ye Libya karasularında petrol ve doğalgaz kaynaklarını araştırma yetkisi veriyor. Diğerleri henüz içeriği açıklanmayan askeri anlaşmalar. Ne kadar doğru bilmiyoruz ama tahminler Libya hükümetinin Türkiye’den bir SİHA filosu edinmesini içerdiği yönünde.

Bu anlaşmaları Yunanistan, Mısır ve AB temsilcileri protesto ettiler ve gayrı meşru olduğunu bildirdiler. Ayrıca Mısır iki sene önce başlayan Türkiye ile normalleşme sürecini durdurmuş oldu ve yaşanan gerilimi Arap Birliği Zirvesi’ne taşımaya gayret etti.

Aşağıdaki haritaya bakabiliriz şimdi.

Haritada çatışma konusu olan ve yeniden tanımlanmaya çalışılan deniz egemenlik alanları yansıtılıyor. Libya ve Türkiye arasındaki deniz sınır anlaşması ile Mısır ve Yunanistan arasındaki anlaşmanın tanımlandığı egemenlik alanlarının nasıl çakıştığı ve çözümü olmayan bir çıkar çatışmasına dönüştüğü görülüyor. Kıbrıs sorunu ve Yunanistan’a ait adalar ile Türkiye’nin sondaj yaptığı alanlar egemenlik iddialarını çatışmalı bir mecraya çekiyor.


Haritada deniz egemenlik alanlarının nasıl birbiriyle çakıştığı görülüyor. Nasıl Türkiye ve Libya deniz sınırlarını ikili anlaşmalarla belirlediyse Yunanistan ve Mısır da benzer bir anlaşma yaptı ve bunlar birbirinin içinden geçerek çapraz yapıyor.

Daha önce ulusların bir kıta sahanlığı vardı ve geri kalan geniş deniz alanları uluslararası sular olarak kabul ediliyordu. Ancak şimdi devletler ve bu devletlerle ilişkili enerji tekelleri gözlerini Akdeniz’in altında yatan hidrokarbon yataklarına çevirince denizde egemenlik tartışmaları bambaşka bir boyut kazandı. Bu tartışma askeri güçlere ve zor kullanımına da alan açmış oldu.

Burada girmeyeceğiz ama örneğin İsrail asimetrik gücünü kullanarak Lübnan’a zorla bir deniz sınırı dayatıyor.

Bu aşamada Yunan medyasına konuşan bir uzman ne kadar ciddiye alınacağından bağımsız olarak Ortadoğu’nun Birinci Dünya Savaşı sonrası emperyalistler arasında paylaşılmasına ilişkin Sykes-Picot Anlaşması’na göndermede bulunarak Libya’nın artık birleşemeyeceği ve emperyalist güçler arasında iki devlete bölünmesi gerektiğini bildirdi.

Bu öneriyi ciddiye almak zorunda değiliz, ama bir gerçeği yansıyor. Geçen yüzyıldan bu yana Sovyetler Birliği’nin varlığında şekillenen dünya hukuku hızla parçalanıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana değişmeyen sınırların artık emperyalist rekabetin konusu olacak şekilde savaş ve müdahalelerle değiştirildiği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Hiçbir halk eskinin 80 yıla yayılan güvenliğine dayanarak nasılsa savaş çıkmaz diyerek olayları seyredemez.

Hemen kuzeyimizdeki Ukrayna-Rusya savaşı gibi gözüken emperyalist paylaşım savaşında 100 bini aşan sayıda çoğu genç insanın öldüğünü veya yaralandığını, milyonlarca insanın göçmek zorunda kaldığını aklımızda tutmak zorundayız. Devletler ölü sayılarını az göstermeye çalışırlar ama sakat kalan, ayağı kolu kopmuş binlerce genci özellikle saklarlar. Çünkü bu ıstırap çeken ve toplumdan saklanan yığınla sakat genç açığa çıkarsa tekellerin emekçi halka karşı açtığı savaşı sürdürmek çok zor hale gelir.

Akdeniz’in bir barış denizi olmasını ve zenginliklerinin halklar tarafından adilce paylaşıldığı bir dünya mı istiyoruz? Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarını tüketme hırsı yerine Akdeniz’i ekolojik olarak korumayı bilimsel planlamanın bir başlığı haline mi getirmeliyiz?

Bunlar uzak hedefler olarak görülebilir, ama hemen adım atılacak yer emekçi halkın en yakınımızdan başlayarak örgütlü hale getirilmesi ve sosyalizme ilişkin umudunun yeşertilmesi değil mi? (Erhan Nalçacı / SOL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder