11 Haziran 2023 Pazar

Balaban’ın resimleri + François Gilot’nun ardından… (FİDE LALE DURAK - soL/Kültür)

 Balaban’ın resimleri 

'Resimlerinin yapısını içerikten yoksun oluşturmadı. Balaban’ın resimleri şiirseldi. Şairin umutlu şiirleri gibi umutlu resimler yaptı.'

3 Haziran  Nâzım Hikmet’in ölüm yıldönümüydü. Ölümünün üzerinden tam 60 yıl geçen usta, yaşamı boyunca elini değdiği her şeyi güzelleştirdi, değiştirdi. Bursa hapishanesinde İbrahim Balaban’la karşılaşmaları da Balaban için dönüm noktası oldu.

Balaban hapishaneye önce 16 yaşında kaçakçılıktan girer, cezasının bitimine az bir zaman varken içeride hasmını öldürdüğü için cezası uzar. Nâzım ile tanıştığında henüz 20 yaşında bir gençtir. Doğduğu kent olan Bursa’nın köyünde çobanlık yapmış, sonrasında tarım ve taş kırma işlerinde çalışmış, köy okulunda sadece ilkokulu bitirmiş, hiç resim dersi almamıştır. Balaban, Nâzım’ı resim yaparken izler ve çevresinden ayrılmaz. Bir süre sonra ustanın da dikkatini çeken bu genç hakkında Nâzım, Kemal Tahir’e mektubunda “ben burada bir ressam Yunus Emre keşfettim (…) Ben resim yaparken başımdan ayrılmaz, nihayet bir gün boya istedi, verdim ve ilk iş olarak aynada kendi resmini yaptı. İkinci portre bir şaheserdi ve şimdi üç aydır şaheser portreler yapmakla meşgul” diyecektir.

                                            Nazım Hikmet, 1941, “Balaban’ın portresi”

Balaban, büyük bir tutkuyla hapishanede mahpus portreleri yapar, desenler çizer. Ancak Nâzım’a göre, Balaban’ın çalışmalarının resme dönüşebilmesi için kompozisyon kurabilmesi, sanat tarihi bilmesi ve bir dünya görüşüyle içerik ile biçim arasındaki diyalektiği anlaması gerekmektedir. Ve böylece, yedi yıl sürecek marksizm, sanat, felsefe gibi derslerle Nâzım’ın tedrisatından geçen İbrahim Ali, herkesin tanıyacağı Balaban olur. Bunun kendisi de farkında olan Balaban, Şair Baba ve Damdakiler kitabında şöyle der: “Şair Babam’la ikimiz buluşmadan önce el yordamı ile arıyordum kendi kendimi karanlıkta”

                                       İbrahim Balaban, 1944, “Mapushane Kapısı”

Balaban’ın resimlerine giderek anlatılar girmeye, kompozisyonlar ve kendine özgü biçimler oluşmaya başlar. 1944 yılında yaptığı Mapushane Kapısı resminde figürler dengeli bir üçgen oluştururlar. Portrelerin farklı yönlere bakışları ile bu üçgenin içinde farklı geometriler oluşur. Seyirci bakışları takip ederek resmin içerisinde gezinebilir ve bu da resme ayrı bir dinamizm katar. Arka tarafta yer verilen boynu bükük at, resimdeki duygusal havayı destekler. Kadınlar ve çocuklar, boynu bükük bir şekilde hapishane önünde sevdiklerini görmeyi beklemektedirler. Bu resmin ustalığı Abidin Dino’yu o kadar etkiler ki, 1950 yılında bir dergide resimden şöyle bahseder: “Mapushane Kapısı resminin önünde, Giotto’nun isminden başka bir isim gelmiyor akla. Resmin kuruluşu, yüzlerin özü, duruşlar, hepsi ezberimde. Balaban’ın resmi neden bu kadar yer etti bende?”

                                               İbrahim Balaban, 2015, “Yaşamın Kendisi”

Şüphesiz Balaban’ın hayatında Nâzım’ın yeri çok önemliydi ama onsuz hayatında da durmadı. Okudu, araştırdı, resimlerinde yeni teknikler denedi. Hem akademik eğitim almamış alaylı bir ressamdı, hem de Marksistti. Bu yüzden resimleri hakkında kavuşturmalara uğradı ve devlet galerileri resimlerini almak için hevesli olmadı. Ancak Balaban hayatı boyunca üretmeye devam etti. Binlerce desen ve resim yaptı, bunların yanında 11 de kitap yazdı. Dino’nun deyimiyle “elleriyle gören bir ressamdı”. Bildiği, öğrendiği hayat bakışını ellerinden tuvale aktardı. 95 yaşında yaptığı Yaşamın Kendisi resmini oğluna şöyle açıklar: “İzleyiciler iki kadın görecekler baktıklarında; biri ekin demetine, diğeri çocuğuna sarılmış emziriyor. Çok basit gibi görünüyor; fakat altında yatan şu felsefe var: Yaşamın iki temel dürtüsü. Çocuğuna sarılan geleceğine sarılıyor, diğeri ise ekmeğe yani yaşamaya sarılıyor”.

Balaban, resimlerinde insanları, doğayı, çevresine baktığında neyi görüyorsa ve ne düşünüyorsa onu ele aldı. Resimleri gerçekçiydi ama ne renkleri ne de biçimleri doğada bulunanlara benziyordu. Fantastik bir dünyanın alegorisi kadar renkliydi ama anlatısı hiçbir gerçek dışılık içermezdi. Diyalektiği iyi bildiğinden renk ve biçim arasında da bunu kurmuştu. Resimlerinin yapısını içerikten yoksun oluşturmadı. Balaban’ın resimleri şiirseldi. Şairin umutlu şiirleri gibi umutlu resimler yaptı. 

İyi ki yaptı…

                                                                       /././

François Gilot’nun ardından… 

'Gilot yaşadığı dönem ile etkileşim halinde, resimsel olarak sağlam, kendine özgü üslubu ile ilham olan işler üretmiş bir ressamdı. Bunu çok çalışarak ve bazen sanatı için kavga ederek yaptı.'

                                                      François Gilot, 1944, “Otoportre”

François Gilot, geçtiğimiz hafta tam 101 yaşında öldü. Gilot çok yetenekli bir sanatçı olmasına rağmen, Picasso ile 10 yıl süren çalkantılı ilişkileri nedeniyle, sanatı uzun süre gölgede kaldı. Gilot, hayatını en az Picasso kadar üretken bir sanatçı olarak geçirmesine rağmen işlerinden çok magazinel haberlerle anıldı. Onun için, “Picasso’yu terk eden tek kadın” dendi. İşin magazin tarafını Gilot’nun yazdığı Picasso’yla Yaşam kitabı da besledi. Gilot, kimilerine göre intikam almak, kimilerine göre de kendini anlatmanın ve artık bu gölgeden kurtulmanın bir yolu olarak 1964 yılında bu kitabı yazmıştı. 1996 yılında da kitaptan yola çıkarak, “Picasso’yla Yaşamak (Surviving Picasso)” filmi çekildi. Her durumda film, ilişkinin magazinelliğine takılmadan izlenebilir.

Gilot, 1921 yılında Fransa’nın bir kırsalında doğar. Annesi bir sulu boya ressamı, babası ise iş adamıdır. Babası iyi eğitimli ama katı birisidir. Örneğin Gilot 4 yaşındayken, sol el ile kalem tutmasına müdahale ederek sağ el ile yazmaya zorlar, sonunda Gilot iki elini de kullanır hale gelir. Benzer şekilde hukuk okuması için de zorlayacaktır. Babası Gilot’nun kendisi gibi iyi eğitimli olması için kızını yakından takip eder ve evde eğitim aldırır. Bu sayede Gilot, 6 yaşında Yunan mitolojisi öğrenir, 14 yaşında Edgar Allan Poe, Baudelaire gibi yazarları okur. Avrupa’daki müzeleri genç yaşında gezme fırsatı bulur. Müzeleri düzenli ziyaret ederek buradaki usta ressamları inceler, öğrenir. 17 yaşında Sorbonne’a kabul edilir. Sorbonne’dan Felsefe, Cambridge Üniversitesi’den İngiliz Edebiyatı lisans derecelerini alır. Babası yine de uluslararası hukuk diploması almasını ister. Savaş sırasında Paris’in bombalanacağı korkusuyla Fransa’nın Rennes kentine hukuk eğitimi alması için gönderilir. Gilot, hukuk derslerini sıkça asarak 5 yaşında karar verdiği ressam olma hayalinin peşinden gider. Çocukken annesiyle başlayan ve çeşitli ressamlardan derslerle devam eden resim eğitimini, burada ressam Endre Rozsda ile çalışarak ve Julian Akedemisi’nin sanat derslerine katılarak sürdürür. 

                                          François Gilot, 1939, “Mavi Fransız Penceresi”

Gilot’nun erken dönem işlerinden olan ‘Mavi Fransız Penceresi’nde onun renkçi yaklaşımı ve kompozisyonlarındaki sağlam geometri kendini gösterir. Pencereden görünen manzara renklerin leke olarak yerleştirildiği soyut bir resimdir. Onu çevreleyen keskin dikdörtgen geometri, perdelerin yuvarlak hareketleri ile yumuşatılır. Tuvalin dörtgen çerçevesi içerisinde pencereninki bir tekrar oluşturur ve iç-dış mekânın bir aradalığı resme derinlik katar. Manzaranın tepesindeki aydınlık alan bakışımızı uzaklara götürür ve nefes aldırır. Gökyüzünü kesen pencerenin yatay ve dikey unsurları, yukarıda görünen pembe renk ustaca planlanmıştır. Bu pembeliğin binanın dış yüzeyinde bir çıkmanın tavanı olması mümkündür. Ama, öyle olup olmadığı önemsizdir çünkü asıl işlevi resmi renk bakımından dengelemektir. Pencere arkasında manzara görüntüsü, Rönesans ressamlarının sıkça kullandığı bir arka plandır. Gilot’da pencere arka plan olmaktan kurtulup resmin konusu olur. 

Gilot, Picasso ile tanıştıktan sonra sanatı onunki ile etkileşime girer. Bu karşılıklı bir etkileşimdir. Gilot, Picasso ile özdeşleşen kübik etkide resim yapmaktan uzak durur. 1944 yılında yaptığı otoportresi ve o döneme denk düşen diğer işleri bu etkileşimin hissedildiği resimlerdir. Aslında kübizmin kendisinden ziyade, onun ilham kaynakları ile etkileşimdir söz konusu olan. Biçimler, ilkel sanatta gözlemlenen yaklaşımla sadeleşirken, biçimlerin renklerle etkileşimi ve kompozisyonların sanat tarihi ile kurduğu ilişkisellik sayesinde modern bir resme dönüşür. 

                                               François Gilot, 1977, “Ormanda Yaşam”

Bu dönemde hayranı olduğu Matisse ile tanışır. Renkçi yaklaşımı ve kompozisyonlarındaki enerji nedeniyle Matisse’i kendine yakın bulur. Gilot için, resimlerin taşıdığı enerji her zaman çok önemli olacaktır. Yakın zamanda verdiği bir röportajda, içindeki enerjiyi resme katabilmenin bir yolu olarak, bir oturuşta, mümkün olduğunca ara vermeden ve hızlı bir şekilde çalıştığından bahseder. Onun için resimlerinde hissedilen duygunun ve enerjinin bir kaynağı da budur. ‘Ormanda Yaşam’ bu yaklaşımın en güzel örneklerindendir. Kırmızının yoğunluğu nedeniyle neredeyse monogram olan resimde, soğuk mavi tonları azdır ama resmin bütününe dağılır. Bazı ağaçların gövdesi detaylı bir şekilde renklendirilmişken, bazıları sade, arka plan ile aynı kırmızıda, bu yüzden kamufle olacak şekilde bırakılmıştır. Böylece resimde bazı yerler daha çok dikkat çeker, bazı alanlar hemen fark edilmez. Perspektifin olmadığı, iki boyutlu bir resimde başka bir hiyerarşi oluşturulmuş olur. Bu tam da sanatçının ifade ettiği gibi resmin enerjik olmasını sağlar. 

                                        Françoise Gilot, 2018, “Senegal’de Müzik” 

Gilot uzun yaşadı. Bu uzun ömrünün büyük bir kısmında neredeyse her gün resim yaptı. Çalışkan ve üretken bir sanatçıydı. 2018’de Venedik, Hindistan ve Senegal’e yaptığı ziyaretler sırasında doldurduğu üç eskiz defterini yayınladı. Bu dönemde yaptığı ‘Senegal’de Müzik’ sanatçının ilerlemiş yaşına rağmen yaşam enerjisini gösteren bir resimdir.

Yazılı sanat tarihinde kadın sanatçılar görmeye pek alışkın değiliz. Bu, birçok toplumsal normda kadın ve erkek için sanatçı olmanın eşit koşullara dayanmaması ve tarihçilerin kadın sanatçılara fazla ilgi göstermemesinden olabilir. Gilot, yaşadığı dönem ile etkileşim halinde, resimsel olarak sağlam, kendine özgü üslubu ile ilham olan işler üretmiş bir ressamdı. Bunu çok çalışarak ve bazen sanatı için kavga ederek yaptı. Gilot yine bir konuşmasında, röportaj yapana meydan okuyan neşeli bakışlar atarak şöyle der: “Hayır, hayır kavga etmeyi sevmiyorum. Ama mecbur kalırsam yaparım.”

Bize de, doya doya ve uzun yaşanmış bir hayatın güzel ürünlerine bakmak ve ilham almak kalsın.

(FİDE LALE DURAK - soL/Kültür) 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder