11 Haziran 2023 Pazar

Türkiye’de antikomünizmin temel tezleri: TÜSTAV’ın 'Antikomünizm Kitaplığı' - YEKTA ARMANC HATİPOĞLU/soL-Görüş

 Sovyet ajanlığıyla süslenmiş fazlaca 'kökü dışarıda'lar; komünistlerin Türkiye halkının değerleriyle çatıştığı, ailevî ve millî değerlerin yok edileceği ve daha onlarca yalan, çarpıtma…

Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfının geçen senenin aralık ayında erişime açtığı “Antikomünizm Kitaplığı” Türkiye’de antikomünizmin neler üzerine inşa edildiğini, hangi tezleri savunduğunu ve reel sosyalizmin hangi “argüman”larla eleştirildiğini göstermesi açısından oldukça kıymetli. O dönemden bugünlere bu tezlerden hangilerinin hâlâ doğru kabul edildiği, hangilerinin gerçeklik payı olduğu sorulması gereken sorular. Ancak bu sorulardan önce konuşulması gereken şey Türkiye’de antikomünizmin kökleri; hangi hareketler, hangi çevreler içinde geliştiği. 

Türkiye sahasında antikomünizm, biraz fazla ya da biraz az, Cumhuriyet’le yaşıt. Burjuva devriminin diğer ülkelerde olduğu gibi, ilerici yönlerini törpülediği ve zamanla iktidarını sağlamlaştırmak için gerici dinamiklere tutunduğu görülüyor.  Mustafa Suphilerin öldürülmesi, Türkiye Komünist Partisinin kapatılması ve ardı arkası kesilmeyen tevkifatlar, işçi sınıfına ve onun örgütlülüğüne karşı alınan sert tedbirler, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’yle kopma noktasına getirilen ilişkiler bu sürecin unsurlarıdır. Bunların hiçbiri Türk Devrimi’ni tarihsel açıdan meşruiyet sorunu ile karşı karşıya bırakmıyor ama bu gerçekler konuşulmadığında da 1923’ün sınıfsal karakteri ve dolayısıyla Türkiye’de antikomünizmin gelişimi anlaşılamıyor. 

Türkiye’de antikomünizmin bir devlet geleneği haline gelmesi, aynı zamanda Türkiye’nin bir “ABD üssü” görevini üstlenmeye başladığı ve sermaye yağmasına tam anlamıyla açıldığı Demokrat Parti iktidarı dönemine denk geliyor. Bu durum pek tabii bir rastlantı değil. 

Demokrat Partiden önce ise başını Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan ve Reha Oğuz’un çektiği; Bozkurt vb. isimli dergiler çevresinde toplanan, Almanya’da yükselen faşizmden de etkilenen bir grup Turancı antikomünizm bayrağını -tabii ki devletin gözetiminde ve devletin desteğiyle- taşıyor. Ne yapacağı belli olmayan, soy esaslı milliyetçiliği propaganda eden bu grup tek parti iktidarını, Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nı kazanacağı netleşince “rahatsız ediyor” ve Turancılara karşı birtakım küçük tedbirler alınıyor. Faşistlerin bayram ilan ettiği meşhur 3 Mayıs gününün kökleri aynı zamanda bu birtakım küçük tedbirlere de dayanıyor. 

Nihal Atsız’ın İslâm’ı dışlayan ve hatta kimi yerlerde yeren, sadece kan bağına dayanan milliyetçilik anlayışı Türkiye egemenleri için pek kullanışlı olmamış olacak ki bunun yerine Türk-İslâm sentezini yani başını Türkeş ve MHP’nin çektiği, Atsız’ınki kadar “kaba” olmayan ve adı üstünde İslâm’la da buluşturulan bir milliyetçilik siyaset sahnesine sürülüyor. 

Sadece milliyetçiler değil İslâmcılar da antikomünizm bayrağını düşürmemek için ellerinden geleni yaptılar. Adnan Menderes, Fethullah Gülen, Süleyman Demirel ve Turgut Özal’ın da bulunduğu Komünizmle Mücadele Derneği veya 27 Mayıs kesintisinin ardından Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti, 1960’tan sonraki Milli Türk Talebe Birliği ve ismi sayılamayacak olan pek çok İslâmcı yapı komünizme ve Cumhuriyet’e karşı verdikleri mücadele sonucunda efendileri tarafından çok defa takdire ve iktidarı almaya layık görüldüler. 

Atsız-MHP ve İslâmcılar arasında yapay bir karşıtlık yaratılmak isteniyor ancak bu tarihsel gerçekliği yansıtmıyor. Aksine Atsız ve Türkeş arasında bir dargınlık olduğu, Türkeş’in Atsız’ın cenazesine bile gitmediği biliniyor. Yani MHP illa bir yerlere konulacaksa bu Fethullah Gülen’in içinde bulunduğu toplam olmalı. En nihayetinde ise hepsinin kökenleri, hizmet ettikleri yer belli: Türkiye’nin müesses nizamı. İçlerinden herhangi bir grubun ki bu genelde Atsızcılara atfedilir, sekülerizmi veya laisizmi temsil ettiği ise tamamen yalan. Karma eğitime karşı çıkan, kadın-erkek plajlarının ayrılmasını ve aradaki iş bölümünün keskin sınırlarla çizilmesi gerektiğini savunan birisi Atsız. Aynı zamanda Mustafa Kemal’i “Yurtta sulh cihanda sulh” sözü üzerinden pısırık olmakla suçladığı biliniyor. Yani bu antikomünist çevrelerin içinde, Cumhuriyet’in ileri adımlarıyla kavgası olmayan yok. Ancak bu grupları yaratan da yine Cumhuriyet kadrolarının ta kendisi. 

* * *  

Reha Oğuz Türkkan 1943 tarihli “Solcular ve Kızıllar” kitabında, artık klasikleşen “aile” ve “ahlâk” üzerinden gidiyor: “Komünistler, Ahlakın ve Ailenin en birinci düşmanıdırlar. Kızıl fikirlerine en tabii set olarak karşılarında buldukları bu müesseseleri yıkmak için ellerinden geleni yaparlar. Bunun için de gençliği şehvete sürükleyecek, insan haysiyetinin içinde hapsettiği en azgın duyguları başıboş bırakmağı tabii saydıracak, genç kızlardaki temizlik ve namus fikirlerini gülünç gösterecek, gayritabii addettirecek.” Ondan sonra ise “Soyları” diye bir başlık açıp “… Komünistlerin çok kahır bir ekseriyeti öz Türk soyundan değildir.” diyor. Yazar, Avrupa’da komünist hareketin yükselişinden de Yahudileri sorumlu tutuyor1.

İşçi sınıfının bağımsız siyaset yapmasının yasaklandığı, aydınların cezaevinde olduğu ve Türkiye’nin Sovyetler’e karşı önce Nazi Almanya’sıyla, savaştan sonra ise İngiltere’yle birlikte hareket ettiği dönemi kapsayan bir yıl 1948. Cefar Seydahmet Kırımer’in işçilere verdiği konferanslar sonucu oluşan “Sovyet Cehenneminde Köylü ve İşçi Durumu” ise bu yılda kitaplaşan bir metin. Kitap, tam anlamıyla bir kara propaganda örneği. Yazar, Türkiye işçi sınıfının başında her daim sallanan sermayenin kılıcını, kabaca, “Sovyetler’de işçilerin durum daha kötü.” diyerek şükredilebilir kılmak için uğraşıyor. Yazar, aynı eserde biraz daha ileri gidip Avrupa’yı faşizm belasından kurtarıp özgürleştiren Kızıl Ordu’yu “barbar” ve “yağmacı” olmakla suçluyor. Kırımer, herhangi bir belge sunmuyor ancak Kızıl Ordu askerlerinin Avrupa’da gördüklerini Sovyetler’de anlatmasının yasak olduğunu iddia ediyor. Anlattıkları ucuz kara propaganda metinlerinin ötesine geçemiyor ancak antikomünistler tarafından hâlâ kullanılıyor2. Aynı yazar, yine 1948’de yayımlanan “Rus Tarihinin İnkılaba, Bolşevizme ve Cihan İnkılabına Sürüklenmesi” isimli kitabında Sovyetler Birliği’ni barış düşmanı olmakla suçluyor. Kitapta Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı Nazi Almanya’sıyla ortak hareket ettiğini iddia ediyor3. İki kitabın ortak noktası ise Türk ırkının üstün, Rusların ise yönetim şekilleri ne olursa olsun Türklerin düşmanı olduğu.

“Doktor” sıfatlı Fehmi Cumalıoğlu “Komünizm ve İslâm” isimli kitabına “Komünizm nedir?” diye sorarak başlıyor ve şu cevabı veriyor: “İdeolojisi Garbin fikir tezgâhlarında çoktan makaslanıp çöp sepetine atılmış olan komünizm, bugün bir fikir olmaktan ziyade bir korku ve ürperti veren frensiz bir egoizm ve korkunç bir emperyalizmdir.” Yazar, ilerleyen satırlarda alışıldık biçimde “Komünistler ailemizi, ibadethanelerimizi, milli şuurumuzu, dinimizi yok edecek.” diye sayıklıyor. Kitabın nispeten ilgi çekici hatta komik kısmı ise Cumalıoğlu’nun Amerikancılığının tavan yaptığı ve ABD’yi öve öve bitiremediği, komünistlerin neden ABD’ye karşı olduğunu anlattığı bölüm. Ona göre komünistlerin ABD’yi sevmemesinin tek bir nedeni var: Kıskançlık. Yazara göre ABD o kadar iyi ki komünistlerin “Kapitalizm kötü” tezini tek başına çürütüyor. Komünistler de bu durumu kendilerine yedirmeyip düşman listelerinin ilk sırasına ABD’yi yazıyor4.

1965’te Türkiye Komünizmle Mücadele Derneğinin çıkardığı “Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını”nın birinci fasikülünün ilk yazısı Falih Rıfkı Atay’a ait. “Amerikan Emperyalizmi” başlıklı yazı, Fehmi Cumalıoğlu’nun “Komünizm ve İslâm” kitabında olduğu gibi antikomünizm ve Amerikancılığın ayrılmaz olduğunu gösteriyor. Falih Rıfkı Atay’ın yazısı Stalin’in Türkiye’nin doğusundan toprak istediği iddiasıyla başlıyor. Hatta Atay’a göre Stalin merkezi İstanbul olması planlanan, Trakya ve Kocaeli bölgelerinde bir halk cumhuriyeti kurmak bile istiyor. Yazar, ABD’nin Japonya’ya atom bombası atmasını bile Stalin’in hegemonyasını kırması sebebiyle olumluyor. Falih Rıfkı ABD’ye emperyalist denmesinin bir “kızıl yalanı” olduğunu, Türkiye’nin tek gerçek dostunun ABD olduğunu da aynı yazıda söylüyor. Vietnam’daki işgali ise “yardım etmek” diye yumuşatıyor. Türk milliyetçilerine yaptığı çağrı ise, ilerleyen yıllara baktığımızda belli ki karşılık bulmuş. Atay’ın çağrısı aynen şöyle: “Türk milliyetçileri, eğer Atatürkçü iseniz, Amerikan hürriyetçiliğini ve insaniyetçiliğini, Atatürk gibi seviniz. Bütün dünyayı boyunduruğu altına sokmak isteyen Kızıl emperyalizm, karşısında tek engel gördüğü için, Amerikanlık düşmanıdır ve onu yaymaya çalışıyor.” Aynı fasikülün, “Kızılların Üç Parolası” başlıklı ikinci yazsı da Falih Rıfkı Atay’a ait. Orada ise komünistlerin tek derdinin ülkeyi Asya-Afrika cehennemine sürüklemek olduğunu söylüyor. Falih Rıfkı, adeta “İşbirlikçilik nedir, işbirlikçi kime denir?” sorusunun cevabını veriyor bu yazılarda. 

Aynı fasikülde yazan bir diğer isim ise Nihal Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar. Yazar, “Nâzım Hikmet’in Türklüğü ve Şairliği Meselesi” başlıklı yazısıyla hem Nâzım Hikmet’in Türklüğüyle hem de şair kimliğiyle uğraşmaya çalışıyor. Sançar’a göre Nâzım Hikmet’in büyük şair olduğu bir kızıl yalanı, komünist oyunu5

* * * 

Madem en son konu yine Nâzım’a geldi, başlık da antikomünizm; araya “Biz” şiirinden birkaç bölüm de olsa sıkıştırmamak olmaz: 
 

“…

tereci tere satar
biz vatan satarız

biz kurşuna dizeriz düşünceyi
hiçbir şey düşünmiyeceksin
hatta hiçbir şey düşünmediğini bile

bir ilâcımız var bizim
şırınga ettik mi insana
istediğimizi söyletiriz

biz insan eti yeriz
pek güzel oluyor nohutlu yahnisi

(…)

geçenlerde güneş tutuldu ya
bu fesatlığı da biz yaptık
propaganda kuvvetiyle

en iyisi bizi asmak
bizi kesmek
hapislere atmak bizi
bizi atomlamaktır”

***

Dergi ve kitap örnekleri çoğaltılabilir, iddialara yenileri eklenebilir. Ancak İslâmcısından Türkçüsüne, Türkiye antikomünistlerinin saldırıları bu ortalamada. 

Sovyet ajanlığıyla süslenmiş fazlaca “kökü dışarıda”lar; komünistlerin Türkiye halkının değerleriyle çatıştığı, ailevî ve millî değerlerin yok edileceği ve daha onlarca yalan, çarpıtma… Kimisi dozu değiştirilerek hâlâ antikomünist çevrelerde alıcı buluyor, kimisi “saygın” üniversitelerin “saygın” profesörleri tarafından “resmîleştiriliyor.” 

Bunca yalana rağmen gerçek olan şu: Geçmişte sosyalist bir ülkede yaşamış insanlar o günleri özlemle yâd ediyor. Türkiye halkı, kamuculuğun kırıntısını bulduğunda bile şükürler ediyor. Depremzedeler çevrelerinde insan ararken komünistlerin dayanışma elini görüyor. Gerçek olan budur. 

Gerçek olan bir diğer şey ise şu: Hem devletten hem liberal çevrelerden gelen baskılar “Sosyalist iktidar” iddiasıyla hareket edenleri durdurmuyor, yormuyor. Egemenlerin komünistlere karşı söyledikleri klasik yalanlar artık Türkiye toplumunda tutmuyor. Yukarıdaki yalanları atanlar depremden sonra halkı azarlayanlardan, çadır satanlardan, devlete güvenmek mavalını okuyanlardan, daha fazla özelleştirme vadedenlerden başkası değil. 

Ancak yok öyle bize vatansızlık iftirası atanlara karşı “Zaten bu ülke bizim değil onların ülkesi.” demek. “Bu memleket bizim!” sesini daha da gür çıkarmamız gerek. Bu memleketi onu satanlara, insanını köleleştirenlere bırakmayacak kadar çok seviyoruz. Yobazların, patronların, faşistlerin, uyuşturucu tacirlerinin yalanları bir kenara… 

Bu memleket bizim!

YEKTA ARMANC HATİPOĞLU/soL-Görüş

Kaynak kitaplar:

  1. Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş: Türkiye ve Soğuk Savaş - Fatih Yaşlı
  2. “Kinimiz Dinimizdir”: Türkçü Faşizm Üzerine Bir İnceleme – Fatih Yaşlı 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder