Parmağımdaki nasır (Barış Pehlivan-Cumhuriyet)
“Hiç canını sıkma kardeşim, yine baştan yazarız.”
27 yaşındaydım ve terör örgütü üyesi olmakla suçlanıyordum. Koğuşlarımızın açıldığı cezaevi maltasında Barış Terkoğlu’nu gördüm. Avukat görüşünden dönüyordu.
Haftalar önce tutuklanmasaydık ilk kitabımızı yayınevine teslim etmiş olacaktık. İzin vermediler. 14 Şubat 2011 sabahı evimize gelen onlarca polis hem bizi hem tüm bilgisayarlarımızı ele geçirdi. Gardiyanların hızlıca koğuşa sokmaya çalıştığı Barış’a “Kitap da gitti, yazık oldu onca emeğe” diye bağırdım. Yanıtı, bu yazının ilk cümlesi oldu. Sahi, yazar mıydık? İyi de nasıl? Birbirimizi bile göremiyorduk ki...
Bir gün avukatımla o küçücük görüş odasında konuşuyorduk. Barış’ın bana yazdığı bir mektubu verdi, gizlice okumaya başladım. “Yazalım” diyordu. Dönemin Taraf gazetesi WikiLeaks belgelerini sansürleyerek yayımlıyor, Fethullahçıları zora sokacak bölümleri saklıyordu. Madem öyle, asıl şimdi yazmalı, bizi içeri atanlara kalemimizle meydan okumalıydık.
Gizli yazışmalarımız günlerce sürdü. Konuları paylaştık, iş bölümünü yaptık. Dışarıdaki dostlarımız belgeleri Türkçeye çeviriyor, onlarca sayfayı parça parça içeri sokuyorduk. Gece olduğunda da hücremizdeki o plastik masaya oturuyor, boş beyaz kâğıtlara elimizle yazmaya başlıyorduk. El yazılı sayfalar yine gizlice dışarıya çıkarılıyor, eşlerimiz tarafından bilgisayara geçiriliyordu. Kimse duyup engellemesin diye sakladığımız bu süreç aylar sürdü.
Bir gün Çağlayan Adliyesi’nde duruşmamız vardı. Ne güzel bir gündü, sanık sandalyesinde de olsak sevdiklerimizi görüyorduk. Sonra, Kırmızı Kedi Yayınevi’nin sahibi Haluk Hepkon’la göz göze geldik. Haluk ağabey onlarca jandarmanın arasından bir kâğıt uzattı bize. Kimse anlamadı ama kitap sözleşmesiydi.
Duruşmaya ara verildi. Adliyenin eksi 7. katındaki nezarethanedeydik. Orada imzaladık sözleşmeyi, mahkeme salonuna çıkarılınca geri teslim ettik. Artık heyecanla ilk kitabımızın çıkmasını bekliyorduk...
Ve o gün geldi. Koğuşta yerimde duramıyor ve kitaba dair gazetelerde çıkan haberleri tekrar tekrar okuyordum. Başarmıştık. Gazetecilikten tutuklanmış, tutuklu olsak da gazetecilik yapmıştık. Dünyada örneği var mıdır bilmiyorum ama biz Barış’la birbirimizi görmeden cezaevinde ortak kitap yazmıştık. Önsözünü de bir başka koğuşta abide gibi dik duran Doğan Yurdakul ağabey kaleme almıştı.
“Sızıntı/WikiLeaks’te Ünlü Türkler” kitabının çıkış öyküsü böyleydi. Bu topraklardaki adaletsizliklerin nasıl planlandığını gizli Amerikan belgeleriyle ortaya koyduk. İktidarın devlete yerleştirdiği terör örgütünün büyükelçilere verdiği kirli brifingleri duyurduk. Evet, kimine göre teröristtik ama aylarca en çok okunan bir kitabın yazarlarıydık da...
19 ay tutuklu kaldık. Gün geldi, devlet “Pardon” dedi, beraat ettik. Bizi yargılayan hâkimler kaçtı, bizi mahkeme önüne atan savcılar kaçtı, bizi takip eden polisler kaçtı. Bilirkişi diye önümüze attıkları şakirtler bile kaçtı. Biz ise iman tahtamıza memleket ve hürriyet yazdık.
Şimdi 40 yaşındayım. Barış’ın da benim de parmaklarımızda bir nasır halen duruyor. Bu satırları yazarken ona bakıyorum. Bundan 12 yıl önce ellerimizle yazdığımız kitabın nasırı, “Yine yazarız” diye bana sesleniyor.
Ve şimdi yine yeni bir mücadelenin içine giriyorum. Can güvenliğimin olmayacağını bilecek deneyimdeyim. Lakin kimsenin kuşkusu olmasın, yine yazacağım.
Ne güzel demiş Ahmet Telli: “Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün...”
Karşıdevrimin yolunu açanların yandaşı sözde cumhuriyetçiler (Zülal Kalkandelen-Cumhuriyet)
Yıllardır tekrarlanan bir görüş var. Diyorlar ki “Gericiliğin azmasının nedeni yaşanan ekonomik bunalımı gizleme çabası...”
Ben bu yoruma katılmıyorum. Ekonomik bunalımın çok ağır olduğu kuşku götürmez bir gerçek. Neoliberal politikaların toplumun yoksul kesimlerini, işçi sınıfını ezerken gericilikle el ele ilerlediği de bir gerçek ama gericiliğin Türkiye’de yalnızca ekonomik durumu gizlemek için köpürtüldüğünü düşünmüyorum.
Çünkü “laikliğe karşı fiillerin odak noktası haline dönüştüğü” Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden 10’u tarafından tespit edilen AKP’nin yönettiği bir ülkede gericiliğin yükselişinin tek ve birincil nedeni bu olamaz. Ekonomi iyi gitseydi de gericilik yükselecekti.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin ideologlarından Samuel Huntington’ın “ılımlı İslam”ı pazarlarken “Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece İslamın liderliğine soyunma olasılığı yoktur” diye yazdığını unutmadım. Böyle bir role soyunma hevesi içinde olduğu anlaşılan iktidarın laikliği hedef haline getirmesinin arkasında çok daha büyük projeler olduğunun da farkındayım.
Üstelik 21 yılda yaşadıklarımızı düşününce laiklik karşıtı çıkışların planlı bir şekilde tırmandırıldığını görüyorum.
Ne var ki ülkedeki dincileşmeye gereken şekilde karşılık vermeyen birtakım sözde Cumhuriyetçiler var... Seçim öncesinde olduğu gibi bu konular onların gündemine bir türlü girmiyor.
‘LAİKÇİ YOBAZLAR’ DİYEN ERBAŞ BU CESARETİ NEREDEN ALIYOR?
İnsan merak ediyor...
Siyasal İslamın ülkeyi ne hale getirdiğini görmüyorlar mı ki “gericilik yalnızca bahane” diyorlar?
Açıkça hilafet çağrıları yapılıp yasalara şeriatçı uygulamalar enjekte edildiğini görmüyorlar mı?
Kadınlara, LGBTİ’lere ve yaşam tarzına yönelik saldırılardaki artışın farkında değiller mi?
Parklarda el ele oturan sevgililere saldırıldığını duymadılar mı?
Eğitimdeki dincileşmenin hangi boyutlara vardığına, tarikat ve cemaatlerin toplumun hücrelerine nüfuz ettirildiğine tanık olmuyorlar mı?
Çalışma saatlerini cuma namazına göre düzenleyen genelgenin 2016’da Ahmet Davutoğlu’nun imzasıyla yayımlandığını, geçmişteki Danıştay ve Anayasa Mahkemesi kararlarına karşın bu genelgeye yapılan itirazların reddedildiğini, CHP’nin de bu genelgeyi olumladığını bilmiyorlar mı?
Ders saatlerinin de cuma namazına göre düzenlenmesini isteyen cuma hutbesine karşı çıkanlara “laikçi yobazlar” diyen Diyanet İşleri başkanının bu cesareti nereden aldığını sormuyorlar mı?
Erbaş’ın o cesareti nereden aldığını bir daha söyleyeyim: Son 21 yılda adım adım “Karşıdevrim Tarikatı”nı kuran iktidardan ve onun karşısında gerektiği gibi durup laik Cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkmayan muhalefetten!
Bunlar olurken susan sözde Cumhuriyetçiler de karşıdevrimin yolunu açan sahte muhalefetin yandaşıdır.
Gözlemevi’nden Facebook kullanıcılarına dolandırıcılık yapıldığı iddiası: 2 milyon Türk kullanıcı mağdur (Rengin Temoçin-Cumhuriyet)
Gözlemevi İnternet ve Toplum Araştırmaları Merkezi, sosyal medya üzerinden yapılan dolandırıcılık faaliyetlerine ilişkin hazırladıkları analizi paylaştı.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, “Yatırım fırsatı”, başlığıyla sunulan ve gerçeklik algısını artırmak için Boru Hatları İle Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ) ve Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) logolarının da kullanıldığı paylaşımlar hakkında, “Dolandırıcılık girişimidir” açıklaması yapmıştı.
Analiz ise şöyle: “Facebook üzerinden Türkiye’deki kullanıcılara reklam kampanyaları düzenleyen dolandırıcılar, Bakan Varank ve Selçuk Bayraktar gibi devletle ilişkili isimlerin fotoğrafını kullanıyor. BOTAŞ hisselerinin Türk vatandaşlarına sunulacağı iddia ediliyor. Güven uyandırmak için de Berat Albayrak, Kaan Yıldırım’ın da foroğrafını kullanıyorlar. En çok BAYKAR Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar’ın foroğrafıyla sahte içerik üretiliyor.”
Gözlemevi İnternet ve Toplum Araştırmaları Merkezi’nin kurucusu Handan Uslu şunları söyledi: “Facebook’un sorumluluğundaki bu olayda, 24’ten fazla hesaptan 2 milyon Türk kullanıcısı mağdur edilmiş. Facebook’un ise bu faaliyetlerden 100 bin TL’den fazla gelir elde ettiğini gördük.”
Üniversitelerin kadro alımı için verdiği ‘adrese teslim ilanlar’ engellenemiyor: ‘Kuklacı doçent’ arandı (Cengiz Karagöz-Cumhuriyet)
Muş Alparslan Üniversitesi’nde “Matematik ve Fen Bilimleri Eğitimi” bölümüne alınacak doçentin “Fen eğitiminde drama ve kukla alanında çalışmalar yapmış olması” istendi.
Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK), Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği’nde “adrese teslim atama” yapılmaması için madde eklenmesine karşın üniversitelerin kadro alımındaki “adrese teslim ilanlar” engellenemiyor. Bunun son örneği Muş Alparslan Üniversitesi’nde yaşandı. Üniversitenin matematik ve fen bilimleri eğitimi bölümü için alınacak “doçent” için “Fen eğitiminde drama ve kukla alanında çalışmalar yapmak” koşulu arandı. YÖK-Tez’in internet sitesinden incelendiğinde ise bu alanda tez yazan yalnızca bir kişinin olduğu görüldü.
Öte yandan geçen günlerde yayımlanan Bitlis Eren Üniversitesi’nde açılan doktor öğretim üyesi ilanında, “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi alanında doktora yapmış olmak ve misyonerlik ve mülteciler konularında çalışmaları bulunmak” koşulu arandı. Ayrıca Anadolu Üniversitesi’nde açılan doktor öğretim üyesi ilanında ise “İktisat alanında doktora mezunu olmak ve mutluluk ekonomisi konularında çalışmalar yapmış olmak” detaylı olarak belirtildi. Söz konusu başvuru şartları eğitimciler tarafından “adrese teslim ilan” olarak yorumlandı.
‘RAPOR NİTELİĞİNDE’
Konuya ilişkin Cumhuriyet’e konuşan Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay, bu tür uygulamaların eğitimi niteliksiz bir hale getirdiğini savundu. Özbay, “Bilimin, sorgulamanın, özgür düşüncenin yuvası olması gereken akademinin ne hale geldiğini gösteren en iyi örneklerden biri ise açılan kadro ilanları. Çoğu zaman kişiye özel tanımlar, bölümle ilgisi olmayan kriterler, gerici çevrelere yaranma ve onların isteklerini yerine getirme çabalarıyla dolu olan kadro ilanları, nasıl bir akademi yaratılmaya çalışıldığının adeta raporunu veriyor” diye konuştu.
‘BU BİR HAK GASPIDIR’
Eğitim-İş Genel Başkanı Özbay, bu tür kadro ilanlarının bir hak gaspı olduğunu ifade ederek şunları söyledi:
“Üniversitelerin gerçekten ihtiyaç duyduğu bölümlerde, bilimsel olarak faaliyet gösterebilecek onca akademisyen kadro bulabilmek için kapı aşındırırken üniversite kadrolarını böyle doldurmak, hem eğitim emekçilerine hem de o üniversitelere çağdaş bir eğitim almak için giden öğrencilere haksızlıktır.”
Yüzlerce ağaç kurutuldu (Cemil Ciğerim-Cumhuriyet)
Samsun Veteriner Kontrol Enstitüsü Müdürlüğü’nün bahçesinde bulunan yüze yakın ağaç kurutuldu, zemin ise toprakla dolduruldu.
Çam ağaçlarının kurutularak ve yok edilerek düz bir alanın açılması, bölgede inşaat yapılacağı iddialarını gündeme getirdi.
‘ART NİYET ARANMALI’
Samsun Çevre Platformu (SAMÇEP) Sözcüsü Mehmet Özdağ duruma tepki göstererek “Her şeyden önce ‘Enstitü’ gibi araştırma yapan ve kendi alanında öğretime destek veren bir kamu kurumunun sorumluluğunda olan çam ağaçlarının göz göre göre yok edilmesinin hiçbir makul gerekçesi olmaz, kabul edilemez. Burada art niyet aranmalıdır. Kent içerisinde var olan 40-50 yıllık ağaçlar birer birer yok ediliyor. Her ağaç cinayetinden sonra aslında biz de eksiliyoruz” dedi. Kentin her ağaç kıyımından sonra daha da yaşanmaz hale geldiğini ifade eden Özdağ “Çünkü kent içinde ağacın olmadığı her alan bir ısı adasına dönüşerek sıcakların etkisini artırıyor. Yağış olduğunda ise yağışların toprak tarafından emilmeden doğrudan akışa geçmesine neden oluyor. Konuyu takip edeceğiz. Orman İşletme Müdürlüğü’ne başvuruda bulunup araştırılmasını isteyeceğiz” diye konuştu.
Hatay’da işgal ve direniş (Sinan Meydan-Cumhuriyet)
Sosyal medyaya düşen bir videoda Diyanet’in kadrolu bir imamı şöyle diyor: “Hatay’ın çoğunluğu Arap’tı... Hatay, 1938’e kadar Fransız işgalindeydi... Türkiye’de ezan yasağı 1932’de geldi. Fransızlar ezanı Hatay’ın Müslüman köylerinde, camilerinde yasaklamadılar. 1938’de Hatay Türkiye topraklarına katıldığında ilk yapılan iş ezanın yasaklanması oldu. Yani Fransız kâfirinin yapmadığı zulmü bu topraklarda yaptılar!”
Evet! Vergilerimizle maaş alan bir imam, cemaatin gözünün içine bakarak yalan söylüyor. Hiç utanmadan, “Türkiye’de 1932’de ezanlar yasaklandı! 1938’de Hatay Türkiye topraklarına katıldığında ilk yapılan iş ezanın yasaklanması oldu!” diyor. Oysa Cumhuriyet, hiçbir zaman ezanları yasaklamadı. Camiler hep açıktı. Devlet, 1924’te Diyanet’i kurdu, Elmalılı Hamdi Yazır’a Kuran tefsiri yaptırdı, Kuran kursları açtı. Dini bayramlar özgürce kutlandı. 1932’de ezan Türkçe okunmaya başlandı. İbadete çağrı anlamına gelen ezanın Arapça dışında başka bir dilde okunamayacağı biçiminde bir dinsel hüküm mü var? Yok! Buna rağmen bu imam, ezanların Türkçe okunmasını, “Ezanlar yasaklandı!” diye çarpıtıyor. Çünkü Arapçayı kutsuyor. Çünkü din dilinin Türkçe olamayacağını düşünüyor. Çünkü “ezan” ve “din” üzerinden Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i yıpratmak istiyor.
Diyanet’in kadrolu İmamı asıl büyük yalanları Hatay konusunda söylüyor:
“Hatay’ın çoğunluğu Arap’tı…” diyerek tarihi çarpıtıyor. “Fransızlar ezanı Hatay’ın Müslüman köylerinde, camilerinde yasaklamadılar” diyerek Fransızların Hatay’da hoşgörülü, dine, kültüre saygılı, adil bir yönetim sergilediklerini ima ederek açıkça Fransız işgalini /mandasını övüyor.
HATAY’DA FRANSIZ İŞGALİ
30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Osmanlı, I.Dünya Savaşı’ndan çekildi. 9/10/14 Kasım 1918’de İngiltere ve Fransa, Mondros’a aykırı biçimde Antakya ve İskenderun’u işgal ettiler. İngilizler, İskenderun’u Fransızlara terk etti. 28 Kasım 1918’de Fransa Yüksek Komiserliği “İskenderun Sancağı”nı kurdu. Yerli halk, Fransız yönetimine karşı direniş kararı aldı. Fransız işgaline karşı ilk silahlı direniş 19 Aralık 1918’de Dörtyol’da gerçekleşti. Fransızlar, Dörtyol’u, Erzin’i işgal ettiler. Kuzuculu’da bazı Türkleri katlettiler. Bundan sonra Antakya, Altınözü, Reyhanlı ve Yayladağı çevresinde kurulan direniş örgütleri Fransız işgaline karşı direnmeye başladı. Kara Hasan Müfrezesi bölgedeki ilk direniş örgütlenmesinde büyük rol oynadı.
Mustafa Kemal (Atatürk), Türk toprağı Hatay’ı da Misakı Milli içinde görüyordu. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı sırasında Türk ordusu bölgedeki yerel kuvvetleri örgütleyip her bakımdan destekledi. Bölgedeki direnişi örgütlemek için Atatürk subaylar görevlendirdi. Yarbay Özdemir Bey bölgedeki teşkilatlanmanın başına geçirildi. Tayfur Mursaloğlu (Sökmen) bölgeye komutan olarak atandı.
Fransızlar, 23 Temmuz 1920’de Kuseyr Harekâtı’nı gerçekleştirdi. Hatay köylerinde Fransız zulmünün en şiddetli olduğu yer Kuseyr’di. Fransızlar, istediklerini vermeyen köyleri yakacaklarını ve ellerindeki Türk esirleri idam edeceklerini bildirdiler. İsteklerini yerine getirmeyen Büyükburç ve Karasu köylerini yaktılar. Türklerin başarısız Belen Baskını’ndan sonra Fransızlar, Belen Gediği’nden Hassa’ya kadar 30’a yakın Türk köyünü baştan başa yaktılar. Milli direnişin öncülerinden yakalayabildiklerini hapsettiler. Halk, bu Fransız zulmü karşısında dağlara sığındı. Fransızlar, Samanlı Köyü’nde de köy halkını meydana toplayıp birçok masum insanı katletti. Bakarkaya Muharebeleri sırasında Fransızlar çekilirken önlerine gelen Türk köylerini de yaktılar. Halk dağlara kaçtığı için fazla kayıp verilmedi. Fransız zulmünden en çok etkilenen yerlerden biri de Hassa’ydı. Fransız işgal kuvvetleriyle birlikte Hassa’ya gelen Ermeniler, Fransız koruması altında buradaki Türklere şiddetli baskılar yaptılar. (Mehmet Mursaloğlu, Hatay’a ve Atatürk’e Adanan Bir Hayat, Tayfur Sökmen Hatay Devlet Reisi, İstanbul, 2017, s. 63-119)
Fransız işgali altındaki Hatay hiçbir zaman özgür olmamıştır. Antakya, İskenderun ve civarında Türkler, Fransız işgaline karşı direnişe geçmiş, 1918-1921 yılları arasında Fransızlarla Türkler arasında bölgede çok sayıda çatışma yaşanmıştır. Fransızlar, Türk direnişçileri öldürmüş, Türk köylerini yakmış, halk Fransız zulmünden korunmak için dağlara kaçmıştır.
Bu nedenledir ki, 13 Temmuz 1919’da İskenderun Sancağı’na gelen bir ABD heyetine, bölge halkı, Türk idaresinden başka idare istemediğini bildirmiştir.
ANKARA ANTLAŞMASI VE SONRASINDA HATAY
Fransa ile TBMM hükümeti arasında 20 Ekim 1921’de Ankara Antlaşması imzalandı. Ankara Antlaşması’na göre Fransa, Güney Anadolu’da işgal ettiği yerleri boşaltıp TBMM’ye bırakarak TBMM’yi tanıdı. Böylece Türkiye-Suriye sınırı çizildi. Ancak Hatay, sınırlarımız dışında Fransa mandası altında kaldı. Fakat TBMM, Hatay’a özel bir yönetim biçimi verdirmek için antlaşmanın 7. maddesini özellikle şöyle düzenletti:
“İskenderun bölgesi için özel bir yönetim rejimi kurulacaktır. Bu bölgenin Türk soyundan gelen halkı, kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan yararlanacaktır. Türk dili orada resmi bir niteliğe sahip olacaktır.”
Bu antlaşmaya ek olarak Fransız Delegesi H. Franklin Bouillon’un, Türk Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal’e (Tengirşek) verdiği imzalı mektuplara göre Türk uyruklular ve Türk bayrağı taşıyan gemiler ticaret için İskenderun Limanı’ndan serbestçe yararlanabileceklerdi. Hatay’da Türk çoğunluğun bulunduğu yerlere genelde Türk soyundan memurlar atanacaktı.
Böylece Atatürk, Ankara Antlaşması ile Hatay’da Türk kültürünün, Türk dilinin, Türklerin haklarının korunmasını güvenceye aldırmış oldu. 1921 Ankara Antlaşması’nda belirlenen Türkiye-Suriye sınırı 1923 Lozan Antlaşması’nda aynen kabul edildi.
15 Mart 1923’te Adana’ya giden Atatürk, kendisini karşılayan Hataylılara, “40 asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz. Günü gelecek siz de kurtulacaksınız” dedi.
1926’da Fransa, Ankara Antlaşması’na uygun olarak Hatay’da Özerk İskenderun Sancağı’nı kurdu. Ankara Antlaşması’na uygun olarak Hatay’daki Türk okullarında az çok Türkçe eğitim-öğretim yapılabildi. Atatürk’ün Türkiye’de yaptığı devrimlerden bazıları Hatay’da uygulamaya koyuldu. Ancak Fransa, zaman içinde Hatay Türklerine çeşitli baskılar yapmaya başladı.
HATAY’DA FRANSIZ BASKISI
9 Eylül 1936’da Fransa ile Suriye arasında imzalanan bir antlaşmaya göre Fransa, Suriye’ye bağımsızlık veriyordu. Ancak Fransa, İskenderun Sancağı’nı (Hatay’ı) da Suriye’ye bırakıyordu. Bunun üzerine hemen harekete geçen Türkiye, 9 Ekim 1936’da Fransa’ya bir nota verdi. Türkiye, Suriye’ye verilen bağımsızlığın Hatay’a da verilmesini istedi. Türkiye, “bağımsız Hatay” için de hem Fransa ile görüşmeler yapacak hem de konuyu Milletler Cemiyeti’ne taşıyacaktı.
1936 yılı sonunda gazeteler, “Hatay’da vaziyet gerginleşti. Türklerin mahkemesi görülmedi. Hatay’da baskı ve zulümler. Türklerin hakları devamlı çiğneniyor. Türklerin arazileri de yavaş yavaş ellerinden çıkmaya başladı” diye manşetler attı. Hatay Türkleri, bağımsızlık için protesto gösterileri yaptı. 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda Belen’deki Türk abidesine çelenk koyan Türkler tutuklanıp mahkemeye sevk edildiler. Fransızlar, Hatay’da Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayan Türk Kız Lisesi’ni ve Yeni Gün gazetesini de kapattı.
Fransa, 1936 yılı sonunda (14-15 Kasım 1936’da) yapılacak Suriye genel seçimlerine Hatay halkının da katılmasını istedi. Ancak Hatay Türkleri, Hatay’ın Suriye’ye bağlanmasını kabul etmeyerek Suriye seçimlerini boykot etti. Fransa, Hatay Türklerini zorla seçimlere sokmaya çalıştı. Fransa, seçimi boykot eden Türk ileri gelenlerini hapsetti ve sürgün etti. Ayrıca seçimlerde oy kullanmayanların üç yıl hapisle cezalandırılacağını duyurdu. Gazetelere yansıyan haberlere göre “Köylere gönderilen silahlı jandarmalar, halkın elini kolunu bağlayarak ve dayak atarak seçim sandıklarının başına getiriyorlar. Zulümden kaçmak isteyenleri Fransız jandarmalar öldürüyorlar... Fransızlar Antakya minarelerine makineli tüfekler yerleştiriyor.” Fransızlar 1 Aralık 1936’da Hatay’da sıkıyönetim ilan etti. 2-3 Aralık 1936’da gazeteler, “Sancak’ta korkunç facialar cereyan ediyor. Seçimden kaçan halk süngü ve dipçik darbeleri altında karakollara sürüklendi. 50 Türk ölü ve yararlı var... Lübnan’da da Müslümanlara ateş edildi, 70 kişi yaralandı” diye yazıyordu.
Türkiye, Hatay sorununu 26 Eylül 1936’da Milletler Cemiyeti’ne taşıdı. Konu 14-15 Aralık 1936’da Milletler Cemiyeti’nde görüşüldü. Milletler Cemiyeti, Ocak 1937’de Hatay’a üç kişilik bir gözlemci heyeti gönderdi. Bu sırada Fransa, Hatay’da Türklere baskıyı artırdı. 1937 yılı başlarında Türkiye’de Hatay’ın bağımsızlığı için mitingler yapıldı.
Fransa, Atatürk’ün Türkiye’de yaptığı devrimlerin Hatay’da uygulanmasını istemiyor, sürekli güçlük çıkarıyordu. Türk gazeteleri, Fransızların Hatay’da “fesi ve takkeyi himaye ettiğini, şapka giyen Türk münevverlerini düşman bildiklerini” yazıyordu.
27 Ocak 1937’de Milletler Cemiyeti temsilcisi Sandler, hazırladığı “Sandler Raporu”nda Hatay’ın “entite distincte” yani “ayrı varlık” olmasını önerdi. Milletler Cemiyeti Konseyi, Sandler Raporu doğrultusunda bir anayasa taslağı hazırlattı. Bu taslak, 29 Mayıs 1937’de kabul edildi. Böylece Hatay hukuki olarak “ayrı varlık” statüsü kazandı. Anayasaya göre Bağımsız Sancak (Hatay) Devleti kurulacaktı. Hatay Devleti bir cumhuriyet olacak ve 40 üyeli bir meclis tarafından yönetilecekti.
Milletler Cemiyeti kararına göre Hatay’da seçimler 28 Mart ve 15 Nisan 1938’de yapılacaktı. Ancak Fransız temsilcilerin yanlı tutumları Hatay’da çeşitli olaylara neden oldu. Bunun üzerine Türkiye seçim yönergesine itiraz etti. Milletler Cemiyeti 19 Mart 1938’de Türk tezini kabul etti, seçim yönergesini ona göre yeniden düzenledi. Böylece Hataylılar istedikleri cemaat listesine yazılabilecekti.
Seçim sürecinde Hatay Türklerine yine çeşitli baskılar yapıldı. Türklerin köyleri Suriyeli Araplar tarafından basıldı. Fransızlar nüfus kayıtlarını değiştirmeye çalıştı. Gazeteler, “Halep’ten kamyonlarla Hatay’a gönderilen Suriyeli delikanlılara nüfus kâğıtları verildi” diye yazıyordu. Birçok yerde Türk listelerine yazılmak isteyenlere izin verilmedi. Kurun gazetesi, “Türk mahallelerine bomba atıldı. Kadınlar da boğazlanmaya başlandı” manşetiyle çıktı. Baskılarla Hatay’da Türkler azınlıkta bırakılmaya çalışıldı. İşte tam da o günlerde Atatürk, çok hasta olmasına rağmen 19 Mayıs 1938’de kalktı Adana ve Mersin’de orduları teftiş etti. Fransa’ya ve Suriye’ye gözdağı verdi.
6 Haziran 1938’de Fransa, Hatay’da yönetimi Türklere bırakmak zorunda kaldı. Abdurrahman Melek vali olarak göreve başladı. 3 Temmuz 1938’de Türk-Fransız Antlaşması imzalandı. 4 Temmuz 1938’de Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki ilk Türk birliği Hatay’a girdi. Yeni bir seçim komisyonu kuruldu ve 22 Temmuz 1938’de çalışmaya başladı.
Ağustos 1938’de Hatay Meclisi için seçimler yapıldı. Toplam 56 bin 613 kişiden oluşan ikinci seçmenlerin 35 bin 847’si Türk seçmenlerden oluşuyordu. Seçimler sonunda 40 milletvekilinden oluşan Hatay Meclisi’ne 22 Türk milletvekili seçildi. Hükümet üyelerinin tamamı da Türklerden oluştu. 2 Eylül 1938’deki ilk meclis toplantısında Abdülgani Türkmen Meclis Başkanlığına, Tayfur Sökmen de devlet başkanlığına seçildi. Başbakanlığa Abdurrahman Melek atandı. Atatürk, “Sancak” adını da Hatay’a çevirdi. Türk bayrağına benzer ay yıldızlı Hatay bayrağı kabul edildi.
23 Haziran 1939’da Türkiye ile Fransa arasında imzalanan bir antlaşma ile Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması kabul edildi. Hatay Meclisi, 29 Haziran 1939’da oybirliği ile Türkiye’ye bağlanmaya karar verdi. 7 Temmuz 1939’da Hatay, Türkiye’nin 63. vilayeti oldu. 7 Temmuz 1939’da son Fransız birlikleri de Hatay’dan ayrıldı, kışladan Fransız bayrağı indirilerek Türk bayrağı çekildi.
15 Mart 1923’te “40 asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz” diyen Atatürk, 31 Aralık 1936’da Başbakan İnönü’ye gönderdiği bir notta da “Hatay dediğimiz topraklar bütün kapsamlı anlamıyla Türk topraklarıdır…” demişti. Atatürk, Hatay’da Türk varlığının korunması halinde Hatay’ın anavatana katılacağından emindi. Bu nedenle 1921 Ankara Antlaşması ile Hatay’da Türk kültürünün korunmasını güvenceye aldırmıştı.
Hatay’da Fransız işgalini öven o imamın iddiasının aksine 1918’de Hatay’ı işgal eden Fransızlar, Hatay’da Türklere büyük baskılar yapmıştır. Hatay, Türk çoğunluğuna dayalı demografisini koruduğu için 1938’de kurtarılmış, 1939’da vatan toprağı yapılabilmiştir.
(derleyen: mstfkrc)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder