76. Ölüm Yıl Dönümünde/Rahatı kaçan bir ağaç: Sabahattin Ali (Tarık ÖZYILDIRIM)
Ahmed Arif’in dediği gibi “Yasaklar, firavun kalıntısıydı.” Sabahattin Ali, bu firavun kalıntılarının üstesinden gelivermişti çünkü o Nâzım’ın deyimiyle “Türkiye edebiyatının namuslu evladıydı.”
Lisenin ilk yılıydı, edebiyat dersimize gözlüklü, tıknaz, orta yaşlarda bir hanımefendi girmişti. Elinde bir kitap, üzerinde ilk defa duyduğum bir isim, Sabahattin Ali yazıyordu. Kendini tanıttıktan sonra elindeki kitaptan bir sayfa açarak Sabahattin Ali’den bir hikaye okumaya başladı, "Ayran" hikayesiydi bu. Ailesinin geçimi için mücadele eden, soğuğun ve karın içinde ekmek telaşesiyle bir güğüm dolusu ayranı satmaya çalışan yetim Hasan ve kardeşlerinin hikayesiydi.
“ ...Onu asıl dehşete düşüren, kardeşlerinin bu kuyu gibi daima yutan ve hiç doymayan mideleri değildi; eli boş olarak eve döndüğü zaman, bu iki sıska mahlukun kendisine nasıl parlak ve büyümüş gözlerle ve nasıl sonsuz bir kinle baktığını hatırlayınca tüyleri ürperiyordu. Şimdi de bu korkuyla avazı çıktığı kadar bağırdı: -Ayran… Ayran!..” (Yeni Dünya)
Hikayeyi gözümü kırpmadan dinlemiştim. Öğretmen hikayeyi okudukça Hasan’ı yaşamıştım, kendimden bir parçaydı sanki Hasan. Bu unutamadığım dersten birkaç gün sonra öğrenciler arasında bir haber yayılıvermişti. Sınıfta Sabahattin Ali'yi okuttuğu için okul idaresiyle öğretmen arasında bir tartışma çıkmış ve bu nedenle öğretmen okul değiştirmişti. Bir daha ne yazık ki o öğretmenle karşılaşamadım. Ama bende silinmeyecek bir iz bırakmıştı. Artık, huzursuz bir insandım, rahatı kaçmış, bir daha geri gelmeyecek. Melih Cevdet’in Rahatı Kaçan Ağaç dizelerini yaşıyordum sanki. “Ona bir kitap vereceğim / Rahatını kaçırmak için…” Hem ne diyordu Sabahattin Ali eşi Aliye Hanım'a yazdığı mektupta “Doğrusu bu dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım. Fakat aptal olmaktansa biraz daha rahatsız olmak iyidir.” (Canım Aliye, Ruhum Filiz) Anladım ki Sabahattin Ali'nin rahatını kaçıran neyse okuyana yani bizlere de bulaşıyordu.
ARKA PLANDA HAKSIZLIKLARA İŞARET EDİYOR
Sabahattin Ali’nin hikayelerinde, romanlarında insanın yüreğine dokunan bir hüzün havası hakimdir. Aslında bu hüznün temelinde halkı bilinçlendirme dürtüsü yer alır. Bir aşk romanı ya da aşk hikayesi gibi görünen eserlerinin arka planında sosyal adaletsizliğe, sınıf farkına, haksızlıklara işaret eder Sabahattin Ali. “Yeni Ay”da yayımlanan ilk önemli hikayelerinden “Bir Orman Hikayesi”nde de ormanların yok edilişine sessiz kalınmasına tepkilidir: “Orman bizim her şeyimizdir delikanlı, anamız, babamız, evimiz. Sırtımızı o giydiriyor, karnımızı o doyuruyor, evimizin kerestesini o veriyordu. Ormansız yaşamak… Delikanlı, bizim elimizden ormanımızı aldılar, bizi ormansız bıraktılar… Bizi bir tek ağaçsız bıraktılar!..” (Değirmen)
Sabahattin Ali, “Aynı çağda yaşamaktan onur duyduğum” dediği Nâzım Hikmet’le tanışması bu hikaye sayesinde olur. Hikayeyi “Yeni Ay” dergisine getirdiğinde Nâzım Hikmet’le karşılaşır. Nâzım Hikmet, hikayeyi beğenir ve bu alanda ilerlemesini salık verir. Daha sonra Sabahattin Ali için “Türkiye orta sınıfının, fukarasının hayatlarını bize anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildir. Fakat bunu büyük bir ustalıkla yapan ve inkılapçı, halkçı, gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikayecimiz, romancımız odur” der.
MASAL BİR BAŞKALDIRIDIR
Sabahattin Ali’nin 1935’ten sonra hikaye kitapları arka arkaya gelir: Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya ve Sırça Köşk. Özellikle 1947’de yayımlanan “Sırça Köşk” siyasi çevreler tarafından tepkiyle karşılanır, dönemin iktidarı tarafından hemen toplatılır. Kitapta yer alan ve yetişkin masalı olan “Sırça Köşk” dönemin siyasi anlayışını, sömürü düzenini sertçe eleştirir. Halkı sömüren oligarşik düzene bir başkaldırı niteliğinde bir masaldır “Sırça Köşk”. Tahir Alangu’nun “Masal bir başkaldırıdır” sözünün en iyi yansımasıdır.
“Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayın. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.” (Sırça Köşk)
Sabahattin Ali, bu hikayeyi yayımlamadan önce aile dostları Sertellerin evinde okur. Sabiha Sertel hikayenin sonunda “Bu kelleler önce sırça köşkü yıkacak ama korkarım bu köşke önce seni fırlatacaklar” der. Sabahattin Ali, bunun üzerine “Su testisi, su yolunda kırılır” der.
YASAKLAR FİRAVUN KALINTISIYDI
Sabahattin Ali’nin yaşamı sansürle, kovuşturmalarla, yasaklarla geçer. 1937’de yayımlanan “Kuyucaklı Yusuf” da toplatılan kitaplarındandır. Romanın yasaklanmasının nedeni ise halkı askerliğe ve aile hayatına karşı soğutmak. Reşat Nuri Güntekin, davanın bilirkişi heyetinde yer alır. Romanı Türk edebiyatının önemli eserleri arasında olduğunu söyler ve ekler: “Yüzümüzü ağartacak bir sanat eseridir.” Heyetteki diğer bilirkişi raporları da olumlu olunca roman aklanır. Kuyucaklı Yusuf’tan sonra Sabahattin Ali 1940’ta İçimizdeki Şeytan ve 1943’te Kürk Mantolu Madonna’yı yayımlar.
1946 yılına gelindiği zaman hikaye ve romanlarındaki eleştiri dozunu artıracak bir işe soyunur Sabahattin Ali: Bir siyasi mizah gazetesi Markopaşa’yı çıkarmak. Aziz Nesin’le beraber çıkardığı “Markopaşa gazetesi”, bütün engellemelere rağmen birkaç sayı sonrasında 60 bin baskı sayısına ulaşır. Gazetenin her yeni sayısı çıktıktan sonra ya Sabahattin Ali ya Aziz Nesin ya da sonradan gazeteye dahil olan Rıfat Ilgaz’a mahkeme ve hapishane yolu görünür. Gazete, bu baskılarla bir dönem “Yazarları Polis Nezaretinde ve Hapse Girmediği Zamanlar Çıkar” manşetiyle çıkar. Gazetenin neredeyse her sayısı toplatılır, hatta gazete kimi zaman baskı aşamasındayken yok edilir. Sabahattin Ali, bütün bu zulme karşı “Markopaşa ne kadar büyük kuvvetmiş, biz onlardan, onlar bizden korkuyor” der. Gazetenin ön sayfasında “Biz gazeteyi namuslu insanlar için çıkarıyoruz” yazar. (Markopaşa Yazıları ve Ötekiler)
Halk, yoğun bir ilgi gösterir bu gazeteye. Haluk Yetiş bu durum için “Halk, yöneticiler için söyleyemediklerini Markopaşa’da buluyor” der. Çünkü güldürürken ısıran bir gazetedir Markopaşa. Toplatılmalar, sansürler, yasaklara karşı Sabahattin Ali sert bir tepki gösterir ve “Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi? Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer!” der.
Herkese seslenen bir yazardır Sabahattin Ali. Aydın, Konya, Sinop ve İstanbul cezaevlerinde yatmış, burada nice insanlarla tanışmış, onların hikayelerini edebiyatına konu etmiş bir yazardır. Tanıdığı, yaşadığı, gördüğü ve beraber nefes aldığı memleketinin insanların sesiydi Sabahattin Ali: “Biz istiyoruz ki bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun…” (Markopaşa Yazıları ve Ötekiler)
Markopaşalar kapatılsa da Merhumpaşalar, Malumpaşalar, Ali Babalar çıkar. Ahmed Arif’in dediği gibi “Yasaklar, firavun kalıntısıydı.” Sabahattin Ali, bu firavun kalıntılarının üstesinden gelivermişti çünkü o Nâzım’ın deyimiyle “Türkiye edebiyatının namuslu evladıydı.”
‘BENİM MESKENİM DAĞLARDIR’
Edebiyata şiirle başlayan Sabahattin Ali, ilk şiirlerinden olan Dağlar’da “Benim meskenim dağlardır” der sanki ölümünü görmüşçesine. 2 Nisan 1948’de bir dağın yamacında, bir ağacın dibinde, kitap okurken bir kiralık katil tarafından başına, yüzüne aldığı sopa darbeleriyle katledilir. Katiline milli duyguları bahane edilerek 4 yıl hapis cezası verilir, daha sonra da genel afla 2 yıl bile yatmadan çıkarılır. Bir aydının katletmenin bedeli sadece 2 yıl olur. Otopsi için bulunan kemikleri ve kafatası bir torbaya konup Kırklareli’ye götürülür ve orada kaybolur. Kızı Filiz Ali, bu durum için “Binlerce yıl önce ölmüş insanların mezarı var fakat babamın yok” der. Bunun üzerine Yıldız Dağlarının eteklerinde bir anıt mezar hazırlar babasına. “Başım dağ, saçlarım kardır/ benim meskenim dağlardır” dizeleri yazılıdır bu anıt mezarda.
Sabahattin Ali, insanın insanı sömürmediği daha özgür bir dünya için ölümü göze alır. Onun bu mücadelesini en iyi anlatan Enver Gökçe dizeleriyle Sabahattin Ali’ye veda edelim: “Böyle/ düşüyorsa/ bir/ bir/ insan/ daha/ özgür/ olsun/ diyedir…”
Sabahattin Ali, Yeni Dünya, Yapı Kredi Yayınları 37.Baskı İstanbul 2021
Sabahattin Ali, Değirmen, Yapı Kredi Yayınları 46.Baskı İstanbul 2021
Sabahattin Ali, Sırça Köşk, Yapı Kredi Yayınları 58. Baskı İstanbul 2020
Sabahattin Ali, Canım Aliye, Ruhum Filiz, Yapı Kredi Yayınları 25.Baskı İstanbul 2021
Sabahattin Ali, Markopaşa Yazıları Ve Ötekiler, Yapı Kredi Yayınları 20.Baskı İstanbul 2020
/././
Sabahattin Ali’nin TGC’ye üyeliği kabul edilmemişti (İskender ÖZSOY)
Arşivlerde kalmış bir belgeye göre Sabahattin Ali’nin TGC’ye 6 Şubat 1947 tarihinde Marko Paşa gazetesinin sahibi ve yazarı olarak yaptığı üyelik başvurusu reddedilmiş.
Temelinde meslek ahlak ve ilkeleri; onur, emek, mücadele, özgürlük ve demokrasi yatan Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin (TGC) 78 yılında nice başarılarının yanında bir de üyelik reddi öyküsü var.
Arşivlerde kalmış bir belgeye göre Öykücü, Şair, Yazar ve Romancı Sabahattin Ali’nin TGC’ye -o yıllardaki adıyla İstanbul Gazeteciler Cemiyetine- 6 Şubat 1947 tarihinde Marko Paşa gazetesinin sahibi ve yazarı olarak yaptığı üyelik başvurusu reddedilmiş.
Başvurunun reddedildiği üyelik başvuru formunun birinci sayfasının sağ alt köşesindeki imzası okunamayan kişinin “K. red.” notundan anlaşılıyor.
2 Nisan 1948 tarihinde öldürülen Sabahattin Ali’nin cemiyete başvuru formuna el yazısıyla neler yazdığına şöyle bir göz gezdirelim:
Formun fotoğraflı ön yüzüne yazdıkları:
Adı: Sabahattin. Soyadı: Ali. Tabiyeti: Türk. Doğum tarihi ve yeri: Ayvalık 1907 (1323) Babasının adı ve vazifesi: Yüzbaşı merhum Ali Selahattin. Anasının adı: Hüsniye.
Başvurusunda evli olduğunu beyan eden Sabahattin Ali, ikametgah adresi olarak M. Tokatlıyan Otelini göstermiş, telefon numarasını da vermiş; bakmakla yükümlü olduğu kişilerin eşi, kızı ve annesi olduğunu belirtmiş.
Başvuru formunun en altında sonradan eklendiği belli olan notta “Çapanoğlu(*) metrukatından” yazıyor.
Giriş formunun ikinci sayfasında İstanbul Erkek Öğretmen Okulunu 1927 yılında bitirdiğini yazan Sabahattin Ali, Almanca bildiğini ve basın dışında bir işi olmadığını kaydetmiş.
Sabahattin Ali “Bir mahkumiyetinin olup olmadığı muhakeme altında bulunup bulunmadığı varsa mahkumiyetinin mahiyeti” sorusunu şöyle yanıtlamış: “1932 yılında TCK’nin 158’inci maddesine göre bir sene hapse mahkum olup bilahare affa uğradım. Halen bir basın davası ile mahkemeye verildim.”
Ulus, Tan, Yeni Dünya gazeteleriyle çeşitli dergilerde roman, öykü fıkra ve tercüme eserler yayımladığını belirten Sabahattin Ali, cemiyete başvuru tarihine kadar sekiz telif, yedi tercüme eserinin yayımladığını yazmış.
(*) Gazeteci Münir Süleyman Çapanoğlu. Türkiye’nin ilk özel gazetesi Tercüman-ı Ahval’i yayımlayan Çapanzade Agâh Efendi’nin torunlarından Çapanoğlu, 1894 yılında İstanbul Beyazıt’ta Yahnikapan Mahallesi’nde doğdu. 64 yıllık meslek hayatında İstanbul’da yayımlanan hemen hemen bütün gazete ve dergilerde çalışarak sürdürdü. Çapanoğlu 1 Temmuz 1973 tarihinde vefat etti.
(EVRENSEL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder