Sömürünün bokunu çıkarmak(!) - Mustafa Kemal COŞKUN
İşçi olmak dendiğinde genellikle anladığımız şey, üretim araçlarına sahip olmadığı için emek gücünü satarak geçinmekten ve tam da bu nedenle ekonomik bir sömürüye tabi olmaktan, buna bağlı olarak da düşük bir ücretle yaşamak zorunda kalmaktan başka bir şey değildir. Lakin bu bize bir işçinin yaşamı ve gerek iş yerinde gerekse gündelik hayatında karşılaştıkları hakkında çok az şey anlatmaktadır. Ama kıyafetinden ve konuşmasından dolayı küçük görülmekten korktuğunu, yaptığı iş bedeninde cisimleştiği için örneğin nasırlı ve büyük ellerinden utandığı için ellerini saklamaya çalıştığını, orta ve orta-üst sınıftan insanların çoğunlukla kendisine selam vermeden geçip gittiğini, kendisine saygı gösterilmezken sürekli başkalarına saygılı davranmak zorunda kaldığını, iş yerinde sürekli olarak denetime maruz kaldığını ve bu nedenle özerk çalışanlara ya da özerk olmaya özendiğini biliyorsak işçi olmanın kültürel anlamı konusunda çok daha fazla şey söylüyoruz demektir.
Bütün bunları boş yere söylemediğimizin bir örneği, çalışılan sektöre göre farklılık göstermekle birlikte işçilerin iş yerlerinde “tuvalet” süresinin kısıtlanması, hatta yer yer yasaklanmasından başka bir şey değildir. İşte işçi olmanın kültürel anlamı da bir noktada burada yatar. 2019 yılının son aylarında çıkan bir haber, bu durumun ne türden bir saçmalığa kadar gidebileceğini göstermiştir zaten: Klozetler yaklaşık 13 derecelik açıyla öne doğru eğik yapıldığında işçiler en fazla beş dakika oturabiliyorlarmış ve bu müthiş icadı(!) utanmayıp uygulamaya bile koymuşlar. Hatta ABD’de kanatlı hayvan üretiminde çalışanların tuvalete gitmeleri yasak olduğu için altlarına bez bağladıkları haber olmuştu. Bir başka haber, regl olan kadın işçilerin tuvalete gitmesinin yasaklandığını bildiriyordu. Bu, sömürü ilişkisinin bokunu çıkarmak(!) olarak görülebilir elbette, ama aslında onun çok bariz bir yansımasıdır, zira mutlak artı-değeri artırmanın en kolay yolu, işçileri çok daha fazla uzun saatler çalıştırmaktan başka bir şey değildir, bu nedenle çalışanları sürekli fazla mesai yapmaya zorlarlar, tuvalette geçirilen zaman da patronlar açısından bir artı-değer kaybı anlamına gelir.
Bu tür bir uygulama zaten iş hukukuna aykırıdır, ama asıl önemlisi, üretim ilişkisinde insanın değil de metanın öne çıkarılmasının, daha da önemlisi insanların sırf işçi olmaktan kaynaklı ne türden onur kırıcı uygulamalara maruz kaldığının açık bir örneği olmasıdır.
İnsanlar gerek iş yerinde gerekse iş dışı gündelik hayatlarında kendi kişisel dünyalarında yaşamazlar. Bu nedenle diyelim tuvalet kısıtlaması, işçilerin kendilerine duydukları öz saygıyı ortadan kaldırdığı gibi, bütünüyle onur kırıcı bir uygulamadır. Sonuçta yabancılaşmaya neden olan bir üretim biçiminin egemenliği altında yaşayan bir toplum sadece insanın yeteneklerini geliştirmesine engel olmaz, böyle bir toplumda aynı zamanda insan onuruna da saygı gösterilmez. Soyut liberal teoriler ya da insan haklarına ilişkin ayağı yere basmayan beyannameler ne derse desin, böyle bir toplumda insan onuruna ve değerine ilişkin fikirler ve öneriler sadece fikir alanında ve felsefi bildirilerde kalacaktır maalesef.
Bu nedenle, neredeyse son 20 yıldır işçilerin onurlarını korumak için sendikalaştıklarını söylemeleri hiç de boş yere değildir. Çünkü sınıfsal ve kültürel hiyerarşilerin kökleşmesinin işçiler açısından en önemli sonuçlarından biri, onurunu koruma ve böylece öz saygının dert edilmesidir. Tam da Engels’in vurguladığı gibi, gönüllü, üretken bir iş insan için ne denli büyük bir eğlence ise, mecburi bir çalışma da en acımasız ve en onur kırıcı ceza anlamına gelir. Her gün sabahtan akşama kadar insanın istemediği bir şeyi yapmasından daha korkunç bir şey olamaz. Ve bir insan kendini ne denli çok işçi olarak görürse, yaptığı iş kendisine o denli nefret dolu gelir. İşte bu nedenle iş yerinde karşılaşılan her türlü onur kırıcı ve aşağılayıcı uygulama, işçinin sadece yaptığı işten nefret ettiğini değil, aynı zamanda kendi öz saygısını ve onurunu korumak için mücadele etmesi gerektiğini de gösterir. Kaldı ki saygı ve onur arayışı, işçilerin ortaklaşa deneyimleri olduğundan onları harekete geçiren etkenler olabilir. Yani bu duygular nedeniyle ve aynı duyguları paylaştıklarını düşündükleri diğer insanlarla ortaklaşa bir çıkarın görünür olması mümkündür.
Bütün bunlar ortadayken, sermaye sahipleri daha fazla kâr için regl olmayı, işemeyi, olmadı sıçmayı bütünüyle yasaklamıyorlarsa eğer, bilin ki akılları yetmediğindendir, yoksa, utandıklarından değil.
/././
Çiş zamanı, değer mi? - Uğur ZENGİN
Çişini ne zaman yapacağına da fabrikadan ne zaman çıkacağına da kendisi değil, makine karar veriyor. Türkiye işçi sınıfının da dünya işçilerinin de içinde bulunduğu girdap tam da budur.
Ücretli emeğin girdiği her fabrika, her anlaşma görünürde eşitler arası, özgür bir anlaşmadır. Bir taraf, çalışma süresini ölçen saate bastığı anda bu eşitlik sona erer. Bu dakikadan sonra, her kuruşun da her dakikanın da taraflar arasında anlamı farklılaşır.
‘İyi adam’ iş vermiştir, kişileşmiş sermayedir. Patronun amacı açıktır; ruhu sermayenin ruhu, dürtüsü değerlenmektir. İşte bu dürtü ve ruh her daim tetiktedir. Bir işçi çalıştığı fabrikada her an ‘zamanını’ kendisi için tüketebilir ve patronun satın aldığı zamanı ondan çalabilir! Mealen, “Mesai saatinde 5 dakika tuvalete giden işçi hırsızdır!” denir. Her işçi zaman çalabilecek potansiyel hırsızdır!
Küresel iş bölümü genişliyor, sermaye yoğunlaşıyor, büyük üretim artıyor, teknolojik atılımlar, yeni makineler, kimyevi maddeler, lojistik imkanlar gelişiyor; zaman kısalıyor. Tüm bunlar üretimde emilen emeği bir yandan azaltırken diğer yandan sermaye daha fazla değer yaratmak uğruna emeğin her dakikasına daha da muhtaç hale geliyor. Bir işçinin haftada 3 gün kendisi için, 3 gün ise patron için çalıştığını düşünelim. Ya da bu zaman dilimini 10 dakikalık ikişer beş dakikalık dilime indirgeyelim. Mesai saatinde bir sigara zamanı, bir çay ya da bir tuvalet molası, zaruri ya da keyfi; sınıf mücadelesinin keskin bir parçasıdır.
Bugün fabrikaları hapishane ya da akıl hastanesivari panoptikon uygulamalarla kuşatan budur. Kameralar, kart sistemleri, vardiya sistemi, şefler, müdürler, amirler, sendika patronları… Her an gözetim altında tutulan işçiler ‘Patrondan çalmasın’ istenir ve aktif ya da pasif direniş potansiyelini sınırlamak hedeflenir…
Türkiye’de işçilere fabrikada takılmak istenen elektronik kontrol kelepçesi de, Lezita’nın ‘işçi evleri’nde barındırdığı ithal Hintli işçiler ya da siyasal iktidarın hedefi bu ‘uluslararası hapishaneleri’ ülkeye daha fazla çekmek üzerine kurulu. Hedef bir yandan fabrika içi denetimi artırmak diğer yandan çalışma sürelerini alabildiğine uzatmak. Pazarlanan işçinin zamanıdır.
Bir örnek: Çin sermayeli Huawei. 2023 yılında küresel kârını yüzde 144.5 artırarak 87 milyar yuana (400 milyar Türk lirası!) çıkaran, teknolojik atılım yapan, 207 bin işçinin emrinde çalıştığı bir şirket Türkiye hükümetinden ne istiyor olabilir? İlgi gösterdiği nedir? Huawei Avrupa Bölge Başkanı Jim Lu, birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ve ardından Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır ile görüştü. Cevdet Yılmaz, şirketin “Türkiye'de, Türkiye İçin” stratejisine olan bağlılığından duyduğu memnuniyeti dile getiriyor ve “Türkiye'deki yabancı yatırımları Türk şirketleri olarak görüyoruz” diyordu. Şirket Türkiye’deki “açık iş ilişkilerinden” memnuniyet duyduğunu açıkladı.
Huawei Türkiye’de fabrika kurma planları yapıyor. Eski Çin subayı, şimdinin multimilyarder Huawei Patronu Ren Zhengfei’nin ‘996’ isimli çalışma programına tabi Huawei işçileri haftanın 6 günü sabah 9.00’dan akşam 21.00’e kadar çalışıyor. Günde 12 saat. Yetmiyor. Huawei, işçi intiharlarıyla ünlü Apple’ın taşeron üreticisi Foxconn ile rekabet ediyor. Foxconn işçileri de haftada 6 gün 12 saat çalışıyor; tuvalet, yemek, otobüs için sıraya girdiklerini söylüyor. Huawei patronu Apple’ın üstünde kalan işçi ücretlerini rakibinin altına çekmeye çalışıyor. Türkiye’de büyük sermaye grupları da siyasal iktidar da işçilere ‘despotik hapishanelerde’ üretim yaptıran dünyanın en büyük 228. şirketinin yanında. Bu örnek sadece bugüne ilişkin değil, milyonların geleceğine ilişkin büyük bir tahayyül imkanı sağlıyor.
Almanya’da haftalık ortalama çalışma saati Türkiye’den 8 saat 20 dakika daha az. AB ortalaması da Türkiye’den 6.5 saat daha düşük. Ücretler giderek reel olarak eriyor. Ücretler düştükçe ortalama ücret -ki asgari- için dahi harcamak gereken emek, çalışmak gereken zaman dürtüsü artıyor. Ancak yetmiyor, iş süresinin uzatılması da ücretleri eritiyor! İşte girdap. Kendini harcadıkça yabancılaşıyor, yabancılaştıkça nesneye ait oluyor. Çişini ne zaman yapacağına da fabrikadan ne zaman çıkacağına da kendisi değil, makine karar veriyor. Türkiye işçi sınıfının da dünya işçilerinin de içinde bulunduğu girdap tam da budur.
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder