Uygarlık projesinden, faşist üretme çiftliğine (Ergin Yıldızoğlu)
Kapitalizmin krizini neoliberal küreselleşmeyle yönetme çabaları, yükü halk sınıflarının üzerine yıktı. Bu yıkımın kültürel dinamikleri sınıf aidiyetlerini, dayanışma alışkanlıklarını aşındırdı. Bu dönüşümlerin içinde, Avrupa Birliği, demokratik, çok kültürlü, çevreci, devletler üstü, özgürlükçü bir “uygarlık projesi” olarak sunuluyordu. Şimdi AB’nin lider ülkelerinde faşist hareketler yükseliyor; faşist partilere ilgi duyan gençlerin sayısı artıyor. “Uygarlık projesi”, bir “faşist üretme çiftliğine” dönüştü.
Projenin motorları tekliyor
Faşist hareketler, Avrupa Parlamentosu 2024 seçimlerinden, yalnızca bu “uygarlık projesinin” ana motorları, Almanya ve Fransa’da değil, tüm AB ülkelerinde, büyük kazanımlarla çıktılar. AB parlamentosu içinde faşist partilerin bir “süper grup” kurarak AB sürecini şekillendirme olasılığı çok güçlendi.
Fransa’da Le Pen’in partisi Ulusal Toparlanma, parlamento seçimlerinde liberal Başkan Macron’un partisinden iki kat fazla oy alınca Macron, meclisi dağıtıp erken seçimlere gitmeye karar verdi. Macron, Ulusal Toparlanma dışındaki tüm partileri arkasına alarak Le Pen’i durdurmayı planlıyor. Ancak gerçeklik başka bir yönde gelişiyor. Macron’un partisinin temsilcileri hem kendilerine danışılmadan alınan karar karşısında şaşkınlar hem de moralleri bozuk ve seçim yorgunular. Muhafazakâr parti, Cumhuriyetçiler, Le Pen’i destekleme konusunda kendi içlerinde bölündü. Küçük faşist parti ve grupçuklar, Le Pen’ın partisini destekleyecekler. Le Pen’in Ulusal Toparlanma partisinin mecliste çoğunluğu oluşturarak yeni hükümeti kurma şansı arttı. Sol hareketin grupları da bir araya gelerek faşizme karşı bir birleşik cephe oluşturmaya çalışıyorlar ama büyük olasılıkla Macron’u, faşistlerle birlikte yönetme kâbusu bekliyor. New York Times’da bir yorum “Fransa dehşet verici bir şeyin eşiğinde” diyordu.
Almanya da “dehşet verici bir şeyin eşiğinde”. AB, parlamento seçimlerinde Almanya’nın ana muhalefet partisi merkez sağ Hıristiyan demokratların oyu bir önceki seçimlere göre yerinde sayarken koalisyon hükümetinin iki ana partisi Sosyal Demokratlar (SDP) ve Yeşiller (YP) hezimete uğradılar. SDP yüzde 13.9 ile yüzde 16 oy alan faşist AfD’nin gerisine 3. parti konumuna düştü. YP’nin oyu da 2019 seçimlerine göre 8.6 puan gerileyerek yüzde 11.9 oldu. Koalisyon hükümetinin ortakları arasında bütçe açığının finansmanı konusunda aşılması çok zor çatlakların olduğu, bu sonuçlardan sonra ayakta kalmasının giderek zorlaşacağı aktarılıyor (Financial Times).
Faşist AfD, hakkında ortaya dökülen şok edici skandallara karşın ülke çapında 2. parti, doğu eyaletlerinde 1. parti konumuna yükseldi; gelişme ivmesi diğer tüm partilerden daha güçlü. Sağ ve sol uçları birleştirmeyi amaçlayan Sahra Wagenknecht’in partisi de ilk kez girdiği seçimlerde ülke çapında yüzde 6, doğu eyaletlerine yüzde 15 oy aldı. The Economist ve Financial Times “aşırı sağ” partilerin yükselişinin Fransa ve Almanya iş çevrelerinde kaygı yarattığını aktarıyorlar. Wall Street Journal da “Seçim kazanıyorlar ama yönetebilecekler mi” diye soruyor.
Faşist hareketler yükselirken geçmişte sol partileri, protesto hareketlerini, kadrolarıyla kitlesel enerjileriyle besleyen gençlerin bu kez, hemen tüm Avrupa ülkelerinde faşist hareketlere giderek daha çok yöneldiği görülüyor (The Independent, Guardian, Brussel Signal, Unheard). Bu yönelimin nedenleri aslında ayrı bir yazı konusu ama burada dört noktayı vurgulayabiliriz. (1) Bugüne ilişkin tatminsizlik, geleceğe ilişkin belirsizlik, ekonomik kötümserlik yaygın. (2) “Kapitalist gerçekçilik” gençlere yaşamlarını yönlendirecek bir anlam/ amaç (değerler) sunamıyor. (3) Sosyalist hareketin daha çok geçmişi çağıran (nostaljik-melankolik) söylem ve duyarlıkları bir çıkış yolu, gençlere gelecek umudu sunmaktaki yetersiz kalıyor. (4) Bunlara karşın faşist hareket özellikle 2’de değindiğim konuda, “ulusal onur-gelenek, dayanışma”, “ırksal saflık”, seçkinlere düşmanlık gibi fantastik de olsa, kolay anlaşılabilir cevaplar ve seçenekler öneriyor. Bu ortamda, Avrupa’yı kapitalizm altında birleştiren “uygarlık projesi”, 1930’lardaki gerçeğine “rücu ederek”, “bir faşist üretme çiftliğine” dönüşüyor.
/././
Hindistan seçimleri ve umut (Ergin Yıldızoğlu)
Hindistan’da,19 Nisan’la 1 Haziran arasında yaklaşık 1 milyar seçmenin katıldığı genel seçimler yapıldı. İnsanlık tarihinin bu en geniş katılımlı seçimlerinin sonuçları 2014’ten bu yana Hindistan’ı yöneten BJP lideri Başbakan Modi için bir düş kırıklığı oldu. Modi’nin meclisteki sandalye sayısı 303’ten 240’a düştü. Modi 543 üyeli mecliste çoğunluğu sağlayamadı. Modi’yi destekleyen ittifakın iskemle sayısı az da olsa artarak 49’dan 53’e yükseldi. BJP ve bağlaşıklarının oluşturduğu Ulusal Demokratik İtifak (UDİ) blokunun toplam iskemle sayısı 293’e ulaştığından yeni hükümeti yine Modi kuruyor.
BOŞ UMUTLAR YERSİZ KORKULAR
Hindu milliyetçisi Başbakan Modi’nin rejiminin karakterini nihayet anlamaya, onu “otoriter”, “illiberal” sıfatlarıyla tanımlamaya başlamış olan ana akım Batı medyasında, seçim sonuçları sevinçle karşılandı: “Demokrasi Modi’ye ayar vermişti”, “Kanatları kırpılmıştı”, “Bu, Hindistan demokrasisinin zaferiydi”.
Ana akım medya, karşısında, tarihin en eski faşist projelerinden Hindutva’nın olduğunun adeta farkında değildi. Modi bu projenin bağrından gelen bir militandı.
Dahası o medya, seçimlerin ağır baskı altında, milyonlarca Müslüman seçmeni kâh dışlayarak kâh sandığa gitmelerini, gidebilenlerin oy vermesini şiddet yoluyla engelleyerek gerçekleştiğini, hatta BJP’nin sokak zorbalarının, yandaş polisin muhalefet politikacılarına yönelik şiddetini çoktan unutmuştu.
Ana akım medya gerçekleri görmeye de niyetli değildi: Modi ve BJP, 2014’ten bu yana devlet kurumlarını adım adım ele geçirdi. Eğitim sistemi Hindu dini ve mitolojileri üzerinden, diğer inançları ve seküler disiplinleri geriye iterek, hatta bastırarak, tarihi yeniden yazarak (“Hitler’in ülke içindeki başarıları” filan), ülkeye bağımsızlığını kazandıran seküler cumhuriyetçi geleneği unutturmaya çalışarak yeniden şekillendirildi. Medya, üniversite yönetimleri Ulusal Seçim Kurulu (YSK gibi) BJP’nin denetimi altına girdi. BJP militanlarının, muhalifleri, Müslümanları, Sihleri, Hıristiyanları terörize etmesine göz yumulur oldu. Evet seçimler yapıldı ama devleti ele geçirmiş, dinci ırkçı ve açıkça soykırımcı Hindutva faşizminin kitlesel, kurumsal, kültürel “mimarisi” yerli yerinde duruyordu.
Bu boş umutlara karşın hem realitenin bir parçası olan hem de realiteyi çok iyi temsil eden uluslararası sermayenin temsilcilerinin refleksi çok anlamlıydı. Bunlar, iş çevrelerinin sevgilisi Modi’nin oylarının düştüğünü görür görmez kapıya yöneldiler. Bombay borsasında en büyük 50 şirketi izleyen BSE indeksi 4 Haziran’da yüzde 5.8 değer kaybetti. Ancak aslında korkulacak bir durum olmadığı, her şeyin yerli yerinde durduğu anlaşılınca indeks 5 Haziran günü yüzde 6.5 değer kazandı, 2019’dan bu yana izlediği yükselme trendine geri döndü. Umutlar boştu korkular ise yersiz.
GERÇEK ACI AMA UMUTSUZ DEĞİL
Yeni hükümeti yine Modi liderliğinde BJP ve UDİ grubu kuracak. Modi bu seçimlerin sonuçlarının bir daha tekrarlanmaması, Hindutva faşizmi sürecinin ilerlemeye devam etmesi için kısa ve uzun dönemli önlemler almaya başlayacak. Kısacası, liberal demokratik perspektiften bakınca karşımızda acı bir gerçek var: Modi ve “süreç olarak faşizm” bu parlamenter sistem içinde, seçim sandığında durdurulamaz!
Buna karşılık umut var ama başka yerde; örneğin 2020 Eylül’ünde, Modi hükümetinin gündeme getirdiği tarım yasalarına karşı çiftçilerin kitlesel protestolarla kazandıkları zaferde.
Çiftçiler Modi’nin neoliberal politikalarının asgari destek fiyatı sistemini ortadan kaldıracağını, büyük şirketlerin tekelci gücü karşısında küçük çiftçinin yıkıma sürükleneceğini hemen gördüler. Modi’nin bu planlarına karşı Pencap ve Haryana’da başlayan protestolar hızla ülke geneline yayıldı, traktör konvoylarıyla eylemler, polisle çatışmalar başkent Delhi’nin çevresine kadar geldi. Hükümetle müzakereler başarılı olamadı, protestolar hız kesmeden devam etti. Sonunda, Modi yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı, söz konusu yasaları 29 Kasım 2021’de resmen geri çekti. Bu zafer, Hindistan’da politikaların şekillendirilmesinde, çiftçilerin emekçilerin haklarının korunmasında birleşik, kararlı bir direnişin ne kadar etkili olabileceğini gösterdi. Umut, kitlesel direnişin, “sivil itaatsizlik” eylemlerinin gücündeydi.
/././
'Enflasyonla mücadele' - Bir 'dejavu' (Ergin Yıldızoğlu)
“Enflasyonla mücadele” programıyla ilgili tartışmaları izlerken, bende bir “dejavu” duygusu oluştu.
Türkiye, 1990’ların sonunda IMF ile yapılan anlaşma gereğince döviz kuruna dayalı bir dezenflasyon programı izlerken, köşemde, “bu programın, enflasyonla mücadele bir yana, ülke ekonomisinin dış dengelerini daha da bozacağını, Asya krizi tipi bir sarsıntı yaşayabileceğimizi” yazmıştım. Sonrasını biliyorsunuz: Enflasyon artmaya devam etti, derin bir resesyon yaşandı, işsizlik arttı, reel ücretler düştü, 70+ milyar dolar yabancı sermaye kaçtı. Ecevit’in koalisyon hükümeti çöktü, AKP ve siyasal İslamın iktidarının yolu, “süreç olarak faşizmin” önü açıldı. Bu krizin öncesinde bir büyük deprem felaketi, sonrasında da Afganistan ve Irak savaşları, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) vardı.
“Bugün”ün öncesinde de “doğal” felaketler (pandemi, deprem) var. Ortadoğu’da bir soykırım yaşanıyor, büyük güçler arası rekabet, vekâlet savaşları yoğun. Bunların ortasında yine büyük ölçüde döviz kuruna bağlı bir “dezenflasyon programı” izleniyor. O zaman piyasalara güven vermek için “ithal edilmiş bir aktör” Kemal Derviş vardı; ekonomiyi “toparlarken” hükümeti dağıttı. “Bugün” Mehmet Şimşek var.
İKİ YAKLAŞIM
“Bugün” enflasyonun nedenleri, mücadele araçlarıyla ilgili tartışmalara baktığımda iki yaklaşım dikkatimi çekiyor. Birincisine göre enflasyonun arkasında tüketici talebi var; ekonomi çok ısındı. Soğutmak gerekiyor. Böylece uluslararası piyasalara güven verilebilir, dış kaynak girişi sağlanabilir. Ekonomiye, mali piyasaların penceresinden bakan bu yaklaşım ücret artışlarının, kamu harcamalarının, hükümetin “yanlış” politikalarıyla hızlanan enflasyonu beslediğini iddia ediyor. Her iki alanda da tasarruf istiyor, faiz artışlarını yetersiz buluyor. Gelir dağılımı bu kadar bozulmuş, yoksullaşma bu kadar derinleşmiş, orta sınıf bu kadar zayıflamışken, ekonomiyi daraltmaya kalkmak ateşe benzin dökmeye benziyor. Mehmet Şimşek’in birinci yaklaşımı benimsediği anlaşılıyor. Ancak Şimşek’in bu yaklaşımı sonuna kadar götürmesi çok zor; karşısından, rejimi ayakta tutan siyasal İslamın kadro ve kurumlarını besleyen kurumlardan ve ilişkilerden oluşan yüksek bir duvar var.
Realiteyi çok daha iyi temsil eden, ikinci yaklaşıma göre bir “ücret fiyat sarmalı yok” (...) “ücret maliyetlerinin enflasyona katkısı düşük”. Şirket kârlarının katkısı yüksek. “Şirketler, hükümetin uyguladığı politikalar sonucu oluşan yüksek enflasyon ortamını kâr marjlarını artırmak için kullanıyorlar”. İkinci yaklaşım da açıklamaya “yanlış politikalardan”, enflasyona karşı düşük faiz “garipliğinden” başlıyor: Hükümet enflasyonla mücadele etmek gerekçesiyle faizleri indirince, döviz hızla tırmandı, ithal girdi fiyatları (maliyetleri) arttı. Şirketler (aslında piyasa yoğunluğu olan şirketler) kârlarını koruyabilmek için bu maliyet artışını, fiyatlara yansıtmaya başladılar, enflasyon hızlandı. İki yaklaşım da bu “yanlış politika” noktasında buluşuyorlar ama bu “yanlışın” ekonomi politiğini sorgulamıyorlar. Bu da bizi bu tartışmaların dışarıda bıraktığı “şey”e getiriyor.
Sınıflı toplumlarda ekonomik ve siyasi dinamikler, sorunlar ve çözümler, “ekonomik artığın” üretim, edinim ve değişim süreçleriyle ilişkilendirilmeden konuşulamaz. Kapitalist toplumda “ekonomik artık”, “artık-değere” dönüşür ve kâr, faiz, rant olarak bölüşülür. Bu üçlüden birinin payı artarsa diğerlerinin payı azalır.
“Yanlış” politika, (düşük faiz) rantın ve kârın payını artıracaktı ama bir bumerang etkisiyle döviz fiyatındaki artış üzerinden sanayi kârlarını olumsuz yönde etkiledi. Buna karşılık, “rant sektörü”, siyasal İslamın kadro ve kurumlarını, “kültürel sermayesini” (Bourdieu) besleyen süreçlerin içinde kritik bir öneme sahip olduğundan, devlet eliyle bu bumerang etkisinden korundu; korunmaya da devam edecek gibi görünüyor. Bugün, bunları (siyasi boyutu) değerlendirmeyen bir enflasyon tartışması gerçekçi çözüm önerileri üretemez.
“Dejavu” ama bu kez rejim; bir toplumsal harekete, “kültürel sermayeye” ve merkezileşmiş bir devlete, “süreç olarak faşizme” dayanıyor. Bu enflasyon da bu sürece ait bir olgu. Tarih kendini tekrarlamazmış ama bazen kafiyeyle konuşurmuş.
/././
Erdoğan G7'ye neden davet edildi? (Mehmet Ali Güller)
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İtalya’da yapılan G7 liderler zirvesinin ikinci gününe davet edildi ve G7’nin “Afrika ve Akdeniz-Yapay Zekâ ve Enerji” konulu yüksek düzeyli oturumuna katıldı. Oturumun ardından aile fotoğrafı çekildi.
Peki G7 liderler zirvesinin ev sahibi İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı neden davet etti?
AFRİKA-AKDENİZ COĞRAFYASI
Sorunun yanıtı öncelikle Erdoğan’ın katıldığı oturumun “coğrafyasıyla” ilgili: Afrika ve Akdeniz...
Daha derin bir yanıta ilerlemek için ise Anadolu Ajansı’nın yorumuna başvurduğu Dr. Valeria Giannotta’nın değerlendirmesine bakmamız gerekiyor. Şöyle diyor İtalyan akademisyen: “Roma, ‘Mattei Planı’ olarak da adlandırılan AB Küresel Geçit Projesi’ni tamamlayıcı nitelikte olan Afrika Planı’nı destekleyerek pragmatik bir şekilde ‘Küresel Güney’e odaklanıyor. Bu yenilenen yaklaşım, Türkiye gibi diğer kilit aktörlerle olan güçlü ilişkilere de dayanıyor.” (AA, 15.6.2025).
O zaman gelin AB Küresel Geçit Projesi’nin ve Mattei Planı’nın ne olduğuna bakalım. Ve elbette bu yılın başında yapılan Meloni-Erdoğan görüşmesinin içeriğini anımsayalım.
ROMA’NIN AFRİKA PLANI
AB’nin Küresel Geçit Projesi, Çin’in liderlik ettiği Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne karşı geliştirdiği bir projedir. Ancak pek geliştiği söylenemez.
Mattei Planı ise İtalya Başbakanı Meloni’nin Afrika için yeniden gündeme getirdiği eski bir İtalyan planıdır. Plan ismini ENI enerji şirketinin kurucusu Enrico Mattei’den almaktadır. 1950’li yıllarda İtalya’nın enerji güvenliği için oluşturulmuştur. Çünkü İtalya, bugün bile doğalgaz ihtiyacının yüzde 40’ını Afrika ülkelerinden sağlamaktadır.
Roma’nın planı bugün yeniden gündeme getirmesinin ise iki boyutu vardır: Ukrayna krizi nedeniyle ABD’nin Avrupa’ya yaptığı enerji yaptırımı baskısı ve Afrika kaynaklı göç...
İşte Meloni bu nedenle bu yılın başında, 29 Ocak 2024’te Roma’da düzenlediği uluslararası zirvede (yeni) Mattei Planı’nı açıkladı. Planın iki hedefi vardı: İtalya’nın Afrika ile Avrupa arasında enerji alanında bir köprü görevi üstlenmesi ve Afrika’ya yatırımlarla göçün kısıtlanması...
İtalya Başbakanı Meloni zirvede 5.5 milyar Avroluk bir yatırım programı açıkladı. Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen de AB’nin Afrika’ya Küresel Geçit Projesi kapsamında 150 milyar Avro yatırım yapmayı öngördüğünü hatırlattı ve ekledi: “Mattei Planı, AB-Afrika ortaklığının bu yeni aşamasına önemli bir katkı.”
Afrika Birliği ise İtalya’nın planına tepki göstermiş, Afrika Birliği Komisyonu Başkanı Moussa Faki “Biz dilenci değiliz, daha adil ve tutarlı bir dünyaya giden yolu açabilecek yeni bir ortaklık modeli için bir paradigma değişikliği istiyoruz” demişti.
ATLANTİK’TE ÇİN VE BRICS RAHATSIZLIĞI
Peki Erdoğan Küresel Geçit Projesi’nin ya da yeni Mattei Planı’nın neresinde?
Meloni, Roma’da Mattei Planı’nı açıklamadan 10 gün önce Türkiye’yi ziyaret etti ve Erdoğan’la görüştü. İtalyan haber ajansı ANSA’ya göre görüşmenin esas konusu, “göç alanındaki işbirliğini güçlendirme”ydi.
Göç kriziyle karşı karşıya olan ülkelerin ilk görüşmek istediği adres, haliyle bir süredir AKP hükümetiydi. Çünkü iktidar AB’den aldığı fonlar karşılığında Türkiye’yi Avrupa önünde bir “tampon ülke” yaparak uluslararası model oluşturmuştu. AB bazı Afrika ülkelerine de bu modeli uygulamak istiyordu.
İşte Erdoğan’ın Meloni tarafından G7 zirvesine davet edilmesi ve “Afrika ve Akdeniz-Yapay Zekâ ve Enerji” konulu yüksek düzeyli oturuma katılmasının öncelikli nedeni göç konusuydu. Ancak fazlasının da olduğu anlaşılıyor.
Erdoğan, G7’ye davet edilerek ve “geniş G7” aile fotoğrafına dahil edilerek Türkiye’ye yerinin “Batı kampı” olduğu hatırlatılmaktadır. Hakan Fidan’ın Çin ziyareti, orada verdiği mesajlar, Rusya’daki BRICS toplantısına katılması sadece AKP’nin ideolojik amiral gemisi Yeni Şafak’ı, AKP’nin Atlantik takımını, CHP’li Namık Tan’ı değil, elbette ve öncelikle Washington’u rahatsız etti çünkü...
/././
AKP’ye göre BRICS: Jeopolitik dengeleyici (Mehmet Ali Güller)
Batı merkezli bakış açısına göre çok kutupluluk, Güney’in (ya da Doğu’nun) Batı’nın karşısına bir kutup çıkarmasıdır. Haliyle “liberal kapitalist dünya” bu yaklaşımıyla çok kutupluluğu “bloklaşma” olarak yorumlamaktadır.
Oysa çok kutupluluk bloklaşma değildir, uluslararası sistemi demokratikleştirme çabasıdır; uluslararası sorunlarda “küçük devletler”in de etkili olabilmesinin yoludur. BRICS üyesi Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’e karşı soykırım davasına liderlik edebilmesi örneğinde olduğu gibi...
KÜRESEL EKONOMİYİ DEMOKRATİKLEŞTİRMEK
Nasıl ki çok kutupluluk uluslararası sistemi demokratikleştirme yolu ve çabası ise BRICS de küresel ekonomiyi demokratikleştirmenin kurumlaşmasıdır. Ama bununla sınırlı değil...
Çin’in BRICS’i “yeni tip çok taraflı işbirliği mekanizması” diye tarif etmesi bundandır.
Çünkü kurallarını emperyalist ABD’nin yazdığı “kurallı düzen” artık işlememektedir: ABD kendi yazdığı kuralların bazılarını, bugünkü çıkarları gereği uygulamamaktadır. Bu da düzensizliğe ya da tek yönlü düzene yol açmaktadır: ABD’nin ticaret savaşı açması, pek çok ülkeye yaptırım uygulaması, uluslararası hukuka aykırı olarak devletlerin merkez bankası rezervlerine el koyması, savaş hukukuna bile aykırı olarak işgal ettiği ülkelerin petrolünü, buğdayını çalması vb.
EMPERYALİST EŞKIYALIĞA KARŞI BRICS
İşte BRICS bu “emperyalist eşkıyalığın” karşısında demokratik ve eşit ekonomik ilişkiler kurulabilmesinin mekanizmasıdır.
BRICS’in büyük ilgi görüyor olması bu nedenledir. ABD’nin antidemokratik uygulamaları arttıkça BRICS bir çekim merkezine dönüşmektedir. Beş üyeli BRICS bu nedenle geçen yıl dokuz üyeli bir yapıya dönüştü. Şu anda 30’dan fazla ülke çok kutupluluğun en önemli aracı görülen bu platforma ilgi göstermektedir. Bu nedenle bir süredir BRICS+ formatlı toplantılar da yapılmaktadır. (Kremlin Sözcüsü Peskov, yeni formatlar üzerinde de çalışıldığını söyledi.)
BRICS’e ilgi gösteren ülkelerden biri de Türkiye’dir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, BRICS toplantısı için Rusya’da bulunan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı kabulünde söylediği şu sözlerle Türkiye’nin üyelik isteğini bir nevi resmileşleştirmiştir: “Türkiye’nin BRICS çalışmalarına gösterdiği ilgiyi memnuniyetle karşılıyoruz ve bu birliğe üye ülkelerle birlikte olma arzusunu kesinlikle mümkün olan her şekilde destekleyeceğiz.”
Nitekim Fidan da “kurallara dayalı sistem olarak adlandırılan düzenin dengeli ve hızlı çözüm sunmada yetersiz kaldığını” savunarak “BRICS ile işbirliğimize değer veriyoruz. BRICS içindeki çeşitliliğin kalkınma ve istikrarı artırmak için önemli bir araç olduğuna inanıyoruz” dedi.
ZİHİN BULANIKLIĞI
Ancak AKP’de genel olarak BRICS hâlâ stratejik bir kurum olarak görülmemektedir. AKP, Batı’yla ilişkilerinde BRICS’ten taktik “jeopolitik dengeleyici” olarak yararlanmak istemektedir.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan BRICS’i, “çok taraflılık” uygulamasında değerlendirilecek bir araç olarak görürken Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek için BRICS, “yeni Kalkınma Bankası’nın fonlarından yararlanmak” için ilgi gösterilecek adrestir. Cumhurbaşkanı Erdoğan için ise BRICS, ABD ile pazarlıkta kullanılacak bir karttır.
Türkiye’yi yükselen Asya’da parlak bir yıldıza dönüştürmek, kuşkusuz “neo-Abdülhamitçi”liğin ve neoliberalizmin neden olduğu bu zihniyet bulanıklığını aşabilmeye bağlıdır. Bu da öncelikle temel bir iç politika sorunudur.
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder