4 Ağustos 2024 Pazar

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM"

Hayvanlara düşmanlık cehalettir -Serdar M.Değirmencioğlu

Dünyanın hemen her yerinde hayvanlara kötülük yapanların ortak özelliği, cahilliktir. Hayvanlara düşmanlık besleyecek denli kötülük içinde olanlar bilimden korkarlar. Kendilerini hem hayvanlardan, hem de diğer insanlardan üstün görürler. Yani hem türcü, hem de milliyetçi/ırkçı ideolojilere saplanmışlardır.

Bu genel gözlem, siyasal İslamcılar için de geçerli. Sokakta yaşayan hayvanlara düşmanlık yasası olarak adlandırılabilecek bir yasayı gündeme getirmek ve bu yasayı uygulamaya sokmaktan utanmıyorlar. Bilgiye karşı yalanı ve umursamazlığı savunuyorlar. Bilime karşı dogmayı öne sürüyorlar. Empati yerine ısrarla acımasızlığı baş tacı yapıyorlar.

Empati yerine acımasızlığı koymanın bir erdem olduğunu savunanların bilimden korkmaları, dogmaları araştırma bulgularından üstün tutmaları korkunç ama gerçek. Oysa araştırmalar empati yoksunluğunun tek başına bir sorun olduğunu gösteriyor.

Empati eksikliği siyasal İslamcılar için olağan. Günümüzde çocukların empati açısından siyasal İslamcılardan çok daha ileride olduğunu biliyoruz. Çocuklar daha bebekken empati duymaya başlarlar ve 2-3 yaşından başlayarak güçlü empati tepkileri gösterirler. Çocukların empatiden uzaklaşmaları özellikle ayrımcı ve militarist ideolojiler sayesinde olur.

Empati gibi becerilerden söz edildiğinde akla hemen mart ayında ölen ünlü araştırmacı Frans de Waal geliyor. Frans de Waal ve öğrencileri, özellikle insansı maymunlar (primatlar) üzerine yaptığı araştırmalarla ufuk açmayı başardılar; hayvanları hep eksik, hep aşağı görenlerin baştan aşağı yanıldıklarını gözler önüne serdiler.

Türkçeye çevrilen kitaplarıyla Türkiye’deki okurların da ufkunu açan de Waal, “Empati Çağı” başlıklı kitabında empati yoksunluğunun ne kadar ciddi bir sorun olduğunu şu gibi saptamalarla aktarmıştı:

Dikkatle incelenirse, dünyadaki sorunların büyük bir kısmının empati eksikliği olan insanlardan kaynaklandığı görülecektir.

Bencil güdülere ve piyasa güçlerine dayalı bir toplum zenginlik üretebilir, ama yaşamı daha değerli kılacak birliği ve karşılıklı güveni kesinlikle üretemez. Bu yüzden mutluluk üzerine araştırmalarda ilk sıralarda en zengin ülkeler değil, insanların birbirine en fazla güvendiği ülkeler gelirler.

Hayvanların az bilinen becerilerini gösteren bulgular, hayvanlara yönelik acımasızlığın merkezinde hayvanları eksik görmenin ve onlara tepeden bakmanın yer aldığını kavramayı kolaylaştırdılar. Hayvanlara tepeden bakanlar bir köpeğin, bir koyunun veya bir arının koşulsuz olarak değerli görülmesini kabul edemezler. Onun yerine, “sahipli-sahipsiz”, “evcil-vahşi”, “pis-temiz” gibi ikilikler üzerinden hayvanlara yönelik kötülükleri haklı çıkarmaya çalışırlar.

Siyasal İslamcıların insanlar için de aynı kalıpları kullandıklarını da hemen vurgulayalım. Çocukların hepsini eşit görmek yerine, “kız-erkek” ayrımı başta olmak üzere “babalı-babasız”, “sahipli-sahipsiz” gibi ayrımlarla çocuklar arasında ayrımcılık güderler. Onlar için Müslümanlar tanımı gereği başkalarından üstündür. Müslümanlara yönelik soykırım kabul edilemez. Soykırım Müslüman olmayanlara uygulandığında sorun değildir. Dahası kendileri gibi olmayan, yani başka çizgideki Müslümanları aşağı görürler ve onların yok edilmesine de alkış tutarlar. Günümüzde olduğu gibi siyasi koşullar elverdiğinde, bir soykırımı kullanarak düşmanlık ve nefret üretmeye çalışırlar. Ürettikleri düşmanlık ve nefretin Yahudilerin hepsine yönelmesinden rahatsız olmazlar. Bir soykırımı kullanarak bir başka soykırım yaratmak yerine, barış ve adalet için çalışmanın gerektiğini anlamamak için ısrar ederler.

Yine bilimsel bulgulara dönelim. İnsanların en yakın akrabalarından olan şempanzeler kavga eden ve şiddet kullanan bir tür olarak bilinse de, kavga ettikten sonra barışmayı ve barışın sürmesi için gerekli ilişkileri kurmayı ve uzlaşmayı çok iyi biliyorlar. Barışmak için hiç beklenmedik jestler yapabiliyorlar.

Frans de Waal’ın belki de en önemli başarısı, dindar oldukları için ahlak konusunda herkesten üstün olduklarını iddia edenlerin yanıldıklarını göstermesiydi. Din olmadan ahlak ve erdemin olamayacağına inananlara, de Waal dini öğretilerin hiç de gerekli olmadığını gösterdi. İnsanlar dışındaki hayvanların ahlak sahibi olamayacağını söyleyenlere, böyle bir ayrımın olmadığını; en yakın akrabalarımız insansı maymunların gayet güçlü ahlak göstergelerine sahip olduğunu gösterdi.

Evrimsel açıdan bakıldığında, türcü iddialar tümüyle boş. Hayvanlara yönelik düşmanlık cehalet. İnsanlık için adalet ve barış isteyenler, insan türünün parçası olduğu doğa ve tüm hayvan türleri için de barış ve adalet istemek gerektiğini biliyorlar.                                            /././

Liyakatin(!?) ve sadakatin ödüllendirilmesi -Yücel Demirer

Lefkoşa’daki görev süresi dolan Metin Feyzioğlu Prag’a büyükelçi olarak atandı. Atama daha çok Feyzioğlu’nun CHP Lideri Özgür Özel’i KKTC ziyareti sırasında karşılamama eylemi üzerinden tartışıldı. Şüphesiz kararın önemi bununla sınırlı değil. Feyzioğlu 2012-2019 tarihleri arasında CHP Parti Meclisinde görev almış bir isim. Bu dönemde Kılıçdaroğlu’nun yetersiz kaldığını düşünenler kendisini CHP liderliğine bile yakıştırmıştı.

Feyzioğlu’nu Dönemin Başbakanı Erdoğan ile kameralar önünde girdiği bir tartışma öne çıkardı. 2014 yılında Danıştayın 146'ıncı yıl dönümü törenlerinde Metin Feyzioğlu'nun yaptığı konuşma üzerine Erdoğan "Edepsizlik ediyorsun" diyerek salonu terk etti. Erdoğan önce oturduğu yerden ''Yanlış konuşuyorsun'' diyerek Feyzioğlu'nun konuşmasına müdahale etmiş, Feyzioğlu da ''Neyi yanlış konuşuyorum sayın başbakanım?'' diye cevap vermişti. Bunun ardından dönemin Cumhurbaşkanı Gül'ün engellemeye çalışmasına rağmen Erdoğan, “Siyasi konuşma yapıyorsun, 25 dakika Sayın Başkan konuştu. Bir saattir sen konuşuyorsun. Van ile ilgili söylediklerin baştan aşağıya yalan. Bütün kinini kusuyor adam'' dedikten sonra salonu terk etti.

Feyzioğlu bu olaya neden olan konuşmasında, aynı hafta içinde kutlanan Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde gazetecilerin ağızlarını bantla kapatarak sansürü protesto etmelerine, Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nda değişiklik yapılarak Teftiş Kurulunun dolaylı olarak Adalet Bakanına bağlanmasına, sosyal medyaya yönelik idari veya yargısal engellemelere, önceki yıllarda barış içinde kutlanan 1 Mayıs’a o yıl getirilen yasağa ve aradan geçen uzun süreye rağmen Van’da konteyner kentte yaşamaya devam eden depremzedelerin ıstırabına değinmişti.

Erdoğan aynı günün ilerleyen saatlerinde Afyonkarahisar'da katıldığı bir parti toplantısında tepkisini şu sözlerle sürdürdü: "Bunlarda saygı yok. Bir yere davetlisiniz. Yasal olarak konuşma yapamıyorsunuz. Danıştay başkanı 25 dakika, bu beyefendi bir saat konuşuyor. Konuyla ilgili değil baştan aşağı siyasi konuşma yapmak suretiyle orada kendine göre tatmin. Çıkar cübbeni. Siyaseti seviyorsan çıkar cübbeni."

Bu gelişmelerin ardından muhalif kamuoyunda yoğun ilgi görmeye başlayan Feyzioğlu, arkasına aldığı bu rüzgârla Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanlığını korurken, muhalefetin önde gelen figürlerinden biri sayılmaya başlandı.

Ancak kısa bir süre sonra yargı reformu olarak sunulan iktidar manevralarına verdiği destekle önceki çizgisinden ayrılmaya başladı. 2016 yılında Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda toplanan barolar zirvesinde Erdoğan ile arasındaki buzların eridiği görüldü. Feyzioğlu bu kez 10 dakika süren konuşmasında Erdoğan’a demokrasiye yaptığı katkılardan dolayı teşekkür etti.

Sonrasında Erdoğan yandaşlığında müthiş bir ilerleme kaydeden Feyzioğlu 2021 yılı sonunda yapılan TBB seçimlerine ‘iktidar destekli başkan adayı’ olarak katıldı. Feyzioğlu’nun seçimi kazanabilmesi için iktidar eliyle TBB’nin delege yapısından seçim yöntemine kadar pek çok değişiklik yapılmasına rağmen sonuç iktidarın beklediği gibi olmadı, Feyzioğlu’nun 8.5 yıllık başkanlığı son buldu.

Süreç içinde çarkı keskin bir biçimde Erdoğan’a doğru çeviren Feyzioğlu, çabasının karşılığını aldı; yukarıda değinilen konuşmalar yapılmamış, hakaretler edilmemişçesine 30 Ekim 2022 tarihinde Lefkoşa’ya büyükelçi olarak atandı.  

Aslında siyasal atama ve ödüllendirmeler bununla sınırlı değil. Onlarca, hatta yüzlerce benzerini sıralamak mümkün; çarpıcı iki örnek daha aktaracağız:

Murat Yetkin’den öğrendiğimize göre Feyzioğlu’nun yerine Lefkoşa büyükelçiliğine atanan Yasin Ekrem Serim’in babası Maksut Serim, Erdoğan Başbakan olarak görev yaparken örtülü ödenekten sorumluydu. Ayrıca kara para aklama ve uyuşturucu ticareti ile ilgili olduğu iddia edilen ve silahlı bir saldırı sonucu öldürülen Halil Falyalı’nın ortağı olduğu iddiası TBMM’de tartışılmıştı. Seyhan Avşar, Yasin Ekrem Serim ile Halil Falyalı arasındaki ortaklığın belgesini paylaştı.

Sağlık sorunlarını gerekçe göstererek görevinden ayrıldığını açıklayan Mehmet Özhaseki’nin yerine temmuz başında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına atanan Murat Kurum ataması da bir diğer ödüllendirme örneği.

2013’te 17-25 Aralık operasyonları kapsamında ifadeye çağrılmasına, 2018’de bakanlık görevine getirilmesinin ardından başlatılan “100 bin alt gelir grubu sosyal konut projesi” kapsamında yapılan konutlardan bir bölümünün aradan yıllar geçmesine rağmen hak sahiplerine teslim edilmemiş olmasına, Erzincan’ın İliç ilçesindeki altın madeninde meydana gelen toprak kayması öncesinde yönettiği bakanlığın Anagold firmasına olumlu çevresel etki değerlendirme (ÇED) raporu vermesine, 2024 yerel seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nun karşısında ağır bir yenilgi almasına rağmen Kurum da yeni bir atama ile ödüllendirildi.  

                                                             ***

Bu köşede Erdoğan rejiminin çok partili düzlemde tek parti egemenliği yaratmaya çalıştığı, söylemde tam aksi iddia edilmesine rağmen bürokratik-otoriter bir devlet yapısı inşa ettiği, siyasal ortamda cesaret ve öz güven yerine yanaşmacı aklı tercih ettiği, çıkar odaklı bir siyasal atmosferi oturttuğu, bürokratik yapıyı ilkesellikten uzaklaştırıp kendisine bağladığı, olağan bürokratik işleyişi itibarsızlaştırdığı ve geri dayanışma biçimlerini öne çıkardığı çeşitli gerekçelerle ifade edilmişti.

Erdoğan rejiminin ayakta tutulması, sistemli bir ödüllendirme mekanizmasının sürdürülmesinden geçiyor. Yukarda örnekleri verilen atama örneklerinin her birinde döneklerin, görev yaptığı bürokratik pozisyonlarda riskli kararlara ortak olanların, “gel” denilince gelip “git” denilince uslu uslu gidenlerin ve onların aile üyelerinin ödüllendirilmesi sistemin işlerliği bakımından öne çıkıyor.

Bu nedenle ısrarla tekrar edilen bu türden atamaları iktidar blokunun kadro sıkıntısı içinde olması ya da liyakate gereken önemi vermemesi gibi iyimser yorumlar yaparak değerlendirmek yerine, dönerek katılanından gelenek içinde yetişenine kadar kadro yapısını konsolide etme gayreti üzerinden düşünmekte fayda var.

                                                      /././

"Net olarak" sansür -Ceren Sözeri-

Cuma sabahı uyandık baktık ki Instagram engellenmiş. Uygulamaya giremeyenlerin ilk etapta küresel çapta bir sorun olduğunu düşünmesi ülkemiz adına umut verici lakin gerçek anlaşıldıktan sonra "bu nasıl bir keyfilik!" diye isyan edilmesi de şaşırtıcı. 6 Şubat depremlerinden iki gün sonra, daha enkazlar altından yardım çığlıkları kesilmemişken haberleşmek ve yardımları organize etmek için kullandığımız Twitter 9,5 saat boyunca, iktidarın beceriksizliği hakkındaki eleştirilere tahammül edilemediği için, keyfi biçimde engellenmişti. Bundan ötesi mi var?

İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un daha sabah kahvaltısında İsmail Haniye için attığı taziye mesajının sansürlenmesi en güçlü sebep, ancak bunun arkasında dahi duramayacak bir kaos var belli ki iktidar cenahında. Aynı saatlerde AYM’nin İletişim Başkanlığının dezenformasyonla “mücadelesinin” ifade özgürlüğüne aykırı olduğuna dair kararının paylaşılması, hemen sonra silinmesi, AYM’nin sitesinin “çökmesi” ilginç bir tesadüf. Çok geçmeden neler olduğunu öğreniriz herhalde, artık bu tür "iç çekişmeler" çok uzun gizli kalmıyor.

Esas sebebi tahmin etmemize rağmen uzun bir süre nasıl gerekçelendirileceği beklendi. Sonunda karşımıza her şeyin içine konulabileceği “katalog suçlar” kavramı çıktı. Hükümetimiz döve döve halka hukuk öğretiyor. Katalogdakilerin hangisi acaba diye merak edenler de tatmin olmadı. Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdülkadir Uraloğlu’nun açıklaması şöyle “… Hani net bir şekilde hassasiyetlerimiz belli. Oradaki eksiklikler belli. O eksiklikleri giderdikleri an yani diyelim ki bir saat sonra biz o engeli kaldırmış olacağız. Ama hani burası bir bağımsız bir ülke. Kanunlar, kuralları olan bir ülke. Herkesin de bu kanunlara, bu kurallara biz uymasını istiyoruz net olarak."

“Hassasiyetlerimiz” ne, kimin hassasiyetleri? Yaklaşık bir aydır sokak hayvanları konusunda hassasiyetimiz için çırpınıyoruz ama dikkate alınmadı. Uraloğlu’nun hassasiyetiyle benimkiler mesela aynı olmayabilir, o durumda Uralaoğlu’nun hassasiyetlerinin daha üstün olduğuna dair bir kanun ya da hüküm mü var? Hangi hassasiyetleri dikkate almamış Instagram ya da üst kuruluşu Meta? Mevzubahis cinsellik mi? Başka sosyal ağlarla kıyas kabul etmeyecek katı kuralları var Meta’nın, Vietnam Savaşı’nda napalm bombasından kaçan çıplak çocukları "müstehcenlik" gerekçesiyle sansürleyecek kadar…

Eksikler neymiş kısmına hiç girmeden Uraloğlu’nun ağzından çıkaramadığı baklayı TBMM Dijital Mecralar Komisyon Başkanı Hüseyin Yayman çıkarmış: “Biz hükümet olarak sansüre, erişim engeline, yasaklamaya karşıyız, ama ulus aşırı dijital şirketlerin de Türkiye'yi yok sayması, Türkiye'nin hukukunu yok sayması ve paylaşılan içerikleri sansürlemesi bir çifte standarttır... Dolayısıyla burada Instagram'ın çifte standartlı tavrından bir an önce vazgeçmesini ve topluma mal olmuş insanların kalbinde yer alan İsmail Haniye ilgili ya da bir milletin kahramanıyla ilgili paylaşımları yok sayması asla kabul edilemez.” Instagram’ın hangi hukuku çiğnediği belirsiz, eğer bir çifte standart uyguluyorsa kullanmazsınız uygulamayı ya da çifte standardı daha yüksek perdeden dile getirecek yollar bulursunuz. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Haniye ile ilgili taziyelerini belirtmek için Instagram’a mı muhtaç? Belki de muhtaç, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın istifasını, pardon “affını”, dile getirebildiği yegâne mecradan bahsediyoruz.

İsrail’le ticareti kesin diyen gençlerin dövülerek gözaltına alındığı bir ülkede Instagram’a efelenmek komik kaçıyor da gülemiyoruz. Çünkü insanların ifade özgürlüğünün kısıtlanması bir yana pek çok haber kuruluşunun da kullandığı bir mecrayı engellemek basın özgürlüğünü de yok saymak demek. Yayman yarın Komisyon’u toplayıp dijital telif için Meta ile görüşürken hukuki zemini nereden kuracak, kendi hassasiyetlerinden mi, evrensel kurallardan mı? Hukuksuz, keyfi kararlarla sosyal medyayı kapatırken Türkiye’nin bağımsız bir hukuk devleti olduğu savunusu kim tarafından, neden ciddiye alınacak?

Instagram’ın yaptığı elbette bir sansür, zaten o sansür yüzünden yapay zekayla oluşturulmuş, suya sabuna dokunmayan “All Eyes On Rafah” (Tüm gözler Rafah’ın üzerinde) yazılı bir görsel sosyal medya tarihinde en yüksek paylaşıma ulaştı. Tüm dünya bu çifte standardın, küresel sermayenin Gazze’deki soykırıma gözünü kapattığının, hatta İsrail’in katliamlarını meşrulaştırdığının farkında, bununla mücadele etmek için yollar arıyor. Buradan politika üretip elini güçlendirmektense, “milli hassasiyetler” gibi bir garabetle sansürü meşrulaştırıyor. Uraloğlu’nun deyimiyle “net olarak” küresel sermayeye boyun eğiyor. Cezalandırdığı bu ülkenin halkı. Türkiye’de 57 milyon Instagram kullanıcısı var. Şovu kime? Beslediği bir avuç trole. Altun sabah tersinden kalkıp düğmeyi kapattırmış olabilir, ama tıpkı en çok muhafazakâr gençlerin kullandığı Wattpad’in engellenmesi gibi, iletişim “dehası” dönüp kendini vuracak. Hem de troller gün gelip “dava”yı bir bir satarken…

                                                           /././

Suikastlara sis perdesi çekme ve İsrail'e yönelik hamaset kimin işine yarıyor? -İhsan Çaralan-

İsrail’in 30 Temmuz günü Beyrut’ta Hizbullah’ın önemli isimlerinden Fuad Şükür’e 31 Temmuz’da da Tahran’da Hamas’ın 1 numarası Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye’ye düzenlediği suikastlar barut fıçısına dönüşen bölgedeki muhtemel gelişmeleri daha da tehlikeli hale getirmiş bulunuyor. Ama!..

Burada “Ama!..”dan sonraki gelişmeler önemli. Çünkü, İsrail’in kendi marifeti olduğu kör gözüm parmağına geçek olmasına karaşın bu tür suikastları açıkça kendi yaptığını söylemiyor. Ne var ki İsrail vücut diliyle olsun suikastın yol açtığı gelişmelerin sonuçlarından yararlanırken suikastı kendisinin geçekleştirdiğini dolaylı yollardan söylemiş olurken suikastları iç politikalarının malzemesi yapmayı gelenek edinmiş olan bölge gericilikleri de bu suikastların her yoruma açık hale gelmesini kendileri için fırsata dönüştürüyorlar.

SUİKASTLAR ÜSTÜNDEKİ SİS PERDESİ İSRAİL’İN İŞİNE YARAMAKTADIR!

Tabii burada bölge rejimlerinin gerçekleri saklama konusunda İsrail’in yalanlarını örtmesine yardımcı olacak kadar gerçekleri kamuoyuna açıklamamayı ilke edinmiş olmaları ABD ve İsrail’in bölge halklarının kafasını karıştırmalarını kolaylaştırmaktadır.

Nitekim önceki büyük suikastlarda oluğu gibi İsmail Haniye suikastında da İran saldırının nasıl gerçekleştirildiğini saklamaktadır. Öyle ki bu saklamayı saldırının yapıldığı binanın ilgili bölümünü “yeşil bir örtü”yle kapatarak saldırının nasıl ve hangi araçlar kullanılarak yapıldığını saklamayı adeta sembolleştirmiştir. Hele de saldırının nasıl ve hangi nedenlerle, hangi nedenlerle başarılı olduğunu “devlet sırrı” olarak saklamaktadır. Böylece de saldırıda kendisine yöneltilecek, Haniye’nin korunmasında “zafiyet gösterme” ve İran’da, Tahran’ın en güvenli denilen bölgesinin bile “güvenli” olmadığına dair eleştiri ve suçlamaları önlemeyi amaçlamaktadır.

Bu yüzdendir ki, Tahran’ın göbeğinde yapılan suikastın bir “drone saldırısı”yla mı, “balistik füze”yle mi yoksa New York Times’in iddiasında olduğu gibi “aylar önce Haniye’nin kaldığı adaya girilip bir suikast için patlama düzeneği mi oluşturulduğu”, tartıştırılmaktadır. Dahası bu “ihtimaller” Haniye’nin Hamas içinde “radikaller”le “ılımlılar” arasındaki çatışmanın sonucu öldürüldüğüne kadar götürülmektedir!

YAPAMAYACAĞINI YAPACAKMIŞ GİBİ KONUŞANIN TEHDİDİNİ KİMSE UMURSAMAZ!

Haniye’nin öldürülmesinin üstünden geçen dört günde bir kez daha gördük ki, İsrail’in önceki suikastlarında ya da Gazze’deki sivil halkı katletmeye yönelik saldırılarında da olduğu gibi Türkiye, İran ve öteki bölge ülkelerinde resmi makamlar İsrail’e karşı akla gelen en kötü sıfatları kullanıp bir ülkeye yapılabilecek en sert tehditleri yapmaktadırlar.

Ama ne var ki bu tehditlerin çok büyük çoğunluğu tehdidi yapan ülkenin yapamayacağı şeyler olmaktadır. Ki, tehdidi yapan yetkililer de yapacaklarını iddia ettikleri şeyleri yapamayacaklarını bildikleri için “Madem atıyoruz ne kadar yüksekten atarsak o kadar puan alırız” dercesine İsrail’e yönelik tehditlerini sıkça “yakarız, yıkarız”a kadar yükseltmekte bir sakınca görmemektedirler. Hele de bu atıp tutmalar iç politikada prim yapıyorsa ne kadar yüksekten atılırsa o kadar prim yapılacağı düşünülmektedir!

Örneğin İran İsrail’in doğrudan İran’a yönelik olarak giriştiği suikastlarda İsrail’e gerekli yanıtı “Zamanı gelince misliyle vereceği”ni söylerken “itidalli davranma”yı ilke edinirken Türkiye ise günü toplumda biriken tepkilerin gazını almak üzere “en sert” açıklamaları İsrail’in soykırıma varan katliamlarına yanıt olarak göstermeye çalışmaktadır.

Aslına bakılırsa Türkiye, İran ve Arap-İslam dünyasının İsrail’e karşı politikasının esasını da uygulayacağı sert açıklamalar oluşturduğu için ne Batılı emperyalistler ne de İsrail bu açıklamaları çok umursamaktadır. Bu yüzden İslam Birliği ya da birer birer İslam ülkelerinden yapılan “sert’, daha doğrusu hamasi açıklamalar İsrail’e ve arkasındaki batılı güçlere geri adım attıracak sonuçlar doğurmamaktadır.

ERDOĞAN’IN AÇIKLAMASI EN ÇOK KİMİN İŞİNE YARAR?

Bu konuda en son örnek olması bakımından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Temmuz akşamı Rize’de İsrail'in Filistin saldırılarıyla ilgili değerlendirmeler yaparken "Biz nasıl Karabağ'a girdiysek, nasıl Libya'ya girdiysek bunun benzerini aynen onlara (İsrail’e) da yaparız. Yapmamak için hiçbir şey yok" demesiydi.

Bu açıklama bir yandan kendisine yönelik kamuoyundan gelen “Bir şey yapılmıyor” eleştirilerine, “Bakın biz İsrail’e kimsenin yapmadığı kadar sert konuşuyoruz” öte yandan da Batılı emperyalistlere (ABD, AB, NATO’ya) “Biz İsrail’e sert açıklamalardan fazlasını yapmıyoruz” diyerek selam gönderme anlamına geliyordu.

İsrail Dışişleri Bakanı Yisrael Katz ise Erdoğan'a yanıt olarak “Erdoğan, Saddam Hüseyin’in izinden giderek İsrail’e saldırma tehdidi savuruyor” diyerek tepki gösterse de Batılı emperyalistlerden bugüne kadar bir tepki gelmiş değil. Gelmesi de beklenmiyor. Çünkü onlar Erdoğan Türkiye’sinin siyaset tarzını test etmiş ve çözmüş bulunuyor!

Peki, “İsrail bu açıklamadan rahatsızlık duyuyor ama korkuyor mu” denirse bu sorunun yanıtı “hayır”dır. Çünkü İsrail de ve diğer ülkeler de biliyor ki Türkiye askeri bakımdan ne kadar güçlü olursa olsun bugünkü koşullarda İsrail’in içine girecek bir askeri harekata girişemez. Ama İsrail bu iddiayı kullanarak ABD ve Batılı emperyalistlerden daha çok para, daha çok silah istemek için Erdoğan’ın bu açıklamasını fırsata çevirebilir.

Daha da önemlisi İsrail ve Batılı emperyalistler, İsrail hükümetine karşı sokaklarda olan İsrail muhalefeti ve dünyanın her yanındaki İsrail’in Filistinlere yönelik katliamına karşı mücadele eden halklara, “Bakın Türkiye de İsrail’i yok etmekle tehdit ediyor. Üstelik Türkiye İran gibi uzak ve askeri ve teknik bakımdan geri değil. Bu bizim için son derece büyük tehdit” diyerek kendisine karşı yükselen halkların muhalefetini bölecek bir bahane olarak kullanabilir.

Bu yüzden de bölge ülkelerinin İsrail’e yönelik yapacakları birtakım girişimleri yapacakmış gibi konuşmaları, hamasi nitelikli açıklamalar kendi iç politikalarının malzemesine dönüştürmeleri sadece İsrail ve arkasındaki güçlerin işine gelmektedir.

EMPERYALİSTLERE KARŞI MÜCADELE EDİLMEDEN İSRAİL YENİLEMEZ!

Yusuf Karadaş arkadaşımızın önceki günkü köşesinde çok açık ifade ettiği gibi, İsrail sadece İsrail değildir ve arkasındaki ABD ve Batılı emperyalistler olmasa sıradan bir Ortadoğu devleti olurdu. Bu yüzden de İsrail’e karşı mücadele etmek isteyen bölge ülkeleri ve halkları ancak bölgeden ABD’yi ve öteki emperyalistleri kovma amaçlı mücadeleyi geliştirdikleri ölçüde İsrail’in Filistinlilere karşı yürüttüğü kanlı mücadeleyi yenilgiye uğratabilirler.

Bu yüzden de bölge halkları ABD ve NATO’ya sağladıkları imkanları kestikleri ölçüde Filistin davasına gerçek bir katkı yapacaklarını bilmek zorundadırlar.

Bu gelişmeler dikkate alındığında bu yazıyı burada, Haniye suikastı sonrasında Emek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selma Gürkan’ın yaptığı açıklamadaki; “Türkiye İsrail ile tüm askeri, ticari ve diplomatik ilişkilerini kesmeli; çatışmaları körükleyen NATO’dan çıkmalı, emperyalistlerin üsleri kapatılmalıdır.

Saldırılarını emperyalistlerin desteği ve bölgedeki iş birlikçilerinin tepkisizliğine güvenerek sürdüren İsrail’in siyonist iktidarını durduracak tek güç, dünya halkları; işçi ve emekçilerin mücadelesidir” sözleriyle bitiriyoruz.

                                                       /././

ABD’nin Afrika politikaları daha nice askeri müdahale ve çatışmalara gebe -Aras Coşkuntuncel-

2023’te Burkina Faso, Mali ve Nijer antiemperyalist Sahel Devletleri İttifakını oluşturunca hemen ardından ABD Başkanı Biden Birleşmiş Milletlerde bu gelişmelere karşı “Bizi güçlü kılan değerlerden geri adım atmayacağız” diye karşı çıktı. ABD’nin Afrika’daki değerleri kölecilik, işgal ve sömürü. Dolayısıyla ABD’nin petrol ülkesi Libya’dan stratejik Afrika Boynuzu bölgesine, oradan Sahel’e kıtada emperyalizm karşıtı hareketlere ve Çin ile Rusya’ya karşı giriştiği politikalar ancak daha çok darbe, çatışma ve ekonomik müdahale getirir.

ABD yerli soykırımı ve Afrikalı kölelerin sömürüsü üzerine kurulmuş bir ülke. Köle ticareti ve emeği, sermaye birikiminden politik partilerin gelişimine kadar ABD’nin ortaya çıkmasında direkt ve dolaylı olarak büyük rol oynadı. 1862’de Continental Monthly dergisi “Köle ticaretine katılanların sayısı ve bu ticarete yatırılan sermaye miktarı bizim hesaplama gücümüzü aşıyor” diye yazıyordu. Köle ticareti bitip ABD’nin Afrika ile ilişkilerini eşitsiz ticarete evirdiği yıllarda içeride de siyahlar sistematik ve yasal ayrımcılığa karşı mücadele ediyordu. İçeride bu ırkçı, ayrımcı yasa ve uygulamalar sürerken, ABD İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte, kıtaya bu kez kalkınma ve demokrasi getirmek bahanesiyle egemen emperyalist güç olarak girdi.

Örneğin Walter Rodney’in vurguladığı gibi, ABD'nin Afrika ticaretindeki payı 1913’te 28 milyon dolarken 1948’de 1.2 milyar dolara çıkıyor; “Bu rakam, Afrika’nın dış ticaretinin yaklaşık yüzde 15’ini temsil ediyordu.”1 İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden bu süreçte ABD’nin en büyük ticaret partneri tabii ki apartheid dönemi Güney Afrika’sı.

AFRİKA’NIN YER ALTI ZENGİNLİKLERİ

Bugün gelinen noktada kıtanın hemen her yerinde askeri üsleri bulunan ABD, özellikle Sahel, Kuzey Afrika ve Afrika Boynuzu olarak adlandırılan bölgelere yoğunlaşmış durumda. Afrika kıtası dünyanın kalan maden zenginliğinin yüzde 30’una ve dünyanın en büyük 30 petrol üreticisi ülkesinden beşine ev sahipliği yapıyor.2 Örneğin akıllı telefon bataryaları için hayati önemdeki kobaltın tüm dünyadaki toplam üretiminin yüzde 60’ı Kongo’dan geliyor. Ruanda hemen hemen tüm elektronik cihazlarda kullanılan tantalyum açısından en zengin kaynaklara sahip. Gana, Güney Afrika ve Mali altın üretiminin kıtadaki önderleri. Afrika ülkelerinin yarısında bol bol petrol ve kömür çıkıyor. Avrupalı sömürgecilerin kıtayı ekonomik ihtiyaçlarına göre parçalamalarının nedeni de şimdilerde ABD’nin bütün kıtaya yayılan askeri, ekonomik ve politik müdahalelerinin sebebi de bu. Üstelik Somali’nin de yer aldığı Afrika Boynuzu, deniz ticareti ve Orta Doğu için de büyük stratejik öneme sahip. Başlıca Etiyopya, Eritre, Somali, Cibuti’yi kapsayan bölge doğuda Kızıldeniz, güneydoğuda Hint Okyanusu ve batıda Nil Havzası ile komşu ve soğuk savaş yıllarından beri, özellikle de 11 Eylül sonrası terörle mücadele bahanesiyle, ABD’nin en çok yoğunlaştığı bölgelerden. Kim başkan, hangi parti seçimi kazanmış fark etmeksizin, Obama’nın, Trump’ın, Biden’ın bombaladığı bir ülke Somali.

İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Afrika’nın yer altı ver yer üstü zenginliklerinin sömürülmesinde İngiltere, Fransa, Belçika, Portekiz başta olmak üzere sömürgeci ülkelerin yerini almaya başlayan ABD’nin ekonomik, askeri ve politik varlığı ve müdahaleleri, özellikle 1970’lerden itibaren gittikçe derinleşti. Soğuk savaş yıllarından beri haberlerde sık sık görmeye alışık olduğumuz askeri darbe ve müdahalelerin çoğunun arkasında ABD, 2007 yılından beri de bu operasyonların merkezinde AFRICOM var. Kıtada daha önce var olan üç ayrı komutanlığın birleştirilmesiyle ortaya çıkan AFRICOM, ABD’nin 11 savaş komutanlığı arasında en yenisi. 2023 yılında ortaya çıkan belgelere göre, AFRICOM’un kıtada toplam 20 askeri üssü bulunuyor.3 En bilinen operasyonu 2011’de Libya’yı kana bulayıp köle pazarlarının açılmasına kadar varan rejim değişikliği işgaliydi. Libya bir petrol ülkesi ve Nijerya, Angola, Sudan gibi ABD için her daim kritik öneme sahip ülkelerden.

RUSYA VE ÇİN’İN VARLIĞI

Geçtiğimiz haziran ayı sonunda AFRICOM önderliğinde Bostwana’da toplanan “Afrika Savunma Şefleri” toplantısında Libya, Rusya’ya karşı da yeni bir cephe olarak tanımlandı. Toplantı raporlarına göre ABD, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki yayılmacılığına ve “dezenformasyon kampanyalarına” karşı orduyu birleştirme ve Libya’nın egemenliğini sağlama fikrini öne sürdü.

ABD’nin kıtada rekabet ettiği ve varlığını zayıflatmayı hedeflediği bir diğer ülke Çin. Çin son yıllarda birçok Afrika ülkesinde ABD ve İngiltere’yi geçerek en önde gelen ticaret ortağı haline geldi. “Afrika-Çin ticareti 2000 yılında 11.67 milyar dolardan, 2022’de toplam 257.67 milyar dolarla zirveye ulaştı.”4 Bütün bu yer altı, yer üstü zenginlikleri paha biçilmez, ama ekonomik ve politik olarak paramparça edilmiş bölgeler, daha çok ABD müdahalelerine ve dolayısı ile daha nice kriz ve çatışmalara gebe. Ne yazık ki burada yeni bir şey yok.

Emperyalizm ve sömürgecilik Afrika’da ekonomik, politik ve sosyal her türlü gelişimin önüne set çekti ve Afrika’nın doğal gelişim sürecini yatağından çıkardı. Bu set hâlâ duruyor. “Gelişmemiş” (ya da “gelişmekte olan”) diye adlandırılan diğer tüm ülkeler gibi Afrika ülkeleri ile “gelişmiş” diye adlandırılan ülkeler arasında hep bir sömürü ilişkisi var. Bu ilişki kapitalizmin, emperyalizmin, sömürgeciliğin doğal sonucu, dolayısı ile bu ülkelerde kapitalizm var oldukça bu gelişmemiş ülkeler hep gelişmemiş kalacak.

                                                            /././

Afrika’daki Türk şirketlerin egemenliği ve devlet biçimi -Kansu Yıldırım-

Türkiye’nin ekonomik büyüklüğü yaklaşık 1 trilyon civarındadır. Söz konusu büyüklüğün şirketler açısından anlamı, sadece ulusal sınırlar içerisindeki üretim kapasitesi veya başka ülkelere artan ticaret hacmi değildir. Ülkenin -jeoekonomik pozisyonu doğrultusunda— küresel tedarik zincirlerindeki konumu ile kara-hava-deniz taşımacılığındaki lojistikteki hakimiyeti güçlenmektedir. Tüm bu faktörler, sermayenin belirli bir teritoryayla sınırlı kalmadan başka devlet ölçeklerinde faaliyet göstermesine de olanak tanır.

Türkiye kapitalizmini bugünkü dinamizmine kavuşturan üç yapısal aks bulunur. Birinci aks, emperyalist bloklar arasındaki gerilimlere ve rekabete adapte olmaya çalışan dış politika ile bunu tamamlayan bölgesel askeri stratejilerdir. İkinci aks, Türk menşeli üretken sermayenin uluslararasılaşmasını, başka coğrafyalara yayılışını hızlandıran ekonomi politikaları ile bunu tamamlayan ticaret anlaşmalarıdır. Üçüncü aks, ulusal sınırlar içerisindeki üretim kapasitesini ve çalışma ilişkilerini belirleyen sermaye birikim rejimidir.

Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması doğrultusunda şekillenen, Türkiye kapitalizminin manevra alanını genişleten (veya duruma göre daraltan) bu aksların tümü eş güdümlü işler. Bu eş güdüm, Türk şirketlerin meta ve hizmet ihracatını kolaylaştırırken, üretimlerini başka ülkelere kaydırmalarına, sermaye ve teknoloji transferi yapmalarına imkan sağlar. Son yıllarda Afrika ölçeğinde sayısı giderek artan Türk şirketler bu durumun en net göstergelerindendir.

DİPLOMATİK AÇILIM

1998 yılında ilan edilen “Afrika açılım planı”, AKP iktidarı döneminde kapsamlı bir şekilde ilerletildi. 2003 yılında “Afrika ülkeleri ile ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi stratejisi” yürürlüğe kondu. 2005 yılında Afrika Birliğine (AfB) gözlemci üye olan Türkiye, 2008 yılında AfB tarafından “stratejik ortak”lığa yükseltildi. 2008 yılı “Afrika Yılı” olarak duyurulurken, aynı yılda İstanbul’da, 2014 yılında Ekvator Ginesi’nde, 2021 yılında tekrar İstanbul’da Türkiye-Afrika zirveleri düzenlendi. Afrika açılım planı, 2013 yılında revize edilerek “Afrika ortaklik politikasi”na dönüştü. Türkiye aynı yıl Afrika Kalkınma Bankasına üye oldu. “2015-2019 ortak uygulama planı”yla çeşitli alanlarda devletler arası ve devlet dışı aktörler arası projelerin beş yıllık çizelgeleri oluşturuldu. Türkiye’nin kıtadaki büyükelçilik sayısı 42’ye, ticaret müşavirliği sayısı 26’ya çıktı.

AFRİKA PAZARI

Ticari ve askeri ilişkilerin geliştirilmesini hedefleyen diplomatik açılım planları, Türkiye’den Afrika’ya mal ve hizmet ihracatını yoğunlaştırmakla kalmıyor, Türk şirketlerin Afrika pazarındaki tekelci denetimini de güçlendiriyor.

Türkiye’nin Afrika’yla dış ticareti 2003 yılında 5.4 milyar dolarken, 2023 yılı itibarıyla 40 milyar dolara çıkmıştır. İhracat ölçeği de 2.1 milyar dolardan 22 milyar dolara yükselmiştir. Kıta ile ticaret hacmi 7.5 kat, Sahra Altı Afrika ile 11.3 kat artmıştır.

DEİK verilerine göre, Türk şirketlerin Afrika’daki yatırımlarının ve pazar paylarının büyüklüğü 10 milyar dolar olup, Afrika’daki doğrudan yatırım tutarları 2003 yılında 100 milyon dolardan 2021 yılında 6.7 milyar dolara yükselmiştir.

Türkiye kapitalizminin -doğrudan yatırımlar ve sabit sermaye yatırımlarıyla birlikte- Afrika pazarına yayılmasının ve kıtanın kaynaklarını sömürmesinin arkasında, artık değerin artırılmasını ve realizasyonunu amaçlayan stratejiler ve gereksinimler bulunur. Üretken sermaye, uluslararası pazarlara yayılmak zorundadır çünkü yeni üretim ve kârlanma alanlarını yaratmaktan başka çaresi yoktur. Bunu belli sektörlerde faaliyet gösteren şirketler eşliğinde inceleyebiliriz.

TEKSTİL VE KONFEKSİYON

Türkiye’de emek ve enerji maliyetlerindeki yükselişi gerekçe gösteren tekstil şirketleri-öz kaynakları elverdiği ölçüde- üretimlerini başta Mısır, Fas ve Tunus olmak üzere Kuzey Afrika’ya kaydırıyor. Avrupa pazarına coğrafi yakınlık ve ABD ile Serbest Ticaret Anlaşması avantajının da etkisiyle Mısır öne çıkıyor. Mısır’da üretim tesisi bulunan 35 Türk şirketinin yaklaşık 2 milyar liralık yatırımı bulunuyor ve ülkenin tekstil ve konfeksiyon pazarının üçte birini yönetiyorlar. DEİK sektör temsilcilerine göre, Mısır’ın tekstil ve konfeksiyonda toplam ihracatının üçte birini Türk şirketleri gerçekleştirirken, Yeşim Tekstil, Tay Group, Eroğlu Giyim, Çalık, LcWaikiki, Diktaş gibi çok sayıda şirketin iç piyasada ciroları 1 milyar dolara ulaşmış durumda. Şirketlerin Kuzey Afrika’ya yönelişindeki temel etken, Türkiye’dekinden daha da düşük ücretlere çalıştırılan iş gücünün demografik yapısıdır.

İNŞAAT VE ULAŞTIRMA

ENR’nin “dünyanın en büyük 250 uluslararası müteahhidi listesi”nin 2023 sonuçlarına göre Türk inşaat ve müteahhitlik şirketlerinin Afrika’daki piyasa büyüklüğü 3.1 milyar dolar civarındadır. Kıtada 2000’e yakın altyapı ve üstyapı ihalesi üstlenmişlerdir. Kıtada faaliyet gösteren müteahhitlik firmalarının üstlendiği 1885 projenin piyasa değeri 87 milyar doları bulmuştur.

Ulaştırma alanında da Türk şirketler öne çıkmaktadır. Uganda hükümeti, 8 yıl önce Çinli bir şirkete verdiği 2.2 milyar dolarlık Makala-Kampala demir yolu inşası ihalesini iptal ederek Türk Yapı Merkezine vermiştir. Yapı Merkezi, Tanzanya’da 2 milyar dolarlık Darüsselam-Morogor ve Etiyopya’da 1.7 milyar dolarlık Awash- Kombolcha–Hara Gebaya ulaşım projelerini üstlenmiştir. TAV Havalimanlarının işletme ve hizmet alanlarında kıtada yaklaşık 550 milyon avroluk yatırımı bulunmaktadır. TAV, Tunus’ta 2008 yılında Monastir Havalimanı işletmesini devralırken, 2009 yılında da Tunus’ta Enfidha Havalimanını yapıp hizmete açmıştır.

DEMİR VE ÇELİK

Türkiye’den Afrika’ya yapılan sektör ihracatı ve şirketlerin Afrika’daki sektörel büyümesi devam etmektedir. DEİK’in Türkiye-Afrika İş Konseyleri koordinatör başkanı da olan, uzun süredir Afrika’da demir çelik sektöründe faaliyet gösteren Tosyalı Holdingin, Cezayir, Senegal ve Angola’da fabrikaları bulunmaktadır. Afrika ve Akdeniz bölgesinde en büyük demir çelik entegre sanayi tesisini kuran Tosyalı’nın Cezayir’deki yatırımlarının tutarı 5 milyar dolardan fazla olup, Senegal’de 200 milyon dolarlık bir çelik ve haddehane tesisi inşa etmeyi planlamaktadır.

BEYAZ EŞYA

Koç Holdingin şirketlerinden Arçelik, 2011 yılında 230 milyon avroya Güney Afrika pazarında faaliyet gösteren ev aletleri şirketi Defy Appliances’ı satın aldı. Son 10 yıl içerisinde şirket aracılığıyla Afrika’da 100 milyon avroyu aşan yatırım yaptı. 2023 yılında ise 100 milyon dolarlık yatırımla yıllık 1.5 milyon elektronik cihaz üretim kapasiteli bir fabrika kurmak için Mısır’ı seçti. Mısır’daki üretimiyle Afrika pazarında lokalleşmeyi amaçlayan, buradan iç pazara açılmayı ve yurt dışına ihracat yapmayı planlayan Arçelik’e Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası tarafından 50 milyon dolarlık finansman sağlandı.

ENERJİ VE ELEKTRİK

Afrika’da gerek santral inşaatı ve işletmesi gerekse yenilenebilir enerji alanında Türk şirketlerin pazar payı genişliyor. AKSA enerji, Gana’da 370 MW, Madasgaskar’da 66 MW ve Mali’de 60 MW’lık santral yatırımlarıyla Afrika kıtasında 500 MW’a yakın kurulu güce sahip olup, yatırımlarını Kongo ve Libya’ya doğru genişletiyor. Karadeniz Holdingin iştiraklerinden, yüzen enerji santrali sektöründe olan Karpowership şirketi, Senegal, Gambiya, Guinea Bissau, Guinea Conakry, Sierra Leone, Gana, Mozambik ve Sudan’da faaliyet gösterirken, kıtada yaklaşık 2 milyar dolarlık piyasa büyüklüğüne sahip. Şirketin Asya ve Afrika’da 15 ayrı bölgede 25 yüzer enerji gemisi bulunuyor. Son dönemde güneş enerjisi sektörüne yönelen Kalyon Holding, Cezayir elektrik ve doğal gaz dağıtımından sorumlu kamu kurumu Sonelgaz’ın güneş enerjisi ihalelerine giriyor. Cezayir’in 11 farklı yerinde 15 güneş enerjisi santrali planlıyor.

ŞİRKET EGEMENLİĞİ

Türkiye’den şirketlerin Afrika pazarına egemen olmasındaki tek faktör, AKP’nin üstün diplomatik ilişkileri, kıtanın az gelişmiş ekonomisi veya acil ihtiyaçları değil. Üretken sermayenin uluslararasılaşmasıyla birlikte emperyalist devletlerin ittifaklar kurma kapasitesi de arttı. IMF/BM/GATT/Dünya Bankası/Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar bu ittifakların siyasi ve iktisadi sonucu olmalarının yanı sıra, kapitalist devletin işlevlerini de değiştiriyor. Sermayenin uluslararasılaşması, devlet ölçeğinde üretken sermayeye dayalı birikim sürecinden yana politikaları hakim kılıyor.

Türk şirketlerin Afrika’da 10 milyar doları aşan büyüklüğe kavuşmasında üretken sermayenin uluslararasılaşması dışında, IMF ve DB gibi kurumların Afrika’daki devlet yapısını değiştirmesi de belirleyicidir. Daha çok dışa bağımlı, daha borçlu, (yer altı-yer üstü) kolektif varlıklarını uluslararası pazara açarak metalaştıran bir devlet biçimi, sermaye egemenliğinin garantörüdür.

                                                          /././

Yeni Osmanlıcılığın Afrika’daki tezahürü -Yusuf Karadaş-

Türk askerinin Somali’deki görev süresinin iki yıl daha uzatılmasını öngören tezkerenin geçen hafta Mecliste onaylanmasının ardından Türkiye’nin Afrika’daki askeri varlığı ve bu varlığın hangi ekonomik ve siyasal çıkarları koruduğu tartışması yeniden gündeme geldi.

Asya’dan sonra dünyanın en hızlı büyüyen ikinci kıtası olan Afrika, zengin enerji ve maden kaynakları ve artan genç nüfusu ile birçok emperyalist ve kapitalist ülkenin iştahını kabartan bir pazar konumunda bulunuyor. Bu durum Fransa, İngiltere, ABD, Almanya gibi bu kıtada sömürgeci bir geçmişe de sahip olan emperyalistlerin yanı sıra son yıllarda Çin başta olmak üzere Rusya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi emperyalist ve kapitalist ülkelerin de kıtadaki paylaşım mücadelesinde öne çıkmasını sağlıyor.

Afrika’nın 19. yüzyılda Batılı emperyalistler tarafından sömürgeleştirilmesi, Hıristiyan misyonerlerin Afrikalıları cahillik, hastalık ve batıl inançlardan kurtarma gibi “insani görev”leri eşliğinde gerçekleştirilmişti. Ancak “insani” kılığa büründürülmeye çalışılan zora dayalı bu vahşi kapitalist sömürü ve yağmanın bir sonucu olarak halklar bir yandan derin bir açlık ve yoksulluğa ve öte yandan kabile savaşları ve kitlesel kıyımlara sürüklendiler. Son yıllarda Afrika’nın yükselen emperyalist gücü olan Çin’in kıtaya kan dökmeden yerleşmeye çalışmasının ve yaptığı “yatırım”larla birlikte bazı sosyal projeler gerçekleştirmesinin bile ‘olumluluk’ olarak görülmesi/gösterilmesi, Batılı emperyalistlerin Afrika halklarında bıraktığı kötü hatıra ve yarattığı öfkeden bağımsız anlaşılamaz.

Bugün aralarında Türkiye’nin de yer aldığı emperyalist ve kapitalist ülkeler Afrika’daki paylaşım mücadelesinde pozisyon alabilmek için bir yandan Batılı emperyalistlere duyulan tepkiyi yedeklemeye ve öte yandan tıpkı zamanında misyonerlerin yaptığına benzer bir biçimde “İnsani yardımlar”ı kullanmaya çalışıyorlar.

Türkiye’nin 1998’de “Afrika’ya açılım eylem planı”nı açıklamasıyla başlayan Afrika’ya yönelimi, AKP-Erdoğan iktidarı döneminde 2005’in “Afrika Yılı” ilan edilmesiyle ivme kazanmıştı. Başbakanlığı döneminde birçok Afrika ülkesini ziyaret eden Erdoğan, “Biz Afrika ile sömürgeci bir mantıkla, tek taraflı olarak değil, karşılıklı fayda ve saygı temelinde, iki tarafın da kazanacağı kalıcı bir iş birliği tesis etmek istiyoruz” diyerek Afrika’daki yayılmacı emellerini sömürgecilik eleştirisi üzerine kuruyordu.

Uzun bir süredir Erdoğan’ın A takımında yer alan MİT Başkanı İbrahim Kalın, 2015’te Aljazeera Türk’te yayımlanan yazısında “Türkiye Afrika’da ne arıyor?” sorusuna verdiği yanıtta “Bir Afro-Avrasya ülkesi olan Türkiye’nin kıtada barış ve istikrarın tesisine katkıda bulunmak ve kazan-kazan politikası ile Afrika ülkelerinin siyasi, ekonomik ve sosyal kalkınmasına yardımcı olmak” istediğini söylüyordu. Bu yanıtın en dikkat çekici noktası Türkiye’nin bir “Afro-Avrasya ülkesi” olarak tanımlanmasıydı. Çünkü bu tanım Erdoğan iktidarı ve temsilciliğini yaptığı tekelci burjuva gericiliğin tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi Afrika’da da yayılmacı emellerini Osmanlı’nın mirasçısı olma iddiasına ve “tarihsel-kültürel-dinsel ortak geçmiş”e dayandırmaya çalıştığını ortaya koyuyordu. Yeni Osmanlıcılık, bu kez Afrika’daki yayılmacı emellerde kendini gösteriyordu.

Cihan Çelik arkadaşımızın yazısında Türkiye’nin Afrika’daki askeri ve ekonomik varlığının bir dökümü yer aldığı için bu yazıda bu konu üzerinde durulmayacak. Ancak Bayraktar TB2’den Koç’un Otokar’ının zırhlı araçlarına, baraj ve enerji santrallerinden liman ve havaalanı yapım-işletmeciliğine ve Petrol-gaz arama çıkarmadan maden işletmeciliğine kadar son 20 yılda 5.4 milyar dolardan 40 milyar doların üzerine çıkan Afrika ile ticareti her ne kadar emperyalist güçlerle boy ölçüşecek boyutlarda olmasa da Türk burjuvazisinin iştahını kabartmaya fazlasıyla yetiyor.

Son dönemlerde Türkiye’nin Afrika’nın en kalabalık ülkesi Nijerya’nın yanı sıra 2022 ve 2023’te askeri darbelerin gerçekleştiği Burkina Faso ve Nijer’e ÖSO’dan devşirilen paralı askerler göndermesi tartışılıyor. Bu paralı askerlerin iktidarın yayılmacı emellerinin ve bu amaçla gerçekleştirdiği müdahalelerin araçlarından biri olarak kurulan SADAT üzerinden gönderildiğine dair ciddi iddialar bulunuyor. SADAT her ne kadar bu iddiaları reddetse de kurucusu Adnan Tanrıverdi’nin geçmişte yaptığı “Ortadoğu, Afrika ve Türki cumhuriyetlerin aralarında yer aldığı 25 ülkeye askeri proje sattıkları” açıklamalarını hatırlatmak gerekiyor.

Kalın, her ne kadar Türkiye’nin Afrika’daki varlığını “Barış ve istikrarın tesisine katkıda bulunmak” ile açıklasa da Türkiye’nin askeri varlığının ve üslerinin ne için kullanıldığı konusunda önümüzde Libya örneği duruyor. Türkiye, MİT ve binlerce ÖSO militanı üzerinden Libya iç savaşına müdahil olmuş ve dahası Erdoğan bu müdahaleye karşı çıkanlara M. Kemal’in 1911-1912’de Osmanlı askeri olarak katıldığı Trablusgarp Savaşı’nı hatırlatarak “M. Kemal orada ne yapıyordu?” yanıtını vererek Türkiye’nin o zamanlar Osmanlı toprağı olan Libya’daki yayılmacı emellerini ortaya koyuyordu.

Afrika’da emperyalist-kapitalist paylaşım mücadelesini sürdüren güçler arasında askeri üs açma konusunda da bir rekabet yaşanıyor. Bugün ABD, Fransa, Çin, İngiltere, Hindistan, B.A.E, İtalya, Japonya ve Türkiye’nin Afrika’nın çeşitli ülkelerinde askeri üsleri bulunuyor. Bununla birlikte son yıllarda Fransa’nın Afrika’daki varlığını zayıflatan askeri darbelerin arkasında ise Rusya (Wagner) yer alıyor.

2023’te Fransa yanlısı yönetimin devrildiği bir askeri darbeye sahne olan ve Türkiye’nin paralı asker göndermesiyle de gündeme gelen ülkelerden biri olan Nijer’i iki hafta önce Dışişleri Bakanı Fidan, Enerji Bakanı Bayraktar, Ticaret Bakan Yardımcısı Ağar’ın yanı sıra Milli Savunma Bakanı Güler, MİT Başkanı Kalın, Savunma Sanayi Başkanı Görgün’ün yer aldığı bir heyet ziyaret etmişti. Bu ziyarete katılan isimler, aslında iktidarın Afrika’da peşinde koştuğu askeri, siyasi ve ekonomik çıkarların da bir fotoğrafını veriyordu.

Sonuç olarak her ne kadar Afrika’da “insani yardım” gibi sunulmaya ve ülke içinde de “milli çıkarlar” ve “Osmanlı’nın mirasçısı büyük ülke” propagandası eşliğinde sürdürülmeye çalışılsa da Türkiye, Afrika’daki emperyalist-kapitalist paylaşım mücadelesinde kendi tekelci burjuvazisinin çıkarları temelinde yer almaya çalışıyor ve buradaki askeri varlığı da ülkeyi yeni tehdit ve çatışmalara sürükleme pahasına bu çıkarları korumak için bulunuyor.

                                             Evrensel - GÜNDEM

Evrensel'in manşeti: Afrika’daki Türkiye!

Evrensel, Türkiye sermayesinin ve devletinin Afrika'da hızla genişleyen varlığına mercek tuttu.(https://www.evrensel.net/haber/524782)

                                                                   ***
Zenginlerin para çalması yasal mı? -Avrupa'nın Gündemi-

Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta Almanya'daki vergi kaçakçılığı skandalı, İngiltere'de aşırı sağcıların ırkçı eylemleri ve Fransa'da devam eden Olimpiyatlara dair tartışmalar var.(https://www.evrensel.net/haber/524755)

                                                                  ***
Erişim engelini değerlendiren Uyanık: Türkiye sansür tarihine adını altın harflerle yazdırdı -Gözde Tüzer-

Instagram’a erişimin engellemesi Türkiye’nin gündeminde. Engele dair konuşan İletişim Uzmanı Şevket Uyanık ise “Sansür aşılabilir. Önemli olan, bu zihniyetin aşılabilmesi" dedi.(https://www.evrensel.net/haber/524778)

                                                                       ***
Çalışırken ölmemek için -Deniz İpek-

Arteche bir İspanyol şirketi. 1946 yılında kurulmuş. Elektrik enerjisi sektöründe, üretimden iletime ve dağıtıma kadar geniş bir alanda faaliyet yürütüyor. Avrupa, Amerika ve Asya’da olmak üzere toplam 11 üretim tesisi bulunan Arteche’nin altı ARGE merkezi, iki binden fazla çalışanı var. Dünyanın en büyük üç trafo üreticisi arasında yer alan Arteche, 334 milyon avroluk piyasa değeriyle İspanyol borsasında işlem görüyor, yenilenebilir enerji ve demir yolu pazarlarında sermaye yatırımları yapıyor.

Arteche 2021’de, İstanbul’da 1984’te kurulan ve Türkiye ile Endonezya’da iki fabrikası bulunan Esitaş’ı satın almış. Sancaktepe’den Dilovası Makine İhtisas OSB'ye bir yıl kadar önce taşınan Esitaş (Arteche) Elektrik Fabrikasında çalışan işçiler, yaklaşık bir yıldır sendikal örgütlenme mücadelesi yürütüyor. İşçiler şubat ayında sendikalaştıkları için işten atılmış. Birleşik Metal-İş Sendikası Gebze 1 No’lu Şubede örgütlenen Yunus Emre Taşdemir’in işten atılması üzerine işçiler üretimi durdurup fabrikayı bir gün işgal ederek yöneticilere geri adım attırmıştı. İş yerindeki işçi temsilcileri önce sendikanın atamasıyla göreve getirilmiş. Ancak bu temsilciler seçim yapılmasını talep etmişler. Aynı temsilciler, seçimleri, işçilerin yüzde 95’inin oyunu alarak kazanmış. Fabrika işçileri arasında birlik ve ortak hareket etme zemini daha da güçlenmiş. Sıra fabrikadaki çalışma koşulları ve işçi sağlığı ve güvenliğinin gerekliliğine yani ortamın iyileştirilmesine gelmiş. Bu andan itibaren de sendikayla tartışmalar başlamış.

KUVARS TEHLİKESİ

İşçiler trafolardaki yüksek gerilim ve alçak gerilim sargılarında ve dolgulu dökme reçinelerinde kullanılan kuvarsın çalışma ortamına yayılmasının önlenmesi için başlattıkları mücadeleyi temsilcileri aracılığıyla iş sağlığı ve güvenliği kurulunda gündem etmişler.

Şirketin iş güvenliği uzmanı, ortamdaki kuvarsın çok düşük olduğunu iddia etse de herhangi bir ölçüm sonucu da sunmamış. Kuvars tozuna maruziyet silikozis hastalığına yol açıyor. Silikozis, akciğerde toza karşı devamlı bir reaksiyon oluşturarak akciğerde kolajen lifleri artırıyor ve fibrozise yol açıyor. Dünya genelinde en yaygın görülen mesleki akciğer hastalığı silikozis.

9 MİLYON TL, İŞÇİLERİN CANINDAN DEĞERLİ

İşçilerin bir diğer talebi de fabrikada kalıp dökümü yapıldığı için termal konfor şartlarının sağlanması. Haziran ayının başında üç gün üst üste arkadaşlarının aşırı sıcaktan fenalaşarak hastaneye kaldırılması üzerine işçiler fabrika yönetimine bir an önce havalandırma yapılması talebini iletmiş.

Fabrika yönetimi ise 9 milyon TL’lik bir yatırım gerektirdiği gerekçesiyle seneye ertelemiş. Bunun üzerine işçiler iş bırakmayı planlayıp sendikaya haber veriyorlar. Sendika “Biraz bekleyelim bazı riskler var” cevabı veriyor. İşçiler tüm riskleri göze aldıklarını söylerken bu sırada da geçici çözüm olarak fabrikaya vantilatörler takılıyor. Sıcak havayı dağıtan vantilatörler sorunu çözmek yerine işçilerin, daha fazla sağlık sorunu yaşamasına sebep oluyor. Çoğunluğu kadın işçi olmak üzere 12 işçi sıcaktan bayılıyor, bir işçi kalp krizi geçirerek hastaneye kaldırılıyor. İşçiler çalışmadan kaçınma hakkını kullanarak iş bırakmak üzere harekete geçtiğinde çok sert bir mesajla sendikaya çağrılıyorlar. Sendikadan çalışmadan kaçınma hakkı için aldıkları cevap da “Sarkuysan 80 derecede, Kroman Çelik 100 derecede çalışıyor, siz 45 derecede çalışmadınız” oluyor.

ESİTAŞ İŞÇİSİ ÖRNEK OLACAK

Esitaş örneğinde görüldüğü gibi sendikalı bir iş yerinde bile çalışmaktan kaçınmak hakkı fiilen uygulanamıyor. Oysa çalışmaktan kaçınma hakkı iş sağlığı ve güvenliği konusunda işçiye verilmiş bir hak. Bu hak, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun 13’üncü maddesinde düzenlendiği şekliyle şöyle: İşçi, ciddi ve yakın tehlikeyle karşı karşıya kaldığında iş sağlığı ve güvenliği kuruluna, kurulun bulunmadığı yerlerde ise patrona başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir. Kurul acilen toplanır, patron ise derhal kararını verir ve durumu tutanakla tespit eder. Karar, işçiye ve işçi temsilcisine yazılı olarak bildirilir. Ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda ise işçi bu usule uymak zorunda olmaksızın iş yerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek belirlenen güvenli yere gider. İşçilerin bu hareketlerinden dolayı hakları kısıtlanamaz. İşçilerin başvurusu üzerine iş sağlığı ve güvenliği kurulunun veya patronun işçinin talebi yönünde karar vermesi halinde işçi, gerekli tedbirler alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınabilir. İşçi, gerekli tedbirler alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınma hakkını kullandığı döneme ait ücretini alacağı gibi, bu dönemde iş sözleşmesinden doğan ve kanunlardan gelen haklarını da kullanabilir. Bugün işçi sağlığı ve iş güvenliğinin ihlali veya bunun ihtimali olan her durumda çalışmaktan kaçınma hakkı, Türkiye’de en zor ama en gerçekçi taleplerden birisi ve özellikle sendikalı olmayan iş yerlerinde işçilerin örgütlenmesinin pratik adımı olmalı. Fakat sendikalı iş yerlerinde bile işçilerin hem patrona hem de bürokratik sendikal anlayışlara karşı da örgütlenmesi gerekiyor.

Arizona Üniversitesinden Prof. Herbert Abrams, Halk Sağlığı Politikası dergisinde yayımlanan “Mesleki Sağlığın Kısa Tarihi” başlıklı makalesinde, örgütlü emeğin, sanayi devriminden günümüze kadar birçok iş yeri sağlık ve güvenlik iyileştirmesinin merkezindeki temel faktör olduğunun altını çiziyor. Abrams, iş güvenliği uzmanları, doktorlar gibi profesyonel uzmanların; ölçümlerin yapılması, teşhislerin konulması, tehlikelerin tespit edilmesi gibi konularda çok değerli/önemli katkı sunsalar da yalnızca kolektif güce sahip işçilerin mücadele ve katılımlarının işçi sağlığına ilişkin bir değişiklik/ilerleme yarattığını vurguluyor. Bugün direnişini fabrika önünde 55 gündür sürdüren Esitaş işçileri 9 milyonluk maliyet nedeniyle yapılmayan havalandırma sistemi için, milyon avroluk dünya devi şirketlerine de sendikalarına da direnerek Türkiye işçi sınıfına “çalışmadan kaçınma hakkı” için rehber oluyor.

                                                          ***

Uğur Balkuv Triko'nun işçilere vaadi: ‘Ölme ama fazla da yaşama’ -H.Demir-

Dudullu OSB'de bulunan Uğur Balkuv Triko'da çalışan kadın işçilerle görüşüyoruz. Kadınlar yarış atı gibi çalıştırılmalarından, ürettiklerini satın alamadıklarından yakınıyor.

Dudullu Organize Sanayi Bölgesinde (OSB) kurulu olan Uğur Balkuv Triko, bölgenin en büyük tekstil ürünleri üreten fabrikası. Yaklaşık bin işçinin çalıştığı büyük bir fabrika. Fabrikada çalışanların önemli bir kısmı kadın. Başta Hugo Boss, Mango, Zara, Diesel, Massimo Dutti, Esprit, Timberland gibi markalara ürün üreten bir işletme. Yıllık ciroları trilyonları buluyor. Bu kadar devasa markalara tekstil ürünleri üreten bu fabrikada işçiler nasıl çalışıyor? İşçilerle vardiya çıkışlarında servis iniş güzergahlarında görüştük. İşten atılma tehlikesi yüzünden işçilerin isimlerini saklı tutuyoruz.

‘KOŞU ATI GİBİ ÇALIŞIYORUZ’

İlk görüştüğümüz kadın işçi merdiven altı tekstillerden daha derli toplu olması, yemekhane ve servis gibi imkanlarının daha iyi olduğunu ancak düşük ücret konusunda diğer yerlerden farksız olduğunu söylüyor: “Dışardan bir cezaevi binasına baksan orası da insana güzel gelir. Nihayetinde koşu atı gibi işleri yetiştirmek için yoğun çalışıyoruz. Aldığımız ücretler 30-40 bin lira değil. Modelist, ustabaşı, kalifiye kesimci gibi bazı arkadaşlarımız hariç çoğu işçi asgari ücret alıyor. Patron kazanıyor, biz açlık sınırında yaşıyoruz.”

“Aç kalmayalım diye buna katlanmak durumundayız” diyen işçi kadın “Hükümet asgari ücrete zam yapmayarak, ek zam vermeyerek bizi büyük bir karanlığa sürükledi” diyor. Servise yetişmek için yanımızdan ayrılıyor.

ÜRETTİĞİMİZİ GİYECEK BİR MAAŞ ALMIYORUZ

Esenşehir’de görüştüğümüz bir başka kadın işçi, “Fabrikamız triko üretiyor ancak ürettiğimiz kıyafetleri giyecek bir ücret alamıyoruz. Yoksulluk, açlık sınırının altındaki ücretlerle nasıl alalım?​” diyerek adeta köle gibi çalıştırıldıklarından bahsediyor: “İşimiz bir an önce siparişleri yetiştirmek. Sosyal hayat yok, kendimize ayıracak zamanımız yok. Bu hükümet işçiyi düşünmüyor. Her faturada ayrı vergi ödüyoruz. Beş kuruşluk bir değerimiz yok.”

Ücretlere ara zam yapılmamasından dolayı çok zorlandığını söyleyen kadın işçi, “Ben 20 bin lira kira ödüyorum. 30 bin lira maaş bile alsam geçinemem. 3 çocukla nasıl ay sonunu getireyim? Ailemin, kayınvalidemlerin desteği olmasa geçinemem” diyor. İşçilerin işten atılma korkusuyla zam talep etmekten çekindiğini söyleyen kadın işçi, “Devasa fabrikaya sıkışmış bir şekilde türlü tacizlere ve mobbinglere maruz kalıyoruz. Birlik olmayı henüz başaramıyoruz. Çabamız var ama yeterli değil. Birbirimize yeterince güvenmiyoruz” diyor.

FAZLA MESAİ İÇİN DUA EDİYORUZ

Vardiya çıkışında görüştüğümüz genç bir kadın işçi “Eskiden bizim akranlarımız çeyiz için çalışırmış, evlilik için, arkadaş bulmak için bile tekstilde çalışılırmış, devir değişti şimdi biz hayatta kalmak için çalışıyoruz. Gelecek kaygımız var, iş garantimiz yok. Yine bu bölgede UNO’dan, Omega Motor’dan ve Gamak Motor’dan atılan işçiler gelip burada çalışmak zorunda kaldılar” diyor. İşçilerin ciddi geçim sıkıntısı yaşadığını söyleyen kadın işçi, “Fazla mesai olsun da ücretimiz artsın diye dua bile ediyoruz” diye ekliyor. Söz ara zam ve vergiye geliyor. “Mehmet Şimşek utanmadan vergide adaleti sağlayacağız diyor. Benim aldığım 20-24 bin lira ücretten niye vergi alıyorsun? Kodamanların hükümeti bu” diye tepkisini dile getiriyor.

‘GARİBANDAN BORCUNU ALIP PATRONDAN SİLİYOR’

Görüştüğümüz kadın işçilerden biri, “2-3 yıldır çalışıyorum, ücretimiz gıdım gıdım artıyor. Bize ‘ölme ama fazla da yaşama’ diyorlar. Bir işçi ürettiği malı, ürünü alamıyorsa o işçi yoksuldur, açtır, açıktadır” diyor.

“En güzel ürünleri üretmek için gözlerimiz parmaklarımız gidiyor. Biz siparişi geciktirsek duymadığımız küfür, hakaret kalmaz.” diyen kadın işçi, hükümetin mali programlarına ateş püskürtüyor: “Bir garibandan SGK prim borcunu alıyorsun ama trilyonlarca SGK borcu olan şirketlerin ise borcunu siliyorsun. Böyle adaletsizlik olmaz. Bu adaletsizliğe karşı durmamız gerekiyor.”

(EVRENSEL)




         


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder