5 Ağustos 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" + Engels: İlk Yoldaş -5 Ağustos 2024-

Büyük İsrail Sorunu -Engin Solakoğlu

Karşımızdaki Filistin sorunu filan değil, Hamas ya da Hizbullah sorunu hiç değil, İsrail sorunu. Emperyalizmin belini kıramazsak Büyük İsrail Sorunu’nu çözebilmemiz mümkün olmayacak.

Yukarıdaki başlığı birçok farklı biçimde ifade edebilirsiniz. İsrail Büyük Sorunu, Büyük Sorun İsrail, Sorun büyük: İsrail vs.. Başlığın kastettiği İsrail’in Tevrat’a atıfla büyüme planları değil. Bu da “Büyük Sorun”un bir parçası elbette ama iş bununla bitmiyor.

Bölgede sorun çok. Meşruiyeti tartışmalı rejimler, insan yerine konmayan devletli, devletsiz halklar, küresel iklim düzensizliğinin bölgeye yansımaları, bunların da en başında su kıtlığı, hızla kirletilen ve yaşanmaz hale gelmesi an meselesi olan doğal çevre vs..

Ortadoğu sorunu üst başlığının altında sıraladığımız meselelerden son 80 yıllık dönemde en çok meşgul olduğumuz, tartıştığımız konu ise Filistin. Filistin sorunu aşağı, Filistin sorunu yukarı. Çeşitli kesimlerin çözüm aradığını iddia ettikleri, salt uluslararası düzlemde değil, ulusal ölçeklerde de yoğun çekişme konusu olan bir sorun.

7 Ekim 2023 sonrasında ortaya çıkan tabloya şöyle bir göz attığımda ilk aklıma gelen sorunun adını yanlış koyduğumuz, bir başka deyişle teşhiste hata yaptığımız sürece tedavinin, çözümün mümkün olmayacağı. O halde en sona bırakmadan adlandırmakta yarar var. Karşımızdaki Filistin sorunu filan değil, Hamas ya da Hizbullah sorunu hiç değil, İsrail sorunu. Büyük İsrail Sorunu.

Büyük İsrail Sorunu’nun kökeninde ise emperyalizm var. Emperyalizmin belini kıramazsak Büyük İsrail Sorunu’nu çözebilmemiz mümkün olmayacak. Bu cümleyi en üste yazıp altını iki kez çizdikten sonra son gelişmeleri ele alabiliriz.

Hafta içinde bölge ve belki de dünya yine büyük ölçekli bir savaşın eşiğine geldi. Tehlike geçmiş de değil. İsrail sekiz saat içinde iki farklı ülkede iki suikast düzenledi. O arada Suriye’ye mutat saldırılarına da devam etti. Orada ilginç bulduğum bir ayrıntı da var. Bölge faunasının artık bir parçası haline gelen cihatçı örgütler Suriye’de iki noktada (Nahta ve Hoş Arab) yönetimin kontrol noktalarına karşı saldırılar gerçekleştirirlerken İsrail de aynı anda Suriye’ye yönelik hava saldırıları yaptı. 
Bölgeyi izleyen herkesin bildiği ama çeşitli sebeplerle nadiren dile getirdiği bilinen bir gerçek var. IŞİD, El Nusra, El Kaide gibi kelle kesici çeteler bölgedeki her ülkeyi bir şekilde hedef alıyorlar ama ne hikmetse İsrail’e hiç dokunmuyorlar. Aksine yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi İsrail’le koordine saldırılar gerçekleştiriyorlar. O saldırıyla ilgili paylaşım yapan ABD’li Charles Lister Washington merkezli MEI’nin (Middle East Institute - Ortadoğu Enstitüsü) bir yetkilisi. MEI’nin sitesinde Enstitünün amacı “ABD ve Ortadoğu halkları arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi” şeklinde aktarılıyor. Lister daha çok Suriye “üzerinde” çalışıyor. Birkaç haftadır kendi kurduğunu söylediği syriaweekly.com isimli bir internet sitesini de yönetiyor. Mister Lister Suriye’deki son çatışmaları ve İsrail’in hava saldırısını aktardığı mesajı şu parlak zekâ ürünü denklemle bitiriyor: Esad=Kaos.

İnsanda biraz utanma olur. İsrail’in akla gelebilecek her türlü haydutluğu yaptığı, soykırım gerçekleştirdiği bir sırada, Suriye’de İsrail çıkarlarına hizmet ettiğine kuşku bulunmayan cihatçıların, İsrail’le birlikte yaptıkları saldırılardan Esad’ın sorumlu olduğu anlamına gelecek bir sonuç çıkartmak en hafif deyimle alçaklığa yeni bir boyut getirmek olarak tarif edilebilir. İsrail bir yandan bir soykırım yürütürken, Filistinli tutsaklara tecavüz özgürlüğünü kamuoyu önünde Tevrat’a referansla, insan hakları diye yeri göğü inleten ABD ve müttefiklerinden gık çıkmadan savunabilmekte, bir dünya savaşına kadar gidebilecek süreci başlatmak için siyasi cinayetler işlemekte ancak ABD’nin bölgeye layık gördüğü ileri zekâlılara göre, Esad sözcüğü kaos anlamına gelmektedir. Bu riyakârlık şahikası, içinde yaşadığımız Büyük İsrail Sorununun önemli kanıtlarından biridir.
İsrail’in bu haftaki marifetleri Türkiye’de de alıştırıldığımız ama asla alışmamamız gereken tarzdan tepkilere yol açtı. Bir tarafta Akepe’nin İhvancı çekirdeğinin hıçkırıkvari hareketlerini izledik. Dövündüler, tepindiler, ihtimaldir ki samimiyetle üzüldüler ama aynı tepkileri vermeyenleri tehdit etmeyi de ihmal etmediler. Şu nüansı da hatırlatmakta fayda var. Akepe’nin bu çırıpınışları özellikle Hamas’ın siyasi lideri Haniye içindi. Direniş ekseni denen ittifak içinde en azından şimdilik aynı tarafta görünen Hizbullah’ın komutanı Fuat Şükür’ün öldürülmesi ise aynı ölçüde “sarsıntı” yaratmadı Akepe çevrelerinde.
Haniye’nin kendisine devlet diyen büyük bir sorun tarafından suikastla ortadan kaldırılması sonrasında ilan edilen bir günlük yas, camilerden okutulan selalar, kıldırılan gıyabi cenaze namazları Akepe açısından pek de parlak iç siyasi sonuçlar doğurmadı. Erdoğan kabinesinin üyesi o namazlardan birinden resmen kovalandı. Kamuoyunun geniş kesimleri ise “bize ne” ile “iyi olmuş” arası bir ruh hali içine girdiler.

Bu tabloda İsrail’in Türkiye’deki geleneksel etkisi, Arap düşmanlığını göçmen karşıtlığıyla harmanlayan yaygın anlayış ve her nedense laiklik ile İsrail destekçiliğini özdeşleştiren çarpık düşünce yapısı kadar, konuya dinsel dayanışma ekseninde bakan muhafazakâr kesimlerin en azından bir bölümünün Akepe’nin Filistin konusundaki “samimiyeti”ni hiç inandırıcı bulmaması da rol oynadı bana kalırsa.

Erdoğan yönetimi ise bu PR hezimetinin acısını, sosyal medyadan, Anayasa Mahkemesi’nden ve muhalefetten çıkartmaya çalışıyor. Bununla birlikte, başarılı olduğu noktalar da var. Birincisi, halkın her geçen gün artan ve daha da şiddetleneceğine kuşku bulunmayan geçim sıkıntısını bir süreliğine de olsa gündemin arka sıralarına ittirmiş oldu. İkincisi, nüfusun önemli bir bölümü tarafından, salt çiçek böcek paylaşmak için değil ticari maksatla da yoğun şekilde kullanılan bir sosyal medya mecrasını da keyfi bir kararla kapatarak güç gösterisi yaptı. Üstelik bu kadar hukuksuzluğa karşı memlekette tek yaprak kıpırdamadığını da göstererek iktidarından sebeplenen “yandaşlarına güven, mızmızlananlara ise gözdağı” vermiş oldu. 
Şu notu da düşeyim. Bu konuyla ilgili olarak Akepe’nin “iş/ticaret iklimini bozduğu için çok oy kaybedeceğine” dair yorumlara da denk geldim. Erdoğan rejiminin en azından önümüzdeki birkaç yıl o türden bir kaygısı olmayacağını düşünüyorum.

Haniye suikastının ardından İran ile İsrail arasında yükselen ve aslında hâlâ devam eden gerilimin Türkiye’de yorumlanma biçimi de başka acıklı manzaralara sahne oldu. Savaş tehlikesinden bahsedilen geçen cuma gecesi ana muhalefetin yarı resmi kanalındaki tartışma programında bir ceza avukatının uzun ve detaylı “jeopolitik” analizlerine maruz kaldım. Böylelikle aslında dış politikanın da, tıpkı hayatında uzaktan bir top görmüş herkesin uzmanı olduğu futbol gibi, dünyanın yuvarlak olduğunu ilkokulda öğrenmiş herkesin yorumlayacağı kadar basit, bilgi gerektirmeyen ve üç otuz paralık spekülasyona açık bir alan olduğu ortaya çıkmış oldu.

Bunun dışında, yorumcularının çoğunun cinayeti işleyen katilin öldürme yeteneğine duydukları hayranlığı dile getirmelerine, İran’ın “kâğıttan kaplan” olduğu gibi çok özgün tespitlerine tanık oldum. Benim o tespitlerde en çok eğlendiğim taraf, o müthiş stratejistlerin sıraladıkları İran’a dair zaafların neredeyse tamamının, başka bir ülkenin televizyon kanalında Türkiye için de rahatlıkla sayılabilecek olmalarıydı.

Bir diğer yaklaşım ise “aman biz bulaşmayalım” cümlesiyle özetlenebilir. Öyle bir olasılık yok ne yazık ki. Askeri/siyasi planda doğrudan müdahale edilmese bile, bölgede yaşanacak bir savaşın Türkiye’de yaşayanların ezici çoğunluğunun hayatını çok daha zorlaştıracağına emin olabilirsiniz. Kaldı ki o askeri ve siyasi planın tanımı Türkiye’nin taraf olduğu askeri/siyasi ittifak anlaşmalarında mevcut.

İşte bu yüzden, “yesinler birbirlerini’’ deyip ekran ya da telefon karşısında çekirdek çıtlatma lüksüne sahip değiliz. 

Büyük bir İsrail sorunumuz var. Büyük bir emperyalizm sorunumuz var. Örgütlenerek bu sorunları çözmeden rahat yüzü görmek bir yana, hayatta kalabilme olasılığımız bile zayıf.

                                                            /././

Daima Engels: Cesaretimizi hiç kaybetmedik General! -Gamze Yücesan Özdemir-

21 yaşındayken topçu birliğinde yaptığı gönüllü askerlik sonrası askerliğe dair tüm bildiklerini işçi sınıfının mücadelesine taşıdı. Tam da bu nedenle, Marx'ın aile çevresinde General dendi ona.

Başka bir dünyanın kapısını açtı Engels, hem teorik hem de politik olarak. O kapının kapatılamaz olduğunu, önüne perde çekip ışığını yok etmeye çalışanlar kadar o kapıdan geçmek isteyenler de biliyor. 129. yıldönümünde bugün Engels’i anmak, yalnızca anımsamakla değil; aynı zamanda ondaki teorik ve politik cesareti hiç kaybetmemek ve yarına taşımakla mümkündür. Engels’i anmak onun cesaretini mümkün kılan tarihsel maddeciliğe, diyalektiğe ve devrimci kişiliğe sahip çıkmak ve sosyalizmi yeniden kurmaktır.

Engels’in tarihsel maddeciliğe katkısı eşsizdir. Marx’la birlikte tarihe “neden” diye sorabilmenin yolunu açtılar. Bu yolda yürüyüp tarih kıtasını keşfettiler. Tarihi aşkın, ereksel bir metafizik olgu olmaktan çıkarttıkları gibi rastgele bir araya gelmiş olaylar yığını olmaktan da kurtardılar. Toplumsal sınıflar arasındaki çelişkilerin çevirdiği koca bir tekerlek gibiydi tarih. Sırtındaki arabayı bir yerden diğerine taşıyordu. Gideceği yer tam bilinemese de geçmiş olduğu ve şu an durduğu yerle ve bu yeri biçimleyen koşullarla ilgiliydi. Sömürü, şiddet, sermaye birikimi arasındaki bağlantıyı ortaya koydular. Sömürü, emperyalizm ve geri kalmışlık arasındaki bağlantının ifşasına imkan sağladılar. Meta fetişizmi ve sınırsız birikim üzerine söyledikleri doğanın tükenişini anlamak ve açıklamak için temel çıkış noktasıdır. Sömürüyü ve buna karşı direnişi yani toplumsal mücadeleyi hayatın amacı yaptılar. Onların kuramı, anlama ve açıklama kadar değiştirmeyi, daha doğrusu kaçınılmaz olan değişimin akışına müdahale etmeyi hedefledi. 
 
Tarihsel maddeciliğin anlam ve kavram hazinesine Engels öncü bir yöntemle katkı verdi: işçi sınıfı etnografisi. Ethno (halk) ile graphy (yazmak) kelimelerinin birleşiminden oluşan etnografi, incelenen topluluğun yaşamına yoğun ve etkin katılarak, bu yaşamın iktisadi, siyasi ve kültürel boyutlarını derin ve ayrıntılı şekilde anlama ve açıklama çabasını ifade eder. İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabında Londra’nın, Leeds’in, Manchester’ın gürültülü caddelerinde, işçi mahallelerinde, fabrikalarında, “pub”larında birlikte olduğu ve gözlemlediği emekçi sınıfın yaşamını ve mücadelesini yazdı. Bu kitap işçi sınıfı etnografisine dayanarak sosyal bilimlerin esasına ilişkin çok şey söyler: sınıfı bütünlüğü içinde görme, toplumsal ve siyasal bağlamı açıklama, üretim noktası ve gündelik hayatın organik birliğini gözetme, dönüşümü var edecek direniş damarlarını arama.

Tarihsel maddecilik cesarettir. Yaşamı anlamayı, açıklamayı ve dönüştürmeyi mümkün kılar. Bu arayışın terk edildiği her yer umutsuzluğa ya da onunla çok benzer kapitalizm içi demokrasi arayışlarına hapsolur. Tarihsel maddeciliğin gücü de güncelliği de, bu teoriyi kafalara çakıp öyle hareket ettirmesinden değil, başka hiçbir teorinin açıklayamadığı durumlarda kendisine baktırmasından kaynaklanır.

Engels’in teorik çalışmalarında oldukça önemli bir yer tutar diyalektik. Diyalektik var olan hareketi, değişimi ve ilişkiselliği kavrama ve yakalamadır. Engels Anti-Dühring ve Doğanın Diyalektiği kitaplarında hücrenin keşfinden, enerjinin dönüşümü yasasından, evrim teorisinden yola çıkarak, “hareket, maddenin oluş halidir” diye açıklar. Diyalektik hareket halindeki bir gerçekliği, o gerçekliğin kendinden, içinde bulunduğu ilişkilerden ve onu o hale getiren süreçlerden yola çıkarak kavrama çabasıdır. 

Diyalektik cesarettir. Klasik bilimin formel mantığının karşıtlıklar, ikilikler olarak görüp, durağan, sabit olgular olarak ele aldığı gerçekliği terk etmektir. Bir şey ya vardır ya yoktur, ya olumludur ya da olumsuzdur, ya nedendir ya sonuçtur diye bakmak nasıl da tekrar edici ve bıktırıcıdır. Hareketli ve ilişkisel gerçekliği dondurarak, yalıtık ve ölü halleriyle ele almak yarınsızdır. Diyalektik terk edildiğinde gerçekliğin durgun hallerine bakarken onun oluş ve yok oluşu unutulur, yarının daha farklı olacağı ihtimali terk edilir. Toplumun hareket halindeki gerçekliğine diyalektikten daha yakışan bir çözümleme aracı bulmak mümkün değildir.

Engels’i devrimcilikle buluşturan kişiliği bir ömür boyu değişmez. Onda devrimci tutumun tüm değerleri üst üste gelir, içselleşir: sorumluluk, irade, kararlılık, gözüpeklik, alçakgönüllülük, toplumsal olana sadakat ve samimiyet. O gerçek bir yoldaştır, hem Marx’a hem de teoride açığa çıkan hakikate. Marx’la üretmiş oldukları ortak eserler, birlikte verdikleri siyasal mücadele, yüzlerce mektup, sayısız anı… Kapital’in II. ve III. ciltleri bir dehadan kalan düzensiz not yığını, yorumlar, alıntılar olmanın ötesine geçebildiyse, bu Engels’in yoğun çabası, derin bilgisi sayesindedir. 

Onda iyimserlik de öne çıkar. O iyimserdir ve her devrimci iyimser olmalıdır, devrim yaşanmamış gelecek adına geçmişle hesaplaşmaksa eğer. Engels teoriyi tutuculuktan kurtarmak için onu eylemle geleceğe taşımak gerektiğine inandı ve onu savundu. Ütopyacıları eleştirdi ama onlardan geleceği kurma tutkusunu aldı. Geleceği kurma için maddi gelişmeleri değerlendirdi. Ve geleceği kurmada işçi sınıfını özne kıldı. Siyasal stratejilere de sahipti. 21 yaşındayken topçu birliğinde yaptığı gönüllü askerlik sonrası askerliğe dair tüm bildiklerini işçi sınıfının mücadelesine taşıdı. Tam da bu nedenle, Marx'ın aile çevresinde General dendi ona.

Devrimci kişilik cesarettir. Devrimci kişilik birleşmişlik ve dayanışma bağlarıyla kurulan mücadelede yoldaşlık, toplumsal sorumluluk ve erdemle var olmaktır. Ve günümüzde liberalizmden sosyalist siyasete sızan aktivizmden, bireysel sorumluluktan ve anlık tepkilerle siyaset üretmekten çok farklıdır. 

Bugün insanlık savaş, küresel ısınma gibi nedenlerle değil devrimsizlik nedeniyle yok olma tehlikesi altındadır. Devrimsizlik kurtarıcıların gelmemesi ya da kapitalistlerin çok güçlü hale gelmesi durumu değil kurtulmak için gerekli hayal gücünün, istemin ve en önemlisi erdemin bitmesi durumudur. Toplum adına değil, sevdiklerimiz için değil, sermaye için çabalamanın normalleşmesidir. Emperyalist müdahalelerin içselleştirilmesi, bağımsızlığın değersiz hale gelmesidir. Ancak Engels’in cesaretiyle devrimi, toplumsal sorumluluğu, iradeyi mücadelede var edebilmek ve şunu söyleyebilmek mümkün: Devrim eski bir efsane, sosyalizm imkansız bir ütopya değil.

Engels, Marx’ın ölümü sonrası 1883’te F. Sorge’ye gönderdiği mektupta şöyle yazar: “İnsanlık zamanımızın en büyük beynini yitirdi.” Ve ekler “düzenbazlara olmasa bile, yer yer yanıp sönen mum ışıklarına, küçük yeteneklere gün doğdu. Nihai zafer yine kesin ama dönüşler, geçici ve yerel sapmalar -bunların hepsi kaçınılmazdır- şimdi biraz daha yeşerecekler. Ne yapalım, bunun da üstesinden geleceğiz; zaten bunun için burada değil miyiz? Bu yüzden cesaretimizi kaybetmekten çok uzağız.” Bizler de 21. yüzyılda aynı cesaretle Engels’in ardından yürümeye devam ediyoruz.

129. ölüm yıldönümünde, biz devrime ve sosyalizme inanmış olanlar Engels'in anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. Cesaretimizi hiç kaybetmedik General!  

                                                         /././

İran, Filistin ve ne yapmalı? -Kemal Okuyan-

Bugün bizim soracağımız soru şudur: İsrail ve ABD’nin İran’a dönük saldırganlığını “kahrolsun mollalar diktatörlüğü, kahrolsun siyonizm, kahrolsun ABD emperyalizmi” basitliği ile mi karşılayacağız?

İslamcıların büyük bir bölümü İran’la uğraşmaya devam ediyor. Kimilerine göre İran boyundan büyük işlere kalkışıyor, bu nedenle İsrail’in elini güçlendiriyor. Daha ötesini söyleyenler de var. İran’ın ABD ve İsrail ile gizli bir işbirliği yaparak İslam dünyasına karşı komplo kurduğunu ileri sürüyorlar.

Türkiye’de laik duyarlılığı olan kesimlerin İran’a dönük yaklaşım ve değerlendirmelerinde ise şaşırtıcı bir yan yok. Asıl siyasal ve toplumsal alanın dinsel referanslarla şekillendirildiği bir ülkeye seküler kesimlerin sıcak bakması tuhaf olurdu.

Gerçi ABD karşısındaki tutumu nedeniyle İran’daki rejimin yarattığı karanlığın görmezden gelinmesi gerektiğini düşünenler arasında hatırı sayılır sayıda aydınlanmacı aydın ve siyasetçi de var. Onlar için ABD karşısındaki konumlanış yalnızca en önemli parametre değil, gerçekliğin diğer kısmını tamamen devre dışı bırakan bir üst belirleyen. Rusya ve Çin için de böyle düşünüyorlar.

Ancak yine de bu sıralar Türkiye’deki hava, tüm İsrail saldırganlığına karşın, İran aleyhine… Yandaş ve “muhalif” medyanın önemli bir bölümü İran’ı şu ya da bu şekilde itibarsızlaştırma peşinde.

“Kolpa devlet, kağıttan kaplan” gibi ifadeler AKP medyasına ait… 

Belli ki, iktidar, İran’la rekabet açısından oldukça çetin bir döneme girilmekte olduğunu biliyor ve kendi tabanını her zaman etkileyebilecek bir İslamcı rakibi uzak tutmak istiyor. Yani konunun Türkiye’deki İslamcı toplumsal kesimlerin kontrolü boyutu var.

Bu kadarla sınırlı değil elbette.

Türkiye dengelerin sürekli değiştiği bir bölgede İran ile yalnızca ülkeler değil, siyasi hareketler bağlamında da rekabete girmiş durumda. Hamas’ın İran’a kaptırılmasından geçen yazımda söz etmiştim. Hamas en önemlilerinden ama bölgede çok sayıda silahlı grup sırtını sağlama alacak devlet arayışı içinde. Bunları İran’a bırakmak istemeyen Ankara, her fırsatta İran’ın “güvenilemeyecek kadar zayıf” olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

Reisi’nin öldüğü helikopter kazasından sonra arama çalışmalarına katılan İHA’ların performansının daha ilk günden abartılı bir biçimde gündem edilmesi ve Akıncılarla gökyüzünde ay-yıldız çizilmesi İran’ın içini de karıştıran tuhaf bir hamle olurken, aynı zamanda İran himayesindeki bütün unsurlara “gördünüz mü haminizin acizliğini” mesajı verildi.

Ve bu ne kadar az yadırgandı ülkemizde?

Bir komşu ülkenin Cumhurbaşkanı ölüyor, üstelik yas ilan ediyorsun ama henüz daha cenaze kalkmamışken “sen liderini taşıyan helikopterin enkazını bile bulamıyorsun, ben buluyorum” diye propagandaya girişiyorsun! 

Söylediğimiz gibi, AKP’nin İsrail ile olan geriliminden daha önemsiz değil İran’la olan rekabet.

Peki İran’ı nereye yerleştireceğiz?

İran yalnızca dinsel kurallarla yönetilen ve halkın temel özgürlüklerinin kısıtlandığı bir ülke olduğu için değil aynı zamanda derin eşitsizlik ve sömürü nedeniyle de benimsenebilecek bir ülke değil. Öte yandan ABD’nin ve genel olarak batılı emperyalist ülkelerin İran’a dönük saldırganlığını İran’daki toplumsal düzen gerekçesiyle mazur görmek ya da iki sömürücü güç arasındaki çatışmaya indirgemek büyük hata olur.

Değerlendirilmesi ve sağlıklı devrimci tutum geliştirilmesi zor başlıklardır bunlar.

İran’da dinsellikle sarmalanmış kapitalist düzene karşı mücadele her durumda meşru ve öncelikli bir görevdir. Bu görevle uluslararası gerçeklik arasında bir gerilim ortaya çıkabilir ve genellikle çıkar. Bu noktada formüller, şablonlar geçersiz hale gelir. Her somut durumda o ülkenin devrimcilerinin bu karmaşayı devrimci bir biçimde çözme yaratıcılığını göstermeleri gerekir.

İran’daki rejimin ABD ve İsrail tehdidini içerideki baskıları meşrulaştırmak ve sömürü ilişkisini gizlemek için değerlendirdiği çok açık. Ve dünyada bunu yapan bir tek Mollalar iktidarı değil. “Susun oturun, sesinizi çıkarmayın, dış düşmanla boğuşuyorum” yabana atılır bir argüman değil. Bu argüman ancak sistematik ve akılcı bir siyasal mücadele ile boşa çıkarılabilir. 

İran’da ne yazık ki, ABD emperyalizminin saldırıları karşısında yurtsever, dinci iktidar karşısında aydınlanmacı, kapitalist sömürü karşısında toplumcu bir toplumsal irade yıllar içinde yeterince güçlenemedi. Bugün bir değerlendirme yaparken bu yokluğu da veri almak durumundayız.

Dünyanın bütün ezilenlerinin tarihsel çıkarları açısından her örneğin titizlikle değerlendirilmesi ve ona göre politikalar geliştirilmesi zorunlu. 

Bugün sözünü ettiğim ilkeler doğrultusunda hareket eden bir toplumsal-siyasi güç İran’da kendini hissettirse emin olun, İsrail ve ABD İran politikalarını gözden geçirir. Ha, ilk önce bu gücü manipüle etmeye, kendi çıkarları için kullanmaya, satın almaya çalışırlar ama bir noktadan sonra, başlarına daha büyük bir bela alacaklarını düşünerek İran üzerindeki baskıyı hafifletirler.

Bugün bizim soracağımız soru şudur: İsrail ve ABD’nin İran’a dönük saldırganlığını “devrimci keskinlik” içeren bir “eşit mesafe” ile değerlendirip “kahrolsun mollalar diktatörlüğü, kahrolsun siyonizm, kahrolsun ABD emperyalizmi” basitliği ile mi karşılayacağız?

Aynı soru İsrail ile Lübnan arasındaki gerilim için de geçerli. Yarın İsrail Lübnan’ı işgal etmeye kalktığında, “Lübnan’da da berbat bir toplumsal düzen var” diyerek “tarafsız” bir tutum mu alacağız?

Bu sorulara sağlıklı yanıt vermek için, verili güç dengeleri içinde, hangi sonucun devrimciler için daha iyi sonuç vereceğini de hesaba katmak durumundayız. 

İsrail ve ABD ile saf tutmak zaten gündem dışı. Lübnan ya da İran’daki komünistlerin, devrimcilerin mevcut iktidarların eklentisi durumuna düşmesini engelleyecek bağımsız bir tutum alma zorunluluğu ile uluslararası dinamiklerin ortaya çıkardığı gerçekliği aynı anda değerlendirerek politika geliştirmek zorunludur.

Lübnan, İran ya da Suriye’yi İsrail ya da ABD ile eşitlemenin, Birinci Dünya Savaşı’nda iki emperyalist blok arasında tercih yapmayarak, savaşa katılan bütün emperyalist ülkelerde “burjuva hükümetlerin devrilmesi için mücadele”ye çağıran Lenin’in çağı değiştiren devrimci politikalarının izinden gitmek anlamına geleceğini düşünmek çocukluk olur.

Buradan bir karikatür çıkar.

Zorlu meselelerdir bunlar.

Bunun koşulları neredeyse yok ama diyelim ki AKP hükümeti “ben Filistinlilerin katline daha fazla göz yumamam, insanlık adına müdahale edeceğim” gerekçesiyle Türkiye’yi İsrail’le bir sıcak çatışmanın eşiğine getirdi. Ne yapmak gerekir?

“Savaşa her durumda karşı olmak”, öncesinde başka bazı başlıklar ihmal edilmişse eğer, böyle bir an gelip çattığında, anlamsız ve etkisiz bir tutum olur, kimse ciddiye almaz.

İşte bu türden zorlu başlıklarda, tutarlı, ikna edici ve devrimci politikalar için bugünden ne yaptığınız önemlidir.

Türkiye bir NATO ülkesidir. Türkiye’nin NATO’dan çıkması için üzerinize düşeni yapmanız gerekir. Bununla bağlantılı olarak ABD ve diğer emperyalist ülkelerin Türkiye’deki varlığı, etkisi ve bağlantılarını karşınıza almanız…

İsrail ile ilişkilerdeki pragmatizm her daim sorgulanmalı, teşhir edilmelidir. İsrail Devleti’nin Türkiye’deki ağırlığının kırılması için uğraşılmalıdır.

Türkiye’deki tekelci düzenin dış politikayı da belirlediği emekçi halka iyi anlatılmalı, “sınır ötesinde hepimiz biriz” saçmalığına karşı durulmalıdır. Türkiye’nin ulusal güvenliği diye yutturulan açılımların tamamen büyük sermayenin güvenliğine denk düştüğü ısrarla vurgulanmalıdır. Sermaye egemenliğine karşı mücadele hiçbir durumda zayıflamamalıdır.

Filistin direnişinde ya da genel olarak Ortadoğu’da ABD ve İsrail saldırganlığına karşı İslamcı hareketlerin öne çıkmasının seküler hareketlerin giderek emperyalist ülkelerle ve sermaye ile mücadeleyi terk etmelerinden kaynaklandığının bilincinde olarak İslamcı renkler taşıyan direnişi yargılamak yerine o direnişe güç verip, devrimci unsurların yeniden öne çıkmasına yardımcı olunmalıdır.

Bunlar yapılmazsa, günü geldiğinde karmaşık bir problemin karşısında afallanıp kalınır. 

Bunlar yapılırsa ve toplumsal bir etki yaratırsa savaş engellenir, engellenemezse de devrimci müdahaleler için bir zemin yaratılır.

Ülkemizin, bölgemizin, insanlığın afallayıp kalmayan, saçmalamayan, ilkeli ve yaratıcı devrimcilere gereksinimi var.

                                                                /././

Hatay'da rezerv alan tartışması büyüyor: 'Binlerce imza verdik muhatap bulamıyoruz' -Özkan Öztaş-

Hatay'da deprem sonrası yapılan inşa sürecinde yürürlüğe giren "rezerv alan" tartışmaları devam ediyor. Binlerce imza veren Defne Çekmece Mahallesi'ndeki Gültepe halkı muhatap bulamıyor.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın olur kararıyla Hatay'ın Antakya ve Defne ilçesine bağlı mahalleler rezerv yapı alanı olarak ilan edilmişti. Defne ilçesine bağlı Çekmece Mahallesi ve Gültepe mevkii de onlardan biri. 

Bakanlığın geçtiğimiz Aralık ayında duyurduğu belgede, "6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun" kapsamında, Antakya ve Defne ilçesine bağlı 207,35 hektar büyüklüğe sahip alan "Rezerv Yapı Alanı" olarak belirlendi. Hatay'da bu alanlarda ortalama 50 bin yurttaşın yaşadığı tahmin ediliyor. 

Ancak rezerv yapı alanı ilan edilen alanlarda bulunan binaların hasarsız dahi olsa yıkılmasını öngören kentsel dönüşüme yönelik düzenlemeler içeren kanun depremzedelerin tepkisini çekiyor. Sağlam olan binalarının yıkılmasına hatta bazı örneklerde mezarlıkların dahi rezerv alanı ilan edilerek yapılaşmaya açılmasına yol açacak düzenleme Hatay'da sabır taşını çatlatmış durumda.

Konu geçtiğimiz gün Hatay'ın Defne ilçesindeki belediye meclis toplantısında da gündeme geldi. Binlerce imza ilettiklerini ancak Valilikte hiçbir muhatap bulamadıklarını ifade eden Gültepe halkı bir araya gelerek sorunlarını duyurmaya çalıştı.

'Binlerce imza verdik ancak muhatap bulamadık'

Rezerv alan ilan edilen bölgedeki depremde yıkılmayan ve sağlam evlerinin akıbetini merak eden mahalleli, aralarında topladığı binlerce dilekçeyi Hatay Valiliği'ne teslim ettiğini ancak aradan geçen zamana rağmen hâlâ kimseye ulaşamadıklarını belirtti. Defne Belediye Meclis Toplantısı'nda da sorunlarını dile getiren Gültepeliler, yaşadıkları sorunlara çözüm aradıklarını ve yetkililerle konuşmak istediklerini ifade etti.

Konuyu belediye meclis gündemine taşıyan TKP Defne Belediye Meclis grubu ve sözcüsü Uğur Kuş, Gültepe halkı ile gerçekleştirdikleri basın açıklamasında şu ifadelere yer verdi: 

"Rezerv alan konusu Defne'de pek çok insanı mağdur eden bir konu. Burada devlet kurumlarının vatandaşı doğru bilinçlendirmediğini, bilgi vermeden evlerini boşaltmaları için ihtar kağıtlarını astığını görüyoruz. Hatta bugün itibariyle Gültepe Mahallesi'ne kepçelerin de girdiği görülmüştür.

Burada biz TKP'li meclis üyeleri olarak ve Defneliler olarak koşulsuz şartsız rezerv alan evet demiyoruz. Ama koşulsuz şartsız rezerv alana hayır da demiyoruz. Burada devletin yetersiz, eksik bilgilendirme ile bir proje yürüttüğünü görüyoruz. Bizim itirazımız buna. Biz rezerv alanda adil bir uygulamaya dikkat çekmek istiyoruz.

Bu şekilde bütün vatandaşların sorunları giderilmeden, tatmin edilmeden, akıllarındaki soru işaretleri giderilmeden yapılacak rezerv alan uygulaması hatalı olur. Soru işaretleri giderilene kadar rezerv alan uygulamasının durdurulmasını ve acil çözüm bulunmasını talep ediyoruz."

Hatay'da birçok örnekte yurttaşlar evlerinin rezerv alanına dahil edildiğini bir telefon mesajıyla öğrendi.

'Hatay halkına daha fazla zulüm etmenize izin vermeyeceğiz'

Yaşanan sorunlara dair bir açıklama yayınlayan TKP Hatay İl Örgütü de yaşananlara müsaade etmeyeceklerini ve Hatay halkına daha fazla zulüm edilmesine izin vermeyeceklerini belirtti:

"Hükümet ve ilgili bakanlıkların bu bilgi kirliliğine bir son verip, depremin üzerinden 2 yıla yakın zaman geçmesine rağmen ortada duran bu garabetin rezerv alan bilmecesinin çözülmesini, halkın haklarının korunarak çözüm üretilmesini ve halka uzun vadede ne gibi bir planları oldugunu anlatıp, en temel hak olan barınma hakkının bir an önce sağlamasını bekliyoruz. Bu belirsizlik, bu karmaşanın en büyük sebebinin rant ve talan için pusuda bekleyen sermaye olduğunu biliyoruz ve uyarıyoruz: Depremde kaderine terk ettiğiniz Hatay halkına daha fazla zulüm etmenize izin vermeyeceğiz ve her türlü haksızlıkta bizi karşınızda bulacağınızı buradan ilan ediyoruz."

Engels: İlk Yoldaş -soL/Arşiv

Kendisi üzerinden harekete zarar verebilecek saldırılara karşı hep önlem aldı Engels, ama harekete yararı olacağını bildiği her durumda kendi hayatını, adını, namını önemsiz görmekten kaçınmadı.

Bilimsel sosyalizmin Karl Marx ile birlikte kurucusu kabul edilen Friedrich Engels'in 129. ölüm yıldönümü sebebiyle Yiğit Günay'ın 28 Kasım 2020'de kaleme aldığı "Engels: İlk Yoldaş" başlıklı yazısını yeniden yayımlıyoruz. Bu yazı, Engels’in ölüm yıldönümünde, 5 Ağustos 2020’de soL Haber Portalı’nda yayımlanan “Bir büyük kavga insanı: Friedrich Engels” başlıklı yazının da genişletilmiş versiyonudur.

Hakkında sayısız şey söylenebilir, ki söylendi. Hakkında ciltlerce kitap yazılabilir, ki yazıldı. O yüzden, ve kaçınılmaz olarak, insanlık tarihine damga vurmuş, dolu dolu bir yaşam sürmüş her büyük kişiliğe dair birşeyler yazmak isteyen herkesin karşı karşıya kaldığı soruyla biz de muhatabız: Hangi yönünü anlatmalı? Neresinden tutmalı?

Yanıtımın kişisel, ve biraz da duygusal olduğunu itiraf etmeliyim. Üzerinde durmak istediğim, evet Engels’e, ama aynı zamanda, ve belki daha fazla, bize dair bir nokta: Engels, bizim ilk yoldaşımızdı.

Sadece aynı yolda yürüyüp aynı uğurda mücadele ettiğimizi belirten o sevecen fakat vakur hitap anlamında değil… Elbette o da, ama, daha fazlası. O en sıkıştığımız anda sığınabileceğimizi, en zor zamanda sırtımızı dayayabileceğimizi, en mahremimizi açıp akıl danışabileceğimizi, en büyük arzularımıza birlikte heyecanlanabileceğimizi, yüzümüze söylemekten çekinmeyeceği en tehlikeli zaaflarımızı kapatmakta birlikte kafa yorabileceğimizi, en uğursuz şartlarda dahi birlikte kavgaya girebileceğimizi bildiğimiz dost anlamında… Engels, komünist hareketimizdeki, evrensel partimizdeki ilk yoldaşımızdı.

                                                          * * * 

Şehre girmek üzere Haspeler Köprüsü’nden geçiyorsunuz. İlk dikkatinizi çekecek olan, köprünün başına konulmuş, Nuremberg yapımı dört küçük hava topu. Köprünün öte yanındaki ev, barikata dönüştürülmüş. Barikatın yanından, omuzlarında tüfekleri, düzgün bir askeri üniformayı hiç andırmayan kıyafetleriyle birkaç işçi çıkıp yolunuzu kesiyor. “Kimsiniz”, soruyorlar.

Biraz ötede Elberfeld Vali Konağı var. Vali Konağı’nın önü ve yanındaki caddelerde de kocaman bir barikat. Barikatın üzerinde bir kızıl bayrak sallanıyor—biraz dikkatli bakınca fark ediyorsunuz ki, bayrak değil aslında, kızıl renkli bir perde, yırtılmış, bayrağa dönüştürülmüş. Etrafta başka silahlı gençler var, yine üniformasız, ama hepsinin tarafını belli eden bir ayrıntı dikkatinizi çekiyor: Bellerindeki kızıl kuşaklar ve omuzlarındaki kızıl pazu bantları, evet, yine aynı perde kumaşından koparılmışlar. Oysa kentin tüm girişleri benzer barikatlarla kapalı, fakat hiçbirinde bu alelacele uydurulmuş kızıl bayraklar, kuşaklar, pazu bantları yok.

Kimliğinizi açıklıyor, merakla soruyorsunuz: “Kumanda kimde?”. En öndeki ufak evi işaret ediyor Alman işçiler, “Kumandan orada, Engels”.

                                                        * * * 

Mayıs 1849’da o zamanki adıyla Elberfeld, şimdiki adıyla Wuppertal olan Alman şehrine girmek isteseydiniz, karşılaşacağınız tablo bu olacaktı. 1848 Devrimleri’nin ilk dalgası geri çekilmişti. Fakat sular durulmuyordu. Elberfeld’li işçiler şehrin birahanesinde toplanmış, direniş kararı almışlardı. Hemen bir devrimci milis gücü oluşturuldu.

Düsseldorf’tan ordu geldi, isyancılara silah bıraktırmak için. Talep reddedildi, silahlı isyan resmileşti. Elberfeld’in dört bir yanında barikatlar yükselmeye başladı. Bir “Kamu Sıhhati Komitesi” oluşturuldu, direnişi yönetmek için. Komite, kentin burjuvalarının egemenliğindeydi. Milislerin çoğunluğunu oluşturan işçilerin aksine, hükümetten bekledikleri basit kimi tavizlerdi.

Tam bu sırada, bir kişinin kente gelişi çalkantı yarattı. Uzun yıllardır uğramadığı memleketine dönmüş, ama kendisi uğramasa da namı herkesçe bilinen komünist: Muteber ve dindar tekstil patronunun oğlu, Engels.

Komitenin huzuruna çıktı, yanında iki sandık fişek getirmişti. “Solingenli işçilerin Elberfeld’e hediyesi” diye takdim etti cephaneleri, Gräfrath baskınında ele geçirilmişlerdi. Komite, direnişin başında olsa da siyasi ılımlılığından taviz vermek istemiyor, bu bozguncunun varlığından mutlak tereddüt duyuyordu. “Prusya illa ki saldıracak, askeri destek sağlamak için geldim, siyasi pozisyonumu dert etmeyin, yalnızca askeri meselelerle ilgileneceğim” dedi Engels komiteye, “ayrıca, kendi doğduğum topraklarda hemşerilerimin ilk silahlı isyanının parçası olmak benim için onur meselesidir.” İkna oldu komite, gönülsüz de olsa.

Görevi barikatları denetlemek, top yerleşimlerini gözden geçirmek ve tahkimatı tamamlamaktı. Engels hızla işe koyuldu, kente girişleri tahkim etti, bu arada kentin radikal işçilerini bir araya getirmeye başladı. Kendisi Haspeler Köprüsü’ndeki barikata yerleşti. Kızıl bayraklar asıldı hemen. Engels’in barikatı, üç renkli Alman bayrağının dalgalandığı, kentin burjuvalarının barikatlarından biri değildi: Cumhuriyet’in kızıl bayrağı dalgalanıyordu burada. Komite, Engels’i kabul etme kararından derhal pişman oldu. O gece toplandılar, ertesi sabah Engels’e kentten ayrılması için ültimatom verdiler. İşçilerin öfkesini çekmemek için, kararın gerekçesi pek politik bir dille yazılmıştı: “Kendisinin varlığı, hareketin karakterine dair yanlış anlamalara yol açabilir.”

Henüz 1849 yılında, 29 yaşındaki bu genç Alman devrimcisi, yalnızca varlığıyla bir kentin tüm burjuvalarının işçi devrimi kabusları görmesine yol açacak kadar tehlikeli görülen bir komünistti.

Engels kentten ayrıldı. Bir hafta sonra Prusya ordusu kente saldırmaya geldiğinde, bırakın kızıl bayrakları, barikatlar bile kaldırılmıştı. Tek bir gencin yaydığı işçi iktidarı korkusu, burjuvazinin kendi isyanını sonlandırmasına yol açacak kadar büyüktü.

                                                        * * * 

Friedrich Engels, nam-ı diğer, General. İnsanlık tarihinin son 150 yılının en etkili düşünce akımının, en temel mücadelesinin, iki fikir babasından biri…

Sonradan, “İnsanlar”, dediler, “kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama keyiflerine göre değil, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar”. Kendi ileri sürdükleri bu tezin sınırlarını en fazla zorlayanlardan biri, şüphesiz Engels’ti.

İçine doğduğu koşullar mı? Püriten dindarlığın damga vurduğu, sofuluğun, kişisel iffete bağlılığın, kaderciliğin insanların amentüsü olduğu Barmen’de geldi dünyaya. Kentte hayatın özü, protestan ahlakında gizliydi: En ufak aşırılık günahtı, yapılması gereken varsa yoksa çalışmak ve kendini tanrıya adamaktı. Öyle ki, kente tiyatro kurulacak olmuş, kent yönetimi, “Sahnenin baştan çıkarıcılığı Wupper Vadisi’nin üretkenliğini yaralar” diye izin vermemişti. Dahası, ailesi, bu kentin yalnızca en dindar ailelerinden biri değildi, aynı zamanda en zengin, fabrika sahibi ailelerinden biriydi.

Marksizm, en kapsamlı modernizm eleştirisi, üstelik kapitalizmi alaşağı etmenin yoluna da işaret eden sistematik bir siyaset teorisi olarak kendini kanıtladıktan sonra, burjuvazinin sosyoloji alanında karşısına model olarak çıkardığı—ve doğrusu çaresizliğini açık edecek kadar teorik yönden zayıf—Max Weber’in “protestan ahlakı” tezinin işaret ettiği, kapitalizmin gelişiminde kültürel kodların öneminin altını çizen o püriten, protestan, müsriflikten uzak, çalışkan topluluğu hatırlar mısınız? Engels tam olarak onun içine doğmuştu işte. “Örnek bir kapitalist” olması için tüm koşullar uygundu.

Fakat o, “tarihte bireyin rolü”nü kanıtlarcasına, “kendi tarihini kendi yaptı”. Lise çağında sorgulaya sorgulaya dinsel düşünceden koptu. Tüm evreni içip sarhoş olmak istercesine meraklı, enerjik, kılıç ustası ve düello düşkünü bu muzip genç, babasının arkadaşlarının ticaret şirketlerinde masa başı işler yapmaktan sıkılınca, Berlin’e askeri okula gitti. Sonuç? Gerçek savaşın ordularla yürütülmediğini daha o zamandan hissediyordu: “Berlin’de istediğin kişiyi çevir” diye yazıyordu 1841’de, “Alman kamuoyu üzerinde hakimiyet savaşı bugün hangi cephede yürüyor diye sor. Eğer aklın dünya üzerindeki gücüne dair en ufak fikri varsa, savaş meydanının Üniversite, özellikle de Schelling’in felsefe dersleri verdiği 6 No’lu Amfi olduğu yanıtını verecektir.” Askeri okuldan kaçıp kaçıp, 6 no’lu amfiye atıyordu kendisini Engels.

Engels’in dışarıdan bir öğrenci olarak en öne oturup harıl harıl not aldığı sınıf, takip eden yarım asır boyunca Avrupa tarihine damgasını vuracak başka isimlere de ev sahipliği yapıyordu. Schelling, Alman muktedirlerinin gözünden düşmüş olan Hegel’in felsefesini itibarsızlaştırmak için elinden geleni yaptığı sırada sınıfta, sanat tarihi alanının en önemli teorisyenlerinden biri haline gelecek olan Jacob Burckhardt, geleceğin anarşisti (ve ilk Enternasyonal örgütünde Marx ve Engels’in rakibi) Mihail Bakunin ve Schelling’in anlattıklarının “dayanılmaz saçmalıklar” olduğunu düşünen, hocanın en büyük akademik suçunun ders saati bitmesine rağmen dersi bitirmemesi olduğunu belirten filozof Søren Kierkegaard da vardı.

Sonra? Sonra ders çıkışında Berlin barlarında, yeni edindiği “genç Hegelci” arkadaş grubuyla sabahlara kadar tartışma, sürekli okuma ve felsefeyi tanıma. Sonra ilk kez bir komünisti, kendisinin “partinin ilk komünisti” diye nitelediği Moses Hess’i tanıma. Sonra, bir de, yine o Berlin barlarında ömürlük yoldaşını, Karl’ı tanıma.

Sonra? Yine babasının ortağının fabrikasında çalışmak üzere İngiltere’ye, Manchester’a doğru yola koyulma, düşünsel boyutu üzerine yeterince kafa yorduğu hayatın asıl gerçekliğini tanıma.

                                                        * * * 

Friedrich Engels, nam-ı diğer, General. İnsanlık tarihinin son 150 yılının en etkili düşünce akımının, en temel mücadelesinin iki fikir babasından biri… Şimdiye kadar yazılan hemen her portresi, portreyi kaleme alanın ideolojik niyetleri sebebiyle kişiliğinin belli bir yönüne çubuğun fazla büküldüğü, hak ettiğine kıyasla gördüğü takdir arasında sık sık uçurum ortaya çıkan, marksizmin babası.

Aslına bakılırsa, onu değerlendirenlerin ideolojik niyetlerini bir yana bırakalım,karakterinin her bakımdan hakkını veren, bütünlüklü bir portresini yazmak neredeyse imkansız, Engels’in. Zira hayatı ve karakteri o denli çok yönlü ki, kısa bir yazıda onun büyüklüğünü ve bir insan olarak değerini tümüyle ortaya koymak imkansız.

Fakat Engels’in karakterinin bu kadar çarpıtılmasının asıl nedeni, marksizme yönelik kimi iyi niyetli fakat yanlış, kimiyse düpedüz art niyetli yaklaşımlar oldu hep. Özellikle Soğuk Savaş yıllarında Avrupa’da batı marksizminin etkisi giderek artarken iş o kadar tatsız bir hal almıştı ki, ortodoks marksist olmayan birçok düşünür bile isyan ediyordu. Marksizmi—sanki değilmiş gibi—aklınca daha “insani” sunmak isteyenler Marx’ı bir büyük ahlak abidesi olarak göklere çıkarırken, anlatıya uymayan tüm unsurların suçunu “mekanik, aşırı bilimsel” Engels’e atıyorlardı. Ekonominin son tahlilde belirleyici rolünden kurtulup sınıf kimliğini önemsizleştirmek, “yeni toplumsal hareketler”e daha meyyal bir siyasi çizgi izlemek mi istiyorsunuz? O halde Marx’tan işinize gelecek pasajları alırken, “determinist” Engels’i yerin dibine sokmak icap eder. Ve tam da bunu yaptılar. 1970’lerin ortasında E. P. Thompson, “yaşlı Engels’i şamar oğlanına çevirip marksizme dil uzatmak için seçilen her türlü günahı ona atfetmek” eğilimine dikkat çekiyor, “Her seferinde Marx ve Lenin’i masum bulup Engels’i tek başına ayrıştıran bu itirazları kabullenemiyorum” diyordu. Richard N. Hunt, “Son zamanlarda kimi çevrelerde Engels’e klasik marksizmin çöp kutusu muamelesi yapmak moda oldu” diyerek, tüm bu çarpıtmalardan ne kadar öfkelendiğini belirtiyordu.

Belki de Engels’in karakterine en fazla ışık tutan noktayı, tam da burada vurgulayabiliriz: Engels yaşıyor ve tüm bu saçmalıkları okuyor olsaydı, kişisel olan kısmı umrunda olmazdı. Çünkü bu kadar renkli, çok yönlü, dolu dolu bir karakteri anlatırken tüm bu birbirinden farklı boyutlarını birbirine bağlayan, Engels’in “özünü” yansıtan nedir derseniz, bana kalırsa budur: En başa mücadeleyi yazmak, kendini tahayyül edilebilecek en kötü bakımlardan bile feda etmek konusunda asla gözünü kırpmamak.

Geçen asırdan bugünlere miras kalan, marksizmi çarpıtma girişimlerinde en fazla görülen eğilimlerden biri, Marx ve Engels’i birer mücadele insanı, siyasal birer figür olarak değil, yalnızca birer filozof, düşünür olarak resmetmek oldu. Buna hep yanıt verildi, çünkü yanıt belliydi: Marx ve Engels, siyasal insanlardı. David Fernbach’ın Türkçe’ye de çevrilen “Siyasal Marx” kitabının temel meselesi buydu örneğin.

Ancak, ilginç biçimde, iş tek başına Engels’i ele almak olduğunda, Engels’in “bağlılığı”, “fedakarlığı”, sık sık “Marx’la olan dostluğuna” atfedildi. Bu iki büyük ismin, tarihte eşi zor görülen bir dostluğa sahip oldukları doğru, fakat ikilinin siyasal mücadele tarihleri pek az okunduğundan, Marx ve Engels’in düpedüz birer mücadele lideri, parti önderi oldukları es geçiliyor.

Engels’in büyük bağlılığı harekete, partiyeydi.

                                                          * * * 

İlk kez yakınlaştıkları 1844 Fransası’nda parti, ikisiydi. O dönemin önde gelen mücadele lideri Proudhon’la kurdukları ilişkide, iki kişilik bir parti gibi davranıyorlardı. Örgütlenmeye başladılar. Ardından Brüksel’e geçip, kendilerinden yaşça büyük, (“partinin ilk komünisti”) Moses Hess gibi isimlerle birlikte çalışmaya başladıklarında, hem fikri ayrım noktalarında gösterdikleri refleksler hem de bunlara taraftar kazanma çabaları, bir parti tavrıydı. İngiltere’de Komünist Birlik örgütü içinde bir hizip olduklarında genel kurulda çoğunluğu kazanmalarında, Komünist Manifesto’yu yazma yetkisini üzerlerine almalarında yine parti tavrı devreye giriyordu.

Komünist hareketimizin yalnızca teorik tarihi değil, parti tarihi de Marx ve Engels’le başlar. Genellikle yaşamlarının bu boyutuna bakmaya pek sıra gelmediğinden bugün kimilerine şaşırtıcı görülebilir, ancak “Marx ve Engels partisi”nin daha en baştan itibaren karşılaştığı sorunlar da, hareketimizin tarihi boyunca yakasını bırakmayacak, “tanıdık” sorunlardır. 1845-1848 aralığında ikili, diğer devrimcilerin aksine, tarihin mantığı ve sınıf mücadelesi temelinde geliştirdikleri teorik çerçeve sebebiyle “Almanya’da önce burjuva devrimi yaşanmalı, ardından koşullar proletaryanın iktidarı alması için olgunlaşacaktır” diyorlar ve kıyasıya “pasiflikle”, “teorik kalmakla”, “mücadele kaçkınlığıyla” suçlanıyorlardı. Anarşist lider Bakunin, bir arkadaşına Marx ve Engels’i tarif ederken, “Gösteriş, fesat, ağız dalaşı, teoride tahammülsüzlük pratikte korkalık… Ağızlarına dolamışlar burjuva lafını, oysa kendileri tepeden tırnağa burjuva” diyordu. (En azından, “cumhuriyetçi olmak”la suçlanmıyorlardı. O tarihte geçin Marx ve Engels’i, herhangi bir devrimciye gidip “hem devrimci hem cumhuriyetçi olunmaz” deseniz, yüzünüze bön bön bakardı. Cumhuriyetçilik, devrimciliğin ayrılmaz parçasıydı.)

Marx ve Engels bir yandan teorik temelleri güçlendirirken, diğer yandan partiyi büyütmeye devam etti. 1880’lere gelindiğinde parti, Enternasyonal’di. Onlarca ülkede bağlı hareketleri olan, nefesini giderek tüm Avrupa burjuvazisinin ensesinde daha fazla hissettiren, milyonları etkileyen bir uluslararası hareket. Marx’ın ölümünün ardından Engels’in partinin lideri olarak rolü, artık çok sayıda parlak kadrosu olan ve somut siyasal mücadelenin çok daha fazla içinde yer alan hareketin akıl hocalığını yapmaktı.

Nesnel olarak bakıldığında, komünist parti, Engels’in önderliğinde tüm kıtayı etkisi alan, onlarca ülkede on binlerce üyesi bulunan bir harekete dönüştü. Buradan Marx’la Engels arasında bir kıyaslamaya gidilmesine mahal vermemek gerek. Marx yaşamını daha erken kaybetti, somut durum Engels’in pozisyonuna yol açtı. Amaç, ilk büyük kitleselleşme atılımında Engels’in etkisine işaret etmekten çok, kitleselleşmenin Engels’e etkisine işaret etmek, ki bunlar, ustaların “diyalektik biçimde” diyeceği şekilde birbirini besledi: 1870’li yıllardan itibaren Engels’in yazdığı yazı ve kitaplarda kullandığı dil, net olarak daha didaktiktir ve sebebi yine mücadelenin somut ihtiyacıdır.

O yıllara işaret edip, Engels’i biraz tatsız, kuru, fazla bilimci, determinist resmetme girişimlerinde bulunuldu epey… Sanıyorum, karakterine en zıt itham budur. Engels gençliğinden itibaren muzip, hayat dolu, enerjik, dost meclislerinde herkesin yüzünü güldüren, Marx’ın aksine çok nadir psikolojik olarak bitap düşen bir eylem adamıdır. Gençken sahiplendiği—ve pek sevdiği kelime oyunlarından birini yaparak “Namenloser”, yani “İsimsiz” adını verdiği—spanyel cinsi köpeğine öğrettiği tek numara, “İsimsiz, bak bir aristokrat!” diye birini işaret ettiğinde köpeğin kendinden geçercesine havlamaya başlaması olan bir insanı kuru göstermek, ya cehaletin ya art niyetin ürünü olabilir.

Suçlamaların üslup kısmını sonra ele almak üzere, içerik kısmına bakalım. Engels’in o yıllarda ürettiği eserler, tüm külliyat içerisinde komünist hareketin kitleselleşmesine en fazla katkıda bulunan eserlerin büyük kısmını oluşturur. Alman işçi sınıfının önderi haline gelecek olan Kautsky, “[Engels’in yazdığı] Anti-Dühring’in üzerimdeki etkisini değerlendirecek olursam, başka hiçbir kitap benim marksizmi kavrayışıma bu kadar katkıda bulunmamıştır” diyecekti, “Marx’ın Kapital’i şüphesiz daha güçlü bir eserdir. Ama bizim Kapital’i düzgünce okuyup anlayabilmemiz, Anti-Dühring sayesinde olmuştur.”

Döneminin temel bilimler alanındaki gelişmelerini marksist açıdan yorumladığı, hem bilimi hem marksizmi popülerleştirmeye çalıştığı çalışmaları kaleme alırken Engels, bilimsel ilerlemenin, o an söylenenleri geride bırakacağını, ortaya konulacak yeni verilerin şimdi dile getirilenleri eksik, hatta belki hatalı kılacağını bilmiyor muydu? Bildiği, kendi satırlarından da anlaşılıyor. Ancak Engels’in öne koyduğu, “imzası”nın pürüpaklığı, yazdığı her satırın sağlamlığı değil, işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin, partinin öncelikleriydi. “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”ndeki kimi antropolojik gözlemler sonradan yanlışlanmış mı? İyi de, mesele hiçbir zaman bu olmadı ki! O kitabın tüm dünyada kadın hakları mücadelesi başta olmak üzere ezilenlerin kavgasına katkısıydı önemli olan. Engels’in tavrı, tarihsel olarak doğrulandı, çünkü parti, tüm kararlarından büyük fayda sağladı.

                                                          * * * 

Gelelim suçlamaların ikinci kısmına, “kuru üslup” boyutuna. Marx’ın yazı dilinin derin bir edebi kabiliyet ve keskin bir zeka içerdiği malumdur, fakat bazen, Engels bu açıdan da Marx’ın çok gerisindeymiş gibi resmedilir. “Oswald” bile, aksinin kanıtıdır.

Engels henüz 19 yaşında bir gençken, Telegraph für Deutschland gazetesine muhabirlik yapar. Gazete, sansür koşullarından dolayı doğrudan siyasi makaleler yayımlamaktan ziyade, ilerici siyasi fikirleri din kültürü, mitoloji, seyahat yazıları, şiir gibi formlara yediren bir yayın çizgisine sahiptir. Engels o sırada henüz sosyalizm fikrine ulaşmak bir yana, Hegel’le bile tanışmamıştır, dinden dahi kopmuş değildir, ancak keskin zekası, toplumsal sorunlara yaklaşımında kendini hissettirir.

1830’larda Engels’in memleketi, tekstil üretimine dayalı bir ekonomiye sahip olan Ren Bölgesi, giderek sanayileştiği için üretkenliğini artıran İngiltere’yle rekabeti sürdüremediğinden perişan haldedir. Tüm gazetelerin esas konusu, yeni yeni kullanılan kelimeyle “proletarya”nın sefalet koşulları ve bu durumdan nasıl çıkılacağıdır.

Bu ortamda, 1839’da Telegraph gazetesinde yeni bir köşe belirir: Wuppertal’den Mektuplar—evet, on yıl sonra Engels’in sokaklarına barikatlar kurduğu şehir, Wuppertal. Friedrich Oswald imzalı makaleler, tüm bölge basınında en çok konuşulan konulardan biri halini alır, çünkü Engels, herkesten farklı bir gazetecilik yapmıştır: halkın arasına karışmıştır.

Diğer tüm makaleler, kimi istatistikleri verdikten sonra, mevcut krize ve bunun yarattığı sefalete dair teorik iddialar ortaya atmak ve hükümete politika önerilerinde bulunmaktan ibarettir. Engels’in makaleleriyse, “kapkara dumanlar salan fabrika binaları ve her yanını ot bürümüş soluk avlular”la dolu bir kentte, “nefes aldıklarında oksijenden çok kömür tozu çeken, alçak tavanlı odalarda” bitkin hale gelene dek çalışan işçilerin canlı ve etkileyici portreleriyle doludur. Engels, kentin düşkünlerinin arasına karışır. Henüz o kelimeyi kullanmasa dahi, “lümpen proletarya”ya dair çizdiği tablo, onların hayatını bizzat deneyimlediğini ortaya koyar: “Ahlakı tamamen bir kenara bırakmış, ne sabit bir meskeni ne de kalıcı bir işi olan, şafak söktüğünde, eğer geceyi bir gübre yığınının üzerine veya bir merdivenin köşesine yığılarak geçirmediyse samanlıklardan, ahırlardan dışarı sürünen” bu insan topluluğunu anlatımı çok çarpıcıdır. Bugünden geriye dönüp baktığımızda, Anglo-Sakson geleneğinde Hunter S. Thompson’la özdeşleşen “gonzo gazetecilik” akımını anımsatan, hayatın en karanlık noktalarını tüm çıplaklığı ve şiddetiyle açığa çıkaran cesur bir yaklaşım ve etkileyici bir edebi yetkinlik damga vurur, “Oswald”ın makalelerine.

                                                           * * * 

Kaldı ki, sonradan Engels’in diline bu yakıştırma yapılsa da, aksini gösteren daha güçlü bir kanıt var elimizde: O dönemde temel işleri Marx’ın makalelerinin diliyle uğraşmak olan editörler dahi bu iki büyük zekanın üslupları arasında belirgin bir fark görmezler. Niye mi? Çünkü Marx imzalı makalelerin bir kısmını Engels yazıyordu…

1848 Devrimleri geri çekilip, kıta Avrupası’nın hemen tüm ülkelerinde “istenmeyen adam” ilan edilen iki devrimci İngiltere’ye geçtiklerinde, partinin teorik temeline dair kafalarında net bir fikir vardı, partinin örgütsel ayağı da pratik mücadele sırasında daha somut hale gelmişti. Ancak temel dertlerden biri, geçim sıkıntısıydı.

Marx, 1851 yılı başlarında ABD’de yayımlanan ilerici New York Daily Tribune gazetesine İngiltere ve kıta Avrupası politikası alanında muhabirlik yapmaya başladı. Makale başı aldığı 2 pound, o dönem için gayet iyi ücretti. Fakat Engels, ısrarla, mücadelenin en acil ihtiyacının, Marx’ın yeni bir teorik kitapla, ortak yaklaşımlarını daha fazla derinleştirmesi olduğunu söylüyordu. Marx’ı Kapital’i yazmaya başlamaya ikna etti Engels. Bu çok yoğun bir çalışma demekti. Engels’in kendisiyse, mücadeleyi finanse etmek için kendi vaktinin çok büyük kısmını feda ederek, Manchester’da babasının ortak olduğu tekstil fabrikasında çalışmaya gitti.

Bu dönem ikilinin arasındaki ilişkinin “parlak olanı finanse eden fedakâr destekçi” olduğu sanılmamalı. Marx’ın Amerikan gazetesine yolladığı makalelerin tümü Engels’in elinden geçiyordu, zira Marx’ın İngilizcesi pek iyi değildi. Marx Almanca yazıyor, çoğu zaman da taslak halinde yazıyor, Engels bunları İngilizce baştan yazıyordu.

Kimi zamanlardaysa makalelerin tamamını Engels kaleme alıyordu. “Cuma sabahına kadar bana Almanya’daki durum üzerine bir makale yollayabilirsen” diyordu örneğin Marx bir mektubunda. Engels’in yanıtı kısa ve netti: “Nasıl bir şey istediğini yaz—tek yazılık bir makale mi olsun yoksa bir seri mi?” Marx, ABD’li arkadaşı Adolf Cluss’a, “Engels’in çok fazla işi var” diyor, ardından ekliyordu: “... ama [Engels] gerçek bir ayaklı ansiklopedi, ister gündüz ister gece olsun, ister sarhoş ister ayık olsun, çok hızlı yazıyor ve şeytani bir kavrayış hızı var.”

Marx’ın, dostunun ardından yaptığı bu övgülerin “basit birer vefa borcu” olduğu sanılmasın. Makalelerin bazıları o kadar parlaktı ki, Marx’ın eşi Jenny, Engels’e yolladığı bir mektupta, “Kocamın senin makalen sayesinde batı, doğu ve güney Amerika’da ortalığı ayağa kaldırmış olmasına ne diyorsun” diye takılıyordu. Söz konusu makalede, 1848 devrimlerinin Almanya’daki tarihi ele alınıyordu. Engels, devrimde savaşmıştı.

                                                        * * * 

Marx ve Engels’i bir partinin önderleri değil, “iki parlak düşünür/siyasetçi” olarak görmek, gerçekten zor. Engels o dönemde gece 10’lara kadar fabrika işleriyle uğraşıyor, kalan vaktinde Marx’ın yetişemediği gazete makalelerini yazmak dahil birçok işle uğraşıyor, ve tüm bu koşuşturmacaya rağmen örgütleniyordu. “Hareketin çok ihtiyaç duyduğu büyük eser”, Kapital bile, belli açılardan parti kolektifinin izini taşıyordu. Örneğin, Kapital’in musahhihi, yani Marx’ın metinlerini düzeltme işini üstlenen kişi, Engels’in bu dönemde Manchester’da örgütlediği Carl Schorlemmer’di.

                                                          * * * 

Hem Marx’ın hem de Engels’in tüm hayatları mücadeleye adanmıştı. Marx’ın on yıllar boyu açlık sınırında bir yoksulluk yaşadığı bilinir, fakat zorluk yalnızca maddi değildi. Engels, para bulmak için Manchester’da babasının fabrikasında çalışmayı kabul ettiğinde kendisi de çok parlak bir teorisyen olmasına rağmen yalnızca çok değerli saatlerini feda etmiyordu, kişiliğinden de taviz vermek zorunda kalıyordu. Gençliğinden beri hor gördüğü ailesinin karşısında girmek zorunda kaldığı yeni pozisyon zaten yeterince canını yakıyordu, ama, Engels aynı zamanda nefret ettiği bir “işadamı kimliği” yaratmak zorunda kaldı.

Partiye para lazımdı, ve bu görevi üstlenirken Engels’in kafasında, bu kararın ne anlama geleceğine dair en ufak bir yanılsama yoktu. Marx’a yazdığı satırlarda “Bekle ve gör” diyor, ekliyordu: “O hödüklerin hepsi ‘Bu Engels neyin peşinde, nasıl bizim adımıza konuşup bize ne yapacağımızı söyleyebilir, adam Manchester’da işçileri sömürüyor bilmem ne’ diyecekler. Ha, emin ol, şu an bu umrumda bile değil, ama olacak.”

Oldu. On yıllar boyunca Engels’in “işadamlığı”, düşmanlarının ve rakiplerinin elinde bir karalama kampanyası konusu haline geldi. Kautsky’nin “Çok şey öğrendik” dediği Anti-Dühring kitabı çok bilinir ama, kitabın polemik yaptığı Dühring pek bilinmez. Dühring—başka tezlerin yanı sıra—partiye nasıl saldırıyordu? Marx’ı “işte eğlenceli bir bilimci tipi” diye aşağılayıp geçiyor, asıl kozunu Engels üzerinden oynuyordu: “Sermayede zengin ama sermayeyi kavrayışta yoksul. Bir zamanlar Kudüs’te ortaya atılan o kadim söyleyişte olduğu gibi, hendeği atlayamayacak bir deveyle kıyaslanacak tiplerden biri.”

Engels, uzun yıllar boyunca açıkça çift kimlikli bir hayat sürdü. Bir yanda saygıdeğer bir işadamı vardı—akşam yemekleri, resepsiyonlar, iş görüşmeleri, dans partileri, burjuva kulüplerine üyelikler… Diğer yandaysa, yalnızca devrimci mücadele yoktu, Engels’in “gerçek kişisel hayatı” da vardı. Ve, denebilir ki, yoldaşımız en büyük fedakarlığını asıl bu alanda yaptı.

                                                           * * * 

Engels’in kişisel hayatının belkemikleri, Marx ailesi bir kenara konulursa, iki kız kardeşti: Mary ve Lizzie Burns. Engels 1842’de 22 yaşındayken ilk kez Manchester’a gelmiş, İrlandalı bir işçi olan Mary’yle tanışmışlardı. Tıpkı Wuppertal’de sefalet içindeki işçilerin içinde yaşayan “Oswald” gibi, Engels burada da tüm boş vaktini Mary’yle birlikte işçi sınıfının takıldığı ucuz publarda geçirmişti. Bir kez daha, mesele yalnızca “ilginç bir deneyim”den ibaret değildi. O güne kadar düşünceleri büyük oranda felsefe ve sanat alanlarında şekillenmiş olan, henüz pek samimi olmadığı Marx’a ekonominin önemini en fazla öğreten yapıtlardan biri olan, ayrıntıcılığı, betimlemeleri, edebi üslubuyla dönemin işçi sınıfını en iyi anlatan kitabı, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu”nu Engels bu dönemde yazdı.

1850’lerde Engels bu defa uzun süreli olarak Manchester’daki fabrikada çalışmaya başladığında, Mary ve kız kardeşi Lizzy’yle birlikte yaşamaya karar verdiler. Ancak hareketin iki önderinden biri olan Engels’in fabrika yöneticisi olarak açıkça patron sınıfına çalışması zaten düşmanlarının dilindeydi, ama daha kötüsü, o dönemin muhafazakar ortamında en tutulan siyasi saldırı, özel hayatla ilgili skandallardı.

Engels, çift kişilikli hayatının gerçek kısmını epey iyi saklamayı başardı. Dönemin ikamet kayıtları, Chorlton-on-Medlock mahallesindeki mütevazı bir evde “Frederick Mann Burns” isimli bir kişinin kaldığını gösteriyor—tam da Engels’e uygun bir kelime oyunu.

Mary ve Engels, tanıştıkları 1843’ten Mary’nin öldüğü 1863’e kadar, 20 yıl boyunca sevgililerdi. Hiç evlenmediler, ikisi de evlilik kurumuna karşılardı. Ancak çiftin ilişkilerini uzun süre gizleme tercihi, mücadelenin çıkarlarını kendi çıkarlarının önüne koymayı tercihti. Aşk, aile, cinsellik gibi konulardaki muhafazakar görüşleri kişisel hayatlarında umursamıyorlardı, ama bunun toplumsal boyutu, özellikle de partiyi koruma refleksi hep varlığını sürdürdü. Ne zaman ki Engels’in kişisel hayatına dair saldırılar harekete zarar veremeyecek hale geldi, “çift kişilikli yaşam” da adım adım sona erdi. Mary’nin ölümünün ardından Engels, zaten uzunca zamandır hep birlikte yaşadıkları, Mary’nin kız kardeşiyle Lizzie’yle çift oldu. Lizzie, okuma yazma dahi bilmiyordu, ama İrlanda bağımsızlık mücadelesinin en aktif militanlarından biriydi, kendisi bir işçi olarak o doğal sınıf bilincine doğallık ve yalınlıkla sahipti.

İlk yoldaşımız, bir komünist kadronun insani yanını göstermek açısından da örnek oldu. Katolik Lizzie ölüm döşeğindeyken Engels kişisel inançlarını bir kenara bıraktı, hayat arkadaşının mutluluğu için bir papaz çağırıp Lizzie’yle nikahlandı. Birliktelerken insanların ne diyeceğini umursamıyordu, ayrılırlarken de umursamadı.

                                                          * * * 

Düşmanların dillerine dolayacakları asıl “özel hayatla ilgili skandalsa”, Engels’ten değil, Marx’tan kaynaklandı.

Karl ve Jenny Marx ailesinin daimi parçalarından biri, bakıcıları Helene “Lenchen” Demuth’tu, veya sevdikleri hitapla, Nim. 1851’de Jenny uzun süreli evden uzakta olduğu dönemde Marx ve Nim birlikte oldular ve 23 Haziran 1851’de Nim, bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi. Mary’yle birlikte olmasına rağmen “resmi olarak” bekar olan Engels, dışarıya karşı çocuğu sahiplendi, kendi adını, Frederick’i verdi. Freddy’nin doğum belgesine baba hanesi boştu, fakat gayriresmi olarak çocuk Engels’ten bilindi.

Freddy, bir üvey aileye verilmişti. Dolayısıyla Engels yalnızca 1851 yazında değil, o andan ölümüne dek üzerine yapışacak yaftaları göğüsledi. Engels’e hayatı boyunca çok yakından bağlı olan, Marx’ın kızlarından Eleanor “Tussy” Marx bile zaman zaman “oğluna sahip çıkmadığı” için Engels’i eleştirmekten geri durmuyordu. Engels kendisi ölüm döşeğindeyken Freddy’nin gerçek babasının Marx olduğunu açıkladıktan sonra, Tussy hemen Freddy’yle iletişime geçip ömrünün sonuna kadar yakın bir dostu oldu.

                                                         * * * 

Kendisi üzerinden harekete zarar verebilecek saldırılara karşı hep önlem aldı Engels, ama harekete yararı olacağını bildiği her durumda kendi hayatını, adını, namını önemsiz görmekten kaçınmadı.

İlk yoldaşımız hâlâ buralarda olsa, kendisiyle ilgili yazılanlara karşı marksizmi savunur, kendiniyse savunmaz, umursamazdı.

Zaten gerek de yok. Engels’in hayatı, yakından bakan herkesin gıpta edeceği bir devrimcinin hayatı.

Yakından bakmayanların suçlamaları mı? Onlara yanıt verecek kadar çokuz, Engels’in gözü arkada kalmaz.

                                                             soL - GÜNDEM

Skandallarla dolu DEÜ Hastanesi'nin acil servisi kapatıldı: Sebep hekim yetersizliği değil 'tadilat'mış

Uzun süredir çeşitli skandallarla gündemden düşmeyen DEÜ Hastanesi'nde acil servis kapatıldı. Yönetim 'tadilat nedeniyle' dese de, çalışanlar asıl nedenin hekim yetersizliği olduğuna işaret ediyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/skandallarla-dolu-deu-hastanesinin-acil-servisi-kapatildi-sebep-hekim-yetersizligi-degil)

                                                        ***

Küba'dan abluka koşulları altında zatürre aşısı ve yenilikçi tıbbi ekipman başarısı

Zatürre aşısı Quimi-Vio'yu geliştirdiklerini duyuran Küba aynı zamanda yenilikçi tıbbi ekipman ve cihazlarını da tanıttı. Cihazlardan biri tedaviye yanıt vermeyen epilepsi hastaları için...(https://haber.sol.org.tr/haber/kubadan-abluka-kosullari-altinda-zaturre-asisi-ve-yenilikci-tibbi-ekipman-basarisi-394494)

                                                             ***

Bangladeş'te protestocular sarayı bastı, başbakan istifa ederek ülkeden kaçtı

Bangladeş'te bir aydır süren protestolar dün şiddetlendi. Başbakan Hasina, protestocuların bugün sarayını basması üzerine istifa ederek ülkeden kaçtı. Ordu geçici hükümet kurulacağını açıkladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/bangladeste-protestocular-sarayi-basti-basbakan-istifa-ederek-ulkeden-kacti-394501)
***
Rusya-Ukrayna çatışması Afrika'ya sıçradı: Mali ayrılıkçı gruba destek sağlayan Kiev'le ilişkileri kesti
Ukrayna, Mali'de çok sayıda Rus paralı askerin ve yerel ordu mensubunun ölümüne neden olan saldırıda ayrılıkçı gruba destek sağladığını açıkladı. Mali, bunun üzerine Kiev'le diplomatik bağları kesti.(https://haber.sol.org.tr/haber/rusya-ukrayna-catismasi-afrikaya-sicradi-mali-ayrilikci-gruba-destek-saglayan-kievle 

(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder