Bataklıkta sıradan bir gün -Kaan Sezyum-
Köyümüz verimli bir deltada bulunuyor. Alüvyonlu ve verimli topraklarla çevrelenmiş güzel bir köy aslında. Aslında diyorum, çünkü yıllardır her yaz özellikle ağustos ayı geldiğinde havalar iyice ısınır, evden çıkmayı bırakın, hareket bile etmek istemezsiniz. Akşam saatlerine doğru, güneş batmaya niyetlendiğinde ise sinekler (sivrisinden, karasına) vızır vızır ortaya çıkar. Sinekler diyorum ama sinek bulutları demek daha doğru olur, yüzlerce binlerce sinek, o saatlerde bekledikleri sazlıklardan havalanıp, bacağımızı, saçlarımızın altından kafamızı, tişörtü, şortu ve çorapları aşıp bizi sokmaya başlarlar… Sineklerden kurtulalım diye şap şup kendimizi döver dururuz.
Yıllardır bitmeyen bir sinek saldırısı bütün köylüleri yıldırsa da, sinekler kanımızı çekseler de, etimizi dağlasalar da muhtarından, belediye başkanına, başkandan vekiline kimse parmağını kıpırdatmaz. Her yerimiz sulak alan, bataklık, gölet… Her yerimizde larvalarını büyüten sinekler ise sonsuz bir üreme gücüyle her geçen yıl daha da nüfuslarını artırarak bizleri ısırmaya, kaşındırmaya, rahatsız etmeye devam eder. Sinekler yüzünden sokağa çıkamaz, geceleri uyuyamaz, açık havada bir iş yapamaz olmuştuk. Oysa yapılacak şey o kadar da zor değildi. Önceleri sokakları ilaçlamaya başladılar. Bu sefer ilaçlardan kaçan sinekler daha da fena bir şekilde evlere girmeye başladı. Sorunu kaynaktan çözmek yerine, sürekli geçici önlemlerle her yeri ilaca boğup, sineklerden kurtulmaya çalışıyorduk. İlaçlar yüzünden narlar, yemişler ve turunçlar da zehirlendi, tatları bozuldu. Oysa yapılacak şey basitti ve herkes biliyordu… Herkes her şeyin farkındaydı ama umursamıyordu
∗∗∗
Her gelen belediye başkanı ilk olarak “Sinekleri yok edeceğiz, hepsinin adresini, sayısını biliyoruz” diyordu ama hiçbir şey yapmıyor, her geçen gün köylüleri daha da çok zehire maruz bırakıyordu. Oysa yapılacak şey çok basitti ve herkes her şeyin farkındaydı ama kimse hiçbir şey yapmıyordu. Sineklerle yaşam için biz de tuhaf özellikler geliştirmeye başladık. Önce yan tarladaki Ali Amca’nın diliyle evinin duvarlarındaki sinekleri yakaladığına tanık olduk. Bir başkası, kumsallardan kum çekerek müteahhit olmuş Muhlis Efendi dolunay geceleri ne olduysa bir süleymancık formuna dönüşüp, kendi imkânlarıyla sineklerle mücadele etmeye başladı. Yakın arkadaşım Umut, işini gücünü bıraktı helikopter böceğine dönüştü, tası tarağı bıraktı, sineklere saldırmaya başladı. Her geçen gün köyden bir eşimiz, dostumuz başka bir şeye, başka bir canlıya dönüşüyordu.
Artık kanallarda yaşamaya başlayan Neslihan Nine, bir amfibiyan gibi günler boyu sudaki sinek yumurtalarını yemeye başladı. Köy giderek bir Lovecraft öyküsündeymişcesine garipleşmeye başladı. Artık adlarımızı da unutuyorduk. Sizlere bu satırları yazarken artık parmaklarım klavyenin tuşlarına giderek daha da zor basıyor. Ben de dev bir kurbağaya dönüşüyorum sanırım. Elim kolum yemyeşil oldu, sabahtan akşama vraklamaya başladım. Sinek sorununu ısrarla çözemedik ve hepimiz mutant canlılar olduk, insanlığımızdan uzaklaştık. Artık tek istediğimiz şey sinekleri yemek, yok etmek, yakmak, ezmek, parçalamak, onları bir kavanoza, poşete hapsedip hayatlarını çıkarana kadar kavanozu sallamak, poşeti ayaklarımızın altına alıp onları dümdüz etmek...
∗∗∗
İnsan olduğumuz günleri de zar zor hatırlıyoruz artık. Giderek vahşileşmeye başladık günden güne… Daha dün gece baykuşa dönüşen Cemil Emmi, fareye dönüşen Ferhunde Teyze’yi gözlerimiz önünde yedi yuttu. O sırada Cemil Emmi’ye de sansar Hüseyin atladı, ortalık kan gölüne döndü. Keşke zamanında bataklığı kurutsaydık… Keşke zamanında sineklerle mücadele için bilimi, aklımızı ve fikrimizi kullansaydık. Az önce belediye başkanımızın (kendisi kaplumbağa oldu süreç içinde) bir sinek ilaçlama aracının tekerlerinin altında kaldığı anonsu yapıldı. Hemen gittik asfaltta başkandan kalanları yemeğe gittik. Artık karasinekler de bizimle beraber her türlü pisliğin içinde yaşıyor. Öl ya da öldür dünyasının kapıları açıldı, parmaklarımdaki vantuzlar giderek daha büyüyor, tuşlara daha da zor basıyorum. Parmaklarım tuşlara yapışıyor… Keşke bataklığı kurutsaydık, keşke doğru olanı yapsaydık… O kadar da zamanımız vardı. Hiçbir şey yapmadık, sonunda biz de vahşi hayvanlara dönüştük. Doğru olanı yapamadık, şimdi sıra yanlış olanlarda.
İşte ülkemizin özeti. Artık, köy, semt gibi kavramlar kalmadı. Türeye türeye buraya başka bir ad vermenin zamanı geldi. Hepimizi vahşiyiz, bizi doğa affetsin. Vrak!
/././
Erdoğan’ın ‘Tek adam’lığı içeriden de sorgulanıyor -Nurcan Bilge Gökdemir-
Ülke ekonomik kriz dolayısıyla yangın yerine dönmüşken Saray’ın gündemi Erdoğan’ı başkan seçtirmek. Bunun için Anayasa değişikliği, rakiplerin etkisizleştirilmesi başta olmak üzere tüm enstrümanlar sahada.
Normal tarihi 2028 olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine daha uzun süre var. Ancak 31 Mart yerel seçimlerinde tarihi bir tokat yiyen ve sonraki süreçte yapılan kamuoyu araştırmalarında da umut verici veriler göremeyen Saray’ı başkanlık seçiminin kaybedilmesi korkusu teslim almış durumda. Oy desteğinin azalması bir yana Anayasal engeller Erdoğan’ın sandığa kadar ulaşmasının önündeki en büyük sorun. Son adaylığı bile hukuksal olarak tartışmalı olan Erdoğan yeniden aday olabilmesinin yolunu açacak bir siyaset dizaynı peşinde. Hiçbir koşulda yeniden aday olamayacağını savunan hukukçular da var ancak kesin olan bir şey var ki Meclis erken seçim kararı almazsa Erdoğan tartışmasız bir şekilde yeniden aday olamayacak.
KURTULMUŞ’UN “BEYHUDE TURLARI”
TBMM’den erken seçim kararı çıkartmaya çoğunluğu yetmeyen AKP, daha doğru bir ifadeyle Saray bürokrasisi bu engeli aşmak için öncelikle Anayasa değişikliği yapma hayalleri kuruyor. İktidar ortaklarının desteğine karşın AKP’nin Anayasa değiştirmeye milletvekili sayısının yetmemesi nedeniyle önce diğer partilerden destek arandı. TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş “beyhude” olduğu çok belli bir arayışla TBMM’deki siyasi partilerin kapısına gönderildi. Başta anamuhalefet partisi CHP’den istenilen yanıtın alınamamasına karşın Kurtulmuş, Saray’ın talepleri doğrultusunda yeni yasama yılı ile birlikte bu kez de parlamento dışı siyasi partiler ve sivil toplum örgütlerinin kapısını aşındıracak.
RAKİPLERE ÇELME
AKP’nin bugüne kadar bir çok kez gerici despotik rejimini sürdürmesini sağlayan desteği aldığı yargı silahı bir diğer enstrüman olarak kullanılmaya çalışılıyor. Cumhurbaşkanlığı yarışında Erdoğan’ın karşısına çıkması olası adaylardan olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun siyasi yasakla bertaraf edilmesi planı sahneleniyor, son bir haftadır. Bununla AKP hem kamuoyunun nabzını almaya çalışırken diğer taraftan da adaylık tartışması yaratarak CHP’yi başkanlık yarışında aday kim olursa olsun etkisizleştirmeye çalışıyor.
SÜRPRİZ KAYGILAR
Erdoğan’ın bir kez daha başkan olma arzusunun gerçekleşmesi için bilinen engellerin dışında bugüne kadar hiç denklemde yeri olmayan bir başka etken görülmeye başlandı son günlerde. TBMM’nin yaz tatili dolayısıyla çalışmalarına ara verdiği dönemde seçim bölgelerine giden milletvekilleri Ankara’ya dönmeye başladı. İktidar olanakları ile yaşadıkları tozpembe sahnenin dışına çıkan milletvekilleri Anadolu’da yurttaşların içine düştüğü büyük sıkıntının tanığı ve bundan dolayı iktidara yönelen öfkenin hedefi oldular.
TBMM’nin 1 Ekim’de başlayacak yeni yasama yılının öncelikli gündemini oluşturacağı çok belli olan Anayasa değişikliği arayışlarının bu öfkeyi daha da büyüteceğini gördüler. Halk desteği azalan, aday olsa bile seçimi kazanma ihtimali tarihin en düşük düzeyinde bulunan Erdoğan’ı yeniden seçtirmek için enerji harcanmasına halkın tahammülü olmadığı konuşuluyor AKP kulislerinde…
Muhalefete alışkın olmayan, iktidarın olanaklarından siyasi tarihte örneği nadir görülecek ölçüde yararlanmayı alışkanlık haline getiren AKP’liler “Erdoğansız iktidarı” ofis buluşmalarında, ikili görüşme düzeyinde de olsa konuşuyor.
“Cumhurbaşkanı dışında adayımız yok, bunca yıllık parti bir ikinci ismi ortaya çıkartamıyor. Aday dediğimizde sadece CHP’nin adaylarını konuşuyoruz, ‘Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş…” diyor deneyimli bir siyasetçi.
Erdoğan’ın seçim kazanma odaklı hareket eden bir lider olması seçim kaybetme riskini göze alamayacak olması nedeniyle her an bir başka ismi parlatma olasılığı da dillerde dolaşıyor.
AKP’de tartışmasız tek otorite hala Recep Tayyip Erdoğan, bugünkü koşullarda ona rağmen tek bir görüşün dillendirilmesi imkânsız. Ancak bugünden yarına güçlenme ve yaygınlaşma kapasitesi olmamakla birlikte AKP’de bunların konuşulması göz ardı edilemeyecek önemde. Yeni yasama yılı ile birlikte AKP’nin alışık olmadığımız gelişmelere sahne olma ihtimali pusuda…
/././
O coğrafyanın Narin çocukları -Şükrü Aslan-
Artık ismiyle kamuoyuna malomuş ‘Narin Cinayeti’ne dair en çarpıcı tespit herhalde cenaze töreninde imamın konuşmasındaki şu cümleydi: “Bu musalla taşında yatan, vicdanımızdır!” O kadar gerçekti ötesinde söylenecek her şey ‘vicdansızlığın’ seviyesine dair olabilirdi. Bu ifade yıllar önce yine bir cenazenin ardından, yaşlı-dindar aile büyüğünün, “Vicdan yoksa namazın da bir kıymeti yoktur” sözünü hatırlattı. Sanki felsefenin en baştan dert ettiği kavramlar, Narin’in coğrafyasındaki sosyolojinin gündelik ahvalini anlatan birer aracı gibiydi.
Narin’in fotoğraflarına her baktığımda, dünyaya geldiği coğrafyadaki çocukların hüzünlü öykülerini görüyorum. O öykülerin neredeyse hepsinde ‘vicdanın musalla taşına yattığı’ haller söz konusudur. Mesela coğrafyaya güya ‘medeniyet’ getirme iddiasındaki kamu görevlilerinin el koyduğu çocuklar vardır. Çoğu Narin ile aynı yaşta olan bu çocuklar evlatlık ya da hizmetçi olarak bilinmedik memleketlere götürülmüşlerdir. Şeymus Diken’in ‘İsyan Sürgünleri’nde okumuştum, memleketinden çok uzaklarda ikamete mecbur edilmiş o çocuklardan birine İskan adı verilmiş, sonra İskan büyümüş, milletvekili olmuştu. Ama çocukluk geçmişi her zaman hafızasının merkezinde kalmaya devam etmişti.
Politik, kültürel ya da iktisadi nedenlerle coğrafyalarını terk etmek zorunda kalan çocukların, vasiyetlerinde ‘memleketinde toprağa verilme arzusu’nu başa koymaları bundandır. Böylece bir ömür boyu süren hasretin bitebileceğini düşünmüşlerdi belki. Belediyelerin, ‘memleketine gidecek cenaze istatistikleri’ne bakın, bu gerçek çıkar karşınıza.
∗∗∗
Bu coğrafyanın çocukları kurtuluşun en büyük aracı ve ideal olarak gördükleri eğitimlerini de genellikle ‘yatılı okullarda’ yapmışlardı. Çünkü başka seçenekleri yoktu. Zaten “Yatılı Bölge Okulları” sadece o coğrafyanın tanıdığı eğitim kurumlarıydı. Ülkenin başka bir bölgesindeki çocuklardan farklı olarak, resmi bir “disiplin” içinde yetiştirilmişlerdi. Çocukken disiplinin her türü ve itaat kültürünün katı bir muhatabı olmak, o coğrafyanın çocuklarına düşmüştü sanki. Elazığ Kız Enstitüsü Müdürü Sıdıka Avar’ın hatıratını her okuduğumda bu dehşet disiplin ve dışlama pratiklerini ve insanı ürperten halleri derinden hissederim.
Yoksulluk zaten o coğrafyanın bir kaderiydi. Hayatı sürdürebilmek o kadar zordu ki 1960’lı yıllarda yoldan geçen iki kamyonu durdurarak iki çocuğunu sürücülere bırakan babanın öyküsünü dinlediğimde içim parçalanmıştı. Ne taraftan bakarsanız tarifsiz bir acıydı. Yıllar sonra bu çocuklar yeniden kendi memleketlerine gelecek, ailesini bulacaktı. Ama artık hiç bir şey o çocukluk travmalarını giderecek güce sahip olamazdı.
∗∗∗
Bu coğrafyanın çocukları büyüdüklerinde de genellikle ‘kenarda’ kalmak zorundaydılar. Zira halleri ve dilleriyle öteki coğrafyaya aitlerdi. Dil bilmezler ya da bilseler de hâkim dile sonra dahil oldukları her şekilde belli olurdu. Velev ki çeşitli alanlarda başarılı olsalar da, ‘ötekilik’ ve ona karşı inşa edilmiş algılar yakalarını bırakmazdı. Birinci ligde oynayan bir futbolcudan dinlemiştim, başarılıydı ve ülke ondan söz ediyordu ama mümkün olduğu kadar konuşmamaya çalışmıştı. Çünkü her konuştuğunda, coğrafyası-etnisitesi ortaya çıkıyordu ve bu durum ülkenin kültürel ikliminde türlü dışlama edimleriyle karşılaşmak demekti.
Bu kederli coğrafyada çok şey politik sistemlerin yarattığı felaketlerin ürünüydü. Coğrafyanın çocukları da o felaketlerin mağduruydu. Başka pek az coğrafyada buradaki kadar ‘yetimlik’ yaygındı. Çünkü aileler türlü saldırıların hedefi olmuş ve çoğu çocuk; annesiz, babasız ve kardeşsiz büyümek zorunda kalmıştı.
Özetle bu coğrafyanın çocukları, diğer coğrafyaların çocuklarından çok daha farklı ortamlarda büyüdüler. Elbette çok şey değişti geçen yıllarda ama çocuklar söz konusu olunca belki de az şey değişti. Şimdi Narin’in hazin öyküsüyle bambaşka bir şey ortaya çıktı. Koca bir “aile”, bütün politik sistemlerin kötülükleriyle yarışacak kadar büyük bir kötülüğün aktörüne dönüşmüş görünüyor. Bin türlü fenalıklar görmüş bu coğrafyada, bir ailenin kendi masum çocuğunun katili olmasından daha büyük bir kötülük ve felaket yoktur herhalde.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder